Bu Blogda Ara

28 Ocak 2013

Aşk Bir Yanılgıdır (Çeviri Öykü)

                          

Eşine az rastlanır, klas bir entelektüelim ben… Beynim bir dinamo kadar güçlü, aklım bir kimyacının ölçüm aletleri kadar hassas, düşüncelerim bir cerrahın neşteri kadar keskin. Düşünün bir kere, düşünün! Sadece 18 yaşındayım! Önümde nasıl parlak bir geleceğin olduğunu varın bir de siz hayal ediverin!

Benim gibi genç birisinin bu derece muhteşem bir zekâsının olması nadir görülen bir şeydir. Örneğin, Minnesota Üniversitesi’ndeki oda arkadaşım olan Peter Burch’ü ele alalım. Aynı yaştayız, aynı okuldayız, neredeyse aynı geçmişi paylaşıyoruz ama o bir öküz kadar salak. İyi bir çocuk, tamam ama bundan fazlası yok.

Bir öğlen vakti Peter’ı yatağının üzerinde uzanmış halde buldum. Apandisiti azmış gibi böğürüyordu acı acı.

“Kımıldama” dedim. “Sakın kas gevşetici alma. Hemen bir doktor getireceğim.”

“Rakun” diye mırıldandı belli belirsiz.

“Rakun” dedim ben de ilk heyecanımı yitirerek.

“Ben bir rakun kürk manto istiyorum.” diye zırladı.

O anda anladım, Peter’ın derdi fiziksel değil, zihinsel.  “Peki neden istiyorsun bu kürk mantoyu?”

“Okuldaki tüm kodamanlar rakun kürk manto giyiyorlar, senin haberin yok mu? Nerelerde sürtüyorsun sen?”

 “Kütüphanedeydim” dedim, kodamanların pek uğramadığı bir yer olduğunu ima eden alaycı bir ses tonuyla.

Yatağından fırladı ve odanın içinde volta atmaya başladı. “Bir rakun kürk mantosu edinmem gerek” diye haykırdı ağlamaklı bir sesle.  “Mutlaka, bulmalıyım bir yerden.”

Dedim “Peter, neden bir rakun kürk manto istiyorsun? Mantıklı düşün bi’kere! Kürk mantoları pistir, tüylerini döker, iğrenç kokarlar. Bir de çok ağırdırlar. Hatta …”

“Beni anlamıyorsun” diye böldü lafımı. “Bu sahip olunması gereken bir şey… Bir rakun kürk manto için her şeyi verebilirim. Her şeyi!!!”

Beynim, o hassas alet, bir anda çarklarını döndürmeye başladı. “Her şeyi mi?” diye sordum heyecanla.

“Her şeyiii” dedi titreyerek.  

Elimi çeneme götürdüm, biliyordum ben bir rakun kürk mantoyu nereden bulacağımı. Babamın ünversite yıllarından kalma bir mantosu vardı ve yanlış hatırlamıyorsam evin arkasındaki depoda, eski bir sandıkta saklıyorduk.  Ayrıca Petey’de de benim sahip olmak istediğim bir şey vardı. Tam olarak sahipti denilemez ama en azından birinci elden o hak iddia edebilirdi. Demek istediğim şey, Petey’in son zamanlarda takıldığı kız, Polly Espy…

Hukuk Fakültesinde ilk yılım. Birkaç yıl sonra avukatlık yapıyor olacağım. Çok iyi biliyorum ki iyi bir avukatın kariyerinde eşinin nitelikleri hayati derecede önemlidir. Şimdiye kadar tanıdığım hemen hemen tüm avukatların istisnasız hepsinin güzel, zarif ve zeki eşleri vardı. Bu özelliklerden birisi hariç, Polly hepsine sahipti. Polly güzel ve zarif bir kız ama zekayla arası pek iyi değil. Hatta, Polly’nin ters yönde gittiğini bile söyleyebilirim. Ama umuyorum ki benim desteğimle bu eksikliğini kısa sürede kapatacaktır. Her ne olursa olsun, bu iş denemeye değer. Sonuç olarak, güzel ve aptal bir kızı zeki yapmak, çirkin bir kızı güzel yapmaktan daha kolay.

“Petey” diye seslendim. “Sen Polly Espy’e aşık mısın?”

“Polly iyi bir kız” diye yanıtladı “ama bilemiyorum aramızdakine aşk diyebilir miyiz. Neden sordun?”

 “Yani” dedim merakımı gizlemeye çalışarak, “aranızda adı konmuş bir gönül ilişkisi var mı? Ya da onun gibi bir şey.”

 “Yok canım, sık sık görüşüyoruz ama arada sırada ikimiz de başkalarıyla da buluşuyoruz. Neden sordun ki?”

“Acaba” diye sordum, “özel ilgi duyduğu başka bir erkek var mıdır?”

“Bildiğim kadarıyla yok. Neden soruyorsun?”

 Memnuniyetle gülümsedim. “Yani, eğer sen ondan vaz geçersen, Polly yeni bir ilişkiye açık olacak, değil mi?”

“Herhalde öyle olur. Nereye varmak istiyorsun sen, çıkar artık ağzındaki şu baklayı!”

“Hiiiiiiiiç” dedim masumca ve yerimden kalktım, dolaptan çantamı aldım.  

“Nereye gidiyorsun” diye sordu Petey.

“Hafta sonu için eve gidiyorum.” dedim, birkaç eşya attım çantama.

Pazartesi sabahı geri döndüğümde Petey’i karşıma aldım ve “bak” dedim, bir yandan da çantamdaki kocaman, kıllı, eşek ölüsü gibi ağır kürk mantoyu çıkarırken. Bu mantoyu babam 1925’te araba yarışlarına giderken giymişti.

“Aman Tanrım” diye haykırdı Petey. Önce ellerini, sonra da yüzünü daldırdı mantonun tüylü yüzeyine.

“Aman Tanrım”, “Aman Tanrım”, “Aman Tanrım”… diye tekrar etti, belki on beş defa.

“İster misin?” diye sordum, nabzını tutmak istercesine. Parmaklarının arasında kavradığı kürk mantonun yağlı tüylerini daha bir sıkarak gözlerimin içine baktı ve “Ne istiyorsun bunun için?” dedi.

