Bu Blogda Ara

26 Kasım 2019

Şanghay Edebiyat Günleri - Changzhou Ziyareti

İki yılı aşkın bir süredir devam ettirdiğimiz Şanghay Edebiyat Günleri'nin 17. toplantısını Changzhou'da yaptık. Şanghay'da ikamet eden üyelerimiz üşenmediler, trene atlayıp geldiler. Onlara önce Changzhou'yu gezdirdim. Yazmış olduğum öykülerin geçtiği yerleri, karakterlerin kavga ettiği ya da kaza geçirdiği sokakları gösterdim. Öğleden sonra da buradaki Türk lokantasına gidip yemeğimizi yedik, toplantımızı (Ali Teoman'ın "Aşk Yaşama Çok Uçuk" adlı öykü seçkisi.) yaptık. Hava çok soğuk değildi, yağmur da yağmadı. Güzel bir gün geçirdik.

Aşağıya gezi günü çektirdiğimiz fotoğrafları ve gezilen yerlerde geçen ya da o yeri betimleyen öykü parçalarını ekliyorum. Bir de bugüne kadarki toplantılarda okuduğumuz yazarların listesi.


Şimdiye kadar 17 toplantı yaptık. Bir sonraki toplantıda Füruzan'ın "Benim Sinamalarım" adlı öykü kitabını konuşacağız. 

Ç yaşanası değil, yarım gün gezilip arkada bırakılası bir kentti buraya sonradan gelen herkesin gözünde. O da nihayetinde üniversite okumak için gelmişti; denizi, kumu ve güneşi yılın üç yüz altmış beş günü eksik olmayan bir güney kentinden. “Özlemek iyidir, uzak kalırsam değerini daha iyi anlarım.” demişti Ç’ye ilk geldiğinde. Oysa özlediği şeyin, geride bıraktığı güneşli kent değil de oparlak kubbenin altında yaşamaktan mutlu olan kendisi olduğunu fark ettiğinde iş işten çoktan geçmişti. Kendini özlemekti özlemenin aslı. Sevgiliyi özleyen insan da aslında sevgilinin varlığını değil, kendisinin sevgilinin yanında duyduğu mutluluk ve tatmin olmuşluk ânını özlemiyor muydu sonuçta? Özlemenin en bencil yanı demişti genç buna, bir türlü kabul etmek istemediğimiz en sefil ve en gerçek yüzü. (Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam)

Hong Mei Parkında.

Metro inşaatı yüzünden trafik allak bullak, ne hangi ışığın kime baktığı belli ne de hangi yolun nereye gittiği. Bölünen, parçalanan, ortalarından ikiye ayrılan yollara alelacele çizilmiş beyaz işaretler var gözüme çarpan; bir genişleyip bir daralan asfaltın insanın ruhunu sıkıştıran kararsızlığı, Çanco’nun ortasında soğuk bir keşmekeş; ayaklarımın altından akıp giden, alışık olmadığım, alışık olmayı istemediğim türden kül rengi bir huzursuzluk. Güneş, yolun öteki ucunda, tembel bir kedi gibi -sanki doğmaktan vazgeçip, kaldığı yerden devam edecek uykusuna- uyanmış. Havada da nazlı bir pus var; yağmur buhar olmuş, kentin üzerine ince ince yağmak yerine havaya sündürmüş kendisini. Öyle basık, öyle boz, öyle murdar bir yoğunluk kentin ortasında! Islak, kirli bir battaniye gibi şehrin üzerine çökmüş sabahın puslu aydınlığı. Uzaklara, hayranı olduğum uzaklara bakınca fark ediliyor ancak, içimize doldurduğumuz havanın da bir renginin olduğu. (Kaza)

