Abdüllatif Keşişe’nin yönettiği “Mavi En Sıcak Renktir”
filmini dün akşam izledim. Film, hakkında okuduğum onca olumlu eleştiriye rağmen
bende çok ciddi bir etki bırakmadı. Bir çeşit hayal kırıklığı olarak
algılanabilecek bu durumun en büyük sorumlusu olarak filmin hikâyesinin alabildiğine
yavan olmasını ve yönetmenin izleyiciyi ucuz yöntemlerle doyurmaya çalışmasını sayabilirim.
Mavi En Sıcak Renktir her şeyden önce bir aşk hikâyesi. Lise
son sınıfta okuyan Adele’in cinselliğe uyanışı, bu uyanışı tatmin etmek için
giriştiği arayışlar ve sonunda bir cinsel kimliğe kavuşmasının buram buram
deneyim, fiyasko ve acı kokan serüveni. İçinde tüm diğer aşk hikâyelerinde
görmeye alıştığımız masumiyet var, tutku var, şehvet var, gözyaşı var, hafiften
bir direniş var, kalp kırıklığı ve ayrılık var. Bütün bunlar var ama hikâyenin
kendisine özgün bir özelliği yok. Konusunun iki eşcinsel genç kız arasında
yaşanan tutkulu aşk olması dışında ne ciddi bir yaraya parmak basıyor film ne
de herhangi girilmemiş bir ormana girip bizleri hayrete düşürüyor.
Bu satırları yazarken birilerinin bana sanat cahili ya da
eşcinsel düşmanı diyebileceğini hesaba
kattım ama her şeyden önce kendime karşı dürüst olmam gerektiği için
düşüncelerimi olduğu gibi yazmak zorundayım. Birileri belden aşağıya vurup,
üzüm yemek yerine bağcıyı dövme yarışına girecekse; varsın yapsınlar. Ben yine
de diyeceklerimi diyeyim.
Öncelikle filmin hikâyesi çok basit ve klişe. Aşkı ve
cinselliği tanımaya çalışan bir genç kızın arayışları, buluşları, kaybedişleri…
Bu konuda yapılmış yüzlerce, hatta binlerce film yok mu zaten? Mavi En Sıcak
Renktir bize farklı olarak ne getiriyor? Farklı olarak neyi tatmamızı sağlıyor?
Bu soruları yanıtlamamız gerekir her şeyden önce. Filmdeki eşcinsellik konusunu
çıkardığımız anda ortada ciddi anlamda bir şey kalmadığını görürüz. İki kızın
birbirine âşık olması yerine, bir oğlanla bir kızın âşık olmasını işleseydi ve
benzer sevişme sahnelerine yer verseydi, bu film en iyi olasılıkla “erotik”
olarak kategorize edilecekti. Benim ergenlik yıllarımdan adlarını anımsadığım “Dokuz
Buçuk Hafta”, “Emanuella”, “Vahşi Orkide” gibi filmlerin arasına konacaktı. Çünkü
filmdeki iki ana karakterin dışındaki karakterlerin hemen hiçbirisinin filme
etki eden bir rolü yok. Bütün film, iki ana oyuncu ve bu oyuncuların etrafında
dolanan onlarca figüran tarafından yapılmış gibi.
Oysa, bir aşk hikâyesinde aşkı etkileyen yüzlerce etken vardır. Ekonomik sıkıntılar vardır, aile baskıları vardır, sağlık sorunları vardır, iş hayatının getirdiği strese yenik düşen bireyler vardır, aşkı bütünlüğüyle yaşamaya utanan baskıyı içselleştirmiş çiftler vardır, dinsel hurafeler vardır, cinsel takıntılar vardır… Bu “var”larla hikâye ilginçleşir, karmaşıklaşır ve karakterler gerçek anlamda ete kemiğe bürünürler.
Filmin başrollerini paylaşan iki oyuncu da çok başarılı bir
performans sergilemişler. Rol yapmıyormuş gibi rol yapmışlar. Genç yaşlarına
rağmen bunu başarmış olmaları gerçekten takdire şayan bir üstünlük. Zaten tüm
filmi bu güçlü oyunculuk ve benim çok da yaratıcı bulmadığım birkaç kamera
çekim yöntemi sırtlamış. Kameranın sürekli olarak oyuncuların yüzlerine
odaklanması ve aralıksız olarak yakın çekimde ısrar etmesi yönetmenin, aşkı dış
dünyadan soyutlama çabası olarak da algılanabilir. Oysa, filmin başlarında,
kızların birbirlerinin evlerine gitmesiyle çok güzel bir sınıfsal ayrımın
altını çizmişti senaryo yazarı. Bu ayrımın üzerine biraz daha gidip, hikâyeyi
renklendirmek yerine, ana karakterin salya sümüğünü gözümüze sokan yakın
çekimlerle ve artık harcı âlem olmuş ışık oyunlarıyla –Örneğin, parktaki öpüşme
sahnesinde dudaklar ayrıldıkça güneşin göz kırpması- izleyiciyi oyalamaya
çalışması bir çeşit bocalama gibi geldi bana. Yani, film tamamıyla erotik bir
şova dönüşmesin, biraz estetik sos katayım da ödüllere aday olsun diye
eklenmiş, çok da gerekli olmayan biçimsel çözümler.