Tereddütsüz açtım ağzımı, “Senin kızını!”

İğrenç bir şeyi bedeninden uzaklaştırmak istiyormuş gibi savurdu mantoyu. “Asla” diye bağırdı.

Yakındaki bir sandalyeye oturdum ve kitap okuyormuş gibi yaptım. Gözümün kenarıyla da zavallı Petey’i izlemeye devam ettim. Kararsızlık yıkmıştı onu. Önce, kasabın vitrinine bakan kedi gibi süzdü mantoyu, öyle aç, öyle muhtaç. Sonra, yüzünü çevirdi ve küstah bir tavırla arkasını döndü. Birkaç saniye geçti ve tekrar döndü mantoya doğru. Sonra kendine bu sefer daha çok kızmış olacak ki bir daha çevirdi başını öteki tarafa doğru. İleri geri başı oynadı böyle birkaç defa ama arzunun zaferini ilan etmesi çok uzun sürmedi. Sonunda, çılgına dönmüş şehvetli gözlerini dikti mantoya.

“Zaten Polly’e aşık değilim. Ciddi bir ilişkimiz de yok.”

“Bir denesene mantoyu” dedim sinsice.

Tuzağa düştü. Kürk manto kulaklarından yukarı süzüldü ve bir anda ayaklarına doğru düştü. Petey bir anda rakun cesetlerinden yapılma bir tepeciğe benzedi.

“Bana uydu.” dedi gülümseyerek. Ben sandalyemden kalktım.

“Anlaştık mı?” dedim elimi uzatırken.

Uzun uzun yutkundu.

“Anlaştık” dedi ve sıktı elimi.

Polly’yle bir sonraki günün akşamı buluştuk. Bu biraz da benim onu tanıma planımın bir parçasıydı. Sadece onu istediğim standartlara yükselebilmem için ne kadar çalışmam gerektiğini bilmek istiyordum…

O akşam ağrıyan bir yürekle gittim eve. Meğer, aşırı derecede hafife almışım Polly’nin durumunun vehametini. Bu kızın cehaleti korkutucu derecedeydi. Ona sadece temel bilgileri vermek ve onu bu şekilde istediğim standartların düzeyine çıkarmak yeterli olamazdı. Her şeyden önce ona düşünmeyi öğretmeliydim.  Bu tek başına ele alınsa bile dev bir projeydi. Bir ara onu Petey’e geri vermeyi bile düşündüm. Ama sonra fiziksel cazibesini, odaya girdiğinde içeriye onunla birlikte giren dişil havayı, çatalı ve bıçağı kullanırken masaya yayılan zerafetini düşündüm. Bütün bunlar için değerdi çaba sarfetmeye.

Ona bir mantık dersi vermeye karar verdim. Her şeyden önce ona doğru düşünmeyi öğretecektim. Bir sonraki buluşmamız için onu aldığımda Polly’e derdimi anlattım. “Bak” dedim, “bu akşam kampüsteki öğrencilerin buluşma yeri olan Knoll’a gideceğiz ve konuşacağız.”

Akşamleyin buluştuk, yaşlı bir meşe ağacının altında oturduk. Güzel gözlerini gözlerime dikmiş, beklenti içinde süzüyordu beni.

“Ne hakkında konuşacağız?” diye sordu.

“Mantık” dedim.

Bir dakikalığına sessizce düşündü ve sonunda teklifim hoşuna gitmiş olacak ki “Ay harikaaa!” dedi gülümseyerek.

“Mantık” dedim bir yandan boğazımı temizleyerek, “doğru düşünme sanatıdır. Düşünmeyi öğrenmeden önce insanların düşünürken ya da konuşurken farkına varmadan yaptıkları mantıksal yanılgıları tanımalıyız. İşte bu yanılgılardan bahsedeceğiz şimdi."

“Ayy çok heyecanlandım” dedi Polly, sevinçten ellerini çırparak.

Ben biraz ürktüm onun bu aşırı tepkisinden ama cesaretimi toparlayıp devam ettim.

“Öncelikle Dicto Simpliciter ile başlayalım.”

“Yani?” diye sordu bir yandan da gözlerini heyecanla açıp kapayarak.

“Dicto Simpliciter koşullara uymayan durumları da genelleştirmeye dahil etmek demektir. Örneğin, egzersiz iyidir dolayısıyla herkes egzersiz yapmalıdır.“

“Aynen katılıyorum.” dedi Polly tüm samimiyetiyle. “Yani egzersiz harikadır, insan bedenini geliştirir, kasları güçlendirir.”

“Polly” dedim nazikçe, “bu argüman bir yanılgıdır”. “Egzersiz iyidir ifadesi bir çeşit koşullara uymayan genelleştirmedir. Örneğin, bir kalp hastalığın varsa, egzersiz senin için iyi olmaz. Pek çok kalp hastası, doktorları tarafından egzersiz yapmamaları hususunda uyarılırlar. Genelleştirmeye uyan koşulları sağlaman gerekir. Böylesi bir durumda egzersiz genellikle ve insanların çoğunluğu için iyidir diyebilirsin. Yoksa bir Dicto Simpliciter hatası işlemiş olursun. Anlayabildin mi?”

“Hayır” yanıtı utangaçça çıktı Polly’nin dudaklarından. “Ama yine de çok harika bir şey bu, lütfen devam et, devam et!”

“Tamam” dedim. “Bir sonraki adımda “Secundum Quid” adı verilen yanılgıyı inceleyeceğiz. Dikkatlice dinle beni: Sen Fransızca konuşamıyorsun, ben Fransızca konuşamıyorum, Petey Burch Fransızca konuşamıyor. 

Buradan yola çıkarak Minnesota Üniversitesi’nde okuyan hiçbir öğrencinin Fransızca konuşamadığı sonucuna varıyorum.”

“Gerçekten miiii?” diye sordu Polly şaşkınlığını gizlemeden. “Hiçkimse mi?”

Hayal kırıklığımı sakladım.

“Polly, bu bir yanılgı. Genelleştirme çok aceleyle yapıldı. Böylesi bir sonucu destekleyecek yeteri kadar örneğimiz yok elimizde.”

