Bu Blogda Ara

28 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 16

Bir aydan fazla bir süredir Türkiye’de çalışıyorum. İki haftadır da derslere giriyorum. Bu süre zarfında okulda başımdan geçen olumlu ya da olumsuz olayları burada yazmaktan hep çekindim. Bunu yapmamın iki nedeni vardı. Birincisi işimle ilgi sorunların buraya yansıtılarak asla çözülmeyecek olmalarıdır. Yani ben burada Sartre olup binlerce sayfa felsefe çığırsam da Tolstoy olup bir atın kuyruğunu sallamasını iki sayfada anlatsam da iş hayatımda değişen bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla işle ilgili sorunları, büyümelerine fırsat vermeden işyerinde halletmek yapılması gereken şeydir.

İkinci neden ise çalıştığım okulun toplumda hassas bir konumunun olması ve bu konumdan dolayı eleştirileri kaldıramayacak bir ruh haline bürünmüş olmasıydı. Okul nev’i şahsına münhasır bir kutsallığa bel bağlamış ve bilumum propaganda araçlarıyla bu kutsallığı sürdürme çabasında. Bu kutsallığın imgesinin okulda okuyan öğrencilerin varlıklarının devamını sağlamada önemli bir rolü olduğunu bildiğim için bu konuda yazıp çizmenin ya da eleştirel bir dil kullanmanın çocuklara zararı olacağını düşünüyordum. Oysa şimdi her iki konuda da yanıldığımı düşünüyorum. Bende bu aydınlanmaya neden olan olayı yazayım önce.

Maalesef okulumuz teknolojiyi kullanma konusunda oldukça zayıf. Kimse neyi nasıl yapacağını bilmiyor. Basit bir teknoloji eğitimiyle çözülebilecek pek çok sorun uzadıkça uzayan, gereksizce çetrefilleşen, hayati boyutlara ulaşıyor. Bunlardan bir tanesi de çeşitli nedenlerden dolayı okula gelemeyen ya da dersine giremeyen öğretmenlerin yerlerine derse girecekleri belirleme sorunu. Şimdi diyelim ki x, y, z öğretmenleri yarın derslerine giremeyecekler. Bunun için gerekli inceleme yapılıyor ve p, q, r ve s öğretmenlerinin programlarının uygun olduğu gözlemleniyor. Bu öğretmenlere görev verilecek ve bu görevlendirme elmek yoluyla p, q, r ve s öğretmenlerine bildirilecek. Bu durumda yapılması gereken nedir? Yani akıl ve mantık neyi söyler? Dersi dolduran ve dersi doldurulan öğretmenlerin adlarını bir Word dosyasına yazıp, bunu bütün okula elmekle göndermekle mi olur? Yoksa, sadece dersi dolduran ve dersi doldurulan öğretmenlerin bilgilendirilmeleri yeterli midir? Bana mantıklı gelen ikincisi ama maalesef bizim okulda, öğretim yılı açıldığından beri birincisi yapılıyor. Yani x, y, z, p, q, r ve s öğretmenlerine ve bir de ilgili yöneticilere gönderilmesi gereken elmek, bütün okula bazen günde iki-üç defa olmak (bazen listede hata yapıyorlar ve bir daha gönderiyorlar) üzere gönderiliyor.

Aslına bakılırsa buraya kadar sorun alabildiğine teknik. İnsanlara basit Excel formülleri öğretilse (örneğin “concatenate”, “countifs” vb) ve o belge Word’de değil de Excel’de hazırlansa, sorun çabucak çözülür. İnsanların “Aman onunla mı uğraşacağım, böyle de oluyor işte” deyip, alıştıkları şekilde yaptıkları pek çok iş aslında tembellikten çok cehaletten kaynaklanıyor. Birileri çıksa ve başka bir yöntemin daha verimli, daha çabuk ve daha az rahatsızlık verici olduğunu söylese, belki bu işi yapan kişi de sevinecek, memnun olacak.

Olaya geçmeden önce önemli bir noktayı belirteyim. Bu tarz toplu ileti göndermenin iki sakıncası var. Birincisi muhatap olmadıklarını anlayan insanlar bir süre sonra o iletileri önemsememeye başlayacaktır. Şöyle bir teşbih yapayım. Diyelim bir gün posta kutunuzda size gönderilmiş bir mektup buldunuz. Heyecanla zarfı açtınız. Baştan sona mektubu okudunuz. Mektubun son satırına geldiğinizde (Bu, ateşli bir aşk mektubu da olabilir, sizi cepheye çağıran bir askerlik belgesi de.) bu mektubun size yazılmamış olduğunu fark ettiniz. Mektubu bir kenara koydunuz ve hayatınıza devam ettiniz. İkinci gün posta kutunuzda yine bir mektup buldunuz, “işte bu” dediniz ve yine heyecanla açtınız ama maalesef bu mektup da size değil. Üçüncü, dördüncü, beşinci… Önce heyecanınız kaybolacaktır, sonra mektupları açma isteğiniz ve en sonunda da mektupları posta kutunuzdan alma iradeniz. Aradan iki ay geçtikten sonra gerçekten size yazılan bir mektup, posta kutunuza ulaşır. Uzaklarda yaşayan oğlunuz hayatının aşkıyla evleniyordur ve sizi düğüne çağırıyordur. Zarfın içine gidiş dönüş biletinizi de koymuştur. Ama siz o mektuplara artık elinizi bile sürmediğiniz için düğünden de bedava seyahatten de mahrum kalırsınız.

Benim burada aşırı bir ironiyle dramatize ettiğim şeyin benzerlerini iş hayatında pek çok insan, farklı derecelerde hayal kırıklıklarıyla yaşamıştır. Zaten bu yüzden, teknolojiyle haşır neşir olabilen kurumlarda elektronik takvimler kullanılır, toplantılar bilgisayar üzerinden ayarlanır, insanlar günlük programlarını başkalarıyla paylaşarak zaten yeteri kadar karışık olan iş hayatını düzene sokmaya çalışır. Ben yeni okulumda da takvimi elimden geldiğince kullanmaya çalışsam da bu konuda pek destek göremediğim için çabalarım pek bir sonuç vermiyor. Yani insanlar yine sizin meşgul olup olmadığınıza bakmadan başınıza işler çıkarabiliyor, yine gereksiz yere hem zaman kayıpları hem de kişiler arası sürtüşmeler yaşanabiliyor. Bir kurumda elektronik takvim ya hep uygulanmalı ya da hiç uygulanmamalı. Arada kalınca ezilen siz oluyorsunuz, gayretiniz de yanınıza hayal kırıklığı ve yorgunluk olarak kalıyor.  

Bir de türlü türlü teknik yoksunluklar var tabii. Örneğin, okuldaki odaların numarası yok. Yani iletide toplantının yapılacağı oda şu şekilde yazılıyor “X’in odası”. İyi ama X kim, odası nerede? X gider, Y gelir ama oda orada kalır. Odaların kat numaralarını da içeren bir numarası olsa kimseye sormadan toplantıya gitmek mümkün olur.  Bir başka örnek de okulun kapısının akşam saat 5’de kapanıyor olması. Bütün samimiyetimle yazıyorum, hayatımda ilk defa kapısı belli bir saatte kapanan bir okulda çalışıyorum. Tayland’dayken de Vietnam’dayken de öğretmenlerin okula 24 saat giriş olanağı vardı. Tabii ki bir öğretmen gece yarısı 2’de okula gitmek isterse bunun için güvenliği geçmesi gerekir ama benim zaten öyle bir talebim yok. En azından öğretmen mesai saatinden sonra isterse 1-2 saat okulda kalabilmeli ve acil bitirilmesi gereken işleri bitirmeli. Prensip gereği eve iş götürmemeyi yeğleyen birisiyim. Tüm işimi masamda halledip, eve kafa sakinliğiyle gitmek isterim. İster sınav haftası olsun, ister proje teslim günü. Ben işimi okulda hallederim. Ha birisi derse ki “ama okulda zaman yetmiyor. Eve iş götürmek zorundayız.”. Bu durumda da sorun ya öğretmendedir ya da kurumdadır. Ya öğretmen çok yavaş çalışıyordur ya da kurum öğretmene yapabileceğinden fazla iş veriyordur. Bu başlıbaşına başka bir yazının konusu olduğu için –insanlar ne kadar çalışmalı, ne kadar çalışmamalı?-, şimdilik geçiyorum.   

İlgili ilgisiz herkese ileti göndermenin bir başka sakıncası da bu iletilerin insanların dikkatini dağıtmaları ve zaman kayıplarına yol açmalarıdır. Bir işe yoğunlaşmışsınız, harıl harıl çalışıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, bilgisayarda ileti ışığı yanıyor. Tıklıyorsunuz, herkese gönderilmiş bir ileti. İçinde sizi ilgilendiren, yarınki programınızı etkileyebilecek bilgiler olabilir. Merakla açıyorsunuz, fosss! Bir gün, iki gün, üç gün… Böyle gidiyor. Bir defa işe ara verdiğinizde de kaldığınız yere geri dönmeniz vaktinizi alıyor, performansınız düşüyor. Başkalarını bilmem ama ben çalışırken sırf bu yüzden müzik dinlerim. İşim bölünmesin, baştan sona kadar yelkenler fora ilerleyebileyim diye.       

Gelelim bugün meydana gelen olaya. Her gün olduğu gibi bugün de “Ders Doldurma” başlığıyla bir ileti aldı tüm okul. Ben açtım iletiyi, benimle ilgisi olmadığını anlayınca kapattım ve işime devam ettim. Sonra ikinci bir düzeltme iletisi geldi. Onu da açtım. Onda da benimle ilgili bir bilgi yoktu. Yalnız bu ikinciyi açınca aklıma kısa bir yanıt yazmak geldi. Madem onlar herkese herkesi ilgilendirmeyen iletiler gönderebiliyorlar, ben de herkese herkesi ilgilendiren bir ileti gönderebiliyor olmalıydım. Bunu yaparken amacım tamamıyla okula katkıda bulunmak ve hem öğretmenlerin hem de yöneticilerin daha verimli çalışabileceği bir ortama kavuşmaktı. Zaten ne iletiyi gönderen kişiyi tanıyorum ne de listede adları geçen öğretmenleri. Kimseye karşı garezim, kinim, nefretim de yok. Yüzde yüz iyi niyet, yüzde yüz samimiyet. Kalan yüzde yüz de içimdeki “etrafıma yararım olsun” tutkusu.  İşte bu düşüncelerle aşağıdaki, bana göre gayet nazik ve samimi bir dille yazılmış iletiyi gönderdim. İletinin başına ad da koymadım ki kimse üzerine alınmasın. Beni tanıyanlar bilir. Eğer kızgınsam, ironik ve sivri bir dil kullanırım ve karşımdakine laf sokmak için her fırsatı lehime çeviririm. Bu şekilde geçmişte çalıştığım okulun rektörüne, bölüm başkanına yazmışlığım vardır. Ama bu sefer kızgın değildim, öyle kimseye kin duyacak kadar uzun süredir de çalışmadım bu okulda. Dolayısıyla sakin sakin, gerekçelendirmeleriyle birlikte önerimi ifade ettim.

Merhaba,

Ders doldurmayla ilgili iletilerin sadece ders dolduracak ve dersi doldurulacak öğretmenlere gönderilmesi mümkün mü acaba? Bu şekilde ileti kutumuzda bizi ilgilendirmeyen elmeklerle uğraşmayıp, yalnızca bizi ilgilendiren iletilere yoğunlaşabiliriz. Zaman kaybının engellenmesi açısından da bu yöntemin yararlı olacağını düşünüyorum. 

Saygılar,

Ad Soyad

İyi bir şey yapmış olduğumu düşündüğüm için, içim rahattı. Sonuçta bir soruna parmak bastım ve çözüm için öneride bulundum. Bunu herkese gönderdim ki başka fikirleri olanlar da tartışmaya katılsınlar, insanlar birbirlerini tanımasalar bile öyle ya da böyle bir düşünce alışverişinde bulunabilsinler. Vietnam’dayken sıklıkla yapılan bir uygulamaydı bu. İnsanlar iletilerle oylama bile yaparlardı. Kimse kimseye neden bunu yazdın demez, kimse kimseyi suçlamazdı.  Meğer, doğup büyüdüğüm ve şu anda yaşayıp çalıştığım ülke çok farklıymış.

Öğlene doğru bölüm başkanımız konuşmak için beni bölüm odasının dışına çağırdı. Ben hiçbir şeyden habersiz, herhalde öğrencilerle ilgili bir şeyler söyleyecek diye arkasından çıktım. Oysa sabah gönderdiğim iletiyle neler yapmışım neler. Adını bilmediğim bir yönetici şahıs benim gönderdiğim ileti için bölüm başkanına fırça kaymış. O da belki beni korumak belki de böyle şeyler bir daha yaşanmasın düşüncesiyle bundan sonra böyle iletiler göndermememi “dostça” salık verdi. Ben böyle bir şeyi kabul edemeyeceğimi, bunun açıkça bir sindirme ve boyun eğdirme politikası olduğunu, yaptığım şeyin yanlış olmadığını, o kişinin benimle konuşması gerektiğini söylesem de bölüm başkanımız “Boş ver, böyle şeyler kafaya takmaya değmez. Bu okul böyle.” gibisinden geçiştirme moduna girdiği için ben de çok üstelemedim.  Ardından da “benim için üzülme, okul için kaygılan ama benim için kaygılanma” dedi. Yani aslında bölüm başkanımızı ciddi bir şekilde hırpalamış birileri, sırf benim attığım basit bir iletiden dolayı. Daha çok üstesine gitsem, onun daha çok yıpratılacağını anladığım için ben de indirdim kanatları, bıraktım kendimi akıntıya.

Ben kendimi bıraktım ama bölüm odasında çalışamaz oldum. Sanki kafamın içinde üçüncü dünya savaşı dönüyor. Anlayamadığım pek çok soru, anlamlandıramadığım pek çok olay olduğu için ne yaptığım işe yoğunlaşabildim, ne de etrafımdakilerle konuşabildim. Taktım kulaklıklarımı, açtım yine Wagner’in operalarından birisini, sesini de sonuna kadar yükselttim ve sabah yaptığım lise 1 sınavcıklarını okumaya başladım. Ara ara camdan dışarı baktım, ara ara tavanı izledim… Sorular kafamdan hiç eksilmedi.

1. Neden bu kişi benimle değil de bölüm başkanıyla konuşmaya gerek duymuştu? Ben muhatap alınmayacak bir insan mıyım? Kendisi beni yanına çağırıp söyleyemiyor mu bölüm başkanına söylediklerini?

2. Yazdığım şey bu kadar mı kötü, bu kadar mı birilerinin otoritesini sarsacak kadar iddialı? Böyle basit bir iletiyle o otorite sarsılıyorsa, o kişi zaten hak etmiyordur o koltuğu. Bıraksın gitsin, liyakati olan birisi gelsin.

3.  Kullandığım dilde ya da üslupta farkına varmadan bir hata mı yaptım? Öyle olsaydı, basit bir üslup taşkınlığı için bu derece ciddi bir ayar çekme fazla kaçmış olmuyor mu?

4.  Bu okulda yazacağımız her iletiyi bölüm başkanına onaylatmak mı gerekiyor? O zaman bizim niye elmek hesabımız var? Sırf onun olsun, o bize bildirsin gelen iletileri, bizim yerimize yazsın, karar versin. Biz sadece beyni alınmış zombiler gibi uygulayalım bize verilen talimatları.

5. Haddini aşan birine haddini aştığını bildirmenin yolu böyle mi olmalıdır? Bölüm başkanını çağıran kişi onu değil de beni çağırsaydı, ben haddimi aşmamış olduğumu güzel güzel anlatırdım kendilerine. İnsanların düşüncelerini açıklamalarının demokrasinin bir getirisi olduğunu ve ancak bu hakla kurumların ve uzun vadede toplumun ilerleyebileceğini anlatırdım. Ama görünen o ki bu ülkeye demokrasi halen beş beden bol bir elbise gibi. Hiçbir zaman içini dolduramayacağımız, içselleştiremeyeceğimiz bir ütopya.

En çok da bu sonuncusu sarstı beni. Yoksa yaptığım öneri kabul edilmedi, yok bana değer vermiyorlar, yok beni anlamıyorlar gibi saçma sapan ergen takıntılarım yoktur. Çalıştığım kurumun, hiç de demokratik bir yer olmadığını öğrenmek cidden beynime inen bir balyoz gibi oldu. “Böyle gelmiş böyle giderci” zihniyetin burada da hâkim olmasıydı beni rahatsız eden. “Haddini bil, çizmeyi aşma” tavrıyla yapılan azardı beni inciten. (Oysa “Demokrasinin seçimlerden ibaret görülmesi ve başbakanın ikide bir medyayı azarlaması” bir ülkenin geri kalmışlığının göstergeleri listesinde onuncu sıradaydı. Yakında yazacaktım bunu.)

Öğlen yemeğine yalnız gittim, yabancı öğretmenlerin yemek yediği bir masaya oturdum. Kasımpaşaspor’un bir yıllık maçlarına bilet almış bir Kanadalıyla tuhaf bir Asya muhabbeti yaptık. Tayland’ın ve Vietnam’ın yemeklerini sevdiğinden bahsetti. Bana Vietnamlıların “Ban Mi”sinin ne kadar lezzetli olduğunu söyledi.  Ban Mi Vietnamca'da ekmek demektir ve zaten aslen Vietnam yemeği değildir, Fransız sömürgeciliğinin etkisinin sonucudur. Vietnam yemeğini seviyorum deyip, Fı’dan ya da Bun Bo’dan değil de ekmekten bahsetmesi ilginçti doğrusu. Gülmedim ama gülecek gibi oldum yer yer…

 Sonra tekrar bölüm odasına gittim. Biraz rahatlamıştım. Lise1’lerin öğleden sonraki derslerini de bitirince benim için gün bitmiş oldu. Yalnız kafam rahat değildi, derste de bunu fark ettim. Çabuk kızıyordum, sıklıkla sesimi yükseltiyordum. Tanımadığım, adını bile bilmediğim bir heyuladan azar işitip, karşılık veremeyince sanırım hıncımı çocuklardan çıkarıyordum. Bir ara iki haftadır “Ben zaten anlamıyorum, siz beni dikkate almıyorsunuz, benimle ilgilenmiyorsunuz” tripleri atan bir öğrenciyi de ağlattım sanırım (Gerçi niye ağladığını sormadım çünkü ağladığını fark ettiğimi bilmesini istemedim. Ya da gerçekten de ağlamamıştı, sadece kafasını sıraya koyup uyuklamıştı.).

 Ben böyle ergen triplerini dikkate alırım çünkü bu triplerin arkasındaki sorunlar zamanında halledilmezse, ileride kapanamaz yaralara yol açabilirlar. Bu yüzden dersten sonra sınıfta kalmasını söyledim bu öğrenciye. Bir arkadaşına da, ona sırf varlığıyla destek olması için sınıfta bizimle kalmasını rica ettim. Karşısına geçtim ve konuştum, sorunun kaynağını öğrenmek istediğimi, ancak karşılıklı iletişimsizliği çözerek işleri yoluna koyabileceğimizi belirttim. Başta biraz dikbaşlılığını devam ettirdi ama kısa sürede belki benim iyi niyetimi sezdiği için belki de kafasında büyüttüğü sorunun aslında o kadar da büyük olmadığına inanmaya başladığı için, yelkenleri suya indirdi. El sıkıştık, sorunları çözmek için birlikte çalışacağımıza dair söz verdik. En azından ona değer verdiğimi, ona bir bebek gibi değil de ne yaptığını bilen bir genç insan gibi muamelede bulunacağımı hissettirdim. Ben sınıftan çıkıp, bölüm odasına giderken içimde tarif edilmez bir sevinç vardı. İki haftadır bir duvar gibi her derse girdiğimde karşıma dikilen o soğukluk erimişti ve bu, basit bir iletişim bağı uzatmakla olmuştu. Odaya gidince bunun neden biz yetişkinler arasında bu kadar kolay olmadığını düşündüm. Yanıtı bulmakta çok da gecikmedim.

İnsanların hayatlarında değiştirmekten korktukları şeyler vardır. Bu günlük bir rutin olabileceği gibi, hayatına anlam katan bir tembellik de olabilir. Bu yüzden değişmekten, denenmemiş olanı denemekten korkarız. Bize değişimi teklif edenlerin karşısına da “ego” duvarını öreriz. “Sen kim oluyorsun da bana böyle bir şeyi teklif edebilirsin?”den “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”a kadar türlü türlü duvarların arkasına sığınır, cafcaflı makamların arkasında küçüldükçe küçülürüz. İşte bugün başıma gelen de böyle bir şey. Egosunun altında ezilmiş, korkak ve sünepe bir şahsiyetin, araya başkalarını koyarak bana ayar çekmesi başka neyle izah edilebilir? Ne yani, birileri istemiyor, birilerinin o tüyden koltukları sarsılıyor diye ben söylemeyecek miyim yararlı olacağını düşündüğüm bir düşünceyi? İyi ama bu oto-sansür, bütün sansürler içinde en tehlikelisi, en gaddarı değil midir? Zaten böyle bir insan olmamak, düşündüğümü açıkça söyleyebilmek ve dünyayı –elimden geldiğince- bilim ve ahlak ekseninde değiştirebilmek için ben ayrıldım hayatımın on yılını geçirdiğim ruhani hayattan. Eğer, bir tanrının gazabından kaçıp bir başkasının gazabında huzur bulabiliyorsa insan, onun kaçmışlığında da bulmuşluğunda da samimiyet aranmaz.