Tianning Tapınağı

 Geriye döndü. İçlerinde süs biberleri, minik limon ve nar ağaçları bulunan saksıların arasından geçip 3 numaralı binanın ön tarafına yürüdü. Dodo’nun en çok sevdiği yer burasıydı  aslında.  Qu  Qiubai  ve  Zhong  Tailei heykellerinin önüne uzanır, yan yatar, sırt üstü dönüp karnını yalar, patilerinin altına alıp uyur, hava çok ısınırsa heykellerin  hemen  yanındaki  sık  ekilmiş  bambu ağaçlarının gölgesine ya da asfalt yolun kenarındaki büyük ağacın dibine sığınırdı. Buradaki sınıflarda derslere giren atletizm öğrencileri de Dodo’ya ara sıra sosis ve süt verirlerdi. Sütü içmezdi Dodo ama küçücük ağzıyla kemire kemire mideye indirirdi kocaman sosisleri. Böyle zamanlarda unuturdu merdiven altında bıraktığı hazineyi, kendisine yeni bir ev bulmuş gibi şımarırdı. Buradakilerin hevesi sönüp kendisiyle uğraşmayı bıraktıklarında da dönerdi yine ait olduğu yere. (Simgeler ve İşaretler)


Sözü edilen heykeller solda kalıyor. 


Çalıştığım okulun ana kapısının önünde. 

Yan Ling Lu’nun görünmeyen ucunda B12’ler ve B2’ler ardı ardına dizilmişlerdi. Belli belirsiz ama yine de iddialı bir gösterişle yükselen güneşin körpe ışıkları, tam karşılarında dingin bir şekilde oturan Xu Zhimo heykeline vurup  yumuşak  bir  sıçramayla  onların  yüzlerine yansıyordu. Ming Che, kızın avucunun içini ışığın kaynağı olan doğuya değil de genç yaşında uçak kazasında ölen romantik şairin heykeline doğru çevirdi. Aşırı ışık da zifiri karanlık gibi zararlıydı fal okuması için. Çizgileri görünmez yapan, onları anlamsızlaştıran, eli bembeyaz bir kartopuna çeviren güneş değil; yorumları mümkün kılan, çizgileri konuşturan, önemsiz noktaları karanlığa boğan ve her zaman için söylenecek bir şeyleri ışığın dokunmadığı noktalarda bırakan ikincil bir yansımaydı falcıya gereken. Heykelin yıpranmış bir ayna gibi ışıldayan metal yüzeyi bu işlevi fazlasıyla görüyordu onun için. Hem oğlunun sesinin de bu heykelin derinliklerinden geldiğine dair birkanı oluşmuştu yüreğinde. O da böyle hep elinde kitapla gezer, dışarıda gezerken bulduğu taşların üzerine oturup etrafını izler, ara ara uzaklara bakıp dalardı. Onun elleri de Xu Zhimo’nun elleri gibi hep yere doğru kapalı olurdu. (Bir Avuç Hayat)

Xu Zhimo Heykelinin önünde
Park ıssız, kimsecikler yok. Hem akşam, hem soğuk; kim neden gelsin parka! İşi gücü olmayan birkaç genç dışında sadece park bekçileri ve temizlikçiler var ortalıkta gezinen. Çıplak ağaçlar, akşamın alacakaranlığında yol kenarına bırakılmış iskeletlere benziyorlar. Yanımda dev bir hayalet gibi dikilen Tianning Pagodası’na şöyle bir bakıyorum, kaplumbağayı havaya kaldırıp ona da
gösteriyorum. “Bak bu pagoda, dünyanın en yüksek pagodası. Aynı zamanda dünyanın en yüksek ahşap yapısıdır kendisi. Bak gör, madem yaşadığın küçük göletten sıkıldın, dünyayı görmeye niyet ettin. Bir gün geri dönersen doğup büyüdüğün sulara, oradakilere anlatırsın dünyanın en yüksek pagodasını gördüğünü.” Ahşap  köprüyü  geçip,  köprünün  altındaki  kaya parçalarının birinin üzerinde duruyorum bir süre. Issızlığı, yandan belli belirsiz bir şırıltıyla akan suyun sesini ve insanların uzaklığını düşünüyorum. Kentin merkezinde olup, insanlardan bu derece uzak olabilmek ne güzel bir şey! Hava sıcak olsaydı, bu park bayram yerine dönerdi, çocuklarla ve kentin dışından yeşil görmeye gelen anne babalarla dolardı. Adım atacak yer kalmazdı parkın patikalarında. Tadını çıkarmalıyım bu ânın. (Uçurum)

