Kang Yauvey1: Konfüçyüsçülüğün
Martin Luther’i mi yoksa Kültürel Milliyetçiliğin Babası mı?
J. D. Spence, yirminci yüzyıl Çin tarihini
anlattığı The Gate of Heavenly Peace adlı kitabını, Kang Yauvey’in Japonya’dan Çin’e
yaptığı gemi yolculuğu sırasında, Japon askerlerin Çin bandralı gemiyi aramak
için gemiye girmeleri olayıyla başlatır. Yıl 1895’tir. Çin, Japonya’ya
yenilmiştir ve barış adı altında masaya konan tüm koşulları kabul etmek zorunda
kalmıştır. Ülkesinin bu acınacak durumu Kang Yauvey’e çok ağır gelir, kendisini
ve halkını hakarete uğramış görür. Guangşi (Guangxi) okulundan öğrencilerine verdiği
derste ülkesini, zamanın Osmanlı İmparatorluğuna benzetir. İkisi de büyük ve
hasta milletlerdir. Her ikisi de gururlu bir tarihe sahip olmalarına rağmen dış
güçlerin elinde oyuncak olacak kadar zayıflatılmışlardır.
Kimdir Kang Yauvey? Kimilerine göre
Konfüçyüsçülüğü reforme edip, onu modern zamanlara uyarlamak isteyen bir Martin
Luther, kimilerine göre dini kendi kişisel amaçları uğruna kullanan bir
fırsatçı şarlatan, kimilerine göre din ile millet kavramlarının arasındaki ince
nüansı kullanarak Çin kimliği konusunda yeni açılımlar yaratmak isteyen bir
kültür milliyetçisi, kimilerine göre ise Eflatun, Campanella, Moore, Gillette
silsilesinin son ütopyacısı. Bu yazıda Kang’ın bu tanımların hem hepsine birden
uyduğunu hem de hiçbirine tam olarak uymadığını savunacağım.
İlk Yıllar
1858 yılında, Guanşi eyaletinin Nanhai kentinde doğuyor. Küçük
yaşlarda Konfüçyüsçü klasik eğitimle tanışıyor. On bir yaşında babasını
kaybedince dedesinin himayesinde eğitimine devam ediyor. 1876 yılında merkezi
devlet sınavlarında başarısız olunca sekiz-kademeli klasik deneme yazım
yöntemine karşı çıkıyor ve bu yöntemin gerçek Konfüçyüsçülükle bir ilişkisi
olmadığını iddia ediyor. Böylece bir ömür boyu sürecek muhalif karakterinin2 ilk tohumları ruhuna serpilmiş oluyor.
Bu muhalif karakterin ortaya çıkışında, Konfüçyüs yorumlarını değil de doğrudan
eski Konfüçyüs metinlerini kendisine okutan öğretmeni Zhu Chiqi’nin rolü büyük.
Yıllar sonra öğretmeni hakkında şunları yazıyor Kang:
Geçmişte yaşamış azizlerin yaşam
felsefelerinin özünü öğrenmem ve insanları kendimi sevdiğim gibi sevebilmeyi
özümsemem için Han ve Song dönemlerinin öğretilerini bir tarafa bıraktı ve
doğrudan Konfüçyüs’e başladı. Sığınacak yer arayan bir gezginin güzel bir hana
yerleşmesi ya da doğuştan kör birisinin ışığı ilk defa deneyimlemesi gibiydi
durumum. O zaman anladım ki otuz yaşıma gelmeden yeryüzündeki tüm kitapları
okuyup bitirebilirim. Ardından kendime hayatta bir yer edinip dünyayı yeni baştan
şekillendirmeye başlayabilirdim. Böylece vaz geçtim sırf sınav geçip zengin
olmak için yazılan denemelerden. Kendimi geçmişte yaşamış büyük dimağların
yanında görmeye başladım. Yüksek erdeme sahip bir azizin başka insanlara örnek
olacağı gerçekten çok doğruydu.
Manevi Uyanış
1877 yılında dedesini de elim bir kazada
kaybedince dünyası baştan aşağı sarsılıyor. Kendisini iyice Budist sutralara ve
klasik metinlere veriyor. Hatta evinden uzaklarda bir tapınağa kapanıp aylarca
kimseyle görüşmüyor, tüm vaktini dinsel metinleri anlamaya ve dışarıda
kendisini bekleyen vahşi dünyayı kavramaya harcıyor. Bu münzevi hayat3 tarifi olanaksız bir özgüven getiriyor
genç Kang’a. Kendisini “sıradan insanların önünde ayakta duran, başı gökleri
delen bir lider” olarak görmeye başlıyor. Bununla da kalmıyor tavan yapan
özgüveni. Kendisini geçmişte yaşamış tüm büyük liderlerle ve azizlerle aynı
kaderi paylaştığını düşünmeye başlıyor. Daha sonra yazdığı satırlarda şu
ifadelere rastlıyoruz.
“Tam bir ay boyunca her gece uyanık kaldım,
zihnimin özgürce gezinmesini sağladım. İnsanlığın en büyük kederlerini ve en
büyük sevinçlerini hayal ettim. Sık sık cenneti ve yeryüzünü düşündüm. Önceleri
şeytani düşünceler işgal ettiler zihnimi ama zamanla kâbuslar sona erdi ve
ruhsal olarak aşkın (transcendental) bir olgunluğa ulaştım. İnsanların
hayatlarında karşı karşıya kaldıkları zorlukları ve sefaleti düşündükçe,
göklerin bana bu sorunlarla başa çıkmam için gerekli olan yeteneği ve zekâyı
verdiğini düşündüm. Yüzümü insanlara dönmeye ve onların sorunları için çözümler
üretmeye karar verdim. Bu bana verilmiş bir görevdi.”
Yirmi iki yaşındayken Xiqiao dağlarına gidip,
hem oradaki doğal güzelliklerin zevkini çıkarıyor hem de Taoist ve Budist
metinlerle daha derinden haşır neşir olma olanağını elde ediyor. O aylarda
ruhunun bedeninin dışında nasıl da özgürce hareket eden üstün bir varlık
olduğunu duyumsuyor. Bedeni için “bir cesetten farkı yok” tabirini
kullanıyor yeri geldiğinde. Yine daha sonra yazdığı yazılarda o günleri şu
şekilde anlatıyor:
Orada geçirdiğim her yeni günde; toplumun
kurtuluşuna dair düşüncelerim daha bir pekişti, insanların huzuru hayatımın
amacı oluverdi. Bu amaç için kendimi kurban vermeye hazırdım. Yardıma muhtaç
pek çok dünya olduğu için ben, bana en yakın olan ve benim rahatlıkla
bulabileceğim dünyayı kurtarmalıydım. Her gün yanlarına gidip, beni
dinleyeceklerini umaraktan, bıkmadan usanmadan kendimi anlatacaktım.
Burada bir
parantez açıp önemli bir noktaya parmak basmak istiyorum. Kang’ın sözünü ettiği
Konfüçyüsçülüğün batılıların “dışlamacı olmayan din” ya da kimi zaman “din
değil, yaşam felsefesi” olarak algıladıkları kavram değildir. Kang, düpedüz
Konfüçyüsçülüğün göksel/tanrısal yönünü kullanarak başarmak istiyordur Çin
üzerinde gerçekleştirmek istediği yenilikçi hareketi. Çok baskın olmasa da
Konfüçyüsçülükte de “tien”4 (gök
ya da gök tanrı) kavramı vardır ve “tien li” sözcüğü “göklerin yasası” anlamına
gelir. Bu mutlak güç kavramı Taoizm’de daha net görülür ve gücün aile ve
kraliyetle temsil edilmesi Konfüçyüsçülükte sıklıkla rastlanılan bir durumdur.
Bu ise bizi Konfüçyüsçülüğün aslında İbrahimi dinlerden sanıldığı kadar farklı
olmadığı sonucuna götürür.
Konfüçyüsçülükte de bir çeşit kurtuluş (salvation)
önerilir ve bu kurtuluş için yapılması gerekenler genelde aileye saygı,
otoriteye baş eğme, toplum düzenini bozmama gibi pasif eylemlerle özetlenir.
İnsanın içsel yolculuğuyla toplumsal sorumluluğu arasında kopmaz bir bağ
vardır. Bu bağın gücü kişinin klasik eğitimden aldığı payla ölçülür. Bu yüzden
de Çin’de ahlaklı, topluma faydalı ve mutlu bir insan olmak için klasik Çin
kültürünü / edebiyatını iyi öğrenmek şart koşulmuştur. Burada öğrenilen şey
bilgi değildir, inançtır. Kang’ın içinde hissettiği ruhsal uyanış, bu tür bir
dinsel uyanıştır.
Kang, 1879’da
Hong Kong’a gidiyor ve orada gördüğü ihtişamla şaşkına dönüyor. 1842’den beri
bir İngiliz sömürüsü olan Hong Kong’daki binaların güzelliği, yolların
temizliği ve güvenlik güçlerinin pratikliği genç Kang’ın üzerinde çok olumlu
etkiler bırakıyor. Hong Kong’un ardından Şanhay’ı ziyaret edince şaşkınlığı
iyice artıyor ve bu iki kentteki gelişmişliğin kaynağını anlamak için batı
uygarlığının temel taşı olarak sayılabilecek kitaplara yöneliyor. Özellikle
bilimsel ve tarihsel kitapları okuyarak batının uygarlık basamaklarını nasıl
hızlıca aştığını, Çin’in neden bu yarışta geri kaldığını anlamaya çalışıyor.