Tayland’da ev aldığımı öğrenen bir iş arkadaşım o zaman bana “Ooo, demek burada geçireceksin ömrünü.” demişti. Ben de “Evi ben aldım, o beni almadı.” diye yanıt vermiştim. Gerçekten de yıl sonunda o memleketi Kanada’ya ben de yeni işim için Vietnam’a gitmiştim. Şu anda da durumum farklı değil. Türkiye masraflı ve pahalı bir ülke. Geldiğimden beri yerleşmek için çok para harcadım. Buna ev tutma, sıfırdan bir hayat kurma, yeni eşyalar alma gibi pek çok ıvır zıvır da dahil. Ama ben bunları mutsuz olmak ve eve geldiğimde “yine boynumuzu büktüler bugün” deyip geceleri garezden dolayı uykusuz kalmak için yapmadım. Herkes gibi ben de iç huzuru arayan ve bulduğum zaman kaybetmek istemeyen birisiyim. Eğer işim beni mutsuz ederse, neden durayım orada? Ne diye birilerinin kahrını çekeyim? Hele bir de bunu hiç hak etmiyorsam!

Mektupların birinde yazmıştım, borçlu insanı boyun eğdirmenin kolay olacağını. Çok şükür, borçsuz harçsız bugüne kadar gelebildim. Ne bir eşya için kredi çektim ne de herhangi başka bir ihtiyaç için. Alnım ak, hesabım artı tarafta. Ceketimi alıp, çıkabilecek kadar da yüreğim var. Baktım olmuyor, böyle saçma sapan olaylar tekrar ediyor, egolarının esiri olmuş insanlar araya olayla hiç ilgisi olmayan başkalarını perde yapıp, o perdeler arkasından korku imparatorluğu inşa etmeye çalışıyorlar; ben de çocuklara zarar vermemek için elimden geleni yapmak koşuluyla, benden bu kadar deyip, çekip gitmesini bilirim. Şimdiye kadar hiçbir okulu dönem ortasında, dersler devam ediyorken terk etmedim. Prensip olarak buna karşıyım çünkü bu öğrencilerin öğrenimine zarar verebilecek bir girişim. Ama zamanı gelince de ayrılmayı bildim, başka bir işi garantilememiş olsam bile.

Nasıl ki sıkıldığım için Tayland’ı terk ettim, nasıl ki altı yıl Vietnam’a fazla bile dediğim için Vietnam’dan ayrıldım, aynı şekilde 1 yıl Türkiye’ye fazlaymış deyip, yola çıkmasını bilirim.

23 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 15

Başbakan 2012-2013 eğitim yılının açılışında “İmam Hatip okullarından kim ne zarar görmüş?” diye sormuş. Sonra da eklemiş “İmam Hatipler terörist yetiştirmiyor diye mi kapatılsın istiyorsunuz?”. Başbakan her zamanki gibi kendisini destekleyen %50’nin desteğiyle, kendisini desteklemeyen %50’ye yükleniyor. İmam Hatipler de AKP’nin 10 yıllık iktidarının sonucunda kendisini destekleyen dindar kesime verilen bir ulufesidir. Buraya kadar sorun yok, her iktidar kendisini destekleyen kesime kıyak çeker, onları mutlu edip bir sonraki seçimlerde oylarını garanti altına almayı arzular. Sorun başbakanın kurduğu cümlelerde.

Birinci cümle: “İmam Hatip okullarından kim ne zarar görmüş?”. Aynı soru şu şekilde de sorulabilir. “İmam Hatip okullarından kim ne yarar görmüş?”. Sonuç olarak bu okulların amacı ülkedeki din insanı (dindar insan değil) açığını kapatmak ve halka doğru din eğitimini verecek öğretmenler, eğitmenler, imamlar, hatipler, müftüler yetiştirmektir. Bu amacından sapıp, halkı dindarlaştırmak için kullanılırsa durum çok farklı bir renge bürünür. Bu durum, marangozluk okullarının, ülkedeki marangoz ihtiyacını karşılamak yerine, tüm Türkiye halkını odun seven, bakışıyla kalasın boyunu ölçebilen, tahtaya şekil veren bir topluluğa dönüştürmeyi amaçlamasına benzetilebilir. Bu böyle olmayacağına göre, konuya girmeden önce İmam Hatip okullarının olması gereken varlık nedenini açık ve seçik olarak yazmalıyız. Bu okullar halkı dindarlaştırmak için değil, halkın ihtiyacı olan eğitimli, bilinçli, pek çok yönüyle modern (başkalarının inancına ve hayat tarzına saygı, giyim kuşam, temizlik) din insanları yetiştirmek ya da bu yetiştirme işleminin ilk ayağını oluşturmaktır. Bunun dışında bir misyon yüklenmesi eğitimin uzun erimdeki kazanımları açısından hem yararsız hem de gereksizdir.

İkinci cümle ise tribünlere oynamanın bir sonucu gibi: İmam Hatipler terörist yetiştirmiyor diye mi kapatılsın istiyorsun?”. İmam Hatip okulları terörist yetiştirir mi bilmem ama herhangi bir okul terörist yetiştiriyorsa zaten orası okul değildir. Ayrıca, başbakan eğer terörist kelimesiyle özgürlük için mücadele eden, herkese adalet ve herkese eşitlik için çabalayan yurtsever vatandaşlardan bahsediyorsa, İmam Hatiplerin bu profilde insan yetiştirmede eksik kalan bir taraflarının olacağını sanmıyorum. Benim iki tanıdığım var böyle. İmam Hatip lisesinde okurken solcu olmuşlar, 1970’li yıllarda meydanlarda ellerinde pankartlarla eşitlik ve kardeşlik mücadelesi vermişler. Zaten İmam Hatip liseleri dindar bir nesil yetiştirmede başarılı olsalardı 1970’li yıllarının Türkiye’si onların gözüyle “güllük gülistanlık” olurdu. Ama olmadı, Bugünkü Türkiye, İmam Hatipler Liselerinin orta kısımlarının kapatılmasından bağımsız olarak, daha dindar, daha muhafazakâr bir yapıya büründü.

Çünkü bakkal Necmi Efendi’nin, manav Sami abinin, fabrikada çalışan Emine ablanın, araba tamiri yapan Hilmi ustanın dindarlığıyla dindarlaşmaz bir ülke. Onlar zaten hep dindardı ya da belli bir muhafazakâr çerçeve içinde yaşayan insanlardı. Onları değiştirmek, yüzyıllardır toplumun içine sızmış o gelenekleri, dinsel zorunlulukları ortadan kaldırmak neredeyse olanaksızdır. Bu gelenekler zaten zamanla evrilirler, dışarıdan gelen etkilerle yeni zamanlara adapte olurlar. Dolayısıyla o insanları değiştirerek ülkeyi değiştirmiş olmazsın.

Bir ülkenin kaderini tayin edenler o ülkenin eğitimli insanlarıdır. Öğretmenleri, mühendisleri, doktorları, akademisyenleri, iktisatçıları, gazetecileri ve bilumum üst düzey memur takımıdır ülkenin çehresini değiştirenler. Bu da İmam Hatip mezunlarıyla değil; insanlar ortaokulda, lisede, üniversitede okurken ve sonrasında hayata atıldığında, onu hiç başıboş bırakmayan, hep yanında belirip ona yalnız olmadığını anımsatan, bin bir çeşit etkinliklerle kanca üstüne kanca atan, ülkenin her noktasını bir örümcek ağı gibi sarmış, toplumun desteğiyle eğitimde, medyada ve endüstriyel üretim alanlarında ilerlemeyi başarmış bir zümrenin ya da çeşitli zümrelerin azimli çalışmasıyla olur. Bunların içlerinde tek tük de olsa İmam Hatip mezunları vardır ama asıl merkezde öğretmenler, mühendisler, doktorlar ve devlet memurları vardır. İmamların ve hatiplerin yüzyıllardır yapamadıklarını, farklı mesleklerde iyi noktalara gelmiş dindar ve muhafazakâr insanlar çok daha kısa sürede yapabilmişlerdir.

Bu insanlar belki Arapça okuyup yazamazlar, belki Fıkıh ve Tefsir bilmezler ama iş İslamın ve imanın savunulmasına gelince “altın nesil” olmanın gururuyla ellerini hemen taşın altına koyarlar. İşte bu yüzden, bugün toplum dindarlaşıyorsa eğer, bunun nedeni okuyup bir yerlere gelmiş, doğa bilimlerinden anlayan, ekonomiyi ve üretimi bilen, ve kendince bunları dinle harmanlayan, devlet kurumlarının içinde kendi gruplarını sıkı sıkıya muhafaza eden, yeri geldiğinde birlikte hareket eden, yeri geldiğinde ayağını kaydırmak istedikleri grup dışı memurlar hakkında sahte belgeler üreten, yeri geldiğinde aynı amaca hizmet etmek için var olan kanıtları ortadan kaldıran topluluktan bahsediyorum. Devlet içinde devlet, kurum içinde kurum, üniversite içinde üniversite, polis içinde polis, asker içinde asker olanlar bunlardır. Dindarlıklarını belli etmeyen, türlü yöntemlerle kendilerini gizleyen ama yeri geldiğinde bir imamdan daha imam, bir hatipten daha hatip olabilen insanlar ülkenin geleceği için asıl tehlikeyi oluşturanlardır. Tehlikenin boyutunu geçtiğimiz aylarda gerçekleşen ve başbakanın son çare olarak jet hızıyla kanunu değiştirip çözdüğü MİT krizine bakarak rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Yoksa İmam Hatip Lisesinde okuyan gariban halkın gariban çocuğu değildir tehlike. Bunun için bir de oraya, İmam Hatip Liselerine çocuk gönderen halkın profiline bakmak gerekir.    

İmam Hatip okullarına kimlerin çocuklarının gideceğine bakarsak, bu okulların hangi amaca hizmet için açıldıklarını daha iyi görebiliriz. Sizce ülkeyi yöneten AKP milletvekilleri çocuklarını İmam Hatip’e mi gönderecektir? Peki ya dindar olduğunu her fırsatta belli eden üst düzey bürokratlar, bilim insanları, doktorlar, eğitimciler… Onlar da çocuklarını İmam Hatiplere değil de özel okullara, Fen Liselerine, Anadolu Liselerine, Uluslararası Okullara gönderecektir. Böylece çocuklarının ileride bir mühendis, bir diplomat, bir doktor, bir akademisyen olmasını garanti altına alabilirler. Sonuçta din eğitimi okulun dışında da rahatlıkla verilebilir, çocuk okulda matematik eğitimi alıyorken evinde peygamberin hayatını okuyup, içselleştirebilir.

Peki kim gönderecek çocuğunu İmam Hatip Lisesi’ne? Gelecekten pek umudu olmayan, ortaokulu ya da liseyi bitirsin de bir işe girsin diyen, bu arada dinini imanını unutmasın talebinde bulunan halktır İmam Hatip Lisesi’ne bel bağlayanlar. Bunlar genelde toplumun en yoksul kesimini oluştururlar ve bir iktidar için eğer zamanında kontrol altına alınmazlarsa büyük bir tehdit kaynağıdır. Ülkenin işçisi, esnafı, memuru buralardan çıkar. Bu halkın dindarlaştırılması ya da en azından din aşısıyla pasifleştirilmeleri iktidarın işine gelir. İsyan etmeyen, kendisine yapılan haksızlığı sineye çeken, patron ne derse yapan ama hakkını aramak için bir kere bile sesini çıkarmayan bir nesil istiyorsanız onları bu hayattaki acıların ve adaletsizliklerin geçici olduğuna, asıl adaletin öteki hayatta sağlanacağına inandırın. Böylece grevlerden uzak, sendikaların gürültüsünden arınmış, işçinin en altta ezildiği ve horlandığı bir üretim ortamına kavuşursunuz. Yukarıda da dediğim gibi böyle bir amaca hizmet etsin diye kuruluyor olabilirler ama yakın tarihimiz, İmam Hatip okullarının bu amacın sınırlarından taştıklarını ayan beyan önümüze seren örneklerle doludur.

Benim aşırı karamsar çizgilerle resmettiğim gelecek tam olarak böyle olmasa bile sonuçta dindar bir neslin bu amaca hizmet için su-istimale açık olduğunu kimse inkar edemez. Bu doğrultudan bakınca, 4+4+4’ün yürürlüğe girmesinin de İmam Hatiplerin orta kesiminin açılmasının da, pek çok Düz Lisenin İmam Hatip Lisesine dönüştürülmesinin de altında yatan gerekçeleri olarak (gizli değil bu artık, başbakan söylemişti dindar bir nesil arzuladığını), orta kesimin dindarlaştırılması ya da pasifleştirilmesi, halkın anapara sahipleri karşısında direnç gücünün azaltılması, insanların ellerindeki özgürlüklerle yetinmeyi öğrenip daha fazlasını talep etmemeye alışması gibi iktidarın ve uzun erimde uluslararası sermayenin işine gelecek tasarıları sayabiliriz.

Aşağıda, Zümrütevler Mahallesi'ndeki Düz Lisenin İmam Hatip Lisesine dönüştürülmesini proteste eden mahalle sakinlerini görebilirsiniz. Videoyu misafirliğe gittiğim evin balkonundan ben çektim. 

21 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 14


Günlük yokuş kotamın sonuncusunu da tırmanmış, “imamın bakkalı” adını verdiğim dükkânın yanına yaklaşmıştım ki Y Bey elinde ufak bir soda şişesiyle kapıdan dışarı çıktı. Beni görünce gülümsedi, ben de “Merhaba Y Bey” diyerek karşılık verdim. İmam olsa da insanlara mesleklerinden dolayı verilen lakaplarla hitap etmeyi sevmem. Resmiyet en zahmetsiz olanı insan ilişkilerinde, öyle sizli bizli konuşmak, beni değil de muallak bir bizi temsil ediyormuş gibi burnu havada laflar etmek... Her zaman için kaçılacak bir tarafı oluyor resmi muhabbetlerin. Seviyorum o yüzden.

-Bu yoldan mı dönüyorsunuz, Ali hocam? Yukarıdaki caminin oradan gelseniz daha kısa olmaz mı?

(Ben ona kendisi imam olduğu halde “hocam” demiyorum ama o bana öğretmen olduğum için “hocam diyor. Kaderin cilvesi işte.)

-Yok, Y Bey. Ölçtüm ben. O yol daha uzun. En kısası bu yol. Bir aydır en az beş farklı yol denedim. En kısa olanın bu olduğuna karar verdim.

-Yok, Ali hocam, ben 30 yıldır burada yaşıyorum. Hatta 30 yıldan da fazla, doğma büyüme bu mahalleliyim ben. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek!

-Tamam Y bey, anlıyorum sizin buraların emektar muhkimi (nereden de çıktı bu kelime ağzımdan) olduğunuzu ama ben yolları kronometreyle ölçtüm. Yukarıdan giden yol en az 22 dakika sürüyor, bu yol yavaş yürüsem bile 19 dakikada beni bölümün kapısına ulaştırıyor.

(O arada eklemek isterdim “İnsan otobüs şoförünü izleyerek şoför olamaz.” diye. Bu mahallede 30 yıl yaşarsın ama benim gidip geldiğim yolu bir kere başından sonuna kadar kat etmezsin. Dolayısıyla da bir yerde yaşıyor olmak o yerin her yolunu biliyor olma sanrısını yaratır. Oysa yönlendirilip terbiye edilmemiş deneyim öğretici olmaz. Tıpkı yanında eğitmeni olmadan 30 yıl boyunca kemanla oynayan bir insanın asla keman virtüözü olamayacağı gibi.)

- Nereden gidiyorsunuz böyle? Aşağılardan mı dolanıyorsunuz?

- Evet, dolanarak gidiyorum. Böylece buradan yukarıdaki camiye kadar olan yokuşu çıkmamış oluyorum. Bir de o yokuşun inişinden zaman tasarruf etmiş oluyorum. Caminin etrafında dolanmak da ayrı bir vakit alıyor.

-Anladım. Bence yine de yukarıdaki yol daha kısadır. Siz dolanarak uzatıyorsunuz yolu.

(Ne diyeyim ben şimdi Y Bey’e? Ölçtüm diyorum, kronometre diyorum, bilimsel yöntem diyorum… Yok, bu sonuncusunu demedim. Demem mi gerekiyor? Hem ne önemi var. Böyle gereksiz laflamaları hiç sevmem. Geçen manavda vardı böyle bir muhabbet. Üç adam meyve alacak. Hepsi sanki daha önceden anlaşmış gibi “sıranın önemli olmadığını, herkesin eninde sonunda meyvesini alıp evine gideceğini” söylüyor. Bir defa söylersin anlarım, iki defa söylersin anlarım ama beş dakika boyunca aynı sınırlı kelimeler etrafında aynı muhabbeti yapmanın anlamı ne? Sırf onları haksız çıkarmak için sıradan çıkıp, meyve almadan eve gitmek istedim valla! Neyse, Konu kapansa da şimdi evime gitsem bari.)

-Değil, değil. Ben ölçtüm ve en kısa yolu buldum. Hem de en az yorucu olanı. Toplamda daha az yokuş çıkıp, daha az yoruluyorum.

-Neyse, siz bilirsiniz. Bu arada öğlen eşimiz geldi. Bir şeyler istedi. Nereliydi o?

-Taylandlı.

-Taylandlı mı? Ne güzel, maşallah, maşallah!

-Hmmm

-Eşiniz değil mi?

-Evet. (Ağız mı yokluyor?)

-Mısır unu istemişti. Kalmamış, yarın gelecek dedim. İnşallah anlamıştır.

-“Yarın gelecek” ifadesini anlamıştır. Mısır Unu’nu da iyi anlamışsınız. Sağolun.

(İstemsiz bir taktik uygulaması bu. Durduk yere teşekkür et çünkü teşekkür etmek genelde konuşmaları sonlandırmada etkilidirler.)

- İyi, iyi, güzel konuşuyor. Ne yapıyor burada o?

- Türkçe öğreniyor. Biraz dili öğrensin, iş bakmaya başlar.

- Maşallah, Müslüman oldu değil mi? Tabii sizden görmüştür, olmuştur.

(Hayda, direk damardan girdi adam! Hiç öyle aradan dolanayım, alıştırarak sorayım falan yok! Biz bile eşitlik, adalet kelimelerini ağzımıza almadan kırk takla atıyoruz.)

- Ehm, hımm, oldu gibi. Yani oldu ama takip etmiyor.

-İyi iyi, Müslüman yani. Müslüman adı var mı?

-Yok. Ana-babasının verdiği adı kullanıyor. Böylesi daha iyi. Malum, ana-baba kutsaldır. Onları kırmak doğru olmaz.

(Kutsal kelimesini kullandığım iyi oldu. İmamı kendi silahıyla vurdum.)

-Siz Müslümansınız değil mi?

(Artık frenlemek imkansız. Yokuş aşağı, dört teker ve iki dingil üzeri gidiyoruz. Çarparak dursak bile mutlaka bir şeyleri devireceğiz.)

- Ben de çok dinle ilişkili değilim. Yani bilgim var ama hayatıma uygulamıyorum.

-Müslümansınız ama değil mi?

-Yani, evet de denilebilir hayır da denilebilir.

-Ama Müslümansınız sonuçta?

-Dedim ya işte, bir şeyler var… 

-Müslümansınız işte, elhamdülillah.

-He he, hımmm…

(Yurt dışındayken ne güzeldi. Kimse sormazdı böyle soruları. İnsanların çekinceleri vardı. Dinin insanın özel hayatı olması en azından kabul görmüş bir normdu. İlla soracaksa da cümleye bir özürle başlanırdı. Baktın karşındaki yanıt vermek istemiyor, talep ikinci bir özürle sonlandırılırdı.)

-Aman hocam. Ne diyor Kur’an, Allah nazarında tek din İslam’dır.

(Madem patladı frenler, madem çarpmaktan kurtuluş yok. Ben de dalayım artık bodoslama. Pişmanlık artık garanti, en azından düdüğüm ötsün yeteri kadar.)

- Nazarında demiyor, katında diyor. Pardon, gerçi siz daha iyi bilirsiniz ama! İnneddine indallahül İslam, yani Allah katında yegâne din İslamdır diyor.  

(Kaşınan benim, bu apaçık ortada. Ya da o kabuk bağlamış yarayı kaşıdı, hemen fışkırdı kan. Gerçi çok bilinen bir ayettir bu. Cuma hutbelerinde okunur. Hem Arapça hem de Türkçe olarak.)