Hong Mei Parkının girişinde

 Köprünün zirvesine varınca da kanalın doğu kısmına doğru bakıyor. Güneş iyice yükselmiş, kanalın yüzeyi milyonlarca kırık aynayla dolmuş gibi ışıl ışıl. Akıntının ter yönünde ilerleyen bir kum teknesinin arkada bıraktığı dalgalar uzun bir V harfi çizdikten sonra kanalın duvarlarına çarpıp yansıyor ve birbirine giren dalgalar suyun yüzeyini sonsuz boyutlarda bir satranç tahtasına dönüştürüyor. Kanalın sol kısmında ise, küçük kırmızı bir kayak var. Küreğini büyük bir hınçla bir sol tarafına bir sağ tarafına saplayarak yol alan genç kadın, teknenin oluşturduğu bu sonsuz metrik uzayda çaprazlamasına yol alan bir fil gibi ağır ağır ilerliyor. (Yüzsüz Bir Adamın Portresi)


Wenheng Köprüsünün Üzerinde. Arkamızda Tarakçılar Sokağı. 
Geniş merdivenler yer yer ıslak, basamakların bittiği yerde büyükçe bir platform var. Yerlerde balıkçılardan kalma kanca, yem ve misine parçaları hemen çarpıyor göze. Birkaç parça da çerçöp merdivenin dibine sıkışmış. Bir köşeye de kanaldan toplanan ağaç dalları toplanmış. Platform neredeyse su seviyesinde, parkta gezinen birisinin eğer dikkatli bakmıyorsa burada oturan bir insanı görmesi pek mümkün değil. En alt basamağa oturup kanalı izliyor Si Han. Karşıdaki söğüt dalları nasıl da sarkıtmışlar uzun ince dallarını kanala doğru, ışıltılı bir öğlen vaktinde nehrin sığ kısmında saçlarını yıkayan genç kadınlara benziyorlar. İleride, kanalın genişlediği yerde iki beyaz kuş suyun üzerinde daireler çizip karşıdaki binalara doğru uzaklaşıyorlar. Daha yukarılarda kırlangıçlar var, her
zamanki gibi gökyüzüne ânında yok olan resimler çizmekle meşguller. Ağaçlar ise iki tarafta da kanala eşlik ediyorlar, sessiz bir ordu gibiler, birbirleriyle konuşan ama kendileri dışında kimseye sır vermeyen erler ordusu... “Keşke” diyor içinden, “keşke bizimle de konuşsalar da şu cesedin kim olduğunu, suya düştüğünü mü yoksa atıldığını mı söyleseler.” Bu düşünce aklından geçer geçmez de gençlik yılları geliyor gözlerinin önüne. (Yüzsüz Bir Adamın Portresi)

Kanalın ve parkın 32. kattan görünüşü. 