“Başka yanılgılar da biliyor musun?” diye sordu nefesini tutarak. “Bu yanılgıları öğrenmek dans etmekten bile daha heyecanlı.”

İyice umutsuzluğa kapılıyordum. Bu gidişle hiçbir yere varamayacaktık, resmen boşa kürek çekiyordum.

“Bir sonraki Post Hoc. Dinle: Bill’i pikniğe götürmeyelim çünkü ne zaman onu yanımıza alsak yağmur yağıyor.”

“Ben de böyle birisini tanıyorum.” dedi bildiği bir konudan bahsedildiğini anlayan bir öğrenci gibi. “Bizim mahallede Eula Becker adında bir kız vardı. Asla şaşmaz, ne zaman onu pikniğe götürsek…”

“Polly” dedim sözünü yarıda keserek, “bu bir yanılgı. Eula Becker yağmura neden olmuyor. Yağmurla herhangi bir ilişkisi de yok onun pikniğe gelmesinin. Eğer Eula Becker’ı suçlarsan, Post Hoc hatasını işlemiş olursun.”

“Tamam, bir daha asla yapmayacağım, söz veriyorum” dedi özür dileyen gözlerle. “Bana kızgın mısın?”

“Hayır Polly, Sana kızgın değilim.”

“Öyleyse başka yanılgılar da öğret bana.”

Saatime baktım.

“Bence bu gecelik bu kadar yeter, Polly. Şimdi seni evine bırakayım. Sen de yatana kadar bugün üzerinde çalıştığımız konuları baştan sona bir tekrar edersin. Yarın derse kaldığımız yerden devam ederiz.”

Polly’i kızlar yurduna bıraktım. Kapıdan ayrılırken bana süper-harika bir gece geçirdiğini söyledi. Kafamda kara bulutlarla kendi odama geçtim. Petey yatağında boylu boyunca uzanmış, horluyordu. Rakun manto, kıllı bir canavar gibi dikiliyordu yatağın öteki ucunda. Bir anlığına onu uyandırmayı ve Polly’i ona geri vermeyi düşündüm. Görünüşe bakılırsa hevesle başladığım projemin başarısızlıkla sonlanacağı aşikardı. Polly mantık-geçirmez bir beyne sahip ve imkansızdı benim zeka kurşunlarımın ona işlemesi …

Ama sonra tekrar düşündüm. Bir akşamımı boşa harcadım onun için: Bir başka akşamımı da boşa harcayabilirim. Kimbilir? Belki de beyninin guddelerinin bir yerinde, birkaç amber halen alevler saçarak yanıyordur. Tekrar denemeye karar verdim.

Aynı meşe ağacının altında ertesi günün akşamı buluştuk. “Bu gecenin ilk yanılgısı Ad Misericordiam olacak.” dedim.

Heyecanı yüzünden okunuyordu.

“İyi dinle” dedim. “Adamın birisi işe başvuruyor. İşveren ona, işe uygun olan niteliklerini sorduğunda adam şöyle yanıt veriyor: Bir karım ve altı çocuğum var, karım belden altı tutmayan bir felçli, mutfak tam takır kuru bakır, çocukların elbiseleri yırtık pırtık, ayakkabıları delik, yatakları kırık… Evde kömür yok ve kış yaklaşıyor.”

Bir damla gözyaşı ağır ağır süzüldü Polly’nin pembe yanağından çenesine doğru.

“Çok kötü bu, gerçekten çok kötü!” dedi hıçkırıklar eşliğinde.

“Evet, gerçekten çok kötü,” diye destekledim, “ama burada bir argüman yok. Adam işverenin sorduğu soruyu yanıtlamıyor. İşe uyan niteliklerinden söz edeceğine işverenin sempatisini kazanmaya çalışıyor. Böylece Ad Misericordiam adını verdiğimiz yanılgıyı işlemiş oluyor. Anladın mı?”

Polly’ye bir mendil verdim. Bir yandan yaşlı gözlerini silmesini izlerken bir yandan da çığlık atmasını engellemek için hafifçe sarıldım ona.

“Bir sonraki tartışacağımız yanılgının adı” dedim dikkatli bir ses tonuyla, “Falsa Comparatio. İşte örneğimiz: öğrenciler sınav sırasında ders kitaplarına bakabiliyor olmalılar. Sonuçta, cerrahlar ameliyat sırasında röntgen filmlerine bakabiliyorlar, avukatlar ellerindeki belgeleri okuyabiliyorlar, mimarlar önceden yapmış oldukları çizimleri defalarca kontrol edebiliyorlar. Peki neden öğrenciler de sınav esnasında ders kitaplarına bakamasınlar?“

“İşte bu!” dedi Polly büyük bir hevesle. “İşte bu, son yıllarda duyduğum en parlak düşünce.”

“Polly” dedim dikkatlice, “argüman baştan sona yanlış. Doktorlar, avukatlar ve mimarlar öğrendiklerini sınayan sınavlara girmiyorlar ki ellerindeki yardımcı materyalleri alalım. Ama öğrenciler öğrenip öğrenmediklerini sınayan sınavlara giriyorlar. Bu iki durum birbiriyle tamamen alakasız. İkisi arasında benzerlik kuramayız.“

“Ben yine de ilk söylediğinin güzel bir fikir olduğu düşüncesindeyim.” dedi Polly. 

“Çattım yaa!” dedim sadece kendimin duyacağı bir fısıltıyla.

İnatla devam ettim.

“Şimdi de Argumentum Ad Speculum'u inceleyeceğiz."

“Ohh ne hoş!” dedi Polly.

“Dinle: Eğer Madam Curie fotoğraf plağını siyah mineralli taşların arasında unutmasaydı, bugünkü modern bilim halen radyumun varlığından haberdar olmayacaktı.“

“Haklısın, evet” dedi Polly, başıyla tasdik ederek. “Filmi izledin mi? Ben izledim. Acayip etkiledi beni!”

