Bu Blogda Ara

02 Aralık 2012

Burun (1)


Geniş alnının ortasından belli belirsiz fışkıran taze bir göze gibi çıkıyordu yola. İki kaşının arasındaki, araya bir kaş daha sığabilecek o derin mesafenin tam ortasından, sanki iki çam ağacına bağlanmış gevşek bir hamak gibi, tembel bir haykırışla başlıyordu diriliş. Sessiz ve sakin, uzun bir yola çıkacağından habersiz, kendine has bir özgüvenle beliriyordu, toprağı yarıp çıkan filiz gibi. İnce kaş çizgisinin, bir okun ucunu andıran sivriliğiyle bitmesinden fırsat bulmuş da, en olmadık yerde, en olmadık zamanda çıkmıştı sahneye. Bir çıkıntı olarak başlayan serüvenin, bir doğallık olarak devam edeceğini o da bilmiyordu henüz. Aşağılara indikçe uzaklaşıyordu yüzeyden, tuhaf bir sarhoşluk yaşatıyordu karşısındakine. Alabildiğine pürüzsüz, alabildiğine yumuşak bir inişti bu. Çocuk parklarındaki kaydırakların bitiş noktalarına benzer türden bir kavisle bitiyordu, çocuğun havaya doğru fırladığı saliselik durumu andırırcasına.

Şimdiye kadar gördüklerim içinde en güzeli değildi belki ama en etkileyici olanıydı. İlk bakışta, sanki başka bir yüzden çalınmış da onun yüzüne yanlışlıkla konmuş imajı verdiği doğruydu ama tüm ilk bakışlar ve ilk kararlar gibi yanlıştı bu yargı da. Vaktim olsa, onu ürkütmeyeceğimi bilsem, burada oturur, saatlerce izlerdim bu sanat eserini, bu kozmik kombinasyonu, bu evrensel çağrıyı... Onun havaya kalkık, bir kiraz tanesi gibi parlak ucu içimde öylesine volkanik, öylesine erkeksi duygular uyandırıyordu ki dayanamadım ve kalktım yerimden, bu etkileyici burunla ve sahibiyle tanışabilmek için.

-Pardon, ateşiniz var mı?

Buğulu camın arkasında ağır ağır yağan karı izleyen iri siyah gözleri, sıradan bir müdahaleyi savuşturuyormuş gibi umursuzca bana doğru döndü. 

-Var, evet. Var ama burada sigara içmek yasak değil mi?

-Sigara için değil, bir arkadaşım bu sabah iş yerime geldi, eski metal bir kutu verdi içinde yirmi yıl öncesine ait mektuplar olan ama kutuyu açamadım, kapağı sıkışmış sanırım. Belki bir köşesini çakmakla ısıtırsam, metal hafiften genleşir de rahatlıkla açabilirim.
Burnu hafiften oynadı, belki de kulağıyla duyduğu yalana ilk tepkiyi veren organı burnuydu. Sanki içinde bulunduğumuz kafenin havasından bir element eksilmişti de burnu hemen sezivermişti bu değişimi. Yalanın evrenin dengesinde tamir edilmez bir yara açtığı doğru muydu yoksa?

-Kutu nerede, getirin beraber ısıtalım. Ben de eski kutulara meraklıyımdır. Evimde yüzlerce teneke kutu 
vardır, kimisi Osmanlı zamanından kalma, kimisi yurt dışından, kimisi yeni ama üzerlerindeki desenlerden dolayı eşleri benzerleri yok… Kutuların içlerindekini tüketip, kutuya tamamıyla arkasını dönenlerden değilimdir.