Hiçbir şey demeden parkın bitip yürüme yolunun başladığı noktaya doğru ilerliyor, Si Han. Güneş ışıkları yerleri süpüren park görevlisinin havalandırdığı tozlara çarpıp gittikçe genişleyen tayflar halinde zemine vuruyor. Toz parçacıkları ürkmüş kuşlar gibi dağılıyorlar her bir yöne doğru. “Kanalın burası” diyor Si Han içinden, “Çanco’da yeşilin ve neftinin en sık görüldüğü yer olsa gerek.” Tüm yapaylığına rağmen kentin diğer kısımlarındaki parklar kadar kötü görünmüyor burası; ağaçlar nizami beton kutuların içinde, ışıkların kabloları taş duvar boyunca ip gibi uzayıp gidiyor, çalılar küp şeklindeki otların üzerinde yükselen kubbeler halinde, hepsi aynı boyda ve sıra sıra
dizilmişler.  Buralarda  gezinenlere  onlar  ne  kadar istemeseler de asla yalnız olmadıklarını hissettiren hoparlörler ise eski bir şarkının melodisiyle durmaksızın çınlatıyorlar  kulakları.  Bambu  ağaçlarının  arkasına gizlenmiş arıtma tesisi binasının –Si Han’a göre dünyanın en süslü çöp arıtma tesisi binasıdır bu.- yanından geçer geçmez arkasından seslenen Zi Hao’nun bağrışıyla tekrar
kendisine geliyor başkomiser. “Hallettim başkomiserim. Kamera kayıtları hazırlanacak.” diyor kırgın bir sesle. Sonrasında da ekliyor, sesindeki kırgınlığı izah etmek istercesine, “Neden beni beklemiyorsunuz? Ben de sizi parkta,  suyun  kenarında  beni  bekliyorsunuz zannediyorum.”
Birlikte yürümeye başlıyorlar; çalı altlarına atılmış irili ufaklı çöplere, iğne yapraklıların hastalıklı gövdelerine, osmantus ağaçlarının dallarında biriken tomurcuklanmış sarı çiçeklere, su kenarına inen merdivenlerin likenli köşelerine, merdivenlerin bittiği yerdeki soğan başlıklı küp sütunların diplerine, su içmek için kanala eğilmiş uzun tüylü hayvanlara benzeyen bodur ağaçların altlarına tek tek, en ufak bir ayrıntıyı bile atlamadan, her biri birkaç kilometre aşağıda bulunan ceset hakkında gizemli bilgiler verecekmiş gibi uzun uzun bakıyorlar. İki saat boyunca sağlı sollu kanalın iki yanını da geziyorlar ama kayda değer bir şey bulamıyorlar. Çardağın etrafına astıkları kuş kafeslerinin altında kâğıt oynayanlara –Bunları görünce Zi Hao, “Bakın başkomiserim, kuşlar sahiplerini gezmeye
çıkarmış!” demişti pişkinliğine yandaş bulmaya çalışarak-, sabah yürüyüşüne çıkmış emekli çiftlere, erkenden gelip suyun kenarındaki yerlerini tutan yaşlı balıkçılara, çalıların kısmen örttüğü oturaklara tünemiş genç âşıklara, otuz saniyede bir elindeki telefonun ekranına bakan müzmin yalnızlara, yürüme parkurunun biraz içerisinde kalan kısımda Tai Chi yapan altmışlık delikanlıya tek tek
soruyorlar olay hakkında bilgileri olup olmadığını. Sonuç hep aynı olumsuz yanıt! Ne onların ne ağaç dallarına asılmış kırmızı fenerlerin altında ısınma hareketleri yapan koşucuların ne de köprünün altındaki kuytulukta salaş bir bisiklet tamirhanesi işleten yaşlı ustanın bir bildiği var kimliği ve yüzü belirsiz bu ceset hakkında. Belki bir şey çıkar diye fotoğrafını çektikleri yumurta kabukları var bir
tek. Yürüyüş yolunun yanındaki yükseltinin kenarına, küçük mavi bir kutunun içine konmuş kabukları ilk önce Zi Hao görüyor. (Yüzsüz Bir Adamın Portresi)


Yürüyüş Yoluna girmeden önce

Köşeyi dönüp kaldırıma adımını atınca sola döndü. Doğu Tai Hu Caddesinin görünmeyen ucundan başını uzatmış olan soluk benizli güneş, sabahın telaşlı saatlerinden arta kalan çirkinlikleri teftiş etmekle meşguldü. Yola ya da dükkânlara doğru eğilmesin diye tahtadan kafesler içine alınmış ağaç gövdelerine bakınca içerledi. “Şu ağaçları bile zapturapt altına alan, gövdelerini beyaza boyayıp
koruyan hükümet görevlileri neden bir yıldır peşimde dolanan ve özel hayatımın tüm inceliklerini benden izin almaksızın öğrenen adama tüm bunları yapmasına izin verir?” diye sordu önünde hazır bekleyen boz boşluğa doğru. Kaldırım taşlarındaki siyah oyuklar ve tırtıklı çıkıntılar, kimi yerde birbiri ardına dizilmiş bozuk fermuarları kimi yerde de iyice yıpranmış eski bir paltonun üzerine işlenmiş dev yamaları anımsatıyordu Lai’a. (Takip ya da Taciz) 

Doğu Taihu Caddesinin başında, yemekten hemen sonra. 