Tabii ki Çin’in
geri kalmışlığını dile getiren ve bu konuda batıdan medet uman ilk düşünür
değil Kang ama sunduğu çözüm önerisiyle diğerlerinden farklı bir konumda
bulunuyor. Devrin ilerici düşünürleri ya imparatorluk sistemini reforme ederek
batıyı yakalamayı öneriyor ya da sosyalist/sosyal bir devrimle imparatorluğa
son verip yerine cumhuriyet/halk cumhuriyeti kurmayı öneriyorlar. Kang, bu iki
öneriden birincisine yakın olmakla birlikte onun önerisi özde ciddi bir
farklılık içeriyor. Kang’a göre Çin’in geri kalmışlığının nedeni
Konfüçyüsçülüğün kendisi değil, yanlış uygulanıyor olması. Gerçek
Konfüçyüsçülük zaten içerisinde ilerici dinamikleri barındıran bir sistemdir.
Bu yüzden eğer Çin batı uygarlığıyla arasındaki uçurumu kapatmak istiyorsa bunu
özlerine dönerek, yani Konfüçyüsçülüğü bin yıllık süreç içerisinde üzerine
sülük gibi yapışan siyasi değerlerden temizleyerek yapacaktır. Bir çeşit
laiklik denilebilecek bu yöntemle Kang, alışılmış laikliklerin tersine “dini
devletten korumaya” çalışıyor. Dinin üzerindeki devlet örgüsünü kesip attıktan
sonra elde edeceği saf Konfüçyüsçülükle topluma istediği şekli vereceğine
inanıyor. Kang bu düşüncelerle,1800’lü yılların ortasından itibaren, ruhsal
dönüşümünden elde ettiği gücü ve etkiyi Çin’in toplumsal reformu için harcamaya
başlıyor.
Manevi
Uyanıştan Maddi Uyanışa Kanatlanma
1884-1898
yılları arasında Kang’ı pratik anlamda hayatın içinde görüyoruz. Eski mistik
yaşantısını geride bırakmış, Çin’i değiştirmek için kolları sıvamıştır.
Yapılması gereken ilk iş Konfüçyüsçülüğe bulaşmış olan otorite kaynaklı siyasi
lekeleri temizlemektir. Kang’ın en sadık öğrencilerinden Liang Qichao’nun
deyimiyle Konfüçyüs’ün bozulmamış olan öğretisi zaten “ilerici” öğeleri
içerisinde barındırmaktadır ve tutuculuğa terstir. Bu yönüyle yapılması gereken
şey Konfüçyüsçülüğü reforme edip, zamanın koşullarına uydurmak değil; bilakis
aslına döndürüp özündeki ilerici dinamiği yakalamaktır. Kang’ın yapmak istediği
şeyin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl İslam düşünürlerinin rücu (asla
dönüş) diye adlandırdığı hareketle olan paralelliğini de gözden kaçırmamak
gerekir. Bu noktadan bakınca Kang, bir nebze Cemaleddin-i Afgani’ye, ama daha
çok Said-i Nursi’ye benzemektedir.
Kang öze dönüşü
gerçekleştirirken yeni bir takım metinlere ihtiyacı olacağının farkındaydı.
“Bir Yenilikçi Olarak Konfüçyüs” adını verdiği kitabıyla da bu eksiği
gidermiştir. Bu kitapta Dong Zongshu gibi Konfüçyüs’e aşkın nitelikler
yakıştıran düşünürlere yakınlık duyduğunu göstermiştir. Yani Konfüçyüs’ü
sıradan bir bilge insan olarak değil de Musa, İsa, Muhammed gibi göklerden
aldığı emirlere göre hareket eden bir peygamber olarak lanse etmeyi uygun
görmüştür. Kang’ın batı uygarlıklarına duyduğu hayranlığın, onun Konfüçyüs’ü
aşkınlaştırma girişiminde ısrarcı yapmıştır. Kang büyük bir olasılıkla aşkın
olmayan bir dinin Çin gibi büyük bir milleti aynı çatı altında
toplayamayacağını, toplasa bile bu durumun ya kısa zamanda çözüleceğini ya da
diğerkâmlık, fedakârlık, şehitlik gibi batı dinlerinde temel olan ahlaki /
toplumsal öğretilere yol açamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de Konfüçyüsçü
düşünceye, tanrısal bir momentum kazandırmaya kararlıydı.
Kang’ın
Felsefesi ve Da Tong Şu:
Kang, yenilikçi
felsefesinin merkezine “ren” (insan, insan olma) kavramını koyar. Ren, tıpkı
Hegel’in Geist’i (ruh) gibi evrimleşen ve evrimleştikçe ileriye doğru
kademeler atlayan bir ruhsal varlıktır. Ren’in İngilizce çevirilerde “inayet”
ya da “merhamet” diye yansıtıldığı da görülür. Ren’in kaynağı göklerdir ve
dolayısıyla “ren insanı” olmak demek göklerle yekvücut olmak demektir.
Başyapıtı olarak anılabilecek Da Tong Şu (Da Tong Shu: Yüce Birlik) kitabında
şöyle yazar.Ren, tüm varlıkla birleşip tek bir beden oluşturabilmektir.
İnsanın ruhu başkalarınınkiyle ayrılamaz hale geldiğinde, her şey tek bir şeye
dönüştüğünde ve merhamet duygusu gönüllerde tomurcuklanmaya başladığında; insan
“ren”e giden kısa yola ulaşmış demektir.