Filmin başlarında yakalanan sınıfsal/değersel ayrımın işlenmemiş olması filme büyük bir eksiklik getirmiş. Örneğin, Adele’in anne ve babası, kızlarının lezbiyen bir ilişkiye girdiğini öğrendiklerinde nasıl tepki verdiler? Adele’in başlangıçta ilişkiyi anne babasından saklamasından anlıyoruz ki böyle bir ilişkiye pek razı değiller. Oysa Emma’nın ailesi açık görüşlü ve hoşgörülü. Kızlarının tercihine saygı duyuyorlar. Bu yüzden Emma kendisine güveni tam, sokakta yürürken de “Seni artık sevmiyorum” derken de ayakları yere basıyor. Bu özgüvenler arası farkın meydana getirdiği dengesizliği film boyunca hissediyoruz ama maalesef Adele’in de birgün kendi ayakları üzerinde duran bir cinselliğe kavuşacağına dair herhangi bir ize film boyunca rastlamıyoruz.
Filmin başlarında yakalanan sınıfsal/değersel ayrımın işlenmemiş olması filme büyük bir eksiklik getirmiş. Örneğin, Adele’in anne ve babası, kızlarının lezbiyen bir ilişkiye girdiğini öğrendiklerinde nasıl tepki verdiler? Adele’in başlangıçta ilişkiyi anne babasından saklamasından anlıyoruz ki böyle bir ilişkiye pek razı değiller. Oysa Emma’nın ailesi açık görüşlü ve hoşgörülü. Kızlarının tercihine saygı duyuyorlar. Bu yüzden Emma kendisine güveni tam, sokakta yürürken de “Seni artık sevmiyorum” derken de ayakları yere basıyor. Bu özgüvenler arası farkın meydana getirdiği dengesizliği film boyunca hissediyoruz ama maalesef Adele’in de birgün kendi ayakları üzerinde duran bir cinselliğe kavuşacağına dair herhangi bir ize film boyunca rastlamıyoruz.
Bu farkların üzerine gitmek ve fırsatını yakalamışken aşkın
sınıflarüstülüğünü savunmak varken, yönetmen dakikalar süren sevişme
sahnelerine odaklanıyor. Ne yalan söyleyeyim, sevişme sahneleri beni rahatsız
etmedi ama sıkıldım izlerken. Bir an önce bitsin de aşkı izlesek dedim içimden.
İki kız yerine, bir oğlan bir kız olsaydı yine sıkılırdım büyük bir olasılıkla.
Çünkü sahnelerde herhangi bir yaratıcılık da yoktu. Belki bu sahnelerle “Bakın,
lezbiyen çiftler de en az heteroseksüel çiftler kadar güzel sevişebiliyor.” demek
istemiş olabilir yönetmen ya da aralarındaki tutkulu uyuma dikkat çekmiş
olabilir. Yatağın dışında var olan bir gerilimi yatağa yansıma girişimini
sanatsal bir uğraşı olarak algılayabilirim –bunun tersi de olabilir- ama
yatağın sınırlarının dışına çıkmayan bir sevişmenin bir sanat filminde neden bu derece gözümüze
sokulduğunu anlayamam.
Bütün bunların üzerine, yani hikâyenin yavanlığı ve o
yavanlığı kurtarmak için ortaya konan klişe kamera hileleri yetmiyormuş gibi,
bir de bir anlığına görünüp sonrasında kaybolan tabularla karşılaşıyoruz
filmde. Örneğin, okuldaki kavga sahnesi güzel ama peki ya sonrasında ne oluyor?
Arkadaşları kabul mü ediyor Adele’i? Adele’in ilişkisini ailesinden gizlemesi
olması gereken bir ayrıntı ama aile hiç mi öğrenmiyor bu ilişkiyi? Öğrenince ne
oluyor? Bir izleyici olarak bunları bilmeye de hakkımızın olduğunu düşünüyorum.
Filmi beğenenlerin büyük bir çoğunluğu, bana kalırsa, geleneksel olmayan bir ilişki türünü normale indirgediği için sevmiştir bu filmi. Hem içinde tutkulu bir aşkın ve ateş gibi bir cinselliğin olduğu bir filmi kim beğenmez! Benim en beğendiğim sahne, Adele'in denize girip, suya sırt üstü uzandığı sahneydi. Sadece kafasını suyun üstünde bırakıp, Emma'nın saçının rengine çok yakın olan bir maviliğin içinde, onun gökyüzünü süzen hüzün dolu gözlerine bakmak, filmi özetlemekle eşdeğerdi adeta. Nedense filmi öve öve bitiremeyen eleştirmenlerin hiçbirisi bu sahneden bahsetmemiş. Oysa, filmde orijinal denilebilecek az sayıda sahneden birisiydi bu.
Eyes Wide Shut filmindeki efsanevi sahnelerden birisi.
Tüm basitliğine rağmen sırf oyuncuların güçlü performansını
görmek için izlemeye değer bir film. Eşcinsellerin var olma haklarını, onların
insanca yaşama mücadelesini, eşcinselliğin bir tercih değil de bir yönelim
olduğunu izlemek istiyorsanız Mavi En Sıcak Renktir iyi bir seçim olmayacaktır.
Sanırım benim hayal kırıklığımın en büyük nedeni böylesi bir beklentiyle filmin
karşısına geçmiş olmam oldu. Türkiye-Almanya ortak yapımı olan Zenne bu konuda
çok daha başarılı bir yapım. Hayal
kırıklıklarının yıktığı bir aşkı izlemek istiyorsanız “The Revolutionary Road”ı
izleyin derim. Ayrıca cinselliğin insan doğasında meydana getirdiği karmaşık
labirentleri izlemek isterseniz Kubrick’in “Eyes Wide Shut”ını tavsiye ederim.
En azından hikâye sıkıcı değil, en azından sürrealist denilebilecek kamera
çekimleri ve sahneler mevcut, en azından hikaye bir şeye benziyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder