Bu Blogda Ara

09 Ocak 2022

Kare Kod* (Tek Parça)

Kare kodla ödeme kabul eden bir sokak çalgıcısı

                                           

 “Sabah Chenchen’e, ters dönmüş eyer şeklini almış yemyeşil bir yaprağın üzerinde, tıpkı yuvarlanan saydam bir yağmur damlası gibi, usul usul ama derin izler bırakarak gelir.” 

Başımı elimdeki şehir tanıtım kitapçığından kaldırıp pencereden dışarıya baktım. Akıntıya karşı yüzen somon balıkları gibi kaldırımda ilerleyen mobiletleri ve onların küstürdüğü yayaları izledim birkaç saniyeliğine. Ne derin izler bırakarak akan bir yağmur damlası görebildim ne de ters dönmüş eyer şeklini almış yemyeşil bir yaprak. Cümlenin gereksiz uzunluğunu ve virgüllere dayanmış hantallığını görmezden gelsem bile içimde fokurdayan sessiz haykırışı susturamıyordum. Bu şehre yeni geldiğimden midir nedir bilmem, baktığım her yerde -en azından şimdilik-, paslanmış testere ağzının taze bir kütük üzerindeki debelenişini gözlemliyorum ben.  Otobüsün titreyen camında pırpır eden yüzümün aldığı karanlık silüet araya girmeseydi daha ne canlar yakacaktı o kör testere acaba!  Kim yazmışsa bu kitapçığı rahminde doğmamış bir şairle yaşıyor olmalı. Altı üstü şehre yeni gelenlere alışveriş nerede yapılır, gezilecek parklar ve bahçeler nerededir, hastanelere ve postanelere nasıl gidilir gibisinden bilgiler vereceksin. Ne gerek var bu kadar kasmaya, ne gerek var bu kadar amacından sapmaya. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki edebiyatçılar sadelik ayağına gazete haberi niteliğinde romanlar yazıyorlar, reklamcılar da patronlarının gözüne girme uğruna Tolstoyluğa soyunuyorlar. Ama yok, görünen o ki pazarlama işini aşırı ciddiye alıp kraldan çok kral olmak isteyen zeki bir arkadaş kaleme almış bu kitapçığı. Beğenmediğimi söyleyemem, klişe cümlelerle beynimi iğfal edeceğine yaratıcı imgelerle hayal gücümü gıdıkladığı için sevdiğimi bile söyleyebilirim. Yalan yok, öteki türlü olsa yine şikâyet edecektim. Dedim ya; kör bir testereyim ben son günlerde. Yaş odunlarla amansız bir mücadeleye girmiş, şehrin cilalı ve parlak zeminlerine uyum sağlayamayan, pırıltılı ve süslü şeylere düşmanlık besleyen, her kıpraşmada toz olup dökülen paslı ve yorgun bir metal parçası.    

“40 yıl önce kimsenin adını bile duymadığı, karnının tokluğunu denizin cömertliğine bağlamış, dalgalar azıcık dayılandığında önüne gelene avuç açıp dilenmekten başka bir çaresi olmayan yoksul bir balıkçı köyü olan Chenchen; bugün ülkenin ekonomik güç bakımından en büyük üçüncü şehri olmayı başarmış, Ç mucizesinin soluk alıp veren bir kanıtı olarak kendisini ziyarete gelenleri şaşırtmaya devam etmektedir. Buraya gelenler bir daha ayrılmamak için ellerinden geleni yaparlar. Chenchen’e giriş vardır, çıkış yoktur çünkü cennete bir kere girdiniz mi bir daha çıkmak istemezsiniz.”

Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Yere düşen yapboz parçalarının birbirlerine kenetlenip istenilen manzaranın bir kısmını -parlak bir güneş, ortası yeşil kenarları mor bir fesleğen çiçeği  ya da sapsarı bir yinxing yaprağı- oluşturması gibi bir şeydi bu durum. Bu şehre gelmeden önce de geldikten sonra da hep aynı hikâyeyi duyduğum içindi sanırım yaşadığım bu dengesizlik hali. Tanıştığım her yeni insan bana şehri övüyor, burada kesinlikle mutlu olacağıma dair taahhütlerde bulunuyor, Ç’de kaldıkları sürece Chenchen dışında başka bir şehirde yaşayamayacaklarına dair uzun nutuklar çekiyorlardı. -Bu sonuncusunu söylerken Chenchen'i Ç'nin bir parçası olarak değil de bir şehir devleti olarak gördüklerini farketmiyor olmaları da ayrı bir muammaydı ama neyse, ayrı bir konu bu...- Sanki fabrikalarında ürettikleri bir meyve sıkacağını tanıtıyorlardı ve garanti vermezlerse bu güzelim meyve sıkacağını satın almayacağımdan korkuyorlardı. Geniş caddeler, dev gökdelenler, pahalı arabalar, dünyanın tüm lezzetlerini ayağınıza getiren lokantalar… Evet, bunları kullananlara ve bunlardan faydalananlara çok şey veriyordu şehir. Peki ya bana? Sessiz bir parkta oturup kitap okuyabileceğim sakin bir köşe arayan bana? Uzun yürüyüşler yaparken ikide bir arkamdan gelen mobiletler tarafından taciz edilmek istemeyen bana? Yorucu bir iş gününden sonra soğuk bir duş ve derin bir uykudan başka bir şey arzulamayan bana? Öyle hissediyorum ki birileri karşıma geçip “Şehrimizi nasıl buldunuz?” diye sorsa ve ben de “Pek beğenmedim.” ya da “Daha rahatlarını gördüm.” diye ağzımdan kaçırsam o noktada ikinci bir açıklama yapmama fırsat bulamadan tutuklanacağım, kodese tıkılıp günlerce tecritte tutulacağım, Chenchen’i çok sevdiğimi, çok beğendiğimi, burada çok mutlu olduğumu, ve hatta gerçek huzuru burada bulduğumu haykırana kadar da türlü işkencelere maruz kalacağım. Bu şehri sevmemek, bu şehri beğenmemek yasaktı sanki. Edebiyat dersinde Şekspir’e, müzik dersinde Mozart’a, resim dersinde Monet’ye küfretmek gibi bir şeydi. “Beğenmedim, geldiğim şehre dönüyorum” desem beni tren istasyonunda durduracaklar mıydı acaba? Camları simsiyah bir arabaya karga tulumba bindirip yakınlardaki bir eğitim kampına alacaklar, orada geniş ve güzel bahçesi olan bir köşkte sabah akşam Chenchen’in reklamını yapan ekranlara zorla -gözkapaklarımı minik metal mandallarla kaşlarıma iliştirdikten sonra- baktırtacaklar, beynime elektrotlar bağlayıp geçmişte yaşadığım güzel şehirlerin anılarını silecekler, valinin kendi kaleminden çıkmış “Chenchen Tarihi: 40 Yıllık Mucize” adlı kitabı kelime kelime bana ezberletecekler ve tam iki yıl sonra valinin huzurunda bu kitabı ezberden okuyana kadar bu güzel köşkten dışarıya adım atmama izin vermeyeceklerdi.     

“Chenchen hem çok yönlü eğlence kültürüyle hem de herkese hitap eden zengin doğal güzellikleriyle dünyanın belli başlı turistik şehirlerinden birisi olmaya adaydır. Öyle ki son yıllarda yapılan uluslararası sıralamalarda hızla yükselmiş; Melbörn, Paris, Singapur gibi dünya devleriyle kıran kırana süren puan yarışlarına girmiştir.”

