Bu Blogda Ara

21 Mart 2017

CRI Turkish - Puslu Kentin Mavisi

CRI Turkish (Uluslararası Çin Radyosu Türkçe Bölümü'nün) benim hakkımda yapmış olduğu  program. Genel olarak Puslu Kentin Mavisi'ni, Çanco (Changzhou) kentini, okulumu ve öğrencilerimi konuştuk.

Emekleri için Pekin'den gelen yapımcı arkadaşlara (Sedat ve Yavuz) çok teşekkür ediyorum.

Keyifli izlemeler,

AA


       

12 Mart 2017

Türk Yazardan Modern Çin Öyküleri: Puslu Kenti Mavisi

Uluslararası Çin Radyosu Türkçe Bölümü'nün Puslu Kentin Mavisi hakkında benimle yaptığı röportajı aşağıya ekliyorum. Röportaj e-posta yoluyla yapılmıştı. Yazının aslı  http://turkish.cri.cn/1781/2017/01/17/1s180832.htm sayfasından okunabilir. 
---
Ali Rıza Arıcan, Çin'in Jiangsu eyaletinde matematik öğretmenliği yapıyor. Arıcan'ın istatistik ve calculus öğretmek dışında bir uğraşı daha var: Edebiyat.
Daha önce Pasifik Öyküleri (2007), Motosiklet Üzerinde Aşk (2009) ve İngilizce yayımlanan The Bicycle (2011) adlı kitaplarıyla okurla buluşan Ali Rıza Arıcan, modern Çin'den öykülere yer verdiği Puslu Kentin Mavisi'yle Çin deneyimini edebiyata yansıtmaya devam ediyor. Yazarın önceki eserleriyse, Tayland ve Vietnam'da yaşadığı dönemde yazılmış.
"Kitaptaki öykülerin hepsi aldığım notların, başımdan geçebilecek nitelikte olayların ya da gazetede okuduğum haberlerden aldığım ilhamların sonucunda yazıldı" diyor Ali Rıza Arıcan. Kitabın ortaya çıkış sürecinin, Çin'e gelişiyle başladığını belirtiyor.
Kitapta 8 ayrı öykü yer alıyor. Denizi Özleyen Adam adlı ilk öyküde, Calvino'nun Marcovaldo'suna benzer bir şehir deneyimi görüyoruz. Marcovaldo'nun tuhaflıklarının tek bir amacı vardı, şehri başka türlü deneyimlemek ve başka türlü görmek. Denizi Özleyen Adam'ın da kendini taksiye atıp "Nereye efendim?" diye soran şoföre "Denize!" demesinin başka izahı yok. Changzhou denizsiz bir şehir, ama yine de bu şehirde denizi görmek isteyen, hatta gördüğünü iddia eden başkaları olduğu söyleniyor…
Baloncu adlı ikinci öyküde, mekanik, soğuk ve katı devlet aygıtı karşısında sıradan insanı görüyoruz. Çin'in hızlı gelişmesi, bu tip pek çok hikâye üretti.
Modern Çin'den öyküler derken, sadece kitapta yer alan hikayelerin Çin'de geçiyor olması değil mesele; Ali Rıza Arıcan, modern Çin toplumunun gelgitlerini, çelişkilerini, bunalımlarını, bisiklet üzerinde mutlu olmaktansa BMW içinde ağlamayı tercih eden genç kızı, zabıtaların tarafından dövülerek öldürülen karpuzcuyu, sosyal şiddeti, duyarsızlıkları, tek başınalıkları başarıyla koyuyor öykülerinin arka planına.
"Hep bu sarkaç, vicdanımın vidalarına bağlanamayan aklım…"
Puslu Kentin Mavisi, s.44
Arıcan: İnsan derin bir muamma, asla her yönüyle kavranamaz
Peki, Ali Rıza Arıcan kendi kitabını nasıl değerlendiriyor? Sözü yazara bırakalım.
Kitabın ortaya çıkış sürecini öğrenebilir miyiz? Öyküler hangi şartlarda yazıldı, bu süreçte neler seni etkiledi?
Aslına bakılırsa kitabın ortaya çıkış süreci benim Çin'e varışımla başladı. Düzenli olarak yazan birisiyim. Bu kitaptan önce de yine çalıştığım ve gezdiğim ülkelerin sorunlarını, o ülkelerde yaşayan insanların kültürlerini yansıtan öyküler, denemeler, eleştiriler yazdım ve yayımladım. Tayland'dayken "Pasifik Öyküleri", Vietnam'dayken "Motosiklet Üzerinde Aşk" ve "The Bicycle" yayımlanmıştı. Çin'e gelince de ister istemez notlar almaya, kitaplar okumaya, tanıştığım insanlarla Çin üzerine konuşmaya ve yerel haberleri takip etmeye özen gösterdim. Kitaptaki öykülerin hepsi aldığım bu notların, başımdan geçebilecek nitelikte olayların ya da gazetede okuduğum haberlerden aldığım ilhamların sonucunda yazıldı. Tabii ki iki paragraflık bir haberden elli sayfalık bir öykü çıkarırken gözlemlere, daha önceden yazılmış notlara ve yazılara bol bol bakıldı. Her yazarın yazma şekli, yazma rutini, yazma zamanı farklı olsa da yazmadan önceki hazırlık kısmı az çok aynıdır. Gözlem yapmadan, gözlemler dikkatlice defterlere yazılmadan, bu yazılanlar defalarca farklı imbiklerden geçirilip öykülerde gerekli yerlere monte edilmeden bırakın öyküyü ya da romanı, hiçbir edebi yapıt elde edilemez.
Ben tam zamanlı olarak çalışan bir öğretmenim. Dolayısıyla öyküleri ya öğlen aralarında yemekten hemen sonra gittiğim kafede (Cafe Mori) yazdım ya da hafta sonları evde. Yazarken en çok dikkat ettiğim nokta bir yandan yerel değerleri ele alırken bir yandan da evrensel değerlere elimden geldiğince atıfta bulunmaktı. Ne yazarsa yazsın, bir edebiyatçının amacı insanı anlamak ve anlatmaktır. İnsan, çok katmanlı, asla her yönüyle kavranılamayacak, derin bir muamma. Örneğin "Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam" öyküsünü isterseniz gerçekten de yağmurun durmasını beklerken misafirlikte mahsur kalmış bir adamın öyküsü olarak okursunuz; isterseniz memleketinden uzaklaşıp geri dönememenin sancısını çeken ve anavatan özlemiyle ömrünü geçiren, dünyanın hemen yerinde örnekleri görülebilecek göçmen bir insanın öyküsü olarak. Geri dönememek, özlediğin halde geçmişle arana giren mesafeye karşı gelememek sadece modern insanın sorunu değildir zaten. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Yine "Çanco Kanatlarımın Altında" öyküsü işçi bir kadının iç dünyasına ışık tutması yönüyle okunabileceği gibi onun arkadaşıyla kurduğu ilişki göze alınarak, sınıfsal çatışmanın ve sınıflar arası geçişin öyküsü olarak da okunabilir. Bir yerde içinde doğup büyüdüğü sınıfı kabul eden işçi bir kadın vardır, bir yerde de insanların az çok "Yeni Çin" diye nitelediği, hırslı, gözü açık başka bir işçi kadın. Bu ikisi arkadaştır ama ortak bir geleceği paylaşmazlar. Biri diğerinin küllerinden doğar adeta. Benzeri şekilde "Bir Seri Katilin Doğuşu" öyküsünde masum bir insanın içindeki canavarın dirilişine tanık oluruz. Bu da içimizden çıktıkları halde içimizden çıktıklarını inkâr ederek bilincimizi rahatlattığımız ve kendimizi göreceli olarak güvende hissettiğimiz canilere gönderme yapmaktadır.
Changzhou (Çanco) kentinin bir sakini olarak, kitapta yer alan öykülerin neresinde hissediyorsun kendini?
Yaklaşık dört yıldır bu kentte yaşıyorum. Aslına bakılırsa Çanco'nun Çin'in hemen her yerinde görülen orta ölçekli diğer kentlerden pek farkı yok. Yüksek binalar, geniş kaldırımlar, kentin sağına soluna serpiştirilmiş irili ufaklı parklar, dev alışveriş merkezleri… Bunlar Çin'in hemen her kentinde var olan şeyler zaten. Dolayısıyla öykülerin Çanco'da geçiyor olmaları çok da önemli değil. Bir yer kullanmak gerektiği için ve benim en iyi bildiğim kent Çanco olduğu için burayı seçtim. Daha önce Ho Chi Minh Kenti'nde yaşamıştım ve o kentten geçen öyküler yazmıştım. Aynı şey Bangkok ve İstanbul için de geçerli.