Kang, Da Tong
Şu’da kendisine merkez olarak seçtiği insanın özünü Budist sutralardaki insan
tanımına göre seçer. Bu yüzden “ren”in dinamizminde “ıstırap” vardır. İnsan
ıstırap çeken bir varlıktır ve hayat bu ıstırapları durdurmak için insana
verilen mühletten ibarettir. Kang, insanın maruz kalacağı ıstırapları sınıflara
ayırır. Örneğin, fiziksel hayatla ilgili olan ıstıraplarımız yedi tanedir: ana
rahminde yaşamak zorunda kalmak, erken ölmek, kolunu ya da bacağını yitirmek,
bir barbar gibi yaşamak, Çin dışında yaşamak zorunda kalmak, köle olmak ve kadın
olmak. Bir başka ıstırap sınıfı da insan ilişkileriyle ilgili olandır.
Bunlar şu şekilde sıralanır: dul kalmak, yetim kalmak ya da çocuksuz olmak,
hasta olmak ya da bakacak kimseye sahip olmamak, yoksulluktan çekmek, zor hayat
koşullarıyla savaşmak. Toplumla ilgili ıstırapları da şu şekilde listelemiş
Kang: Fiziksel ceza ve hapishaneler, vergilendirme, mecburi askerlik, sosyal
sınıflar, baskıcı siyasi kurumlar, devletin varlığı, ailenin varlığı. Ayrıca
Kang’a göre Hristiyanlık ve İslam aşağı seviyede dinlerdendir. Uzun erimde
Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm gibi yüksek seviyeli dinlere mağlup olacaktır
ve yeryüzünden silineceklerdir.
Tarihsel
Determinizm ve Sosyalist Görüşler:
Kang’ın “ren”inin tarihsel oluşumu üç
kademeden geçmektedir. İlk olarak Düzensizlik
Çağı gelir. Bunu Yaklaşan Huzur Çağı takip eder. En son olarak da Evrensel
Huzur Çağı tarihi sonlandırır. Bu üç kademe arasında nasıl bir geçişin olacağı,
hareketin dinamiklerinin nasıl şekilleneceği hakkında Kang pek bir bilgi
vermez. Hegel’de gördüğümüz kapsayıcı diyalektik değişim Kang’da yoktur.
Düzensizlik Çağı, Konfüçyüs’ten önceki çağlardır. Kaos vardır, insanlar
başıboştur. Konfüçyüs geldiğinde bir kıpırdanma olmuş ama zamanla devletin
otoritesi ile karıştırılan din bozulmuştur, içine biatlar karışmıştır,
saflığını yitirmiştir. Kang’ın görevi de son kademeye, yani Evrensel Huzur
Çağına açılacak kapıyı aralamaktır. Son kademeye ulaşırken “ren”; cinsiyet,
ırk, milliyet, sosyal sınıf gibi yapay sınırları ortadan kaldırır. Bir çeşit
ütopik dünyaya ulaşırız sınırların ortadan kalkmasıyla. Örneğin, farklı
ırklardan insanlar birbirleriyle evlendirilerek ırk kavramı ortadan
kaldırılacaktır5. Böylece tüm insanlık aynı ırka, aynı zekâya, aynı
boya ve beden yapısına sahip olacaktır. Kadın ve erkek eşitliği tartışmasız
kabul edilecek, evlilikler bir yıllık sözleşmeler6 üzerinden yapılacaktır. Aile kavramı
ortadan kalkacaktır. Çocuklar ve yaşlılar evlerde değil, devletin ücretsiz
olarak sağladığı yerlerde bakılacaktır. Kişisel mülkiyetin yerini ortaklaşmacı
bir toplumsal yaşam alacaktır7.
Kang’ın
sınıfsız toplum hayali ilk görünüşte Marx’ın “tarihin sonu” öngörüsüyle
örtüşüyor olsa da arada yöntem açısından çok büyük bir fark var. Marx’ın tarih
felsefesi temelini Hegel’in diyalektiğinden almıştır ve insanın ekonomik
değişimlere verdiği tepkilere göre ilerleyen seküler bir dinamiğe sahiptir.
Kang’ın tarih felsefesi ise salt aşkın bir iradeye dayanır ve yine aynı
aşkınlıktan aldığı güçle ilerler. Kang’ın öne sürdüğü sistemin temelinde
Marx’ın tarihsel materyalizminden çok Comte’un tarihsel determinizmi vardır
dersek çok da yanılmış olmayız çünkü Comte’un pozitivist tarihsel sürecinde de
bilimin sürekli ilerleyeceğine ve insan bilincinin asla geriye gitmeyeceğine
dair metafizik diye sınıflandırılabilecek bir inanç vardır.