 “Ben yine de bunun bir yanılgı olduğunu söyleyeyim, Pollyciğim. Belki Madam Curie radyumu birkaç yıl sonra keşfedecekti. Belki de başka birisi bulacaktı radyumu. Pek çok hayal edemeyeceğimiz şey olacaktı, kim bilir. Doğru olmayan bir hipotezle yola çıkıp, doğru sonuçlara varamayız.“

“Son bir şans” dedim içimden. Son bir şans. Her insanın sabrının tükendiği bir nokta vardır sonuçta.

“Bir sonraki yanılgının adı Ad Hominem“

“Ne kadar tatlı!” dedi çağlayarak akan bir ırmak gibi.

“İki adam bir kalabalığın önünde ciddi bir konu hakkında tartışıyor. Birincisi ayağa kalkıyor ve rakibini işaret ederek seyirciye şunları söylüyor: ‘Bu adam arlanmaz bir yalancıdır, onun söyleyeceği sözlerin tek bir tanesine bile inanamayız.’ Şimdi Polly, iyi düşün. Burada yanlış olan şey ne?”

Büyük bir dikkatle yüzünü izledim. Hilal kaşı, zihninin soruya yoğunlaşmasıyla şekilden şekile giriyordu. Birdenbire, daha önce görmediğim türden bir zeka alevi belirdi gözlerinde.

“Ama bu adil değil” dedi kendinden emin bir ses tonuyla. “Bu hiç mi hiç adil değil. İkinci adamın ne şansı kalır ki birincisi onu yalancı ve güvenilmez diye yaftalarsa?”

“Evet!” diye haykırdım övünçle. “Yüzde yüz haklısın. Adil değil, birinci adam, diğeri daha su içmeye bile yeltenmemişken kuyuya zehir attı ve içilmez hale getirdi suyu. Polly, seninle gurur duyuyorum.”

“Daha yeni başlıyorum!” dedi Polly elini havada sallayarak.

Polly’nin tam bir salak olmadığını öğrenmiş olmanın verdiği heyecanla çalışmaya devam ettim. O ana kadar öğrendiğimiz şeyleri birer birer tekrar ettim, örnekler verdim, hataları açıkladım ve çıkan sonuçları kafasına adeta çaktım. Bu ilk başta, umutsuzca yapılan bir tünel kazma işine benziyordu. Sadece emek, ter ve karanlık vardı. Işığa ne zaman ulaşacağımıza dair en ufak bir fikrim yoktu, hatta ışığa ulaşıp ulaşmayacağımızdan bile emin değildim.

Ama ısrar ettim. Çalıştım, çabaladım, etimle tırnağımla yırttım tünelin duvarlarını ve sonunda başardım. Sonunda bir ışık tayfına rastlayabildim. Sonrasında bu tayf büyüdükçe büyüdü; tayf hüzmeye, hüzme ışığa, ışık güneşe dönüştü. Ve her şey ışığa bulandı. Polly’den bir mantıkçı çıkardım. Ona doğru bir yöntemle düşünmeyi öğretebildim.

İşim bitmişti. Sonunda beni hak edecek kıvama gelmişti Polly. Artık benim eşim olabilecek zekaya ve derinliğe sahipti. Malikanelerimden sorumlu olacak bir hayat arkadaşı, çocuklarıma bakacak bir anne olabilecekti. Tabii bu düşüncelerin yanında aşkı da hesaba katmak gerek. Bir sonraki görüşmemizde ona duygularımı açmaya karar verdim. İlişkimizi akademikten romantiğe dönüştürmenin zamanı gelmişti.

“Polly” dedim aşkımızın tek şahidi olan meşe ağacının dibinde tekrar buluştuğumuzda, “Bu gece yanılgıları konuşmayacağız.”

“Ohh, neden?” diye söylendi şikayetçi gözlerle.

“Canım” diye girdim söze, yüzüme yayılan gülümsemeyle beraber, “Şimdiye kadar beş akşamı birlikte geçirdik. Çok iyi anlaştığımızı düşünüyorum. İyi bir çift oluşturacağımız aşikâr.”

“Secundum Quid” dedi Polly heyecanla.

“Pardon, anlamadım” dedim şaşkınlıkla.

“Secundum Quid” diye tekrarladı.

“Nasıl oluyor da sadece beş buluşmanın ardından uyumlu bir çift olabileceğimizi çıkarabiliyorsun?”
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Sevgili öğrencim dersini iyi çalışmıştı.

“Aşkım” diye başladım söze bu sefer, sakinleşmesi için elimi elinin üzerine hafifçe dokundurarak. “Beş buluşma yeter de artar. Bir pastanın lezzetli olup olmadığını anlamak için tamamını yemek gerekmez, değil mi?”

“Falsa Comparatio” dedi Polly, ifadeyi yüzüme çarparcasına.  “Ben pasta değilim, genç bir kızım.”

Şaşkınlığımın korkuya dönüşmesine engel olamayarak sessiz bir kahkaha attım. Öğrencim dersini sandığımdan çok daha iyi öğrenmişti. Taktik değiştirmeye karar verdim. Görünen o ki en iyi yöntem basit, güçlü ve doğrudan bir ilan-ı aşk idi. Muhteşem beynim böylesi önemli bir konuda en doğru sözcükleri seçerken, bir süreliğine sessiz kaldım.

“Polly, seni seviyorum. Sen benim için tüm dünyadan daha değerlisin. Gökyüzündeki aydan ve güneşten, uzayın sonsuzluğundaki galaksilerden çok daha önemlisin. Lütfen, aşkım! Birlikte olacağımızı söyle. Çünkü eğer söylemezsen hayat benim için anlamını yitirecek. Bir hiç olacağım. Yemekten içmekten kesileceğim. Mecnun olup çöllere düşeceğim, meczup olup sokaklarda sürteceğim. “

“İşte bu” dedim içimden, “bu sözcükler de işimi göremezse!”

“Ad Misericordiam” dedi Polly.

Dişlerim gıcırdadı. İçimde dalga dalga yükselen paniği dizginlemem gerektiğini biliyordum. Ne olursa olsun, soğukkanlılığımı korumalıydım.

“Çok güzel, Polly” dedim, zorlama bir sırıtmayla. “Kesinlikle dersini çok iyi öğrenmişsin.”

“Sonuna kadar haklısın.” dedi Polly, kendisinden beklemediğim bir özgüvenle.

“Peki, kim öğretti sana bütün bunları, Polly?”