Yalnız, şunu da eklemeliyim. İstediğim kadar bu kentte yaşayayım, istediğim kadar bu kentin çocuklarına matematik öğreteyim, sokaklarında gezineyim, parklarında oturayım; hiçbir zaman Çanco'yu –ve bütün bir Çin'i- onların gözüyle göremeyeceğim. Bu zaten teknik olarak imkânsızdır. İster dili akıcı bir şekilde konuşayım, istersem bu kentte yirmi yılımı geçirmiş olayım… Yine de dışarıdan gelmiş bir yabancının gözüyle göreceğim Çanco'yu. Bu demek değil ki yazdıklarım baştan aşağıya hatalıdır ya da sistematik olarak taraflıdır. Bilakis, kitabın kapağında benim adım var. Dolayısıyla, kitabı okuyan okur biliyor ki bu kitapta yazılanlar Türkiyeli bir yazarın Çin gözlemlerinden yola çıkılarak kaleme alınmıştır. Biliyor ki yazarın Çin'i anlama kapasitesi hiçbir zaman herhangi bir Çinli'nin seviyesine ulaşamayacak. Evet, İstanbul'da doğup büyüdüm. Üniversitede matematik, fizik ve batı felsefesi okudum, aydınlanma felsefesi çalıştım. Eflatun'u, Voltaire'i, Kant'ı, Descartes'i, Hume'u severek ve ilgiyle öğrendim. Bunların üzerimde çok büyük etkileri olduğunu inkâr edemem. Aynı şekilde farklı bir kültürden gelmiş olmanın Çanco hakkında yazmaya engel olabileceğine de katılmam. Eğer dışarıdan gelenlere "Sen bu toplumu tanıyamazsın, tanısan bile anlayamazsın." muamelesi yapılırsa Orwell "Burma Günleri" romanını asla yazamazdı. Aynı şekilde Burgess, Kipling, Durrell, Bowles, Naipaul gibi pek çok değerli –ve ünlü- yazar kendi toplumları dışındaki toplumlar hakkında öyküler ve romanlar kaleme alamazlardı. Yer yer oryantalist ya da kolonialist yaklaşımlar sergilemişlerse de genel olarak bu yazarların yapıtları dünya çapında beğenilerek okunmaya devam etmekte ve evrensel değerler –duygular- arayışındaki insanlara yol göstermektedir. Bu yönden bakılınca, Çin'i bir yabancının gözüyle görme ve anlama çabası olarak, öykülerin önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyorum. Başarılı olup olmadıklarını tabii ki zaman gösterecek. Zaten zamanın çarklarına dayanamazsa edebiyat olma payesine erişememişler demektir. Umarım okuyucusunu bulur, hak ettiği şekilde eleştirilir.
Modern Çin toplumunun pek çok özelliği öykülerde işlenmiş. Önemli sosyal olaylara da atıf yapıyorsun. Modern Çin toplumunu nasıl değerlendiriyorsun? Hangi sorunları veya olumlu toplumsal özellikleri teşhis ediyorsun?
Modernlik zihinde gerçekleşen bir şey, insanların hayata ve hayatın içinde yer alan değerlere bakış açısıyla ilgili. Çin çok hızlı büyüyen bir ülke ve bu büyümeyle yüz milyonlarca insan yoksulluk batağından kurtarılıp, insan onuruna yakışacak koşullara kavuşturuldu. Bunu göz ardı edemeyiz. Devasa planlardan ve muhteşem bir gelişmeden söz ediyoruz. Dolayısıyla bu boyutlarda bir dönüşüm beraberinde pek çok sorunu da getiriyor. Örneğin büyük kentlere çalışmaya gelen göçmen işçiler, sınavlarda başarılı olmak isteyen çocukların ve ailelerin çektikleri sıkıntılar, kent hayatına uyum sağlayamayan dedelerin ve ninelerin caddelerde ve kaldırımlarda köydeymiş gibi yürümeleri ve davranmaları, zenginle yoksul arasındaki genişleyen gelir uçurumu… Örnekler çoğaltılabilir ama genel düşünce aynı kalacaktır. Çin değişiyor, muazzam bir mekanizma işliyor ülkenin her yanında. Doğal olarak da bu mekanizmada yer yer aksaklıklar ya da baştan hesaplanmamış yan etkiler baş gösteriyor. Hayatı gözlemleyen birisi olarak da yazar sorumlu hissetmelidir kendisini, bu değişim sürecinde ihmal edilenlere ya da diğerlerine göre geride kalanlara söz hakkı verme konusunda. Öyle ya, bir yazar turizm şirketi değildir ki her cümlesinde içinde yaşadığı ülkeyi övsün, bu ülkenin ne kadar mükemmel bir yer olduğundan bahsetsin. Benim amacım ne yermektir ne de övmek. Amacım elimden geldiğince nesnel bakarak, sorunlara parmak basmak; sesi pek çıkmayan insanlara söz hakkı vermektir. Bunu dün Tayland'da, Türkiye'de ve Vietnam'da yapmıştım, bugün Çin'de yapıyorum, yarın gidip çalışacağım başka bir ülkede yapacağım. Benim için Çin, dünyanın herhangi bir ülkesidir. Büyüklük ve tarihsel zenginlik açısından Çin'in durumu farklılıklar gösterse de edebiyat açısından ve bireylerin yaşamlarındaki sorunları yansıtma açısından çok bir fark yok. Buradaki insanlar da âşık oluyor, nefret ediyor, yalan söylüyor, yardıma muhtaç olana yardım ediyor, utanıyor, kızıyor, ağlıyor, gülüyor, bağışta bulunuyor, cömertçe davranıyor, cimrilik yapıyor… Zaten edebiyatın görevi de en temel insanı değerlere, en ortak yanlarımıza ışık tutmak değil midir? Bunu yaparken, eğer yazar dili iyi kullanabilmiş ve insanın iç dünyasındaki çelişkileri ölçülü bir şekilde yansıtabilmişse, arka plandaki ülke arka planda kalmaya mahkûm olacaktır. Olmalıdır da zaten! Şehirler değişir, ülkeler, kıtalar, o kıtaların üzerindeki kültürler ve mimari yapılar değişir ama insanın hırsı, aşkı, bencilliği, diğerkâmlığı, şefkâti pek değişmez.
Modern Çin edebiyatını nasıl değerlendiriyorsun? Türk okur, Çin edebiyatında neler bulabilir?
Modern edebiyat deyince akla ilk gelen ad Lu Xun'dur sanırım. Öykülerinin ve denemelerinin Çin gençliği için çok değerli olduğunu düşünüyorum. Onun yanında Lao She, Mao Dun gibi yazarlar da büyük katkıda bulunmuşlardır edebiyatın modernleşmesine, çok katmanlı yapıtların okuyucularla buluşmasına. Son yıllarda pek çok genç yazar var, çağdaş Çin'in sorunlarını ele alan ve eleştiri noktasında cesur davranan. Gelişme, değişme ve modern-gelenek kutuplaşması gibi pek çok konuda Çin ile Türkiye ortak sorunlar paylaşmakta. Dolayısıyla, edebiyatlarda da bu ortak noktaların yansıması olacaktır. Mo Yan, Yu Hua gibi ünlü yazarlar Türkçe'ye çevrildiler. Her ikisini de beğenerek okuduğumu söyleyebilirim.
Yeni kitap projeleri vardır muhakkak, neler bekliyor okurları?
Konusu aşk ve cinayet olan ve yine Çanco'da geçen, yaklaşık 250 sayfalık bir roman var. Yazmayı bitirdim, son düzeltmeleri yapıyorum. Eğer bir aksilik çıkmazsa 2017 sonbaharına doğru yayımlanır. Bahar Bayramı sonrasında üzerindeki çalışmaları hızlandıracağım üç uzun öykülük bir proje daha var. Üç ayrı ülkeden üç ayrı hayvanın (Çinli bir kedi, Taylandlı bir köpek ve Vietnamlı bir fare) gözüyle anlatılan ve yine toplumsal eleştiri ve felsefi sorgulama yönünde içeriği bol olan öyküler bunlar. Yaza kadar bitirip – yarısından çoğu yazıldı zaten-, yaz tatili sırasında yayımcılara göndermeyi planlıyorum.