*** Sonradan ekleme:  Avrupa Birliği reformları doğrultusunda Türkçesi hutbeden çıkartılmış. Traji-komik geldiği için buraya ekleme ihtiyacı hissettim. Eğer başka dinden insanların üzüleceğinden endişe ediyorsan Arapçasını da okuma. Yok doğru olduğuna inanıyorsan bırak Müslümanlar okunan metnin Türkçesini bilsin. ***   

-Evet hocam, aynen dediğiniz gibi. Geçen gün yutupta bir video izledim. Musevi bir adam, anlatıyor. Musevilik bitmiş diyor, Hristiyanlık bitmiş diyor. Bir tek İslam var diyor. Adam tüm kutsal kitapları okumuş, en sonunda Kur’an’da karar kılmış ve Müslüman olmuş.

(Ben de diyorum, Musevi bir adamı neden izlemiş durup dururken. Adam eskiden Musevi imiş, şimdi Müslüman olmuş. Demek istediğim şey, Musevilik bitmiş diyen adam Musevi değil.)

-Anladım

 (Yavaş yavaş adım atıyorum dükkânın önünden uzaklaşmak için)

-İşte hocam, Kur’an’ın başında diyor zaten. Bu kitap müttakiler için rehberdir diyor.

-Öyle demiyor. Tam olarak, zalikel kitabu la raybe fihi hüden lil müttakiğn diyor. Yani, bu bir kitaptır ki içinde kuşku yoktur ve bu kitap müttakiler için yol göstericidir. Birinci kısım da önemli.

(Benim için birinci kısım kitabın geri kalanını okumamak için iyi bir gerekçe ama Y bey bunu öyle anlamayacak tabii ki. Matematikçiler vardır kitabında hata bulanlara para ödülü teklif ederler. Ben böyle kitapları severim.)

 -Maşallah hocam. Siz de vakıfsınız baya Arapçaya falan.

-Yok, estağfurullah. İşte öyle, sağda solda okumaktan aklımda kalmış.

-İşte hocam. Ben o müttaki kelimesine takıldım en çok. Müttaki benim için arayan demek. Hak dini arayan, araştıran. 

(Bak şimdi. Müttaki günahlardan sakınan demektir. Bazı tefsirciler müttakiyi bu şekilde anlamış olabilirler ama bu durumda da senin sanki kendi düşüncenmiş gibi “ben böyle anlıyorum” demen abes kaçıyor. Bari “bazı alimlere göre” de. Ama yok, bu sefer düşmeyeceğim ağa. Açmayacağım şom ağzımı.)

- Anladım. Benim şimdi gitmem gerekiyor. Sonra görüşürüz.

- Valla hocam, şaşırttınız beni. Arapça’nız var, yurt dışında yaşamışsınız, Tayland’lı bir insanın hidayetine vesile olmuşsunuz.

-Niye canım, sizin Arapçanızın yanında benimkinin lafı mı olur? Koca caminin imamısınız sonuçta.

- Kim, ben mi? Yok Ali bey, ben imam değilim.

-Nasıl ya? Siz aşağıdaki E caminin imamı değil misiniz?

-Yok yok, ben sadece gönüllü temizlik yapıyorum orada. İmam benim yakın akrabam olur.

-Haaa, ben sizi hep imam biliyordum.

-Yok değilim. Ama bizim imam her Cuma akşamı yatsıdan sonra evinde sohbet düzenliyor. İsterseniz, siz de buyurun gelin. Çay içiyoruz, ufak tefek atıştırıyoruz, güzel güzel konuşuyoruz peygamberden, Kur’an’dan, sahabeden.

- Anladım, ben meşgul oluyorum akşamları.

(Ayaküstü adam tebliğ yaptı ya, bravo doğrusu. İşte bu yüzden başarılı oluyor adamlar. Canla başla çalışıyorlar. Bizim özgürlük savunucusu, eşitlikçi arkadaşlar da ya eylemlerde ya da meyhanede. İki ay kadar önce Beyoğlu’nda karşılaştığım Marksist gençlere “Beni etkinliklerinize çağırın. Seve seve gelirim” dedim. Arayan soran olmadı. Belki de ajan olduğumu düşündüler. Adreslerini bilsem ben gideceğim ama verdikleri kağıdı kaybettim.)

- Aman Ali hocam! Akşam yatsıdan sonra ne iş olacak. Gelin buyurun, sohbete kalmazsanız bir çayımızı içersiniz.

(Meşgulüm ifadesi çok hafif kaçtı sanırım. Daha ağır bir bahane bulmalıydım. Annem çok hasta ya da Cuma akşamları Ankara’ya eski karımdan olan çocuğumu görmeye gidiyorum gibi bir şeyler uydurabilirdim. Ama o zaman da yalan söylemiş olacaktım.)

- Yok, ben gelemem büyük bir olasılıkla. Akşamları yorgun oluyorum. Evde dinlenmeyi tercih ediyorum.  

-Valla Ali hocam, dinlenmek için bizim oradan daha iyi bir yer var mı? Çayınızı içerken, ashab-ı kiram’ın hikayelerini dinlersiniz, imam Kur’an’dan seçtiği kıssaları anlatır. Bundan daha güzel bir dinlenme yöntemi bilmiyorum ben.

- Anladım, Y bey. Ben düşüneyim biraz. Konuşuruz sonra. Günde iki kere geçiyorum kapınızın önünden ne de olsa.

(“Ben düşüneyim biraz. Size sonra dönerim.” bildiğim en kibar “hayır” yanıtıdır. Daha ne diyeyim, bilemedim ki! Yolumu mu değiştirsem acaba bundan sonra?. Beni her gördüğünde tebliğe kalkışır mı böyle? Belki de onun cesaretinden ders çıkarmalıyım.)

- İyi o zaman, görüşürüz. Size iyi günler.

-Görüşürüz. Size de iyi günler.

*** Yukarıdaki konuşmanın ufak bir kısmı (karakterler) gerçek, büyük bir kısmı (konuşmalar) kurgu. Olayın gerçek olan kısmı iki gün önce meydana geldi. Eve dönerken, birkaç dakikalığına durup, bakkalın önünde muhabbet ettiğim bakkalın sahibi arkadaş beni Cuma sohbetlerine çağırdı. Hoş sohbet, güler yüzlü, iyi niyetli bir insan. Kurgu kısmı ise şimdi yazarken oluştu. Benim hafakanlarımdan ve gece gündüz kendi kendimle konuşmalarımdan doğdu.

16 Eylül 2012

Şehitlik Kavramı


Geçen hafta Afyonkarahisar’da hayatını kaybeden yirmi beş vatan evladının haberiyle sarsıldık. Neden öldüklerini az çok biliyoruz artık. Toplumun her kesimine yayılmış vurdumduymazlığın, adamsendeciliğin, cehaletin ve bunun sonucunda ayyuka çıkan ne’idüğü belirsiz bir özgüvenin kurbanıdır bu yirmi beş er. Belki üç-beş liraya alınabileceği halde ihmal edilip alınmayan bir aracın, belki de kurallara bir kereliğine karşı gelirsek ne olur tembelliğinin ürünüdür cayır cayır önce tepeleri yakan, ardından da anaların ocağını kavuran o ateşin kaynağı.

Türkiye’ye döndüğümden beri defalarca şahit oldum bu soruna, hatta yazdım da bu konuda birkaç defa, biraz sinirden biraz hayal kırıklığından. Bu ülkede hiçbir şeyi hem zamanında hem de tam olarak yapmak mümkün değil. Zamanında yapılmışsa eksik yapılmıştır, tam yapılmışsa zaten gecikmiş olduğunun farkına varmışsınızdır. Perdecisinden mühendisine, sucusundan beyaz eşya satıcısına kadar hemen her iş sahibi bu savsaklama huyundan nasibini almış durumda. İş böyle olduğu halde ülkede herkes uzman, herkes her şey hakkında bilgili, herkes her şeyi tamir edebilir, hiç yoktan var da edebilir, var olanı yok da edebilir.

Birkaç hafta önce de Uludere’ye giden bir askeri araç devrilmiş, içindeki on er hayatını yitirmişti. Aracın niye yoldan çıktığını, neden böylesi bir faciaya sebebiyet verdiğini anlamak yerine basınımız yaralı askerlere yardıma koşan Uludere’li köylüleri haber konusu yapmıştı. İnsanın ve insanca yaşamın hakim olduğu her yerde olabilecek bu tarz bir yardıma basınımız olağanüstü değer biçti ve nedense bunu tuhaf bir şeymiş gibi yansıttı. Sanki Kürt köylüler insan değildi de onlardan böylesine bir yardımseverlik görmek üzerinde saatlerce konuşulacak derin bir konuydu. Oysa böylesi bir kazada –aslında her kazada- sorulması gereken ilk soru kazanın kaynağını bulmaya yönelik olmalıdır. Bunun önemli olmasının nedeni de aynı kazayı tekrar yaşamama arzusudur. Kazaya sebebiyet veren ihmali yapan kişiyi de cezalandırmak yine aynı tekrarın önüne geçmek için kaçınılmaz -acı ama gerçek- bir yöntemdir. Kuralları hiçe sayıp, insanların güvenliğini ateşe atan bir yönetici, bir kumandan, bir işveren eğer kazadan sonra elini kolunu sallayarak geziyorsa, bu aymazlıkların arkasının kesileceğine dair umutlara da pek yer yoktur toplumun vicdanında.  

Ulududere'deki kazadan sonra bilmem soruldu mu şu sorular: Şoför yorgun ve uykusuz muydu? Şoför gerçekten doğunun sarp ve dönemeçli yollarında araba kullanma konusunda ehliyetli miydi? Arabanın bakımı yapılmış mıydı? Araba bu yollarda kullanılmak için uygun muydu? Yollar araba için uygun muydu? Yollarda bir yapım hatası ya da bir sinyalizasyon hatası var mıydı?  Eğer bu sorulara yanıt bulmazsak, kazalara da son veremeyiz. On er hayatını yitirir, arkalarında gözü yaşı eşler, nişanlılar, analar babalar bırakırlar ama o erleri bağrına alıp korumakla yükümlü olan kurumda bir değişiklik olmaz. Halka da içi kof hale getirilmiş kelimelerle avunmak kalır.