“Sen öğrettin.”

“Çok doğru. Öyleyse bana bir borcun var demektir, değil mi? Eğer ben öğretmeseydim, sen bunları asla öğrenemeyecektin.”

“Argumentum Ad Speculum” dedi Polly tek bir saniye bile kaybetmeden.

Şakaklarımda biriken ter, çığ olup dalgalar halinde aşağıya inmeye başlamıştı. “Polly,” dedim titrek bir sesle. “Bütün bu öğrendiklerini çok ciddiye almamalısın. Yani bunlar okulda öğretilen ucuz şeyler, gerçek hayatta pek bir yarar bekleyemezsin bu tarz kazanımlardan.”

“Dicto Simpliciter” dedi ve zıpladı olduğu yerde, hatamı bulmuş olmanın heyecanıyla. Bir de parmağını yaramaz bir çocuğu azarlıyormuş gibi yüzüme doğru sallıyordu ki bu şimdiye kadar olanların içinde en kötüsüydü.

Bu hareket sonuncusu olmuştu artık. Ayağa kalktım ve hedefine kilitlenmiş bir boğa gibi yönelttim sorumu.

“Benimle birlikte olacak mısın olmayacak mısın?”

“Ol-ma-ya-ca-ğım!”

“Ne-den?”

“Çünkü bugün öğleden sonra Petey Burch’a söz verdim. Onunla birlikte olacağım.”

İhaneti ağır ağır sindiriyordum, usulca geriye yaslandım. Arkamdan vurulmuştum. “Bana söz verdikten sonra, elimi sıktıktan sonra, benimle anlaştıktan sonra nasıl olur da Polly’ye tekrar teklif eder!!!”

“Pis sıçan” diye inledim, içimdeki tüm kini ve intikam hırsını kusarak.

“Onunla birlikte olamazsın, Polly. Yalancının teki o, tam bir üçkâğıtçı, alçak bir sıçan”

“Ad Hominem” dedi ve ekledi Polly; “Lütfen bağırmayı kes. Bana kalırsa bağırmak da bir tür yanılgı olarak adlandırılmalı.”

Bütün irademi toparlayıp, sesimi düzelttim.

“Tamam, tamam “ dedim. “Sen bir mantıkçısın. Soruna mantık yönünden bakalım bir de. Nasıl olur da Petey Burch’ü bana tercih edebilirsin? Bak bir bana – parlak bir öğrenci, yenilmez bir entelektüel, garanti altına alınmış bir gelecek-. Bir de Petey’e bak –zavallı bir asalak, ne istediğini bilmeyen bir serseri, bir sonraki öğününün nereden geleceğini bile bilmeyen bir parazit.- Petey'i bana neden tercih ettiğini izah edebilecek tek bir mantıklı gerekçe gösterebilir misin lütfen?”

“Tabii ki...” dedi Polly tüm açıksözlülüğüyle. “Onun rakun kürk mantosu var.”

Yazan: Max Shulman

Türkçeye çeviren: Ali Rıza Arıcan – 28.01.2013


Çevirenin Notu: Orjinal metinde mantıksal yanılgıların bazıları Latince, bazıları İngilizce olarak yazılmıştı. Metin içi tutarlılığı korumak için ben hepsini Latince yaptım.













26 Ocak 2013

Türkiye'den Mektuplar 24


Ve Türkiye’de ilk eğitim öğretim döneminin sonuna geldik. Nerdeyse iki aydır hiçbir şey yazmadım. Bir “Burun” öyküsü vardı heyecanla başladığım. Öykünün gidişatını ve sonunu biliyor olsam da yazmadım. Yazamadım demiyorum, yazmadım, yazmak istemedim. Hayata adadım kendimi, yaşamayı yeğledim bir süreliğine, yaşamaya ve çalışmaya. Dedim ki kendi kendime, “yazmadan da yaşamak mümkün olmalı, yaşayabildiğine göre bunca insan!”. Saldım kendimi hayatın kollarına ama hayat kendisine geleni kucaklayan bir merhamet abidesi değil ki beni alsın bağrına bassın, sımsıkı sarmalasın, açık kalan yanlarımı örtsün. Ben ona yöneldikçe o benden kaçtı, ben bir adım yaklaştım o adım iki adım uzaklaştı. Derken; yazamadan yaşayamadığımı, kelimelerden uzaklaştıkça iyice pert olduğumu fark ettim. Çünkü ben kendim için yazan –sanki başkaları için yazmak mümkünmüş gibi oldu bu ifade- birisiyim ve yazmadığım zamanı hayata değil, hayatın içinde olmasa da olur denilebilecek şeylere ayırıyorum.

Son iki ayım genelde okulun işleriyle geçti. Yavaş çalışan birisiyim ben, yavaş algılıyorum ve yavaş hareket ediyorum. Elimden geldiğince yaptığım işe yaratıcılık eklemeye, deneyimlerimden ve okuduklarımdan bir şeyler eklemeye çalışıyorum. Gerçi bu pek mümkün olmuyor çünkü hem yaratıcı olmak için gereken boş zaman lüksümüz yok hem de bizden yaratıcı olmamız değil, verilen görevi ne kadar aptalca olsa da yapmamız talep ediliyor. Ne yaratıcı olabiliyorum ne de sıkılarak yaptığım işleri zamanında bitirebiliyorum. Bu yüzden işler hep sarkıyor, bölüm odasından saat 6’dan önce çıkmam için dışarıda önemli bir işim olması gerekiyor. 