Ve
Kavga Başlar:
Kang 1891’de
zamanın Konfüçyüsçülüğünün bozulmuş olduğunu iddia eden kitapları öne sürdüğü
için saldırıya uğruyor ve bu olay elinden alınan kitapların yakılmasıyla
sonuçlanıyor. Bu ilk saldırı, vereceği savaşın kolay kazanılmayacağının ve
ileride davası uğruna pek çok kurban vereceğinin de habercisidir aslında. Bu
yıllarda Kang, Çin’deki bin yıllık sistemin yenilenmesi için çalışmalar
yapıyor, öneriler yazıyor. Bunlardan bazıları demiryollarının yenilenip ülke
içinde ulaşımın hızlı ve etkili bir şekilde yapılmasını sağlamak, ulusal post
servisinin yenilenmesi, askeri eğitim sistemini modernleştirilmesi ve ordunun
modern silahlarla donatılması, imparatoriçe Sişi’nin (Cixi) gereksiz saray
harcamalarını kısıp halkına yatırım yapmasını gibi pek çok çeşitli konuda
mektuplar yazıyor. Hatta yaşadığı kentin dışındaki dağlarda konuşlanmış, ıssız
yollardan geçen masum köylüleri soyup öldüren eşkıyalarla savaşması için
sürdürülebilir nitelikte (sustainable) küçük bir çete bile kuruyor.
|
Sadık öğrencilerinden Liang |
Burada
değinmeden geçemeyeceğimiz bir başka nokta da Kang’ın yenilikçi düşüncelerinin
Meiji dönemi Japonya’sından etkilendiğidir. Nasıl ki Meiji döneminde Japonya
ciddi kalkınma hamleleri gerçekleştirmiş ve batı uygarlığını yakalama konusunda
büyük adımlar atmıştır, Kang benzeri bir uygulamanın Çin’de de işe yarayacağına
inanıyordu. Bunun için anayasal monarşi, Kang’a ve Kang gibi düşünen aydınlara,
denenmesi gereken ve başarı olasılığı yüksek bir siyasi devrim olarak
gözükmekteydi.
Kang, 1895’te
en yüksek memurluk sınavına girmek için Pekin’e gittiğinde bir kere daha
sarsılır. Pekin sokaklarında sefaleti, yoksulluğu, adamsendeciliği gözlemler.
İnsanların açlıktan yol kenarlarında öldüğü ama yanlarından geçen süslü at
arabalarının bir tanesinin bile durup bu insanlık ayıbına dur demediğini fark
eder. Etraf evsiz dilenci kaynamaktadır. Devlet memurluğu sınavları bile
gözünde bir şakadan farksız hale gelir bütün bu gözlemlerden sonra.
1895 Nisanında
Çin, Japonya ile barış anlaşması imzalayınca Kang’ın tepkileri artık
durdurulamaz hale gelir. Zaten 1894 yenilgisi ilk değildir. Japonya’ya 1894’te
yenilmeden önce, 1842’de İngilizlere, 1856’da ve 1860’da Fransız-İngiliz
ortaklığına, 1884’te tekrar Fransızlara yeniliyor Çin. Bu yüzden ülkenin
dört bir yanından imparatoriçe Sişi’ye öneriler yağmaktadır. 1895’te
Japonya’yla yapılan anlaşmanın şartları Çinli aydınlara o kadar ağır geliyor ki
18,000 karakterli (Çince karakter) bir itiraz yazıyorlar. Binlerce genç insan
günlerce süren protestolara başlıyor. Kang bu günleri anılarında anlatırken
şöyle yazıyor: Binlerce okumuş
insanı bu şekilde bir yerde toplamak bu hanedanlıktan öncesinde asla görülmemiş
bir olaydır.
|
Modern Çin'de bir Kang Yauvey Heykeli |
Japonlar gemiye
kontrol için girdiklerinde Kang’ın yanında olan sadık öğrencisi Liang hayatının
yönünü o kargaşalı günlerde bulduğunu söylüyor. Kang’ın erkek kardeşi ise o
günlerde abisine yazdığı bir mektupta “Artık bu zamandan sonra öğrencilik
hayatımın bittiğini söyleyebilirim.” diyor.
Kang son rötuşlarını yaptığı reform önerisini imparatoriçe Sişi’ye veriyor.
Amacı imparatorluğu yıkmadan, yenilikçi adımlar atmak ve anayasal bir monarşiye
geçmek. Doğal olarak kimse takmıyor Kang’ı. Üç aylık Pekin ziyareti sırasında
defalarca saray erkânıyla görüşüyor ama istediği sonuçları alamıyor. Kasım ayında
tekrar memleketi Guangco’ya (Guangzhou) dönüyor.
Saraya
Davet ve Karşı Devrim:
Kang, Pekin’den
döndükten sonra uzun bir süre yetkililerle kayda değer bir ilişkiye girmiyor.