11 Mart 2017

Çin Mektupları 31

Çin Notları 1: Evet, çalıştığım okuldaki sınıflarda ısıtma sistemi olmadığı için derse montla, hatta bazen kaşkolla ve eldivenle giriyorum. Başta tuhaf gelmişti ama zamanla alıştım. Bazı şeyler tuhaf gelmeyecekse neden başka bir ülkeye gitsin ki insan, değil mi? Zaten benim garipsediğim bu durum Çinliler için gayet sıradan. Sorun yoksulluk ya da cimrilik değil, sorun hem Çinlilerin soğuk karşısında takındığı tavır hem de biz Türklerin (ve diğer yabancıların) rahata düşkün olmaları. Öğrencilerimin derste montla oturuyor olmalarından şikâyet ettiklerini hiç duymadım. Arada soğuktan şikâyet ederler, kalem tutan elleri üşür, avuçlarına hohlarlar :) Hemen hepsi varlıklı ailelerden gelmelerine rağmen soğuğu dert etmezler pek. Zaten bütün bir ülke montla oturuyor evinde, ofisinde, okulunda; neden ve kime şikâyet edecekler? Şimdiye kadar gittiğim evlerde de ofislerde de elbise askılığı (girişteki) olmaması, montla oturmanın kültürün bir parçası olduğunu gösteriyor. Çinliler için kış, "azıcık daha sık dişini, geçecek" türünde bir reklam arası. Bahar Bayramını ocak ayında yapmak da benzeri bir iyimserliğin göstergesi değil mi? Dur daha, şubat var, mart var... Biz "mart kapıdan baktırır..." deriz. Burada mart parkların çocuklarla ve gençlerle dolduğu ay. Erik ve kiraz ağaçlarının köpük köpük çiçekle dolup taştığı, insanların içinin umutla dolduğu aylar. Tabii bu söylediklerim Yangtze Nehri'nin güneyindeki kesimler için geçerli. Sanırım hava kirliliğiyle mücadelede ve enerjide dışa bağımlılığı önlemede önemli bir faktör merkezi ısıtma sistemlerini yasaklamak. Kuzey kısımlarda, yani daha soğuk olan eyaletlerde, merkezi ısıtma sistemleri var, evler kaloriferli, okullar alttan ısıtmalı falan. Bizim okulda ne ofis ne de sınıflar ısınır gün boyunca. Klimaları açarız çok soğuk olunca. Onlar da koca odayı yarım günde anca ısıtıyorlar. Sabah ilk gelen klimayı açsa bile oda öğlene doğru ısınıyor. Sınıflarda da benzeri bir durum yaşanabiliyor. Klimalar var ama yetersiz, ya da sık sık bozuldukları için pek verimli değiller. Sınıflarda sıcak su sebili var. Çocuklar sık sık mataralarını sıcak suyla doldurup, gün boyu su ya da çay içiyorlar. Vücudun iç ısısını dengede tutmak için fena bir yöntem değil aslında. Kömür ya da gaz yakarak vücuda ısı pompalamak yerine, sıcak suyla hallediyorlar işi. Ehh, montlar da ısının kaçmasını engelliyor. İnsanın derisi üşüse bile, vücut direncini koruyor, enerjisini ısınmaya değil de başka işlere verebiliyor. Bazı çocukların elektrikli el ısıtıcıları var.Fişi takıyorlar, içi su dolu olan dışı yünlü ve yumuşak termos ısınıyor. Sonra fişi çekiyor ve elini içine sokup, üşüyen parmaklarına can veriyor tekrar. Dışarıda kar yağarken bile -seyrek de olsa kar yağar burada- pencereleri açıp, sınıfı havalandırır birileri. Gerekçe olarak da sıcağın çocukların öğrenmesine olumsuz etkide bulunacağı gösterilir. Sıcak asıl korkulması gerekendir, bireylerin zorluklara karşı güçlü ve iradeli yetişmeleri şarttır. Belki de bu yüzden bizim okulda koridor dışarıda olur. Yani, sınıftan ya da ofisten dışarı adımınızı attığınız anda kendinizi açık havada bulursunuz. Türkiye'deki gibi "kapalı kutu" okullar yok Çanco'da. Kuzeyde nasıl bilmiyorum ama Şanghay'da, Wuxi'de ve Suzhou'da gittiğim okullar da bizimkisi gibiydi. Chengdu'daki kapalı kutu gibiydi. Tüm bu soğuğa, üşümelere ve yer yer ayyuka çıkan isyan duygularına rağmen öğrenciler pek hasta olmazlar. O kadar ki koca bir yıl geçti, benim lise ikilerden herhangi bir öğrencinin okula gelmediği bir günü anımsamıyorum. Sınıf her gün tam! Her gün, istisnasız! Kimse soğuğu bahane etmiyor ya da üşütüp yataklara düşmüyor. Bizde azıcık hava değişikliği olsun, hemen üç beş öğrenci yorgan döşek yatar. Belki de soğuğa biraz daha alışmalı, sıcağın mayıştıran yönünden uzak durmalıyız. Bilemiyorum. Soğuğu sevmeyen birisi olarak bana da zor geliyor bu teklif ama işe yaradığını görünce neden olmasın diyorum içimden... Beni öldürmeyen şey güçlendirir deyip kolaya kaçmayacağım. Düşmanı düşman yapan şey senin zihnindeki korkudur diyelim. Korkuyu yenersen, düşmanını da yenersin. (Yine bir resim ekliyorum. İlk resmi de bunu da China Radio International çalışanları (Sedat ve Türkçe adı Yavuz olan Çinli arkadaş) röportaj için geldiklerinde çekmişlerdi. Onlara da bu güzel resimler için ayriyeten teşekkür ediyorum.)