Kitapçığı kapatıp etrafı gözlemlemeye karar verdim. Zaten ineceğim durağa da az kalmıştı. Otobüs durmuş, yeni yolcular biniyordu. Salgın dolayısıyla maske takmış insanların bakılabilecek tek yerleri olan gözlerine ve alınlarına bakıp, tıpkı bir Gestalt psikoloğu gibi yüzlerinin kalanını zihnimde tamamlamaya başladım. Şu çöp bacaklı kızın minicik bir burnu olmalıydı, bunun da dudakları ince bir çanağın kenarı gibiydi herhalde. Şu geniş alınlı kadın, alnı mı genişti yoksa saçları mı seyrelmeye başlamıştı? Peki ya şu yaşlı adamın? Uzamış kaşlarına bakılırsa avurtları çökmüş, teni pörsümüş olmalıydı. Belli bir yaştan sonra kaşların uzaması da doğanın ayrı bir gizemi olsa gerek. Aşağısında kalan gözlere “Kırk yıl baktın baktın bir şey göremedim, kenara çekil de ben halledeyim artık” der gibi uzanıyorlar dünyaya doğru. Ha ha, eller beynin uzantısıysa -kim demişti bunu?- kaşlar da gözün uzantısıdır… Tam bu sırada otobüsün ön kapısından bir ses geldi. Doğuştan kötürüm olmuş benim yaşlarımda bir genç sağındaki ve solundaki tutacaklara yaslanarak merdivenleri tırmanmış, kartını basmış, otobüsün içinde tıpkı tek bacağı kopmuş bir yengeç gibi yalpalayarak ilerliyordu. İçimden bir ses umarım benim yanıma oturmaz diyordu ki özürlülere özgü gizemli bir güçle iç sesimi duydu bu arkadaş, çaprazımdaki iniş kapısının önüne geldi, bir süre kapı tarafına mı otursam diye düşünür gibi yaptı -gizemli gücünü ele vermemek için olsa gerek- ve yanımdaki boş yere, kafasını soktuğu kavanoza vücudunun kalanını da sığdırmak isteyen bir kedi gibi sallanarak oturdu. Oturur oturmaz da konuşmaya başladı. 

“B-b-ba-bakar, b-bak-bakar mısınız? Be-ben-im ad-ad-adım Wa-Wa-Wang Chenhao!” 

Önce görmezden gelmeye çalıştım -çünkü bana değil, tüm otobüse hitap ediyordu veya ben öyle olmasını arzuluyordum-, görmezden gelerek görünmezliğimi koruyacağımı düşünüyordum, ya da soğuk beyefendi duruşumdan ödün vermeyeceğimi.  Üzerimde denizci mavisi bir tişört, altımda belli belirsiz beyaz çizgileri belden paçaya kadar uzanan incecik siyah bir pantolon, gözümde çalıştığım şirketin geçen ay verdiği kuponla aldığım pahalı güneş gözlükleri. Hani bu gözlükleri takınca her şey farklı görünecekti, hani sadece güzel ve mutlu yüzleri görecektim. Hani üzüntü ve sefalet benim kıyılarıma uğramayacaktı! Nereden de gelip beni bulmuştu bu adam. Otobüste bunca boş yer varken, bunca otobüs varken, hatta şehir toplu taşıma araçlarıyla dolup taşıyorken… İstemeye istemeye yüzümü ona çevirdim. Hayır, tüm otobüsle değil, benimle konuşuyordu. Kurbanını seçmiş, planını yapmış, uygulamaya geçmişti. Beyaz maskesi burnundan aşağıya kaymış, mürdüm eriği iriliğindeki dudaklarını açığa çıkarmıştı. Ağzından çıkan buhar günlerdir fırça görmemiş dişlerinin kokusunu suratıma çarpıyordu. Kocaman kafası boynunun üzerinde yalama olmuş vida gibi sallanıyor, elleri ve ayakları amatör bir kuklacının -Gökler bazen böyle sakarlıklar yapabiliyor işte!- eline düşmüş talihsiz bir oyuncağın elleri ve ayakları gibi pırpır ediyorlardı. Ensesinde kendi uzun tırnaklarıyla yapıldığına inandığım iki kızıl cırmık vardı. Burnunun kanatları rüzgârdaki av kokusunu çekip çıkaran dişi aslanlarınkiler gibi oynak, alnındaki olgunlaşmış sivilce -yoksa kafasını bir yere mi çarpmıştı- patlamaya hazır bir yanardağ gibi beklemede, saç tıraşı doğup büyüdüğüm ve yıllar önce terkettiğim köyümün arka sokakları gibi düzensiz, eğri büğrü ve çarpık çurpuk. 

“Buyur Wang Chenhao, senin için ne yapabilirim?”

Gözleri daha da açılmış, umulmadık bir anda çalılıkların arasında karşısına çıkmış leziz bir ceylan yavrusuna kuşkuyla yaklaşan bir aslan gibi beni tepeden tırnağa süzmüştü. Böylesi nazik yanıtlara alışık olmadığını tahmin edebiliyordum, tahmin edemediğim şey benimle ne yapacağıydı. Şimdi tüccar gözüyle malını gözden geçirme sırası ondaydı. Beni ölçüp biçiyor, tartıyor, kalıplara yerleştirip şekilden şekle sokuyordu. Ya da ben, basit düşünmeyi hayattan yenen kazık, güzel yaşama yapılacak bir ihanet olarak gören ben, böyle düşünmekten kötücül bir zevk alıyordum. Ah ne kolay olurdu hayatım kim bilir, bir kere de sıradan insanların sıradan düşüncelerinin gücüne inanabilsem, süssüzlüğün ve sadeliğin hayatın gerçek sırrına vakıf olmada en önemli ilkeler olduğuna inanabilsem, bu inancı insanlarla kurduğum ilişkilerde temel haline getirebilsem. Yok ama, kuyruğunu kovalamaktan bıkmayan kedi yavrusu gibi eğitimli olmanın getirdiği bu zehirli çukura kafamı bir kere sokmuşum, ömrümün sonuna kadar da kurtaramayacağım kendimi… Hep mağrur, hep başkalarına karşı burnu havada, zaaflarını saklamak için bin kat giysinin altında her daim buram buram terleyen bir züppe. Oysa karşımdaki adam çırılçıplak, neyse o, kaybedecek bir şeyi yok çünkü, varı yoğu üzerinde, içi dışı bir, ağzından çıkan sözle beyninin kıvrımlarında oluşan söz bire bir aynı. İşin en ilginç yanı ise benim kendimi kendime şikâyet etme kıvamına gelmem için bu adamın varlığına muhtaç olmamdı. Bir kral ancak bir köylüye bakıp, kendisiyle köylü arasında neredeyse hiçbir farkın olmadığını kendi çıplak gözleriyle gördüğünde ezebilirdi içindeki mağrur tavırları.

Kendime biraz daha çeki düzen verircesine belimi hafifçe çevirip yüzümü ona doğru döndürüyorum. Tüm dikkatim sende, ilk başta gösterdiğim ilgisizliğimden dolayı kusura bakma dememin başka bir yöntemi bu. Chenhao ise gayet sakin, bir sonraki hamlesinden gayet emin, aşırı düşünmekle malul aklımın sakinleşmesini beklediği her halinden belli. Elini karnına götürüyor. Ameliyat izini, insülin pompasını ya da kocaman kara bir deliği gösterecek ve benden para isteyecek gibisinden hangi anının tortusu olduğunu şimdi bile çıkarsayamadığım bir düşünce doluyor zihnime. Oysa adamcağız, bol tişörtünün kıvrımlarının altında kalmış ufak çantasını açmaya çalışıyordu. Artık göreceğim şeyden emindim. Ya üzerinde hastane masraflarını gösteren bir faturayı gösterecekti bana ya da dolu plastik bir poşeti.  

“B-be-be-ben bu-bu-bunları s-s-s-sat-satı-satıyorum!” 

Konuşurken ağzı bir sağa bir sola doğru gerilmiş, gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi irileşmiş, yanakları küçük bir balığın dudakları gibi şişip sönmüştü. Diğerine göre daha sağlam olan elinde beyaz bir paket, paketin içinde 10 tane olduklarını tahmin ettiğim tükenmez kalemler vardı. Dilenci değildi, kimsenin merhametine muhtaç değildi, kendisini acındırmak gibi bir derdi de yoktu. Karnını doyurmak için tükenmez kalem satan ve büyük bir olasılıkla özürlü olduğu için daha iyi bir iş imkânı elde edememiş bir adamcağızdı. Chenchen şehrinin broşürlerinde kendisine asla yer bulamayacak bir arıza, gülümsemesiyle milyonlarca kadının gönlünü çalmış bir film yıldızının dişlerine yapışmış bir ıspanak parçası, dünyanın en güzel kadınının gözündeki kuru çapaktı. Yüzümün kızardığını, otobüsün içindeki serin havaya rağmen boynumdan çeneme doğru yükselen sarı alevlerin kulak memelerimi ağır ağır ısıttığını hissedebiliyordum. Karşımdaki adamın, benim içimde devrilip derme çatma bir halde yeniden inşa edilen saraydan haberi yoktu tabii ki. O, en samimi haliyle, kocaman gözlerini bana dikmiş vereceğim olumlu yanıtı bekliyordu.  

“Olur Chenhao” dedim kendimin bile zor duyabileceğim bir sesle. Gereksiz de olsa adını tekrar etmek yapmakta olduğum eylemi ahlaki bir zeminden alıp gündelik ihtiyaç zeminine oturttuğu için hoşuma gidiyordu. Zaten kulağımdaki uğultu, etrafımdakilerin hangi anlam öbeğine çekeceğimi bilemediğim bakışları -Cıkcıklıyorlar mıydı yoksa takdir mi ediyorlardı?-, trafikte sıkışan otobüsün bir durup bir kalkması -Hani az kalmıştı varacağım durağa?- sabahleyin evden çıkarken özgüvenle dolup taşan sesimi kısmış, boğazımda zor zamanlar için sakladığım coşkuyu tüyleri yolunmuş bir horoza çevirmişti. Bu kırık dökük halimle elimi cebime götürdüm, telefonumu çıkardım. 

“Ben mi tarayacağım yoksa sen mi tarayacaksın?”

Bu soruyu sorarken olumsuz bir yanıtla karşılaşacağımı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Öyle ya, dilencisinden seyyar satıcısına kadar herkes bırakmıştı kâğıt para kullanmayı bu ülkede. Sokakta keman çalan da tatlı patates satan da kare kodlarını koyuyorlardı görünen bir yere, gelen geçenler kodu tarayıp para göndersinler diye. Pahalı lokantaların önünde dilenen karnı aç, beli bükük, suratları kirli,  ayakları terlikli yaşlıların, memleketinden getirdiği meyveleri kamyonetin arkasından satan Mao kasketli köylülerin ve av bekleyen kurtlar gibi tapınakların önlerindeki ağaçların altında pusuya yatan falcıların boyunlarına astıkları PVC kaplı kodlar -Bir tarafı Weixin, diğer tarafı Zhifubao- o kadar hayatın parçası haline geldi ki ben de dahil kimsenin aklına gelmiyor onlarsız bir hayat. Kâğıt paranın hâlâ kullanıldığını ancak kâğıt parayı kabul etmeyen bir dükkânın haberi internete düştüğünde anımsıyoruz artık. Bazen de dışarı çıkmadan önce eve su ısmarlayıp çıkarken kapının önüne bıraktığımız  damacanın altına koymak için… Oysa bu sefer, daha öncekilerin aksine, uzun zamandır gelmeyen yüksek bir dalgayla karşı karşıyaydım. Cebinden çıkardığı bir tomar kâğıt parayı -beş ve on Yuanlıklar- bana gösterirken yüzünde özür dileyen, “zaten yeteri kadar zahmet verdim, bir de kare kodun yokluğuyla…” diyen bir ifade vardı. Otobüste kalem satıyor olması, gereğinden yüksek bir sesle konuşuyor olması ya da yanına oturduğu yolcuyu kendi derdiyle rahatsız etmesi değildi onu mahcup eden. Kare Kodunun olmaması, bu eksiklikle beni zor durumda bırakmış olmasıydı. 

“İyi ama bende de para yok. Var mı acaba, dur bir bakayım tekrar. Sanmıyorum ama!”

Ellerimle ceplerimi yokluyorum. O ise gözleriyle ellerimi izlemekle meşgul, kedinin tavandaki sineği izlemesi gibi takip ediyor parmaklarımın hareketlerini. Elinden gelse sadece göz bebeklerini değil, kulaklarını da oynatacak elimin çıkardığı hışırtıları tüm frekanslarıyla duyabilmek için. Ben ise nasıl olup da kendimi böylesi sıkıntılı bir durumun içine düşürdüğümü düşünüyorum. Bir iyilik yapmaya niyetlenip de yapamamanın, karşındakine yalancı umut vermiş olmanın, en kötüsü de otobüsteki diğer yolcuların benim hakkımda düşündüklerinin yoğun sıkıntısı bastırıyor hızlı hızlı inip kalkan göğsümün ortasına. Bir an önce ineceğim durağa varma ve otobüsten inme arzusu ısınan süt gibi kabarıyor içimde. Lanet olası otobüs ilerlemiyor ki… Az önce okuduğum broşürü tırnaklarımla mıncık mıncık parçalayıp otobüs şoförünün başından aşağıya boca etmek gibi sapıkça bir arzu beliriyor umarsızlıktan ne yöne kaçacağını, ne ile oyalanacağını bilemeyen zihnimde. 

“Yok bak, tüm ceplerimi kontrol ettim”

Arkamdaki yaşlı kadın anlayamadığım bir şeyler mırıldanıyor. Mandarin değil, Kantonca söyleniyor. Kapı tarafındaki adam da ona bağırıyor ama nedense adam Mandarin konuşuyor. Aralarında elektronik para hakkında daha önce defalarca işittiğim türden bir tartışmaya girişiyorlar. Kadın biraz aksanlı da olsa Mandarini çok iyi konuşuyor.

“Kimse de kâğıt para yok artık. Varsa yoksa telefonlardaki kodlar. Geçenlerde torunuma 100 Yuan verdim, bu ne der gibi bön bön suratıma baktı. ‘Ya nine kim taşıyacak parayı, Weixin’den gönder’ demesin mi? Ben çocukken dedem bana değil 100 Yuan, 1 Yuan verecekti, banknotu alnıma yapıştırıp günlerce sokakta o şekilde gezerdim.”

“Çok ağır bir şeymiş gibi bir de üşeniyorlar. Paraya hayır demiyorlar ama elektronik olmayanına hayır diyorlar. Bir şey telefona girmiyorsa değersiz artık, devir öyle bir devir.”

“Ağır ağır ama ağır olmasının faydası yok mu? Ne harcadığını biliyorsun, dikkatli harcıyorsun, cüzdanın kalınken dik, incelince iki büklüm yürüyorsun. Elektronik para öyle mi? Bip bip bip… gidiyor paracıklar, ruhun hissetmiyor bile.”

“Evet, evet, eskiden para harcamanın bir değeri, kendine has bir ağırlığı, harcayan kişinin tavırlarına ve hareketlerine yansıyan bir ciddiyeti olurdu. Şimdi varsa yoksa bip bip bip, uçtu mangırlar. Hoplayıp zıplayıp karşı tarafın kasasına giriyor, ne kaçanı görebiliyorsun ne geri geleni. Keşke harcandığı kadar kolay kazanılsa bu meret ama nerede… Torunların anlamaması normal de koca koca yetişkinler de bîhaber gibiler durumdan.”

Ben bir yandan yaşlı yolcuların bu eğlenceli konuşmasını dinlerken bir yandan da Chenhao’ya, ona karşı mahcup olduğumu, elimden bir şey gelmediğini, böyle bir durumda yapılacak bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyordum. O ise aslında kare kodunun olduğunu ama süresi dolduğu için kullanamadığını anlatmaya çalışıyordu. Chenhao ile aramızda o âna kadar adını koyamadığım diyalektik bir kavga yaşanıyordu. O uçurumun kenarında, bir eliyle kayanın ucuna tutunmuş bir halde kurtarılmayı beklerken ben çıkageliyorum ama ona doğru uzattığım kolum sandığımdan kısa olduğu için varlığım hiçbir işe yaramıyor. Ona yardım edememenin verdiği mahcubiyetle kendime kaçacak delik ararken o bana acımaya başlıyor. İçinden “Zavallı adam. Eğer bana yardım edemezse hayatı boyunca bu ânı defalarca yaşamak zorunda kalacak. Kollarını kısa yaratan Tanrı’dan, yanında bir ip ya da sopa taşımasını gereksiz hale getiren modern hayattan, aslında hiçbir suçu olmadığı halde karnına bir sancı halinde inen vicdanından nefret edecek.” O böyle düşünüyor mu bilmiyorum ama benim dur durak bilmeyen zihnim sınırsız bir kısır döngünün sarmalına kendini kaptırmak üzere olduğunu o anda fark ediyor. Ve tam bu sırada gözümün ucuyla otobüsün benim ineceğim durağa yanaştığını görüyorum. 

“Müsaade edersen şimdi ineceğim.”

Onun bacaklarını kısıp bana yol vermesini beklemeden önünden geçiyorum ve az sonra açılacak kapının ağzında beklemeye başlıyorum. Bu sırada arkamdan o aynı boğuk sesi duyuyorum. 

“B-b-ben de b-bu du-du-rak-durakta ine-ine-inec- ineceğim.”

Dönüp bakıyorum; maskesini yüzüne çekmiş, içinden “Benden kolay kolay kurtulamayacaksın, seni gidi yeniyetme Chenchen bebesi!” derken kıs kıs güldüğünden midir nedir gözleri bir fermuar gibi kapanmış, alnı dışarıdan vuran güneş ışığıyla yaz ikindilerinin sakin göl yüzeyleri gibi parlamıştı. Kapının yanında oturan adamla, otobüsün diğer tarafında oturan kadın konuşmalarına biz hiç yokmuşuz, bu adam derdini hiç ifade etmemiş, kare kod yoksunluğu hiç konuşulmamış gibi muhabbetlerine devam ediyorlardı. 

“İki tür insan vardır, bunu baştan bellemek lazım. Toplumsal yaşamın var olan yazılı kurallara uyularak işleyeceğine inanmış, hayata kanunlar ve kitaplar açısından bakan, ötesini göremeyen, görmek istemeyen, aksini iddia edenleri ahlaksızlıkla suçlayanlar ve toplumsal yaşamı yazılı olmayan kişisel ilişkiler üzerine inşa eden ve mecbur kalmadıkça kitabi emirlere yaklaşmayanlar. Ben hep ikinci gruba dâhil oldum. Kurallar zayıflar içindir. Hayatı yaşayanlar tuttuğunu koparanlardır. Mızmızlanmayan, hakkını kimsede bırakmayan, söke söke istediğini elde edenler…” 

Bu son uzun nutuk karşısında kadın sus pus olmuş, oturduğu koltuğun içine doğru bir göktaşı  gibi gömülmüş,  memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle gözlerini belemiş, otobüsün tavanında odaklanacak bir nokta arıyordu. Belki de  konuşmanın nasıl olup da kare koddan bu noktaya geldiğini düşünüyordu. Torunlarının dedikodusunu yapmayacaksa ne anlamı vardı boşu boşuna laklak etmenin bu yabancıyla, değil mi? En iyisi susmaktı bu durumda, susup dinlemek, dinliyormuş gibi yapmak, inene kadar sabretmek. Yaşlandığı zaman bile değişmeyen erkek milletinin bitmez tükenmez bilgiç tavırlarına sabretmekten başka ne kalıyordu kadın milletine şu hayatta! Ne yapıp edip konuyu en iyi bildikleri noktaya bağlamayı başarıyorlardı ya! En azından bu noktada takdiri hak ediyorlardı… Kadın böyle düşünmüyordu büyük olasılıkla, ama düşünseydi beni çok mutlu edecekti sanırım. Zekâsıyla övünen ve ulu orta her yerde zihninin kıvılcımlarıyla yangın çıkarmak isteyen tek kişi bağıra bağıra başarı dersi veren yaşlı adam değildi demek ki! 

Kafam bir anlığına bu düşüncelerle meşgulken kapı açıldı, otobüsün nerede olduklarını çıkaramadığım hoparlörleri vardığımız durağın adını birkaç kez tekrar etti. Ben basamaklardan aşağıya inerken gözlerimin kenarıyla elimden geldiğince arkam sıra yürüyen Chenhao’yı takip ettim. Anlam veremediğim bir hafiflik var gövdemde. Bundan sonra hiçbir şey olamaz diyorum içimden adeta. Ayaklarım kaldırımın taşına basar basmaz arkama dönüp “Ben bu tarafa gideceğim, biraz acelem var.” diyorum. İçimde duyduğum hafiflik yüzüme de yansımıştır mutlaka, onun bu durumun farkında olup olmadığından ise emin değilim. Benim uzaklaşacağıma, onu kaldırımın ortasında yalnız bırakıp gideceğime şaşırmış görünüyor.  “İyi ama Chenhao kardeş, on beş dakika öncesine kadar tanışmamıştık bile. Aynı sabah aynı yöne gitmiyor olabilirdik, aynı otobüse binmemiş olabilirdik, sen yanıma oturmamış olabilirdin. Her şey asla izah edemeyeceğimiz ama geri dönüp değiştirme imkânımız da olmadığı için kader deyip geçiştirdiğimiz birer rastlantılar silsilesinden ibaret. ” diyorum içimden. Daha önce çeşitli vesilelerle aklımdan geçirdiğim çıkarımlar bunlar, güzel bir kadın gördüğümde ya da benden az çalışıp çok daha fazla para kazanan birisiyle tanıştığımda bağırlarına sığındığım avuntular. Karşımdaki adamın aklımdan geçen bu harc-ı alem düşüncelerden bîhaber olduğu, eliyle karnını gösterip “Açım abi, çok açım!” demesiyle apaçık ortaya seriliyor. 

“İşte sana ikinci şans yeni yetme Chenchen bebesi, bu şehri cennete de cehenneme de çevirmek senin elinde. Hadi bakalım!” diyor kulaklarımı esir almış o kadim uğultu. Sıkışan trafiğe kızıp kornaya abanan şoförler, kucağında bebeğiyle yanımdan geçen genç anneler, ellerinde paketlerle sağa sola koşuşturan motokuryeler, kablosuz kulaklıklarından dolayı kendi kendilerine konuşuyormuş gibi görünen genç kızlar… Tüm şehir nefesini tutmuş beni bekliyor o anda, benim doğru olanı yapmamı bekliyor.  Etrafa bakıyorum. Köşedeki fastfood lokantası gözüme çarpıyor. “Gel benimle” diyorum Chenhao’ya ikinci bir düşüncenin yolumu kesmesine izin vermeden. Ağır adımlarla, tıpkı bir su damlasının yemyeşil bir yaprak üzerinde derin izler bırakarak ilerlemesi gibi yürüyoruz. Girişteki otomatik ekrandan ona büyük bir burger ve içecek alıyorum. Kendime de kahve ve youtiao. Kare kodumu taratıp ödemeyi yapıyorum. Birlikte oturuyoruz karşı karşıya. Az da olsa konuşuyoruz, az da olsa gülümsüyoruz, kısa bir süre birbirimize arkadaşlık ediyoruz. O beni duymuyor ama ben ona en sessiz halimle defalarca teşekkür ediyorum; kimseye bağlanmamayı erdem saymaya şartlanmış bana iyi bir ders verdiği, benim Chenchen’de değil de Chenchen’in benim içimde yaşadığını bana bir kere daha anımsattığı ama en çok da dünya var olduğundan beri akan ve bir türlü tükenmeyen yeraltı ırmaklarından getirilmiş bir avuç berrak suyu ruhuma serpip beni serinletttiği için...


Ali Rıza Arıcan - 9 Ocak 2022, Shenzhen


* Yeni bir şehir, yeni bir iş, yeni arkadaşlar derken neredeyse bir yıldır yazamadım. Bu öykü bir çeşit şeytanın bacağını kırma, bir nevi ısınma eylemi benim için. Shenzhen'de geçirdiğim altı ayın sonunda iyi kötü bir düzene kavuştum diyebilirim, gün içinde yazabileceğim vakitleri ve mekânları belirledim. Bundan sonrasının daha kolay olacağını düşünüyorum. Tabii, zaman en iyi yargıçtır. Bekleyip göreceğiz.