Dışarıdaki hayatın varlığı tek başına yetmiyor beni okuldan koparmaya.  İlla bir sorumluluk olacak, söz verilen bir arkadaş, gidilecek bir toplantı, hasta bir akrabayı ziyaret etme zorunluluğu. Sorumluluklar tarafından idare edilmeye alışmışım. Öyle bir saniye oturup, soluklanmaya vakit olmuyor. Bazen okulda, yemekten sonra, hava da güzelse eğer, bahçedeki oturaklara kurulup, üç beş sayfa okuyorum. Bazen de sadece oturuyorum, zayıf güneşin oluşturduğu tayfları izliyorum. Çok canım sıkılırsa da okulun hemen dışındaki sinemanın kafesinde kahve içiyorum.  Yalnız bu boş durmalar ve bir şey yapmamalar pek uzun süremiyor. Mutlaka bir sorumluluk bir yerlerden çıkıp beni buluyor. En kötü olasılıkla okunması gereken ödev kağıtları birikiyor, saçma sapan formları doldurup, aptalca yorumlar yazmak gerekiyor. Öyle ki bazen sabah sekizden akşam beşe kadar tek bir iş yapmıyorum, sadece robot gibi yapılması gerekenleri yapıyorum. Bunun için bulduğum ifade; “O kadar çok iş var ki çalışmaya vakit yok.” Bir çeşit ağaçlardan ormanı görememe hali, kalabalığın içinde insanları görememe durumu…

Okuldaki sorunlar hakkında daha önce de farklı mektuplarda yazmıştım. Bugün onları derli toplu halde yazmak istiyorum. Çalıştığım okulun köklü bir kurum olması vesilesiyle nasıl olup da bu köklülüğün aynı zamanda kalıplaşmış bir takım yanlış uygulamaları beraberinde getirdiğini anlatmaya çalışacağım. Okulda çalışmaya başladığımda ve ilk sözlü uyarımı aldığımda çalıştığım kurumun yaşadığım ülkemin bir yansıması, paralel evrende var olan minyatür hali olduğunu düşünmüştüm. Bu fikre halen sahibim ama biraz daha geliştirdim. Sadece eğitim kurumları değil, kökleşmiş her kurumda aynı zihniyet hakim, aynı başıbozukluk, tembellik, egoizm ve adamsendecilik.

Dün avukat İ ile Taksim’de oturduk, birer bira içtik. Mesleği dolayısıyla karşılaştığı ilginç hikayeleri anlattı bana. Bir tanesi özellikle ilgimi çekti. Evinin yakınındaki bir bakkal, bir sabah vakti üst kattaki komşusunu alıp havaalanına bırakıyor. Komşu da bu iyilik karşısında adama üç-beş lira para veriyor ki benzin parası karşılanmış olsun. Yolda nasıl oluyorsa polis bakkal amcayı durduruyor ve kaçak taksicilik ithamıyla adamın arabasını bağlıyor. Üzerine bir de birkaç bin lira ceza kesiyor. Araba yok, bir de üzerine bakkalın ödeyemeyeceği bir ceza; adamcağız soluğu tanıdığı avukat İ’nin yanında buluyor. Ortada bakkalın taksicilik yaptığına dair tek bir kanıt yok, tamamıyla polisin anlık yargısına dayanıyor tüm uygulama. İş mahkemeye düşüyor ama mahkeme birkaç ay sonunda bu işe kendilerinin bakamayacağına karar veriyor. Mahkeme Ankara’daki sulh mahkemesine aktarılıyor. Orada da bir üç-beş ay bekliyor. Sonra yeni bir karar, orası da bakmıyormuş meğerse… Ne davaya kimin bakacağı belli, ne bakkalın arabasına nasıl kavuşacağı belli… Adam aylardır arabasından mahrum, işlerini yapamıyor ve tüm bunların nedeni bir trafik polisinin mesnetsiz tutanağı. İş tam bir yılan hikâyesine dönüşüyor ve hatta kördüğüm oluyor. İ bile ne yapacağını şaşırmış durumda. Sonunda da ekliyor: Adalet sistemimimiz aslında ülkemizin bir mikro resmi. Ülkede ne kadar yolsuzluk, bencillik, adamsendecilik, kayırmacılık varsa adalet sisteminde de var.

Tıpkı J’nin ikametgah tezkeresi başvurusunda olduğu gibi. Hatayı yapan Bangkok’taki elçilik, ceremesini çeken biziz. Hem mahkeme parasını ödüyorum, hem ödememem gereken bir sürü gereksiz belgenin parasını ödüyorum –yok noterden taahhütname çıkar, yok bankadan paran olduğuna dair döviz belgesi al, yok avukata vekâletname çıkar- hem de bir ton vaktimi/enerjimi saçma sapan işlere ayırmak zorunda kalıyorum.

(Bu döviz belgesi için ayrı bir parantez açmadan edemeyeceğim. Döviz belgesi denilen şey aslında ülkede kalmak isteyen turistlerden istenen, turistin maddi durumunu kanıtlayan bir belge. Üç aylık turist vizesi için 3000 dolarlık döviz belgesi gerekiyor. Yani turistin 3000 doları olmalı ki bu belgeyi alsın. Oysa 3000 dolar hiç kimse için ufak bir meblağ değil. Bu yüzden işin kolayı bulunmuş. Gidiyorsunuz herhangi bir döviz bürosuna ve 3000 dolarlık döviz belgesi alacağım diyorsunuz. Döviz bürosu, sizin 3000 dolarınızın olduğunu farz ediyor ve bu para gerçekten varmış gibi size 3000 dolar bozuyor. Sonra da bozduğu parayı sizden alıp size tekrar dolar veriyor. Yani başlangıçta farazi olarak size verdiği parayı sizden geri alıyor. Para farazi ama işlem farazi değil, işlem gerçek. Dolayısıyla alım ve satım sürecindeki farkları siz ödüyorsunuz. Eğer döviz bürosu 1 doları 1,74 TL’den alıyor ve 1 doları 1,81 TL’den satıyorsa, döviz belgesinin size maliyeti 3000*(1,81-1,74)=210 TL. Ortada hiçbir üretim yok, hiçbir resmi kanıt yok, hiçbir iş yapılmış değil. Sadece sizin turist cebinizden 210 TL uçuyor ve para bir döviz bürosunda kalıyor. 210 TL ile 3000 dolarınızın olduğunu kanıtlıyorsunuz. Böyle bir saçmalık, böyle bir bürokratik geri zekâlılık olabilir mi? Oluyor işte, kimse sesini çıkarmadığı için oluyor.3000 dolarınız yoksa 210 liraya patlayan işlem 3000 dolarınız varsa daha ucuza gelebilir. Çünkü paranız varsa bir kereliğine bozdurursunuz, olur biter. Sadece satarken zarar edersiniz. Bozduğunuz parayı da kullanırsınız. Benim anlamadığım, böyle bir durumda neden banka hesabı istenmiyor. Bankadan gidip bir hesap bakiyesi çıktısı alsam ve bunu bankada mühürletsem daha mantıklı bir iş yapmış olmaz mıyım? Bunun bana masrafı en fazla 5 TL olur. Hem belge döviz bürosundan alınana göre daha güvenilir olur çünkü geldiği yer bir banka.)