Evet, kavramları olur olmaz yerlerde kullandıkça onların içlerini boşaltırız. "Demokrasi" kelimesi nasıl seçimlere indirgenmiş, "hayat kadını" kelimesi nasıl toplumumuzdaki sefaleti görmezlikten gelmek için icad edilmişse, maalesef "şehitlik" kelimesi de bir takım politik ya da yönetimsel hataların üzerini örtmek için kullanılır hale gelmiştir.  Kelimelerin içini boşaltma işlemi eğer gücü elinde bulunduranların işine yarıyorsa daha bir laçkalaşır, şımarıklaşır, tepeden inerken hızla büyüyen kartopu gibi toplumun içine eder. Ağızlara sakız olur, her derde derman olur, kel başa şimşir tarak olur, ölür badem gözlü olur, kalır kahraman olur… 

Dinsel açıdan görev sırasında hayatını yitiren bir polis/asker şehit sayılıyor olabilir. İster bu görev güle oynaya bomba istiflemek olsun, isterse şarkı söyleyerek araba sürmek. Bu o dine inananların, kaybettikleri yakınları için iyi şeyler hissetmelerine neden olabilir. Peki mantıklı olarak düşününce, dağda bayırda vatan toprağı için savaşırken vurulup, azıcık dikkatle kolaylıkla önlenebilecek bir kazanın kurbanları aynı sözcüğün kapsama alanında anılmayı hak ediyor mu? Peki bu adlandırma, yani her ölene şehit demek aslında ölümleri şirin göstermek isteyen bir güruhun ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yarıyor mu? Birinci durumda katiller vatan toprağına göz diken düşman askerleridir. Çanakkale'de yedi düvelle savaşıp, boğazı düşmanlara dar eden mehmetçik bu kategoride anılır. Diğer durumda ise katiller içimizdeki gereksiz özgüvendir, kuralları çiğnemeyi kahramanlık sayan şarlatanlardır. Açıkça söylemem gerekirse, ben, kırmızı ışıkta geçip kazaya neden olmasa bile daha sonra aynı şeyi yapıp kazaya neden olan birisine kötü örnek olan insanla, askeriyede ya da poliste gerekli hassasiyeti göstermeyip, insanların canlarına mâl olan kazalara neden olan insanlar aynı kefeye koyarım. 

Amacım kimsenin şehadetine, kutsalına laf atmak değil. İsteyen istediğini şehit diye anar. Ahiret gününe kadar kimin şehit, kimin değil olduğunu asla bilemeyiz. Hassas bir konuyu deştiğimin farkındayım. Anlatmak istediğim şey, şehadet kelimesinin kapsama alanının genişliğinden hükümetlerin, askeri kurumların ve bilumum şiddet bezirgânlarının faydalandıklarıdır.Şehit deyip işi ucuza getirmek, olası tepkiyi azaltmaktır. Belki de çözüm ayırmaktır şehitleri. Resmi şehitler (görev şehidi, ihmal şehidi...) ve dini şehitler olarak. Bir de farklı ideolojilerin davaları sırasında ölenlere taktıkları adları ekleyebiliriz, örneğin "devrim şehidi". 

Kur’an “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diridirler” diyor. Peki bizim askerlerimiz gerçekten de hakkın yolunda mı hayatlarını yitiriyorlar yoksa kendisini uzman zanneden ama hiçbir şeyden anlamayan, tedbirsiz, nemelazımcı insanların yolunda mı? Bu sorunun yanıtını ciğeri yanan bir baba veriyor. Her şehit cenazesinde duymaya alışık olduğumuz “Vatan sağ olsun!” lafını söylemiyor bu acılı baba. “Vatan sağ olmasın, oğlum sağ olsun!” diyor. Çünkü istemiyor başka babaların aynı acıyı çekmesini, istemiyor yirmi yaşındaki oğlunu damatlığını giymeden al bayrağa sarılı tabutun içinde görmeyi.

Bakın bugün -geçen hafta oldu- bir İETT otobüsü yoldan çıkıp, bir simitçiyi ezmiş -ekmek parası için cadde kenarında simit satan bir insan görevde ölünce herhangi bir makama ulaşmıyor maalesef!-. Sonra karşı şeride geçip, iki minibüse çarpmış ve sonunda durabilmiş. Kazanın nedeni ne peki? İstanbulkartını basamayan yolcuya yardımcı olmaya çalışan şoför! Oysa kurallar bellidir, şoförle konuşmak bile yasaktır. Oysa bizde kurallara harfiyen uymak ahmaklık olarak görülür. Boş yolda kırmızı ışıkta dursan aptal olan sensindir, geçenler akıllıdır. Ara bir caddede dönerken sinyal versen geri zekalısındır.Ebediyyen şerbetlenmiş bir millet olan Türk milleti bu kafayı değiştirmedikçe daha çoook bombalar patlayacak, çoook otobüsler minibüsler karşı yola geçip masum insanları ezecek, daha pek çook çocuk üstü kapatılmamış kuyulara düşüp boğulacaktır.

Bu yazıyı, haberlerdeki can sıkıcı görüntüleri izledikten sonra yazmıştım. Sonra bilgisayara kaydetmişim, öyle kalmış. Bugün şehit cenazelerini görünce aklıma geldi. Çok sarsıcı, çok kahredici bir şey, anaların, babaların, kimi zaman evlatların ve eşlerin o acılı törende dimdik dururken, içlerinde dönen kin fırtınalarından haberdar olmak. 

Yukarıda bahsettiğim acılı babanın sözlerini biraz yumuşatıp tekrar yazayım. Vatan da sağ olsun, oğlum da sağ olsun. Gelecek ancak bu cümle ile mümkündür. 



07 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 13 - Köprü


Nemli boy havlusunu yatağın sağ köşesinde unuttuğumu, kahve fincanım elimde, mavi terliklerimi ararken fark ettim. Bir elimde kahve, bir elimde havlu balkona çıktığımda, ilk önce yanlış gördüm sandım. Bir duvardan diğerine doğru sallanan iplerin üzerine asılmış dünden kalma gömleklerin ve pantolonların arkasında köprüye benzer beyaz bir yol görünüyordu. Düş mü değil mi bu gördüğüm derken açıp bakmaya karar verdim. Usul usul astım havluyu ipin boş kalmış köşesine. Sonra diğer iki ipi de elimle hafiften oynatıp, balkonun ötesini görmek için pantolonları ve gömlekleri kenara ittim. Az kalsın elimdeki fincan yere düşecek, bin pâre olacaktı ayaklarımın dibinde. Evet, bu gördüğüm bir düş, bir mucize ya da bir illüzyon falan değildi. Yapan yapmıştı işte! Çalıştığım şirketten evimin balkonuna, iki kişinin yan yana güle oynaya yürüyebileceği genişlikte bir köprücük yapmışlardı. Köprücük diyorum ama bunu emeğe saygısızlık olarak görmemek lazım.  Köprünün iki tarafındaki çitler rengarenk balonlardan, diğer köprülerde asfalt olarak görmeye alıştığım zemini ise beyaz köpükten yapılmıştı. Balonların yükseklikleri yer yer boyumu geçiyorlardı.  Malzemeden mi çaldılar yoksa en son geliştirilen teknolojiyle mi inşa ettiler bilemeyeceğim! Ama köprü pek şahane, pek ihtişamlı görünüyordu.

Kahvemden bir yudum alıp, sabahın ilk keskin acısını ağzımın içine dolduran sıvıyı henüz yutamamışken, üçer beşer adımla içeriye koştum. “Kalk J, kalk” diye inlettim yatak odasını. “Kalk, balkonumuza köprü bağlanmış. Artık o dolambaçlı sokaklarda en kısa yolu bulmak için Dijkstra algoritması oynamama gerek kalmayacak. “ J kafasını gömdüğü damalı yorganın içinden, ilahi bir uyarıyı ikinci defa tekrar ediyormuş gibi, beni köprünün varlığından daha çok şaşırtan yanıtını verdi, “O köprü iki gündür orada, sen daha yeni mi gördün?” Şaşırtarak sevindireceğim sevdiğimden böyle bir yanıtı alınca şaşıran ben oldum tabii. “İyi, hadi kalk. Yürüyelim birlikte” dedim sesime çocuksu bir şımarıklık ekleyerek. Biraz bekledim ama yorganda en ufak bir kımıltı olmadı. “Hadi amaaaa!” dedim, “Bak işe geç kalacağım.” Yine derin bir sessizlik. Sanki yorganın içindeki süngerimsi madde tüm heyecanımı emiyor, içeride uyuyan J’ye hiçbir şey iletmiyordu. Son bir gayretle “İyi o zaman, ben çıkıyorum. Sen ister gel, ister gelme.”

Tekrar balkona çıktım. Bir türlü cesaret edemiyorum adımımı atmaya. Ya göçerse benim ağırlığımı tartamayarak, ya beşik gibi sallanırsa yelin etkisiyle! Ayağımda yine o mavi terlikler, üzerimde süt kahvesi bir yelek, bacaklarımda siyah ütüsü yitmiş bir pantolon. Bu kıyafetle gidilir mi ofise? Ne derler sonra? Ne derlerse desinler. Bugün kimse yargılayamaz beni. Giysilerime gülenlere köprüyü anlatırım, dolguları düşer, dilleri boğazlarından aşağıya kayar bayram şekeri gibi. Buradan pek seçilmiyor ama öyle zannediyorum ki köprünün diğer ucu, benim ofisin sağdan ikinci penceresine açılıyor. Bu da demek oluyor ki köprüden indiğim anda masama oturacağım. Vay anasını! En son bulduğum yolda süre on yedi buçuk dakikaya kadar inmişti. Herhalde bu köprü sayesinde on dakikaya varırım. Ama yooook, kronometreyi almayacağım yanıma. Zevkini çıkaracağım yaşadığım mahalleyi yukarıdan izleyebiliyor olmanın.

İlk adımımı atıyorum; yumuşak, güven veren bir his geziniyor topuklarımda, tüm bedenime yayılıyor bu ılık güvence. Hava rüzgârlı ama nedense üşümüyorum. Aşağıya bakıyorum, Paspas kuyruğunu sallıyor yukarıya bakarak. “Bak, bu köftehor da farkındaymış köprünün varlığından. Yoksa binanın önünde beklerdi.” O anda aklımda bir şimşek çakıyor. ”Belki dün de bu tarafta beklemişti beni. O yüzden göremedim kendisini apartman kapısının ağzında.” Bir süre aval aval bakışıyoruz. Karnı açtır zavallının diyorum içimden ama tekrar mutfağa dönüp dünkü artıkları toparlamaya üşeniyorum. “Sonra” diye bağırıyorum aşağıya doğru, “Ofise varınca J’yi ararım, sana dünden kalma tavuk kemiklerini haşlanmış pirinçle karıştırıp verir.” Anlıyor beni Paspas, belki de ömründe ilk defa. “Tamam, aramayı unutma ama! Dünden beri açım!” diyen bakışlarla içime yazıyor sözlerini.