Saydam tavanın üzerinde; buharlaşmış yağmur sularından arta kalmış, içine hapsettiği güneşi sıkıştırdıkça büzülmüş ışık demetlerini aşağıya doğru salan dev lekeler var. Kafasını yukarı çevirip bakanların ilk görüşte ne olduklarını anlayamadığı, yeşil sularda sinsi sinsi gezinen denizanalarına ya da karanlık bir ormanda uğuldayarak av arayan baykuşun gözlerine benzettiği; ortası boz, kenarları
bulanık, dış kısımları saydam görüntüler bunlar. Bu lekelerin ortasındaki koyu öbekler boncuk boncuk gölgeler halinde siyah beyaz tuşlarımın üzerine düşünce içim kıpır kıpır oluyor, birazdan güzel bir şeylerin gerçekleşeceğine dair mesnetsiz bir umut beliriyor on yıllardır esaslı bir müzik çalmamış gergin tellerimde. Sevgilisini her düşündüğünde dudaklarının kaşındığını hisseden genç bir âşıktan pek farklı değilim aslında. Yeni silindiğim, sağımın solumun sabunlu bezlerle baştan aşağıya ovulduğu, kimi yerlerimin özenle parlatıldığı, kimi yerlerimin de ince işçilikle tamir edildiği ilk bakışta belli oluyordur herhalde. Rutubetten dolayı, vakti gelmiş yaranın kabuğu gibi kalkan cilalı boyalarımın, acemi bir ustanın kirli tırnaklarıyla söküldükten sonra mükerrer fırça darbeleriyle kapatıldığını da anlayacaktır, ömründe üç beş piyano görmüş herhangi bir acemi. Hatta asansöre
sığmayan gövdem merdivenlerin basamaklarına çarpa çarpa  ikinci  kata  çıkarıldığı  için  bacaklarımdaki tekinsizlikten pekâlâ belli olur genç ve heyecanlı değil de yaşlı ve yorgun olduğum. (Piyano)


Aşağıya da farklı zamanlarda çekilmiş Çanco fotoğraflarını koyuyorum. Tren İstasyonunun fotoğrafını şimdiye kadar hiç çekmemişim sanırım.









14 Kasım 2019

Fahri Vatandaşlık

Altı senedir yaşadığım Changzhou kenti, yazdıklarımla (Changzhou'da geçen 16 uzun öykü, bir roman ve Changzhou'yu anlatan pek çok makale) ve yetiştirdiğim öğrencilerle kente yapmış olduğum katkılardan dolayı bana fahri vatandaşlık vermeye karar vermiş. Öykülerin ilk sekiz tanesi Puslu Kentin Mavisi adını verdiğim seçkide Türkiye'de yayımlanmıştı. Bir tanesi buradaki bir edebiyat dergisinde Çince olarak yayımlandı. Benim bizzat çevirdiğim bir tanesi de İngilizce olarak buradaki yerel bir dergide yayımlandı. Kalanlar da yayımlanmayı bekliyor, er geç okuyucunun eline düşecekler. Zaten bu vatandaşlık haberinin beni sevindiren tek yanı, eğer becerebilirsem, doğru kişilere ulaşıp bu kent hakkında yazdıklarımın hepsini Çinceye çevirtmek ve yayımlatmak.  

Aşağıya ödülle ilgili gazete kupürünü geçiyorum. Ödülü Ocak ayının 15'inde validen alacakmışım. Vali Bey'le fotoğraf çekilebilirsek, onları da aşağıya eklerim. 






Bunlar da ödül töreninden fotoğraflar...





Changzhou valisiyle :) 

Üniversite öğrencileriyle

Validen plaketleri aldıktan hemen sonra.


Ödül

Bir de vazo verdiler. 