Lise 2'lerle Calculus dersi. 
Çin Notları 002: Çinliler dinsiz ve ateist midir? Sıklıkla sorulan bir sorudur bu. Kısa yanıt: Ateisttirler ama dinsiz değildirler. Bunu söylerken ateizmi bir din olarak algıladığım sanılmasın. Hayır, ateizmi bir din olarak görmüyorum ama buna rağmen insanların ateist ve dindar olabileceklerini söylüyorum. Uzun yanıta geçmeden önce din kavramını “efradını cami ağyarını mani” bir şekilde tanımlayalım. Din, bireye yaşama oryantasyonu veren, hayata dışarıdan anlam enjekte eden ve bir çeşit kurtuluş müjdesi vererek bu dünyadan sonrası için bireyi çalışıp çabalamaya (ibadet, dua, iyilik, bağış vb) yönlendiren inançlar bütünüdür. Dinin tanımında Tanrı yoktur. Zaten olsaydı Budizm’i dinden saymamamız gerekirdi. Tanrısız dinlerin en güzel örnekleri Budizm, Konfüçyüsçülük, Taoculuk, Şintoizm gibi Asya dinleridir. Bunların içinde Konfüçyüsçülük ayrı bir yer tutar çünkü Konfüçyüsçülük’te bireyin iyi bir kul ya da insan olması değil, iyi bir vatandaş olması beklenir. Yani devlete itaat, otoriteye boyun eğme her şeyden önce gelir. Anne babaya saygı da zaten aynı itaat duygusunun bir tezahürüdür. Çin’de insanlar kendilerini ya dinsiz (Konfüçyüsçü) ya da Budist / Taoist olarak tanımlar. Müslümanlar ve Hristiyanlar tabii ki var ama onlar hem azınlık olmaları nedeniyle hem de bu dinlerin uzak diyarlarda doğup Çin’e sonradan ithal edilmeleri nedeniyle Çinli deyince bu dinlerin mensupları akla gelmez. Konfüçyüsçülük katı bir disiplin dinidir. Anne-babaya itaat en büyük ibadettir. Aile her şeydir ve birey ailenin onuru için çok çalışmalıdır. İnsan doğası gereği vahşi ve barbardır. Ancak eğitimle “vatandaş” makamına erişebilir. Bu yüzden eğitim, Çin’de ciddiye alınan en önemli iştir (Ayrı bir notun konusu bu). Peki, Konfüçyüsçülük’ü din yapan öğe nedir? Aslına bakılırsa onu din yapan öğelerin Konfüçyüs’ten gelmediğini söyleyebiliriz. Ya öncesinde var olan ya da sonrasında ithal edilen inançlarla karışmıştır Konfüçyüsçülük ve uzun erimde harmanlanmış, toplumu şekillendiren büyük bir projeye dönüşmüştür. Bunlardan en temeli ruhun varlığı ve ölümsüzlüğüdür. Bu noktada “anatman” doktrinine sahip olan Budizm’den ayrılır ama bu konuya şimdilik girmeyelim. Yani, insanın bedeninin haricinde bir ruhu vardır ve bu ruh insan ölse bile yaşamına devam etmektedir. Bu inancı anne-babaya sorgusuz itaatle birleştirince ortaya, anne-babanın ruhlarının sonsuza kadar huzura kavuşması için çalışması gereken bireyler elde ederiz. Bir Çinli, anne-babasının mirasını sürdürmek, onların ruhlarını utandırmamak ve onları kendi eylemleriyle gururlandırmak için yaşar; iyilik yapar, para kazanır (para kazanmak da iyiliktir), çocuklarını da yine aynı düşünceyle itaatkâr bireyler olarak yetiştirir. Bu yönüyle Konfüçyüsçü bireyin herhangi bir Müslüman’dan ya da Hristiyan’dan daha az tutucu olmayacağını iddia edebiliriz. Şanghay ve Pekin gibi büyük kentlerin dışındaki yerlerde muhafazakâr bir toplum yapısını görürüz. İnsanlar kendileri için belirlenmiş bir hayatı sırf üzerlerinde güzel durduğu için yaşarlar ve toplumsal düzenin korunması her şeyin öncesinde gelir. Buna rağmen Konfüçyüsçülük Çinliler için bile bir din değildir. Bu yüzden pek çok Çinli Konfüçyüsçü yaşam tarzını devam ettirirken bir yandan da Budist ya da Taoist olabilir. Bu dinlerin bir arada yaşanıyor olmasında bir Çinli için herhangi bir mahzur yoktur. Din, yaşama hizmet etmek için, insanı mutlu etmek için, bireye huzur vermek için vardır. Bir insan Budist tapınağında tütsü yakıp dilek dilemek ve Konfüçyüsçü tapınakta atalarına saygılarını sunmak istiyorsa ve bunu yapmaktan huzur duyuyorsa onu kim engelleyebilir? Dini yaymak, kendi dinleri dışındakileri cehennemle tehdit etmek gibi bir dertleri olmadığı için de tütsüler eşliğinde yapılan dilekler genelde akıllı / ahlaklı bir çocuk, iyi bir iş / eş, güzel bir ev / araba, az zamanda çok para gibi dünyevi yararlardan ibaret olur. 

Yaşadığım kent olan Changzhou'nun merkezindeki Tianning Tapınağı'nın kapılarından birisi.
Çin Notları 003: Sabahları okulun bahçesine girince gözüme çarpan ilk manzara ellerinde uzun saplı süpürgelerle ve faraşlarla yaprakları temizleyen öğrenciler olur. Yerde tek bir yaprak bırakmamak için deli gibi tararlar koca alanı. Yaz kış değişmeyen bir resimdir bu. Sadece yaprakları değil tabii ki, bahçede ne varsa süpürürler. Okulun temizliğinden sorumlu hademeler var ama sanırım yeterli değiller. Okul çok büyük, yaklaşık üç bin öğrencisi var. Yemekhanesi bile üç katlı ve yetmediği için lise sonlar on beş dakika önce gidiyorlar yemeğe. Çocuklar çöp kutularını yerlerden topladıkları gübürle dolduruyorlar, hademeler de çöp kutularını toplayıp götürüyorlar. Gerçi istihdam konusunda devlet çok güzel iş çıkarıyor Çin’de. Belki de konu hademelerin yetip yetmemesi değil, öğrencilere sorumluluk yüklemek ve onları bu şekilde geleceğe hazırlamaktır. Öğrenciler sadece bahçeden sorumlu değiller. Sınıflardan ve sınıfların çevresinden de sorumlular. Temizlik bezleriyle, süpürgeyle, faraşla; düzenli olarak silip süpürüyorlar her yeri. Öğrencilerin kendi öğrenim alanlarının temizliğinden sorumlu olmaları güzel bir şey ama ufak bir dezavantajı var. Seçmeli derslerin yapıldığı sınıflar kimseye ait olmadıkları için öğrenciler bu sınıfları “dingonun ahırı” gibi kullanmayı tercih ediyorlar. Kendi sınıflarında yedikleri bisküvinin paketini kalkıp çöpe atıyorsa, seçmeli ders aldığı sınıfta aynı paketi sırasının altında bırakıyor. Olan da benim gibi lise sonlara İstatistik ve Sayısal Analiz öğreten öğretmenlere oluyor. Benim sınıflar hem soğuk olur –çünkü bütün gün içinde kimse olmaz- hem de pis. Bazen ben çocukları gaza getirip sınıfı temizletirim ama isteksiz olurlar. Zaten kendi sınıflarından sorumlular, neden ek iş yapsınlar? Hayır, onlara temizlik konusunda ahkâm kesiyorum ama ya ben, hatta biz! Yani tüm yabancı öğretmenler! Bizim odamıza da hademeler girmez. Sadece sebilin suyunu değiştirmeye gelen yaşlı amca girer haftada bir ya da iki kere, o da ofiste en fazla yirmi saniye kalır. Bu yıl okuldaki dördüncü yılım, bu amcanın tek kelime ettiğini duymadım. Kapıdan girer, sessizce suyu bırakır ve tek kelime etmeden çıkar. Bu amcanın dışındaki hademelerin ofisimize –öğretmenler odası da denilebilir- girmemesinin nedenini sormuştum bir ara. Güvenlik nedeniyle demişlerdi. Hırsızlıktan korkuyorlar sanırım. Ya da okula ait belgelerin –sınav kâğıtları, çözümlü ders kitapları vb- öğrencilerin eline geçmesinden çekiniyorlar. Öyle ya da böyle, öğretmenler odasına hademe giremez. Dolayısıyla bizim çöp sepetleri tepeleme dolana kadar boşaltılmaz, yerler ancak toz parçaları bir araya gelip bulutsu kütleler halinde bize kafa tutmaya başladıklarında süpürülür, sebilin önündeki su kabında biriken suda yeşil mavi mantarlar bitene kadar o kap temizlenmez, mikrodalga fırının ve buzdolabının içine bakanlar son iki üç yıl boyunca yenmiş olan tüm yemeklerin izlerini bulabilir, fotokopi makinesinin etrafı da atık kâğıt fabrikası gibidir. Silme zaten hiç yok! Arada kazara çay, kahve falan dökülürse masaya, o bahaneyle tüm masa elden geçirilir. İşte o kadar! Gerçi bazı arkadaşlar temizlik konusunda hassaslar. Ben değilim. Dağınık olmayınca çalışamıyorum. Daha doğrusu çalışmaya başlayınca kısa sürede dağılıyorum. Toparlama zahmetine girmediğim için de entropi gittikçe artıyor ve bir süre sonra süreksiz bir Markov Zincirini takip ederek kendi dengesini (Terminal State) buluyor. :

Sabah temizliği yapan öğrenciler. 
Çin Notları 004: Çin'e ilk geldiğim zamanlarda beni oldukça şaşırtan ilginçliklerden birisi de havai fişeklerin ve çatapatların sabahın tazeliğinin ortasına birer ses bombası gibi düşmeleri olmuştu. Günün "en yumuşak karnı" denilebilecek sabah vakti kokofonik bir ses fırtınasının içinde kör bir testereye dönüşüyor ister istemez. Önceleri, "herhalde birileri şikâyet eder, birazdan bu gürültü diner." diye düşünmüştüm ama zaman geçtikçe ve beklenen kurtarıcıdan umudumu kestikçe alışmak zorunda kaldım. Hem zaten sadece sabahları yapılmıyor ki! Öğlenleyin, akşamları, gece yarısında... Zaman neye göre ayarlanıyor, seçilen zamanla şölenin gerekçesi arasında bir ilişki var mı bilemiyorum. Birkaç kişiye sordum ama tatmin edici bir yanıt alamadım. Artık duymuyorum bile bu sesleri, sadece kedilerin her seferinde ilk defa duyuyorlarmış gibi verdikleri tepkilere gülüyorum, o kadar. Alıştıkça da anladım bunun kültürel bir zenginlik olduğunu ve şikâyetten ziyade saygı ve anlayış gerektirdiğini. Öyle ya, İstanbul'a gelen bir Çinli sabah ezanından şikâyet edebilir mi? "Uyumak istiyorum kesin şu sesi" diyebilir mi? Diyemez. Çinliler bin yıldan uzun bir süredir kötü ruhları ve talihsizlikleri kovmak için havai fişek ve çatapat patlatıyorlar. İrrasyonel bir gerekçesi olsa da bu irrasyonelliğin getirdiği pek çok sosyal işlev var. Zaten sosyal bir yarar olmasaydı bu kadar zamandır hayatta kalamazdı. Genelde yeni bir iş yeri açıldığında, düğünlerde, çocuk doğduğunda ya da benzeri önemli bir olay olduğunda yapılıyor bu ses şöleni. Etraftaki insanların dikkatini çekmek ve haberi yaymak için güzel bir yöntem ama arkasında bıraktığı yanık kokusu ve duman büyük kentlerde sorun olmaya başladı bile. Bazı belediyeler, önümüzdeki yıllarda, vatandaşların havai fişek ve çatapat patlatma özgürlüklerinde kısıtlamaya gidecek gibi. Sadece hava ve gürültü kirliliği olsa neyse, çatapatların patlatılıp havai fişeklerin göğe gönderildiği noktayı da olduğu gibi bırakıp gidiyorlar genelde. Ne de olsa bir temizlikçi gelir, temizler diye düşünüyorlar maalesef. Aşırı istihdamın insanlarda meydana getirdiği rahatlık ve vurdumduymazlık diyorum ben buna. Bazen öğrencilerde bile gözlemliyorum. Aşağıdaki fotoğrafı bu sabah çektim. Daha güneş doğmamıştı, başladılar çat çat pat pat sesleriyle siteyi inletmeye. Yaklaşık bir saat sonra sitenin kapısından çıkarken de bu manzarayla karşılaştım.

Sabah böyleydi. Akşam eve döndüğümde temizlenmişti. 
----


Birkaç fotoğraf da çalıştığım okuldan. Geçenlerde hava çok güzel açtı, gökyüzü masmavi oldu. Seyrek rastlanılan bir görüntüydü bu bizim için. Bu yüzden fotoğrafı çekmeden duramadım.

Okulun girişi. Sağdaki ilk binada bizim ofisimiz bulunuyor. 

Toplantılar ve gösteriler için kullanılan bina. 

Okuldan görülen Tianning Pagodası manzarası. 

08 Mart 2017

GÖĞÜN ALTINDA BİR DÜNYA



Emre Demir’in “Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de 5 Yıl, 10 Kent” adını taşıyan anlatı kitabı birkaç ay önce Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere, yazarın Çin’de yaşarken özümsediği kültürü, tarihi ve edebiyatı anlatıyor. Demir’in kitabı yazmaktaki amacı turist rehberleri için kaynak üretmek ya da Çin’in güzelliklerini övmek değil. Şöyle özetliyor Demir, kitabı yazarken kendisine yaverlik eden düşünceleri:
Çin çalışan, Çin’le ilgilenen, Çin hakkında yazan pek çoklarından farklı olarak, ben bu ülkeye “kariyer” amaçlı gelmedim. Çin deneyimimi bir kariyere dönüştürüp “Çin uzmanı” olmaya çalışmadım. Bu metin bir master tezi değil, araştırma inceleme metni de değil; orada bulunmanın ve her geçen gün onlardan biri olmanın hikâyesi. (s 13)
Okuduklarından, gözlemlediklerinden ve en çok da deneyimlediklerinden yola çıkarak kafasının içinde kurduğu Çin’i, kentlerin fiziksel yapısını ve bu kentlerin ruhlarını var eden tarihlerini sıçrama taşı yapıp, ayrıntılarıyla anlatıyor bize. Bunu yaparken, kimi zaman bir şairin yaşamöyküsünün izini sürüyor, kimi zaman da çay gibi, panda gibi, kungfu gibi; kültürün ayrılmaz bir parçası olmuş temel bir öğenin üzerinden yola çıkarak okuyucuyu renkli ve heyecanlı bir serüvene sürüklüyor.
Demir’in Çin’i, kentlerden, bu kentlerde yaşayan halklardan, bu halkların binlerce yıldır sürdürdükleri yaşamların evrimleşme ve başkalaşma sürecinden ibaret. Yazdıklarından çıkarılan en birinci ders, bir ülkenin insanlarını sevmek için onların kültürlerini anlamanın bir zorunluluk olduğu. Bunu yaparken yazar, metni bir yandan tarihsel gerçeklere ve kişisel gözlemlere dayandırırken bir yandan da anlatının akıcılığıyla ve dilin kıvraklığıyla, bizleri birbirinden efsunlu hikâyelerin içine sokuyor. Çin’in binlerce yıllık tarihini kentlerin tarihleri üzerinden okurken, efsanelerle gerçekliğin birbirinin içine girdiğini görüyor; alacakaranlıkta içine düştüğümüz yüksek duvarlı bir labirentin ortasında, çıkmayı arzu etmeksizin eğlenmeye devam ediyoruz. Dildeki şiirsellik, üsluptaki ustalık ve anlatıdaki akıcılık; kitabı elinizden bırakmadan okumanız için gereken başlıca nedenlerden sadece birkaçı.
Demir’in on kenti, kadim Çin tarihinin ilk izlerinin bulunduğu, Sarı Nehir kıyılarındaki Zhengzhou’yla başlıyor. Sarı İmparator’u, onun halkı için yaptıklarını, Çin kültürünün yapıtaşlarından birisi olan atalara saygı ritüellerinin bireylerin kişisel yaşamındaki rolünü, Tanrı’ya inanmasa da bir insanın dindar olabileceğini bu satırlarda okuyoruz.  “Çin’de ataya saygı kültünün sosyal işlevini iyi okumak gerekir. Ataya saygı, ihtiyacı olan sonsuzluk hissini veriyor insana ve bu işleviyle dinin yerini alıyor.” diyor yazar bir Çinli’yi Çinli yapan en önemli özelliklerden birisini izah ederken.
Sonrasında rotamızı Xian’a, Tang Hanedanı’nın ekonomik ve sosyal başkentine çeviriyoruz. İslam’ın Çin’e varışına, Xian’ın, dünyanın her bir yerinden –Avrupa’dan, İran’dan, Arabistan’dan, Kuzey Afrika’dan…-  gelen misafirleriyle kozmopolit bir kente dönüşmesine tanık oluyoruz. Yer yer dönemin Çinli şairleri eşlik ediyor tarih turumuza, yer yer de Calvino gibi, Tanpınar gibi, Nâzım Hikmet ve Walter Benjamin gibi tanıdık adlar…  Yasak Kent’le Pekin’i, Batı Gölü’yle ve kente valilik yapmış hüzünlü şairlerle Hangzhou’yu tanıyoruz. Nanjing’e varışımızla kararan bulutlar kitabın sayfalarına da sirayet ediyor ister istemez. Japon askerlerin canice işledikleri cinayetler bizleri bir kere daha insanlığımızdan utandırıyor. Onların barbarlıkları karşısında, nasıl olup da, toplum tarafından en alt tabakada görülen hayat kadınlarının çocuk yaştaki genç kızlar için kendi canlarını feda ettiklerini okuyoruz. Şanghay’ı Fransız etkisinde kalmış mimarisiyle, Chengdu’yu pandaları ve acılı yemekleriyle, Kaşgar’ı Pekin’e gelin gönderilen İparhan’ın yaşamöyküsüyle, Akçi’yi Yusuf Mamay’ın okuduğu Manas Destanı’yla öğreniyor; bu yörelerin insanlarına ve kültürlerine karşı içsel bir yakınlık hissediyoruz. Bu öyle bir yakınlık ki kitap bittiğinde Çin’in binlerce yıllık tatları, kokuları, sesleri sizin ruhunuzun da birer parçası haline gelmiş oluyorlar.
“Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de 5 Yıl, 10 Kent”, Çin’i tarihi ve kültürüyle birlikte, içeriden bir bakışın diliyle anlamak isteyenler için kaçırılmaz bir fırsat sunuyor okuyucusuna. Ayrıca; özlemek, kalmak, gitmek, dönememek, sevmek, sevememek gibi, insan oluşumuzun temel eylemleri ve eylemsizlikleri üzerine, tınısı uzun süre aklınızdan çıkmayacak hayati öneme sahip sorular soruyor. Kitaptan bir cümleyle bitireyim:
Bazı kentler vardır, seversiniz, ancak ayrılırken burukluk olmaz. Zira artık ev de özlenmeye başlanmıştır. Bazı kentler vardır, seversiniz, hep ötelenmeye çalışılan ayrılık vakti gelip çattığında, o kentte daha fazla kalabilmeyi veya bir vesileyle bir daha o kente nasıl geleceğinizi değil, sizi oraya bağlayan esasın ne olduğunu anlamaya çalışırsınız. Bana bu kentte ne oldu? Her kentin çıkışında, bu soru sorulmalıdır. (s 142)
Ali Rıza Arıcan – edebiyathaber.net (7 Mart 2017)
Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/kentler-uzerinden-bir-kultur-okumasi-gogun-altinda-bir-dunya-ali-riza-arican/



07 Mart 2017

Çin'den Puslu Öyküler

Çin’den puslu öyküler
02.03.2017 00:29 BİRGÜN KİTAP
Ali Rıza Arıcan, modern zamanlar denilen bu çağın, dünyanın her yerinde benzer sorun ve dayatmalara maruz bıraktığı bireyin tanıdık bunaltısını, kaçıp kurtulma arzusunu, sığınaklarını anlatıyor. Arıcan gerçek bir dünya vatandaşı olduğunu yazdıklarıyla da kanıtlıyor. 

ŞİRVAN ERCİYES


Ali Rıza Arıcan, 1977 İstanbul doğumlu bir yazar. Boğaziçi Üniversitesi Matematik Öğretmenliği Bölümünden mezun olduktan sonra Tayland’da başladığı öğretmenliğe Vietnam’da devam etmiş, şimdilerde ise Çin’in Ciangsu (Jiangsu) eyaletine bağlı Çanco (Changzhou) kentinde yaşamını sürdürüyor. Yazarın, Pasifik Öyküleri, Motosiklet Üzerinde Aşk, The Bicycle adlı kitapları daha önceden okurla buluşmuş. Arıcan, yeni öykülerini, Puslu Kentin Mavisi adını verdiği eserde toplamış. 2014 yılında Arkitera’nın düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü kazanan Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam öyküsü de bu kitapta yer alıyor.