Bu süre zarfında daha önce yazmış olduğu kitapları düzeltiyor, batı bilimi üzerine
okumalar yapıyor ve Çin eğitim sistemine batı kökenli bilgilerin nasıl enjekte
edilebileceği üzerine projeler geliştiriyor. Sessiz hayatı 1898 yılının ocak
ayında, Sişi’nin yeğeni, tahta yeni geçmiş olan imparator Guanşi’den (Guanxi)
gelen çağrıyla bozuluyor. Ülkenin en etkili devlet erkânıyla yüz yüze gelecek
ve fikirlerini savunacaktır. Oysa mülakat daha başlamadan devlet
görevlilerinden birisi Kang’a “Atalarımızın koyduğu yasalar değiştirilemez.”
diyerek, peşin bir lafla önünü kesmek istiyor. Kang’ın yanıtı ise vaz
geçmeyeceğinin göstergesi olması açısından manidar, “Atalarımızın yasaları
atalarımızın sahip olduğu toprakları korumak ve yönetmek içindir. Biz daha
atalarımızdan bize kalan toprağı düşmana karşı koruyamıyorken, yasaları
korumaktan nasıl söz edebiliriz?”
Kang, mart ayına doğru bitirdiği öneri
mektubunu imparator Guanşi’ye veriyor ve sürpriz bir şekilde Guanşi’nin
hayranlığını kazanıyor. Guanşi, hem halası Sişi’nin itirazlarına hem de Pekin
yönetiminin tutucu baskılarına rağmen Kang’ın görüşleri doğrultusunda
yenilikler yapmaya, genç ve yenilikçi memurları atamaya başlıyor. Yalnız
imparatorluk yanlısı tutucu kesimin tepkisi durulmuyor ve Sişi eylül ayında
karşı bir devrimle sarayı ele geçiriyor, içlerinde Kang’ın kardeşi Guangren’in
de bulunduğu altı yenilikçi memuru idam ettiriyor. Kang için “ağır ağır
kesilerek idam”8 kararı
çıkartıyor. Kang her ne kadar karşı-devrim haberini erkenden aldığı için
kaçmayı başarıyor.
Sürgün Hayatı ve Son Yıllar:
Bundan sonrasında Kang için bir kaçak hayatı
başlıyor. Önce Tianjin’e, oradan da Şanhay üzerinden Hong Kong’a kaçıyor.
Oradan ayrılıp Avrupa’ya ve Amerika’ya sayısız seyahatler düzenliyor.
Kardeşinin idamı Kang’ın zihninde kapanmaz bir yara açıyor. Babasının kendisine
emanet ettiği kardeşini koruyamamış olmanın verdiği suçluluk duygusuyla
kendisini yine şiire ve yalnızlığa veriyor. Yeni evlendiği genç karısı (üçüncü)
ile Avrupa’nın hemen hemen tüm kentlerine (İstanbul dâhil) gidiyor, en pahalı
otellerde kalıyor, en lüks muameleleri talep diyor. İstanbul’a vardığında
Meşrutiyetin ilan edildiğini duyuyor ve iç geçiriyor. “Osmanlı yapıyor da biz neden
yapamıyoruz.” gibisinden
hayıflanıyor. Bu seyahatler sırasında yazdığı yazılarda romantik bir
havaya büründüğü söylenilebilir. Gittiği kentlerin güzelliklerini, insanların
davranışlarını, tozpembe bir dille anlatıyor anılarında. Öyle ki uzun süre ne
Çin’den ne de Çin’deki yenilikçi hareketten söz ediyor.
1908’de genç
karısından bir oğlu doğuyor. 1912’de Sun Yat Sen imparatorluğu sonlandırıp, Çin
Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra bile yeniliklerle değiştirilmiş bir monarşiyi
geri getirme çabalarından vaz geçmiyor. Sürekli mektuplar yazıyor,
Konfüçyüsçülüğü Çin’in resmi dini yapmak için lobi faaliyetlerinde bulunuyor.
Bir çeşit Çin milliyetçiliğinin de destekçisi oluyor bu faaliyetleriyle.
Kongjiao Hareketi:
Kang’a göre
Konfüçyüsçülük Çin milletinin ruhudur ve onsuz bir Çin düşünülemez. Bu yüzden Kang,
Konfüçyüs’ün doğum gününün tatil olmasını öneriyor, imparatorluk takviminden
vaz geçilip Konfüçyüsçü takvimi esas alan bir düzenlemeye geçilmesini istiyor,
her köye bir tapınak yapılmasını ve en yoksulundan en zenginine herkesin asıl
Konfüçyüs’ü öğrenmelerini sağlayan bir eğitim reformunun yapılmasını talep
ediyor. Bu önerileri başlangıçta masum görünse de gittikçe sertleşiyor Kang.