10 Kasım 2019

Yüzsüz Bir Adamın Portresi


                                              
                   YÜZSÜZ BİR ADAMIN PORTRESİ 

Sandal ağacından oyulmuş taraklar, püsküllü iplere takılmış yeşim kolyeler ve renkli boncuklarla çevrelenmiş küçük bilezikler satan dükkânların yan yana dizili olduğu sokağı temizlemekle sorumlu olan yaşlı kadın gördü ilkin, suyun üzerinde kaplumbağa sırtı gibi duran ve utangaç bir kirpi gibi sığındığı köşede rüzgârın etkisiyle kıpırdayan siyah parlak çıkıntıyı. Boyası dökülmüş meşin bir top, ters dönmüş bir çamaşır leğeni ya da kırık bir mobilya parçası olabilirdi pekâlâ. Kenara vurmuş, suya inen merdivenin en alt basamağına dayanmış, akıntının yavaşlığından olsa gerek girdiği kuytuluktan bir türlü kurtulamamıştı. Zayıf bir damar gibi belli belirsiz atıyordu alttan vuran dalgaların dokunuşuyla. Yaşlı kadın kanal boyunca turist gezdiren yolcu teknesinin bağlandığı iskeleye yanaştı, elindeki maşayı ve çöp sepetini, dibine çöp atılmış ağaca yasladı ve suya doğru daha dikkatlice baktı. Bir an için suyun dibinden, balçığın ve çamurun pençelerinden kurtulup gelmiş olabileceğini de geçirdi aklından. Belki de yüzlerce yıl önce suya düşürülmüş değerli bir eşyaydı ve bunca zamandır suyun yüzüne çıkacağı, güneşi tekrar göreceği, insanların arasına tekrar karışacağı günün hayalini kurmuştu. Hayır, bir kaplumbağa ya da kanalın derinliklerinde yaşadığı söylenen canavar değildi bu! Değerli bir eşya olma ihtimali de oldukça düşüktü. Kadın eğildi, suyun üzerinde erimiş gümüş gibi parıldayan taze yakamozlara gözlerini ovuşturarak baktı.  

Aslında, kanalın temizliğinden kendisi sorumlu değildi. Kanalı temizlemekle sorumlu olanlar tekneyle gezerler ve ellerinde fileli kepçelerle suyun üzerinde gördükleri çöpleri toplayıp teknenin içindeki büyük sepetlere yığarlardı. Sonra da bu çöpleri parkın başındaki arıtma tesisine bırakırlardı. İyi ama, bu kocaman siyah çöpün kanalda mı yoksa iskelede mi sayılacağına karar verememişti temizlikçi kadın. İskelenin duvarına değdiğine göre sokağa dâhil edilebilirdi ya da suyun içinde ve merdivene uzak olduğu için kanalda sayılabilirdi.  Su seviyesinin yüksek olmadığı zamanlarda basamakları temizlediği oluyordu gerçi. Bu sabah, çamurla karışık yeşil rengini almış olan su, beş basamaklı beton merdivenin en alttaki iki basamağını yutmuş, okşayan dokunuşlarla üçüncü basamağın dibini serinletiyordu, tıpkı yazın bunaltıcı sıcağında ıslak bir dilin kurumuş dudakları sık sık yalaması ve bundan bıkmaması gibi. Saat yedi bile olmamıştı, geceden kalma sessizlik ve uyuşukluk henüz terk etmemişti kenti. Yer yer yosun tutmuş taşların üzerine uykucu bir köpek gibi yayılmış olan gölgeler, kenti, güneşin azgınlığına bırakacakları saati bekliyorlardı sabırsızlıkla. Eski bir reklam broşürünü, soyulmuş bir sosisin turuncu ambalajını ve çürümeye başlamış bir muzun kabuğunu görmezden geldi yaşlı kadın. Seyrek kaşları, dolgun yanakları ve yuvarlak yüzü aynı anda gerildi. En üst basamakta dikilip, bir eliyle kanal duvarından iskeleye bağlanmış kalın halatı tutarak suya doğru eğildi. Islanmış siyah kütlenin yüzeyinden yansıyan turuncu güneşin göz kırpışlarını kirpiklerinin uçlarındaki renkli baloncuklar sayesinde canlı canlı hissedebiliyordu.  Kanalın genişlediği ve sonradan tekrar daraldığı yukarı kısımlarda aynı güneş zor geçecek bir günün haberini verircesine, geçmişte susuz ütülendiği için parlayan gri bir kumaş parçası gibi pırpır titriyordu. Hayır, maalesef hayır, değerli bir tarihi eşya değildi bu, olsa olsa suya düşmüş büyük bir araba lastiği ya da su çektiği için şişmiş dev bir oyuncaktı. Kedi tarafından köşeye sıkıştırılmış zavallı bir fare gibi duvarın dibinden kurtarılmayı, kanal boyunca kaldığı yerden yoluna devam etmeyi bekliyordu. Kadın biraz daha eğildi, tehlikeli bir şey yaptığını bile bile suyun yüzeyine yüzünü iyice yanaştırdı. Siyah tümseğin suya değdiği yerde beyaz bir açıklığın olduğunu fark etti. “Yoksa!” diye geçirdi aklından, olasılıkların en kötüsünü. “Yoksa bir ceset miydi bu?”