Cesareti karşısında kalakalmıştım, bir de beklenmedik kutu seviciliği.  Kutu vardı, kapağının sıkıştığı da doğruydu ama içinde mektuplar değil, yirmi yıl önce ayrıldığım sevgilimden kalan fotoğraflar vardı. En azından ben böyle hatırlıyorum. Bu sabah evin döşemesini yenileyen ustalar bulmuştu, ben de karım görmesin diye apar topar çantama koymuştum. Odada bir yerlere de saklayabilirdim ama o zaman da evin her gizli köşesini onlar saklambaç oynasınlar diye var ettiğimizi sanan çocuklar sorun çıkarırlardı. Metrodayken açayım dedim, açamadım, elimi acıttım. Ofisteyken de unutmuştum işe dalıp.

-Getireyim, bir saniye. Yalnız açılınca içind…

- Merak etmeyin beyefendi, açılır açılmaz kutuyu alırsınız. Ben sadece görmek istiyorum kutunun üzerindeki desenleri. Eğer az bulunan bir kutuysa belki sizinle değiş tokuş yaparız.

Kutuyu çantanın dibinden çıkardım, getirdim, masanın altında, elimde tutuyordum. Sanki hazır değildim henüz, bir şeyler fazla hızlı gitmiş, bir şeyler raydan çıkma noktasına gelmişti. Artık aynı masaya oturmuş, iki arkadaş, hatta iki sırdaş haline gelmiştik. Bütün bunların olması gerekenden çok daha hızlı bir şekilde gelişmiş olması da şaşırtmıştı beni. Hem ben evli, çocuklu, yaşı elliye dayanmış bir adamım. Şansın bu kadarı fazla değil mi? Bir başka tuhaflık da burunla başlayan çekimin, kutuyla karşılık bulmasıydı. Ben onun burnuna hayran kaldığım için görünmez bir çekimin etkisi altında onun masasına yaklaşmış, o da sanki böyle bir yaklaşmayı bekliyormuş gibi benim gönderdiğim pasa karşılık vermişti. Biraz sonra, on beş yıllık karımın bile görmediği, varlığından bile haberdar olmadığı bir kutuya, henüz adını bile öğrenmediğim bir kadın dokunacak, belki de kapağını açınca içini azıcık görecekti.

-Bu arada benim adım Kemal, az ilerideki İhtiyat Sigorta’da çalışıyorum. Hesap, kitap işleriyle uğraşıyorum. Bilirsiniz işte, sigortacılık…

-Benim adım da Selma, psikiyatristim. Benim de yakınlarda bir ofisim var, genelde iş ve aile hayatında sorun yaşayan plaza çalışanlarına yardımcı oluyorum. Kendim bir plaza çalışanı olmasam da sürekli onların sorunlarını dinlediğim için bir hayli donanımlıyım bankacıların, brokerların, sigortacıların hayatları hakkında.

- Ha ha, güzelmiş. Hoş hayatımızda öyle özenilecek pek bir şey yok. İşçiyiz işte. Ha fabrikada, ha dev cam binalarda, fark eden bir şey olmuyor. Birileri için çalışıyor, birilerinin çok para kazanması için geceni gündüzüne katıyorsun. Bu arada, birer kahve daha söyleyelim mi?

- Siz kahve alın, ben bir bardak su alacağım. Öğleden sonra birden fazla kahve içince akşam uykumu etkiliyor. Ha bu arada, kutuya bakabilir miyim? Masanın altında, elinizde tutuyorsunuz sanırım.

Terlemişti elim, sanki avucumda pırpır kıpraşan bir serçe tutuyordum. Ağır ağır çıkardım kutuyu masanın altından. Masaya, onun ters çevrilmiş kahve fincanının yanına koydum.

- İşte kutu. Umarım açabiliriz.

Zaten büyük olan gözleri daha da açıldı. Burnu kıpraşmaya başladı, leziz bir yemeğin kokusunu almış aç bir misafirin burnu gibi. Kutuya önce işaret parmağıyla dokundu, uyuyan bir yavru kediye dokunur gibi.

-Bu kutuya çakmak değdirmeyin lütfen, sakın değdirmeyin, sakın, lütfen, yani rica ediyorum, yapmayın böyle bir şey, kıymayın kutuya. Çok yazık olur kutuya, hem de çook.