Örneğin, Konfüçyüsçülüğü Hristiyanlığın sömürgeci unsurlarıyla savaşmak için
kullanmayı önerirken, tıpkı Hristiyan misyonerler gibi dışlamacı bir tavır
takınmaya başlıyor. Konfüçyüsçü olmayan tüm tapınakların (Taoist, Budist, Müslüman)
kapatılmasını ve Konfüçyüsçülüğe dönüştürüldükten sonra tekrar açılmasını talep
ediyor. Kısacası Hristiyanlığın kurumsal gücünü alıp, içeriğini
Konfüçyüsçülükle dolduracak ve böylece Çin halkının hem zihnini hem de kalbini
fethedecek bir formül geliştirmeye girişiyor. Hatta Konfüçyüs için, tıpkı
Hristiyanlıktaki İsa’nın “Tanrı’nın Oğlu” olarak anılmasından ilham alarak,
“Göklerin Oğlu” simgesel ifadesini yaymaya çalışıyor.
|
Meşhur Eve Dönüş Şiiri |
Bütün bu
uğraşılar bir bakıma Kang’ın zayıf bulduğu ulusal kimlik (gongde) kavramını
tamir etme çabası olarak görülebilir. Zamanın diğer aydınlarının (Lu Şun, Mao
Dun, Çü Çüibay vb) sanatla, bilimle ve edebiyatla yapmaya çalıştığı kimlik
oluşturma girişimlerine karşılık olarak Kang, ilerici olarak gördüğü ama
aslında moderniteden bakılınca gerici olarak yaftalanabilecek bir öneriyle
geliyor. İmparatorluk ailesinin Çin halkını temsil etmesinin yerine
Konfüçyüs’ün bu işi yapmasını öneriyor ama bu durumun nasıl olup da halkı
safaletten ve cehaletten kurtaracağını açıklayamıyor. Doğal olarak da imparatorluk
ailesinin desteğini alamıyor ve asla başarılı olamıyor.
Yıllar sonra
Çin’e döndüğünde geniş ailesi (eşleri, çocukları ve torunları) için büyük bir
ev tutuyor. Masrafları
karşılamak için bir yandan emlak işleriyle uğraşıyor, bir yandan da
ideolojisini yaymak için öğrencilerini ülkenin farklı yerlerine gönderiyor.
Maalesef tüm uğraşlarına rağmen Çin onun istediği kıvama bir türlü gelemiyor.
1927’de hayata gözlerini yumduğunda geride ütopyacı hayallerden başka
Konfüçyüsçü idealler ve dine dayalı bir milli kimlik anlayışı bırakıyor.
Ardında bıraktığı Çin, Sun Yat Sen’in Çin Cumhuriyeti’nden Mao’nun Çin Halk
Cumhuriyeti’ne doğru yol alırken, kimliği de dini de milleti de onun hayal
edemeyeceği yeni kalıplar içinde tanımlayacaktır.
|
Kang'ın Evi |
Sonuç:
Günümüzün modern ÇHC’sinde her ne kadar
Konfüçyüsçü anlayış9 el
üstünde tutulan bir toplum felsefesi olsa da gelinen durum aslında Kang’ın
önerdiği “Konfüçyüs’e rücu” kavramından çok uzaktadır. Kang, günümüz
araştırmacılarınca biraz çılgın, biraz yenilikçi, biraz çıkarcı, biraz
cumhuriyetçi, biraz hümanist, biraz sosyalist, biraz kültür milliyetçisi, biraz
romantik, biraz şarlatan ve biraz da ikiyüzlü olarak anılır.
Fredric Wakeman, Kang için, Çinli düşünürler içinde en tutarsız ve en karmaşık olanı
nitelemesini yapar. Tutarsızlığının kaynağı bazı düşünürlere göre
fikirlerinin kaynağına oturttuğu metafizik “ren” kavramıdır. Çekeceğin her yöne
gidebilecek olan ve kesinlikle bilimsel olmayan bu kavramdan dolayı Kang’ın
hayatı rüzgârda titreyen bir yaprak gibi, devrin siyasi atmosferiyle birlikte,
aralıksız sallanmıştır. Modern bilime ve bilimsel düşünceye yüzünü çevirip,
geride kalan her şeyi (özgürlük, demokrasi, halkların kardeşliği, inançlara saygı) reddederek;
İslam’daki “Batının bilimini alalım, ahlâksızlığını almayalım.” diyen yarım
porsiyon aydınlara10 benzemiştir. Ülkesindeki sefalete rağmen yaşadığı lüks hayat tarzı ve
kadınlarla girdiği ilişkilerde neredeyse “harem” kurma noktasına gelmiş olması,
böylesi bir "yarım porsiyon aydın" etiketine doğal olarak kapı aralamaktadır. Belki de yaşadığı hayatla insanlara önerdiği hayat arasındaki kapanmaz uçurum yüzünden, imparatoriçe Sişi ve taraftarları onun için Vahşi Tilki lakabını uygun görmüştür.
- - -
Dipnotlar:
1. Pinyin yazım şeklinde Kang Youwei olarak
geçiyor adı. Türkçeleştirirken okunuş durumuna uydurmaya çalıştım.
2. Kang 25 yaşındayken, kadınların ayaklarını
bağlamaları geleneğini sonlandırmak için bir dernek kuruyor. Yaşadığı kentte
çeşitli etkinlikle düzenliyor ve kadınları bu konuda eğitmeye, ayak bağlama
geleneğinin saçmalığı konusunda onları ikna etmeye çalışıyor.