                          


Yazarın, Doğu Asya’nın farklı ülkelerinde yıllardan beri yaşadığını öğrenmek elbette ilgi çekici. Japonya, Çin ya da Vietnam çoğumuz için varlığından haberdar olduğumuz ama uzaklığından dolayı gitmeyi hayal dahi edemediğimiz diyarlardır. Öyle ki biraz Kaf Dağı gibidir, masalsı ve gizemli. Ali Rıza Arıcan’ı ilginç kılan tek yanı Doğu Asya’da yıllardır yaşıyor oluşu değil elbette, dile gösterdiği özen, emek ve detayları yakalamaktaki ustalığı da dikkate değer.

Arıcan, geçmişle bugün arasında bağlar kurarak, yer yer eleştirel bakış açısıyla, ilginç gözlemlerle, ince mizahla ve gizli kederle can veriyor öykülerine. Çin’de yaşayan bir yabancının başına gelen ilginçlikler üzerinden ilerleyen öykülerden oluşan bir kitap okumaya başladığını sananlar daha ilk öyküde yanıldığını anlayacaktır. Yazar, yaşama herhangi bir Çinli gibi bakmayı deneyerek, insan olmanın ortak dili üzerinden inşa etmiş öykülerini. Modern zamanlar denilen bu çağın, dünyanın her yerinde benzer sorun ve dayatmalara maruz bıraktığı bireyin tanıdık bunaltısını, kaçıp kurtulma arzusunu, sığınaklarını anlatıyor Puslu Kentin Mavisi. Gerçek bir dünya vatandaşı olduğunu yazdıklarıyla da kanıtlıyor Arıcan.

On sayfa ile kırk dokuz sayfa arasında değişen sekiz öykünün yer aldığı Puslu Kentin Mavi’sinin kahramanlarından yalnızca biri kötücül duygulara teslim oluyor. Bir Seri Katilin Doğuşu adlı öyküde Dostoyevski kahramanlarını anımsatan bir karakter çıkıyor karşımıza. Kurallara saygılı yaşayan, herkesin dost canlısı ve yardımsever olarak niteleyebileceği bir mühendisin, giriştiği iç hesaplaşma sonucunda seri katile dönüşümü ve kahramanın, kendini haklı çıkarma / vicdanını devre dışı bırakma gayreti, duygusal değişimleri ve öfkesi, cinayetlerin itiraf edildiği bölümler, okurun zihninden kolayca silinmeyecek bir ustalıkla kurgulanmış.

Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam öyküsünde tesadüfen gittiği akraba evinde, yağmur nedeniyle mahsur kalan bir gencin öyküsü çıkıyor karşımıza. Yağmur hiç dinmiyor ve mahsur kalma hali gittikçe bir kabule ve alışkanlığa dönüşüyor. “ Geride bıraktığı hayatı aklına getirmediği günlerden dolayı yetişkince bir gurur duyardı içinde, bir şeyleri geride bırakabiliyor olmanın getirdiği haklı bir özgüven belirirdi göğsünün ortasında.” (syf.64) diyor genç adam. Gitmek ve dönememek üzerine metaforik bir öykü olarak okunabilir.

Çanco Kanatlarımın Altında, kitaptaki en uzun, en sürükleyici ve en gerçekçi öykü. Apartman temizleyerek para kazanmaya çalışan iki kadın işçinin hayatlarına, koşullarına, beklentilerine ortak olurken sıçan kabilesi ile de tanışıyoruz. Çin’de, bodrum katlarında, penceresiz, küflü, kötü kokulu, daracık odalarda yaşayanlara ve yaşadıkları bu mekanlara sıçan kabilesi (shǔ zú) adı veriliyormuş. Büyük kentlere iş bulmak için gelen, az paraya çok çalışan, insanlık dışı koşullara boyun eğmek zorunda bırakılan bu insanlar, sömürünün tüm dünyada benzer olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Sıçan kabilesinden Wang, koşullarını sorgulama gereği duymadan çalışmaktadır. Köyünde bıraktığı çocuğuna para yollamak dışında bir hayali yoktur. Li ise yeni evli, genç bir kadındır, daha iyi bir hayata kavuşmak, sınıf atlamak gibi hayalleri vardır. Bu hayallere kavuşmak için bir adım atarak, kendisine ve Wang’a ek iş bulur. Çin’de yaygın olarak kullanılan bir sosyal medya sitesinde paylaşılan fotoğraflara bakacak ve kategorilere ayırarak, silecek ya da hesapları kapatacaklardır. Wang’ın hiç bilmediği görmediği farklı bir Çin çıkar karşısına, mutlu ve güzel insanlar, yenilen yemekler, yapılan alışverişler, gezilen yerler, pornografik görüntüler. Wang’ın apartman temizleyerek geçen yıllarında hiç tanık olmadığı bu dünyada herkes sağlıklı, mutlu ve zengindir. Işıltıyla sunulmuş bu görüntüler ne kadar gerçeği yansıtır, ne kadar yanıltır? Onların yaşadığı hayatsa Wang’ın yaşadığı nedir gibi soruların etrafında döne dolana okunacak bir öykü.

Puslu Kentin Mavisi, “Uzak Asya” dediğimiz diyarın, aslında o kadar da uzak olmadığını duyumsatırken yalnızlıktan, aşksızlıktan, haksızlıktan, baskıdan, sansürden bunalan insanların konuştuğu evrensel dille sarmalıyor okura. Satır aralarında Çin’de kendinden büyüklere abla ya da amca diye hitap edildiğini, ailenin çok değerli olduğunu, gençlerin bir an önce evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya teşvik edildiğini, artık tek çocuk kuralının kalktığını ve isteyen tüm ailelerin iki çocuk yapabileceğini öğrenmek de ilgi çekici.

Marco Polo’yu unutulmaz kılan Çine’e giden ilk yabancı olması değil, Çin’de gördüklerini anlattığı bir kitap yazmasıydı. Ali Rıza Arıcan’da Çin’e giden ilk Türk değil elbette, hatta Çin’le ilgili yazan ilk Türk de değil. Ama Çinlilerin gözünden yaşama bakarak, onların mutluluklarını, sevinçlerini, kederlerini, umutlarını ya da kırgınlıklarını Türkçe olarak anlatan ilk yazar, işte bu yanıyla benzersiz.

Ancak Puslu Kentin Mavisi, daha çok, akıcı bir anlatıyı, güçlü bir dili, sezgiyi ve zekâyı barındıran öykülerden oluştuğu için okunmayı hak ediyor.