Parantez aç, örnek ver derken konudan iyice uzaklaştım. Neyse, okula geri döneyim. Okuldaki genel sorunları iki ana kategoriye ayırabiliriz. Birincisi idari sorunlardır ki benim bunları düzeltebilmem neredeyse olanaksız. İkinci sorunlar ise eğitime ve öğretime yönelik sorunlar. Aslında bu iki kategori arasındaki ilişki vücuttaki kemiklerle organlar arasındaki ilişkiye benzetilebilir. İdare vücudun kemikleridir; onu ayakta tutar, destekler, sorun organların uyumlu çalışmasına olanak sağlar ya da en azından engel olmaz. Eğitim ve öğretim ise organlardır, böbrektir, karaciğerdir, kalptir. İşi yapan, öğüten, sindiren, nefes alıp veren, yakan ve enerjiye dönüştüren, kısacası üreten kısımdır.

Önce idari sorunlardan söz edeceğim. İdari sorunlar, yani verimsiz çalışma ortamı, motivasyonun ve yaratıcılığın önüne konmuş engeller.

1. Okulun hemen hiçbir konuda şeffaf olmaması: Bu Türkiye’de yaşayanlara belki saçma gelebilir ama benim daha önce çalıştığım okullarda şeffaflık önemli bir etkendi öğretmenleri motive eden. Bir kere şeffaf bir kurumda dedikodular, arkadan konuşmalar olmaz ya da en aza indirgenir. Gereksiz kinlerin, garezlerin, siyasi planların önü alınmış olur. Şeffaflık işverenin ve işçinin arasındaki iletişim engellerinin pek çoğunu bir adımda kaldırır, onun yerine karşılıklı güven ve saygı inşa eder. Birkaç örnekle izah edeyim.

Maaş çizelgesinin kimse tarafından bilinmemesi ve bu çizelgenin açıklanmaması beni çok rahatsız eden bir durumdur. İK bana böyle bir çizelgenin var olduğunu söyledi ve ardından da ekledi: Var ama size gösteremeyiz. Bu yanıt yok demekle aynı şeydir benim için. Neden güveneyim ki size? Bir öğrenci bana sözlü notunun nasıl verildiğini sorduğunda, ben açıp Excel’den ona notunu nasıl verdiğimi gösterebiliyorum. Böyle bir Excel tablosu var ama sana gösteremem demiyorum. Çünkü ben not verme konusunda elimden geldiğince şeffaf olmaya çalışıyorum. Şeffaf olamadığım noktalarda da pozitif ayrımcılığa gidiyorum ki bunu da öğrencilerden saklamıyorum.

Bir başka örnek de sözleşme yenileme tarihleriyle ilgili. Öğretmen arkadaşlara soruyorum sözleşmeler ne zaman yenileniyor diye. Kimisi mayıs diyor, kimisi tatil başlamadan birkaç gün önce. Yani ben tatile çıkmadan önce okul bana yeni bir sözleşme önerecek ve ben onu imzalayacağım. Bu tür bir geciktirmede şöyle bir ön kabul görüyorum ben: Okul benim sözleşmeyi imzalayacağımdan emin. Yani ben okula muhtacım ve zaten imzalarım.  Yani işveren beni eşit koşullarda görmüyor, benim de taleplerim olabileceğini hiç hesaba katmıyor. Eğer bir öğretmen haziran ayına kadar kendine bir iş ayarlamamışsa, sonrasında da prestijli bir okulda iş bulması olanaksızdır. Ancak çok zor durumda kalan okullar öğretmen alımı yapar haziran ayından sonra. Öyleyse bir öğretmen ne yapmalı? Ya okulun ön kabulünü kendi ön kabulü yapacak ve önüne getirilen sözleşmenin şartları ne olursa olsun imzalayacak ya da ocak ayından itibaren iş aramaya başlayıp, okula haber vermeden kendisine istediği koşullarda iyi bir iş ayarlayacak. Önüne sözleşme konduğunda da diğer okulun şartlarından daha iyisini talep edecek. Şartlar sağlanmayacağı için de basıp gidecek.

2. Demokratik olmaması: Ben yaptım oldu anlayışı ülkenin her yerinde olduğu gibi maalesef burada da hakim. Kararlar alınıyor adımıza ama bizim hiçbir söz hakkımız olmuyor. Bazen verilen sözler ihlal ediliyor, sesini çıkaran haddi bildiriliyor, üsttekiler güçlerini alttakileri ezmek için kullanıyorlar. Bütün bunlar tabii ki yakışmaz demokratik bir eğitim kurumuna. Bir örnek vereyim: Bana sözleşme metni gönderildiğinde İK’ye sormuştum, saat kaçtan kaça çalıştığımızı. Bana yazdıkları elmekte “saat 7:45’ten 16:00’a kadar” demişlerdi (copy-paste from C’s  e-mail: C: 07:45- 16:00 (1 yarım gün izin kullanma durumunuz olacaktır.)) Oysa okula başladığımda saatler 7:45 – 17:00 olarak bildirildi bize.

 Bu kararın genel kurulda alındığı söylenebilir kimilerince ama bence karar çoktan alınmıştı, genel kurulda sadece ilan edildi. Zaten oylama yapıldığını hatırlamıyorum. Aynı mesajda haftada bir gün izin hakkı olduğu da yazılıydı. Bu şu demektir: Okul idaresi kendi kafasına göre benim haftada dört saat daha fazla çalışmam gerektiğine karar verdi. Bu kararı daha önce bana verdiği sözün üzerine aldı ki benim haberim olsaydı belki de sözleşmeyi imzalamayacaktım. İnsanın sabah 7:45’ten akşam 5’e kadar hem zihnen hem de bedenen çalışıp, ardından eve gidip entelektüel uğraşlara vakit ayırması mümkün müdür? Bunu yazmamın nedeni daha az çalışmak istemem değil. Zaten başta da yazdığım gibi ben bölüm odasını akşam 6’dan önce zor terk eden birisiyim. Önemli bir işim, bir toplantım falan olacak ki zamanında çıkabileyim. Sorun söz verdikleri gibi davranmamaları ve bunu “ben yaptım oldu” anlayışıyla yapmaları. 

Devam edecek. Aşağıda bir sonraki mektupta yazacağım sorunların başlıklarını sıralıyorum:

3. İş tanımının eksik olması ve öğretmene verilen işin yapılamaması. Dolayısıyla hiçbir iş tam anlamıyla yapılmıyor, her şey yarım yamalak, her şey yapılmış olmak için yapılıyor.
4. Hiyerarşinin verim ve iletişim için değil de ezmek ve haddini bildirmek için kullanılması.
5. Okulda teknolojinin sunduğu modern iletişim sistemlerinin kullanılmaması ve okul yönetiminin bu tür önerilere kapalı olması. 

07 Ocak 2013

ÇEKİRDEK AİLE TANIMI DEĞİŞİYOR


                                                                                                       6 Ocak 2013

BAŞBAKANIN TALİMATIYLA ÇEKİRDEK AİLE TANIMI DEĞİŞTİRİLİYOR

Üç çocuktan aşağısının Türkiye’nin geleceğine zarar getireceğini her fırsatta dile getiren başbakan, ilgili bakanlıklara, çekirdek aile tanımına iki çocuk daha eklenmesi talimatını verdi. İki gün önce, ünlü futbolcu Ali Hazel Topçu ile seksi manken Hürrem Canan Donsuz’un nikahında şahitlik yapan başbakan, Ali Hazel’den en az dört çocuk sözü alana kadar resmi belgelere imza atmayacağını şakayla karışık söylemişti.



Dün akşam TRT 12’de “Yeşil Koltuk” programına katılan Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Gıyasettin Şakiroğlu, başbakanın talimatı doğrultusunda anayasada geçen aile tanımında değişikliğe gidileceğini söyledi. Şakiroğlu, yakında çıkarılan bir kanunla üç çocuk sahibi olmayan çiftlere “eksik aile” adı verileceğini, çocuksuz çiftlere de evlilik cüzdanı verilmeyeceğini ifade etti. Gazeteci Erdem Erkan’ın sorularını yanıtlayan Şakiroğlu konuşmasına şu şekilde devam etti. “Ülkemizin genç nüfus avantajını koruması gerekir. Avrupa gibi yaşlanmayı kaldıramayız. Hele bir de Asya’daki ve Afrika’daki ucuz işgücüyle mücadele etmek için genç nüfus şart. Yoksa Toyota gibi, Ford gibi dev şirketleri ülkemizde yatırım yapıp, burada istihdam yaratmaları konusunda ikna edemeyiz. Dışarıdan devşirme işçiler getiremeyeceğimize göre kendimiz yetiştirmeliyiz. İşsizlik oranı %10-15 civarında tutulmalı ki elimizde çaresiz bir işsiz ordusu olsun ve bu ordu sayesinde maaşları rekabet gücümüzü yitirmeyecek düzeyde tutabilelim. Yani kısacası, doğurmalıyız, daha çok doğurmalıyız. Bu konuda başbakanımızın ileri görüşlülüğüne hak vermemek imkânsız.”



Erdem Erkan’ın yeni çıkarılacak kanun hakkındaki sorusuna bakan şöyle yanıt verdi: “Yeni kanuna göre çocuksuz çiftlere ilk çocukları doğana kadar evlilik cüzdanı verilmeyecek. Beraber yaşamalarına izin verilecek ama bu izin bir yıl içinde evlenen kadının hamile kalmaması durumunda iptal edilebilecek. Çocuk yapmıyorlarsa ne diye birlikte yaşıyorlar, değil mi? İlk çocukları olunca çifte “Geçici Evlilik Cüzdanı” verilecek. Verilen bu geçici cüzdan üç yıl içerisinde çift eğer ikinci çocuğu yapmazsa geçerliliğini yitirecek. Çift eğer ikinci çocuğunu üç yıl içinde yaparsa evlilik cüzdanları geçici-daimiye dönüştürülecek. Verilen bu geçici-daimi evlilik cüzdanı da çift eğer üç yıl içinde üçüncü çocuğunu yaparsa daimi-daimi evlilik cüzdanına dönüştürülecek. Bir çift daimi-daimi evlilik cüzdanını bir kere aldı mı dördüncü ve sonrası çocuklarının bakım masraflarının yarısını devlet üstlenecek.“



Programa telefonla katılan Milli Eğitim Bakanı Halil İbrahim Urgancıbaşı ise örgün eğitim kurumlarında okutulan ders kitaplarındaki çekirdek aile tanımının 2013 yılından itibaren değiştirileceğini söyledi. Bakan, “Eskiden, çekirdek aile deyince bir anne, bir baba, bir de çocuk resmi koyar, geçiştirirdik. Şimdi, ekonomimiz güçlendi ve otuz kırk yıl sonrası için plan yapabilecek öngörü gücüne kavuştuk. Bu yüzden ders kitaplarındaki tüm o resimler yenileriyle değiştirilecek. Bir tane somurtkan çocuk yerine, üç tane mutlu, şen şakrak çocuk konacak. Böylece çocuklarımız daha erken yaşlarda alışacaklar üç çocuğun doğallığına. Ayrıca edebiyat kitaplarındaki tek çocuklu aileleri anlatan hikayeler çıkarılacak. Onların yerine bol çocuklu ailelerin hikayeleri okutulacak.“



Programın sonunda Hakkari’nin Ökkeşler köyünden gelen 17 çocuğu ve 94 torunu olan Hacı Hüseyin Ökkeşler’e örnek aile madalyası verildi. Ökkeşler ve örnek ailesi programın yapıldığı stüdyoya sığmadıkları için, hatıra resmi için bahçeye alındılar. 

Enes Başeğmez, Sansürsüz Gazetesi

 *** Bu bir yalan haberdir. Yalan olarak kalması dileğiyle. Resimleri internetten buldum.