3. İlginçtir. Sidarta ormanın ıssız bir köşesinde
yalnız başına meditasyon yaparken ulaşır aydınlanmışlık (Buda) makamına. Musa,
Tur dağına çıkıp Tanrı ile görüşür ve geri döndüğünde İsrailoğulları’na on emri
takdim eder. Meryem, (Kur’an’a göre) mağarada yalnızken Rabb’in izniyle İsa’ya
hamile kalır. Muhammed, Hira mağarasında yalnız başına günlerini geçirirken
Cebrail “Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku.” ayetleriyle belirir karşısında. Bu
benzerliklerin, günümüzde de sosyal hayattan kopan insanlarda görülen nevrotik
belirtilerle bir ilişkisi var mıdır? Freud’a göre evet vardır. Dinin kendisi
nevrotiktir ve ortaya çıkışlarında din kurucularının münzevi yaşantılarının
rolü azımsanmayacak düzeydedir. Jung’a göre hayır, böyle bir ilişki yoktur.
Hatta, nevrotik davranışlar inançsızlarda daha sık görülür.
4. Çincede “göklerin kanunu” anlamına gelen “tien
li” sözcüğünün Orta Asya Türklerindeki “teng-ri” ile aynı kökten geldiğini
iddia eden etimologlar vardır. İnsan şaşırmıyor değil bugünkü Türkçe’de
sıklıkla kullandığımız Tanrı sözcüğünün Çince kaynaklı olabileceğini
öğrendiğinde. Gerçi, “Türk” sözcüğünün bile aslında Çinlilerin batıdaki göçmen
kavimlere verdikleri ad olduğu iddia ediliyor. Bir iddiaya göre “güçlü”, bir
başka iddiaya göre “başa takılan demir kask” anlamına geliyor “türk” sözcüğü.
Bu durum Antik Yunanlıların kendilerini “Helen” diye çağırmalarına karşın
günümüzde Romalıların onlara verdikleri ad olan “Greek” adıyla bilinmelerine
benziyor.
5. Burada Kang’ın ırkçı bir yöntem izlediğini
söylemeden geçemeyiz. Çünkü önerdiği yöntemde asıl amacının siyah ve kahverengi
ırkı ortadan kaldırmak olduğunu saklamaz. Beyaz ve sarı ırk hem zeka hem de
karakter bakımından üstün ırktır ve bu yüzden dünyaya hakim olmalıdır.
6. Sözleşmeli evlilik düşüncesi bana yıllar önce yazdığım bir
öyküyü anımsattı. Üçüncü öykü kitabımda da yayınlanan “The Contract” adlı öykü
salt diyaloglardan oluşur. Bu yüzden bir akşam tanıştığım amatör tiyatro
oyuncuları, bulunduğumuz lokantanın ortasında oyunun provasını yapmışlardı.
7. Kang’ın bu sosyalist görüşleri nereden
aldığına dair tartışma derindir. Bazı araştırmacılar Kang’ın ütopyacı
görüşlerinin kökeninin klasik Çin metinlerine bağlasa da yaygın olan görüş
Kang’ın Japonca’dan çevrilen Fourier ve Saint Simon kitaplarından etkilenmiş
olduğudur. Belki de sosyalist görüşündeki yöntem eksikliğinin nedeni Engels’i
ve Marx’ı okumak yerine; günümüzde “ilk sosyalistler” ya da “ütopyacılar” diye
andığımız Fourier gibi yazarları okumuş olmasındandır. Yalnız buna rağmen,
Kang, Mao’nun ilgisini çekmiş ve hayranlığını kazanmıştır. Günümüzde Kang’ın Da
Tong Şu’su tarihte yazılmış en etkili 100 Çince eserden birisi olarak kabul
edilir.
8. Çin’de halk önünde yapılan bir idam şekli.
Cellat mahkûmun bedeninden et parçaları keserek ölümü geciktirir. İdam edilen
kişi acıdan bayılmasın diye bedenine morfin enjekte edilir ve saatler süren bir
işkenceyle öldürülür.
9. Komünist hükümetin Konfüçyüsçülükle barışık
politikalar izlemesinin altında yatan nedenleri ayrı bir yazıda inceleyeceğim.
Kısaca söylemek gerekirse Konfüçyüsçülükte temel esas kabul edilen “harmoni”
ilkesinin komünist hükümet tarafından da sosyal bir kült haline getirilmesi
aslında aradaki paralelliğin doğurabileceği en güzel meyvelerden birisidir.
10. Burada Edward Said’in aydın kimliğini hak etmek için “muhalif”
ve “halkçı” olma koşullarını öne sürmesinden söz ediyorum. Muhalif ve halkçı
olmayan bir insan yazar olabilir, düşünür olabilir, bilim insanı olabilir ama
aydın olamaz. Einstein’ın bu konuda çok güzel bir lafı vardır. Bilim insanları
atomu parçaladıkları zaman değil, atom bombasının kullanılmasına karşı
geldikleri zaman aydın olurlar. Ayrıca “yarım porsiyon aydın” ifadesi Cem
Karaca’ya aittir. Şarkısı Cem Karaca klasikleri arasında ölümsüz yerini almıştır.
Kaynakça:
J. D. Spence, The Gate of Heavenly Peace, Birinci ve İkinci Bölümler