Paspas’ın hemen arkasında bir gecekondu var. ÇT mahallesinin binlerce gecekondusundan birisi. Damında üç, kapısında iki, avlusunda da iki kedi sayıyorum. Toplam yedi. Bunlar Pamuk Prensesin kedileri diyorum içimden. Annelerini bekleyen yedizler gibi Pamuk Prensesi bekliyorlar. Prenses şimdi uyuyordur, ne de olsa yaz tatili. Sabahları uyanınca kedileri, bir gece öncesinden kalma yemeklerin suyuna batırılmış ekmeklerle doyurur. Sonra da arkadaşlarıyla oynamaya başlar sokağın öteki köşesinde. Yaşı ya dokuzdur ya on, matematiği sevmez ama yine de en yüksek notları almayı becerir. Zaten her sabah yedi kediyi besleyen bir küçük prensesin matematikte başarısız olması düşünülebilir mi? Kediler, sokağın gerçek sahibidirler. Çöp kutularından da, gelen giden komşulardan da onlar sorumludurlar. Mahalleli köpekleri evlerinin önünde güvenlikçi memur oldukları için beslerken, kedileri hiçbir baltaya sap olmayacaklarını bildikleri halde beslerler. Onların o kendini beğenmiş, bencil ve özgür halleri insanlara derinden bir kıskançlık duygusu yaşatır. Kediler nabzıdır sokağın, dinleyin mırmırlarını soğuk kış gecelerinde, anlarsınız ne demek istediğimi.

Köprü boyunca ilerledikçe gecekonduların ne kadar çok olduklarını fark ediyorum. Yanlarından yürüyünce bu kadar çok olduklarını anlaması zor oluyormuş demek ki! Sokağın başında bir belediye temizlik memurunu görüyorum, elinde motorlu bir testere, yolun kenarındaki ağacı kesiyor.  “Hooop, kardeşim! Ne diye kesiyorsun o ağacı sabah sabah” diyorum ama sonra “sabah sabah”ı sona eklediğim için pişmanlık duyuyorum. Şimdi adam “akşam akşam”mı keseyim dese, muhabbet boşuna uzayacak. “Sanane abi, kesiyorum işte.” diye bağırıyor, yüzünde makineyi benim yüzümden durdurmak zorunda kalmış olmasının getirdiği suçlayıcı bir bakış. “Olur mu ya, güzelim ağaç. Ne zararı var sana? Hem sen sokakları temizlemekle sorumlu değil misin, ağaçlarla ne işin var?”. Adam iyice kızıyor benim sorularıma. “Çattık valla yaaa! Sanane abi, sen tıpış tıpış yürü yeni açılan köpründe. Bu ağaçlar caddeyi kirletiyorlar dökülen yapraklarıyla. Ben de kesiyorum. Yolun üst kısmındaki incirleri ve erikleri de keseceğim. Kimse toplamıyor meyveleri, yollar leş gibi. Bıktım yaprak ve çürük meyve temizlemekten. Çıkan odunları da kurutup, kışın yakacağım. Hem sen balkonundan ofisine köprü yapılırken katledilen ağaçların hesabını ver önce, ondan sonra konuşalım.” 
Susuyorum! Adam beni suçluyor üzerimde yürüdüğüm köprü için. İyi de kim, neden yapmış ki bu köprüyü. Bu kadar uzun olduğuna göre, altına destek için uzun kavak gövdeleri kullanmış olabilirler diyorum. 

Utanıyorum kendimden, geri mi dönsem, on yedi buçukluk yoldan mı gitsem işyerime? Ama benim geri dönmem köprünün zararını sonlandırmayacak ki! Olan olmuş bir kere, kim yapmışsa böylesine gereksiz bir köprüyü, büyük ayıp etmiş. Yani, düşlerde bile olmaz bu derece küçük düşürücü bir israf. Benim balkonumdan çalıştığım ofise kadar gittiğine göre beni tanıyan, bana yardım etmek isteyen birisi yapmış olmalı. Dur bakalım, herhalde öğrenirim gün bitmeden deyip yola devam etmeye karar veriyorum. Aşağıdaki belediye işçisinin de yakasında yazan kimlik numarasını –altı haneli, üçe ve yediye bölünebilen bir rakam- sol bileğimin üzerine not ediyorum.

Köprü aheste aheste sallanıyor ama henüz korkutacak kadar ciddi bir hareket yok. Bu kadarı Boğaziçi Köprüsü’nde de olur diyorum kendime cesaret vermiş olmak için. Sağ yanımda Büyükdere caddesinin bu tarafında kalmayı başarmış nadir ormanlardan biri, yemyeşil bir ova gibi bana selam çakıyor. Çam ağaçlarının koyu yeşil tonu sanki tüm mahalleye ağır bir hava katmış gibi. Yollarda yürüyen tek tük insanlar, çoğu işe giden gençler, başını yarım yamalak bağlamış genç bir kız, biten sigarasının peşine bir sonrakini yakan bir delikanlı, çöp kutusuna yanaşan kedileri savuşturan yaşlı bir teyze, ağır adımlarla yokuşu çıkan orta yaşlı bir memur… Kış aylarında, sabahları gecenin bitimine yakın vakitlerde, evlerin ışıklarının birer birer yanıp karanlığı kışkışlamada güneşe yardım etmeleri gibi bu insanların kendi çaplarında katıldıkları dev hareket, gitgide büyüyen hayat ırmağını besleyen ufak dereler olma arzuları, bir anda takdire şayan bir mucizeymiş gibi parlıyor gözümün önünde. “Küçük insanların küçük gayretleridir büyük nehirleri akıtan güç diyorum” kendi kendime.

Yolun bitip, Y şeklinde bir çatala dönüştüğü yerde beyaz bir BMW duruyor. Onun az gerisinde ise siyah bir Audi. Bu arabaları önceden de görmüş, onların bu yoksul mahallede olmalarına önceden de şaşırmıştım. Belki de şofördür bu evlerde yaşayanlar demiştim o zaman. Şimdi de aynı şeyi söylüyorum kendi kendime. Ya da benim gibilerin iyimserliği ve naifliğidir bu insanları BMW ve Audi sahibi yapan. Sonuçta burada oturan halkın büyük bir çoğunluğu evlerini yaptıkları araziye para vermediler. Verdilerse bile ellerinde tapu olmayacağı için, tapulu bir araziye verilecek olanın çok azını vermişlerdir. Bunun yanında 30-40, belki de 50 sene boyunca kira vermediler. Dolayısıyla para biriktirmek için ellerinde iyi bir fırsat olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Zor bir iş böylesi bir konuda akıl yürütmek.  Başka zamanlarda şartsız şurtsuz yanlarında yer alacağım ezilen gecekonducular benim asla sahip olamayacağım arabalara sahip olabiliyorlarsa ezilen mi ezen mi oldukları sorusunu tekrar sormak gerekebilir. Bunun güzel bir örneği Armuttepe’de yaşanmıştı. Bir zamanlar gecekondu mahallesi olan o deniz manzaralı tepe, şimdi yollarında Mercedes’lerin eksik olmadığı, çok katlı binaların sahiplerine iki-üç aile geçindirecek kadar gelir sağladıkları bir yere dönüşmüş durumda. Bunun yanında ömrü boyunca namusuyla çalışıp, aldığı üş beş kuruş maaşın yarısını kiraya veren insanlar, aradan 30-40 sene geçince bile ne bir ev sahibi olabiliyorlar ne de araba. Bu çelişki sarsıyor düşünen insanı, neye kime neden destek vermesi gerektiği sorusunu tekrar sordurtuyor.

Yol yokuş aşağıya yönelince adı da “Aşağı” olan camiyi görüyorum. Ellerim köprünün kenarındaki balonlara dokunuyor sık sık.  Gacır gucur sesler çıkıyor plastikle elimin temasından. Balonların yarattığı renk cümbüşünün arkasından caminin minaresi, balonlara batırılmak için havaya dikilmiş bir kalemi andırıyor. Ha patlattı, ha patlatacak diyorum içimden. Bu mahalledeki üç camiden birisidir bu. Diğer ikisi de –Merkez Cami ve Hz Ebubekir Cami-  sağ tarafımda kalıyorlar. Üçü de birbirine 300-400 metre mesafede. Birbirine bu kadar yakın üç caminin, böylesine bir gecekondu mahallesine yapılmış olmasını anlamak zor değil. Gecekonducular için cami ve okul yıkıma karşı bir çeşit emniyet supabıdır. Cami varsa yıkım zorlaşır, hele okul varsa yıkım neredeyse imkânsızlaşır.  Bunların yanına bir de halk eğitim merkezi ya da sağlık ocağı dikersen zaten mahalle resmiyet kazanmış olur. Yalnız bir ya da iki cami yetmez miydi ki üçüncüyü yapmışlar. Görünen o ki, camiler sadece öteki dünyayı değil, bu dünyayı kurtarma amacına da hizmet ediyorlar. Köprünün sol tarafında kalan, daha çok varsıl ailelerin yaşadığı lüks sitelerde ise hiç cami yok –ya da var ama ufak olduğu için binaların arasından seçilemiyor-. Oysa o bölgenin nüfusu daha fazladır buraya göre. İlginç, diyorum kendi kendime. Gelir düzeyi düştükçe cami sayısı artıyor. Bu bir çeşit avunma mekanizması mı? Yoksa doğal bir süreç mi hayatın kontrolünü ele geçiren insanın isyanıyla biten? Bu sorularla kafa yormayı bırakıp manzaranın keyfini çıkarmaya devam ediyorum.