-Tamam, tamam, sakin olun lütfen. Neden değdirmeyeyim, çok değerli bir kutu mu bu?

-Bakın bu kutu eski ve küçük bir çikolata şirketine ait. Şirket, Belçika’da 1800’lerde ufak bir köyde başlamış üretime ama 1990’larda Nestle tarafından satın alındı. Hiç büyümemiş, büyümek istememiş bir aile şirketi. Bu kutular da artık yapılmıyor. Bakın kutunun kapağında köyün ve köylülerin resmi var. Bende de var bu kutulardan bir tane, ama yeşil olanından. Sizinkisi daha güzel.

"İyi ama, ne yapacağız şimdi?" diye sormak istedim ama o kadar heyecanlı ve hevesli konuşuyordu ki durdurmak istemedim. 

- Koleksiyoncular çok arıyorlar bu firmanın kutularını. Çok değerli olduklarını söyleyemem ama şimdi toplama ve kuluçka devri, bir elli yıl sonra çok değerlenecek bu kutular. Bilirsiniz, koleksiyonculuk sabır işidir. Ama sağını solunu yakarsanız hem kutuya yazık olur hem de ileride edeceği değere. Bence en iyisi, siz bunu hiç açmayın. Bu haliyle evde bir yere saklayın.

O bunları söylüyorken, dilini ağzının içinde o anaç sözcükleri yaratmak için döndürüp dururken benim gözlerim tek bir şeye odaklanmıştı: Burnuna. Pek çok kadın burnunun aksine, onunkisi yaklaştıkça güzelleşiyordu. Ucundaki son kavis, hedefe varmadan önceki son ölümcül dönemeci andırıyordu. Kim bilir ne erkekler takılmıştı bu son viraja! Bu kavisin altında kalan iki delik alabildiğine ufak ve simetrikti. Çirkin bulduğum burunlardaki gibi geniş kanatları yoktu onunkinin, varlığıyla yokluğu belli olmayan bir tarzı vardı. 
Öylesine bilgiç, öylesine dünyayı anlamış bir hali vardı. O böyle karşıma oturup konuşsa, ara sıra diliyle dudaklarını ıslatıp burnunu teğet geçse, benim onun burnuna baktığımı asla anlamasa…

-Saklayacaksınız değil mi, Kemal Bey? Nereye bakıyorsunuz öyle? Dudağımın üzerinde çikolata falan mı yapışmış?

-Yok, yok, dalmışım. Dudağınızda bir şey yok.

-Bir an burnuma baktığınızı sandım. Gözleriniz o kadar derin bakınca ne gördüklerini bilemediğim için biraz korktum açıkçası.

-Estağfurullah Selma Hanım, dalmışım işte. Şirketteki işler işte. Birazdan çıkmam gerekecek. Kutuyu açmak için ateş kullanmayalım öyleyse. Dediğiniz gibi yapalım.

Gözleri ışıldadı. Yüzü güldü. Burnu tereddütle oynadı, dansa kalkmak isteyen ama utangaç olduğu için tüm davetleri reddeden bir ergen kız gibi.

-Bir de ben deneyeyim isterseniz. Çatalla azıcık kanırtırsak açılabilir belki. Kutuya zarar vermeyeceğim, merak etmeyin.

-Siz bilirsiniz. Dikkat edin, elinize zarar vermeyin. Kutu benim için çok önemli değil.

-Korkmayın Kemal Bey, ben son dört yıldır yalnız yaşıyorum ve eve hemen her akşam geç gittiğim için konserve ya da kavanoz açmak artık ikinci işim oldu. Siz kahvenizi için, geldiğini bile fark etmediniz. Daha fazla soğumasın.

-Ha evet, kahve. Nasıl da unutmuşum.