Geriye dönüp çöp toplamak için kullandığı uzun saplı maşasını aldı eline. Aynı halata tutunarak parlak siyah nesneye maşanın ucuyla dokundu. Tahta gibi sert değildi ama sünger kadar yumuşak da değildi. Havası kaçmış top gibiydi en çok, dokunulan yer üzerine bastırıldıkça tepki veriyordu ve baskı ortadan kalkınca yüzey eski hâlini alıyordu. Hafifçe itti kütleyi basamağın dibine doğru. Sandığından da kolay oldu bu iş ama maşanın ucu kütlenin tam tepesine dokunamadığı için küçük adacık hem dönmeye hem de dengesi bozuk bir sal gibi yalpalamaya başladı. Minik dalgaları yararak kadına doğru ilerleyen kütle basamakların dibine vardığında neredeyse ters dönecekti. Yaşlı kadın gözünün önünde debelenen şeyin alabora olmuş bir kayığın dibi olduğuna ikna olacaktı ki, suyun güneş ışınlarını tek parça halinde yarıp net bir şekilde ikiye böldüğü yarıkta açık renkli bir cisim gördü. Suya batıp çıkan bu şeyi dikkatlice incelemek için biraz daha eğildi, o kadar ki suyun serinliğini hissedebiliyordu yüzünün görünmeyen tüylerinde. Bir balık ya da suya atılmış bir meyve kabuğu değildi, hayır hayır bu şey siyah kütlenin bir parçası, onun yalpalamasıyla görünüp kaybolan bir canlıydı. Belki bir fare ölüsü, bir sincabın kuyruğu ya da suya düşmüş beyaz bir kuşun kafası… Yaşlı kadın arkasına dönüp etrafında kimse olup olmadığını kontrol etti. Eğer suya düşerse onu kim kurtaracaktı? Sokak bomboştu, geceden kalma lambaların yarısı henüz sönmemişti, sokağın bittiği yerde başlayan köprüden tek tük bisikletler ve e-bisikletler geçiyordu. Sol tarafında kalan tarihi köprünün ve onarılmış kent duvarlarının üzerindeki mavimtırak sis, çözümsüz bir labirenti andıran kentin içlerine doğru usul usul çekiliyordu. Kadın cesaretini topladı, derin bir nefes aldı ve suya birkaç milim daha yaklaştı. Siyah kütleyi elindeki maşayla biraz daha güç harcayarak salladı. Az önce gördüğü beyaz parçayı görebilmekti amacı, hatta mümkünse başka parçaları da. Ve o anda, ipekle ilk defa tanışan tenin hissettiği türden bir ürpertiyle kendisine geldi yaşlı kadın. “Ay, ay, ay” diye bağırdı olduğu yerde. Kısa ve kesik çığlıklar attı birilerine keşfini duyurabilmek için. Evet, yanlış görmüyordu. Bir kulaktı bu, bildiğimiz insan kulağı; ortası pembe dışı beyaz, içi bir mağara ağzı gibi kıvrımlı küçük sevimli bir kulak.

*** Devamı yayımlanacak kitapta...