Caminin az berisinde, ara sokak gibi görünen bir yolda, standart ölçülerde bir İETT durağı var. Köprüden bakınca ufak görünüyor ama daha önce önünden geçtiğim için biliyorum ölçülerini. Şimdiye kadar bu durakta herhangi bir otobüsün durduğunu ne gördüm ne de işittim. Böyle bir yerde otobüs durağının varlığı, İETT’nin “Her sokağa durak” kampanyasının bir sonucu olsa gerek. Durağın bir camında Aydın Üniversitesi’nin reklamı görünüyor. “Lisans üstü ve doktora” programları varmış. İki çocuk durağın tavanının üzerine uzanmışlar. Bir tanesi de tırmanmakla meşgul. Herhalde bunlar diyorum lisans üstü yapmak isteyenler. Reçel kavanozunu işgal eden karıncalar gibi çevrelemişler durağı. Oysa daha saat dokuz bile değil. Bir diğer çocuk da durağın önünden durağın içindeki cam duvara doğru şut çekiyorlar. Yolun karşı tarafında ise çekirdek çıtlatan ve ip atlayan küçük kızlar var. Bu çocukları böylesine bir ortamda görünce hem seviniyorum hem de üzülüyorum. Gidecekleri bir spor tesisinin olmaması, vakitlerini değerlendirecekleri bir kültür merkezinden mahrum olmaları…

Oysa belli, kaynıyor kanları. Hareket etmeleri, ergenliğin verdiği o fazladan enerjilerini çevreye saçarak boşaltmak istiyorlar. Bu boşaltma işlemi sistematik olmazsa, yani bir uzmanın rehberliğinde doğru kanallara, doğru şekilde akıtılmazsa, maalesef pek bir şey öğrenemeden geçiriyorlar bu dönemi.  On yaşındaki bir kız çeşitli danslar öğrenebilir, farklı bir dille ilgilenebilir, satranç oynayabilir. Durağa tırmanarak hem kendilerini hem de durağı tehlikeye atan o çocuklar disiplinli çalışabilecekleri bir takımda futbol ya da tenis oynayabilirler ve en azından çalışmadan, alın teri dökmeden, inat etmeden hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını öğrenirler. Bu bile daha iyidir durağın tepesine çıkıp, güneşin altında uyumaktan. Bari ağaca çıksalar, en azından meyve falan toplarlar. Kendi çocukluğum geliyor aklıma. Erik ağaçlarından inmeyen Ali, tüm öğleden sonra ağaçta oturup karıncalı incirleri mideye indiren ve akşam karın ağrısından kabız eşek gibi dört dönen Ali, para kazanmak için arkadaşlarıyla “niyet çekilişleri” yapan ve kazanılan parayla Beykoz sahiline gidip, kola içen Ali…

Yolun yarısını geçtim. Köprünün altından geçen arabaları görünce metroya çıkan geniş yolun üzerinde olduğumu anlıyorum. Geri dönüp bakınca, az önce ipe astığım havlu belli belirsiz göz kırpıyor bana, balkonun ucundan. Uzun ve soğuk bir yel esiyor yolun altından yukarıya doğru. İçim kamaşıyor, titrek bedenimi kontrol edemiyorum bir süre. Yolun iki yanına dizilmiş yaşlı amcalar, sabahın dokuzunda öğlen namazını beklemeye çalışıyorlar. Öylece oturup, saatlerce laklak ediyorlar, sonra da öğlen namazını kılıp görevlerini yerine getiriyorlar. Önceleri bu amcaların önlerinden geçerken selam verirdim, içimden de "Bunlar kesin bağkurlu, böyle bağ kurup oturduklarına göre." der, gülerdim. Ama böyle avare avare tüm günü geçirdiklerini fark edince selamı sabahı kestim. Gerçi akşamları yerlerini yaşlı teyzelere bırakır amcalar. Kendileri kahvehaneye ya da köy derneklerine istirahate çekiliyorlar galiba.

Yel şiddetleniyor. Aklımdan geriye dönme düşüncesi geçiyor ama savuruyorum, geri dönmek yenilgidir cümlesini kendime anımsatarak. Aklıma birkaç gün önce, bir teknenin içinde Boğaz Köprüsünün altından geçerken, yanımdaki arkadaşın “Köprüler de ne kadar güzel görünüyor buradan.” cümlesi geliyor. Benim köprüm o kadar düz ve güzel değil ama yine de işlevsellik yönüyle diğerlerinden farksız. Belki cillop gibi yolları yok, olsun! Hafiflik açısından belki de bir ilk. O anda aklıma balonların ne işe yaradıkları, geç düşen bir jeton gibi düşüyor beynimin dehlizvari guddelerinden birisine. Balonların aralarındaki boşluklardan istifade edip, o ana kadar mevcut olduklarını var saydığım köprü ayaklarını arıyorum ama bulamıyorum. “Tamam” diyorum. “Ya ben bir rüyanın ortasındayım ya da bu köprü uçan balonların yardımıyla havada duruyor. Zeminin beyaz köpükten yapılmış olması da bu hipoteze destek veriyor.”

Önce keşfetmiş olmanın sarhoşluk duygusunu tattıran bu buluş, biraz daha düşününce içime korku salmaya başlıyor. Az önce tüm hücrelerimi dolduran ferahlık ve huzur bir anda, ağzı serbest bırakılan balonun havada rastgele orbitler çizerek sağa sola çarpması gibi beni köprünün dar yolunda savurmaya başlıyor. “Tamam” diyorum içimden, “yolun sonuna gelmeden yolun sonuna geldim”.  

Tutunduğum balonlardan birisini tırnağımla patlatarak –boğulayazan insan neden kendisini kurtarmaya gelen cankurtaranı aşağıya çeker?- aşağıya açılan daha geniş bir pencere oluşturuyorum. Köprü nasıl olmuşsa alçalmış –ben bir balonu patlattım diye mi oldu bu?-, perdeci Ş’nin arabası geçiyor yoldan. Bağırıyorum ama duymuyor beni. Belki de para isteyeceğimi sanıyor. Sonra köşede bakkal işleten Y beyi görüyorum. “Bu su temiz çıktı hocam.” diyerek bana 10 litrelik plastik damacanayı uzatıyor. Ben köprünün her geçen saniye biraz daha yere yaklaştığını hissettikçe –Acaba Inception’da olduğu gibi bu düşüş de saatler sürecek mi?-  çırpınıyorum ama çırpındıkça daha hızlı alçalıyor köprü. Az ileride birileri köprünün tabanındaki ince plastik boruları tutmuş, kesmeye başlamışlar. “Köprünün sonu geldi ama benim halâ umudum var“ diyorum içimden.

Orada, her akşam evinin önüne oturmuş sigara içerken gördüğüm yaşlı amcanın yüzünü seçiyorum. “Sen misin bize yukardan bakan, her sabah kulağında kulaklık, cebinde son model telefonla bizim yoksul sokaklarımızı arşınlayan?” diye soruyor amca.  “Bize yolu soracağına o gâvur icadı alete bakarak en kısa yolu bulmaya çalışan! Yoksuluz ama aptal değiliz, beyim. Beğenmiyorsan gelme aramıza. Biz mi çağırdık seni. Ya sev, ya da sev ya da sev! Dördüncü şık yok bu mahallede... Bak asker uğurladık, gelmedin aramıza. Burun kıvırdın çaldığımız müziğe. Neymiş Arabeksmiş! Ne çalalım başka! Gönderiyoruz vatan sağolsun diye ama dönmeyebiliyorlar. Gözüm gibi baktığım oğlum ölmeli mi illa bu vatan sağ olacak diye. Tabii, sen ve senin gibiler askerliği kısa yoldan yaptınız. Parası olmayan canıyla ödüyor. Hadi askerlik neyse, iftar verdik lütfedip teşrif etmedin. Hem de iki kere! Kedilerle köpeklerle konuşur, onlara arkadaşım, dostum dersin. Bizim gibi hayatın şamarını yemiş insanların yüzüne bakmazsın. Bu mu senin aydın yüzün?”

Utanmış, yerin dibine geçmiştim. Hem nereden biliyordu benim hakkımda bunca şeyi? Sanki zihnimde gezinen serseri bir ok, bütün tereddütlerime dokunduruyor. “Bak böyle olmaz delikanlı –şimdi de delikanlı oldum, demek genç gösteriyorum-, böyle fildişi köprülerden halka yukarıdan bakarak anlayamazsın. Gel, gir aramıza, evimize misafir ol, bir tuzlu ayranımızı iç. Anlatalım size derdimizi. Bak geçen gün mahallede bir genç vefat etti. Tüm mahalleli seferber oldu, acılı aileye destek oldu. Sen ne yaptın. Kös kös oturdun evinde, o saçma sapan mektupları yazdın sanki çok bir bok anlıyormuşsun gibi. Bırak artık masal anlatmayı delikanlım –sondaki “m” ne oluyor acaba?- Hayatı anlamanın en iyi yolu hayatı yaşamaktır. Bizi anlatacaksan doğru dürüst anlat. Ben kırk yıldır bu mahallede yaşadım. Allah ömür verirse bir kırk yıl daha yaşarım. Sokmam o yıkımcı kepçeleri buraya. Sen de bırak o efemin muhabbetleri de gel mücadelemize katıl. Yıkacaklar buraları, size daire vereceğiz diye kandıracaklar cahil halkı. Eli yüzü düzgün, okumuş etmiş adamlara ihtiyacımız var. Bizim dilimiz olacak, ama bizim yanımızdan konuşacak, üzerimizden değil. Anladın mı delikanlı?”
“A, a, anladım tabii bey amca” diyorum. Kalabalığın ardından bir yığın genç, parçalıyorlar köprüden kalan yıkıntıları. Havada binlerce balon, etraf hırpalanan köpüklerin tanecikleriyle dolu. “Tamam, amca! Şimdi bırak işime gideyim. Akşam ben senin yanına uğrar, bu yıkım meselesini uzun uzun konuşuruz. Ben de karşıyım yıkıma, o iftara da bu yüzden gelmedim.” diyorum azıcık da olsa safımı belli edebilmek için. Yaşlı adam sinsice gülüyor.

Elini yüzüme koyuyor. “Aferin sana, halkla büyümeyen lider gerçek anlamda lider olamaz.” gibisinden bir laf ediyor. Birazdan Lenin’den ve Ekim devriminden bahsedecek diye korkuyorum. “Al sana bir fincan kahve” diyor ve sırtıma hafiften vuruyor. Kolum uyuşmuş sanki, hareket edemiyorum bir süre, öyle yarı felç halde. Öküzün sürüklediği kağnı gibi ağır ağır kafamı kaldırıyorum, inşaat makinesi olsa ne iyi olurdu şimdi, kafamı bağlar ağır ağır makaraları sardırırdık. Karşımda ofis sorumlusu sekreter kız “Ali bey, saat dokuz oldu. Bakın size kahve yaptım. Müdür gelmeden bir lavaboya gidin isterseniz. Elinizi yüzünüzü yıkayın” diyor. Masadan kalkıyorum. Karşımda dün akşamki hoş geldin partisinden kalma renkli balonlar, çekilişte kendisine televizyon çıkan muhasebecinin masasının üzerinde unuttuğu köpükler ve bir de dün akşam maçtan sonra sandalyemin arkasında unuttuğum nemli bir havlu…

Ali Rıza Arıcan - 7 Eylül 2012 - Çamlıtepe, İstanbul

Not: Yazıyı az önce bitirdim. Şimdi işe gitmem gerektiği için baştan sona okuyup, gözden geçiremiyorum. Onu da bu akşam ya da yarın sabah yapacağım.