Çatalı farklı yerlerden kapağın altına sokmaya çalıştı ama ilk iki denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Bir anlığına, kutu elinden fırlasa da burnuna çarpsa diye içimden tuhaf bir dilek geçirdim. Böylece burnu hafiften yaralanacak ve ben yarayı kontrol edebilmek için burnuna daha yakından bakabilecektim, hatta belki de dokunabilecektim. İçimdeki kıpırtıyı artık kontrol edemeyeceğimi biliyordum, fena halde iç gıdıklayıcı bir durumdu bu. Ahlaksızca olduğu için de kendimden utandım biraz. Ama olsundu, hazırdım böylesi bir duygu patlamasına. Yirmi yıldır hissetmediğim türden, tozlu raflardan indirilen çok sevgili bir şiir kitabını tekrar okumak, tekrar o paslanmış duyguları diriltmek gibi bir şeydi bu.

-Açılıyor galiba Kemal Bey, bakın burası aralandı. Sizin çatalı da verir misiniz?

Çatalı ona uzatmıştım ki kapak elinden fırladı, kutu ise masanın öteki tarafına gürültüyle düştü. Selma şaşırmış, sevinçle kahkaha atıyordu. Ben hemen masanın altına eğildim ve dökülenleri toplamaya başladım. O sırada o da yardım etmek için masanın altına girmişti.

-Aman Allahım, mahvettim her şeyi. Biz kadınlar böyleyizdir işte. Bir meraklandık mı durdurulamaz oluruz. Açtık mı açtık, ama bunlar mektup değil galiba. Fotoğraf bunlar. Bakmamalıyım, bakmamalıyım, bakmamalıyım…

-Sorun değil, sorun değil. Bence yeteri kadar yardım ettiniz. Bundan sonrasını ben hallederim.

Artık ok yaydan çıkmıştı, saklayacak hiçbir şey kalmamıştı.Onun da bu noktadan sonra vazgeçeceğini hiç sanmıyordum. Keşke eski sevgilimin fotoğrafları ya da vahşi cinayetleri haber eden gazete kupürleri olsaydı kutuda. Selma birkaç fotoğrafı yüzleri aşağıya dönük halde kutuya attıktan sonra yüzü yukarı bakan bir fotoğrafa ister istemez bakıverdi.

-Bu yanlışlıkla çekilmiş herhalde. Bir burun resmi bu. He he, ama güzel bir burunmuş. Yanlışlıkla da olsa çekilmeye değmiş.

Sesimi çıkarmadım. Bir an önce kutuyu alıp, oradan çıkmak istedim. Bir daha da görmezdim onu, olur biterdi.

-Aaa, bu da bir burun. Bakın bu da… Bu biraz çirkin, üçgen burun, ha ha. İşte bu da sonuncusu! Ama baktıklarım içinde en güzeli bu. Burunların kraliçesi, ha ha ha…

Masanın altından çıkıp, garsonu çağırdım. Selma halen gülüyordu. “İyi ama o burunlar neydi, ha ha ha, nasıl açtım ama, ha ha ha, bir kutu dolusu burun, çikolata kutusu, ha ha, siz kimsiniz Kemal Bey, bir burunolog mu? Ha ha ha Yoksa burunları mı sigortalıyorsunuz? Ha ha…”

Hesabı ödedim, Selma’ya teşekkür ettim, elini sıktım, kutuyu çantaya attım ve apar topar kalktım sandalyeden. Yüzüm kızarmış, kalın bir battaniyenin altında iki saat geçirmişim gibi terlemiştim. Umarım onu bir daha görmezdim, bir daha asla karşıma çıkmazdı. "Kusura bakmayın, hemen çıkmam gerekiyor. Şirkete çok geç kaldım" dedim titrek bir sesle. Arkamı göndüm ve kapıya yürüdüm. O halen gülüyordu, “Bir kutu dolusu burun” diyordu kahkahalarını tutmaya çalışarak. Hızlı adımlarla ofise geçtim. İçimden bir ses önümüzdeki günlerde kötü şeylerin olacağını söylüyordu. 

Devam edecek...