Bu Blogda Ara

29 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 10


Pazar akşamı erkenden yattım ama uykuya dalmam vakit aldı. Bir yandan geçen haftadan kalan inatçı öksürük, bir yandan ertesi sabahın yeni okulumda ilk günün olması, yatakta Mevlevi dervişi gibi kendi eksenim etrafımda döndüm durdum. Neyse ki ara ara uyudum da sabaha dinç olarak uyanabildim. Yeni işe ilk gününde uykulu gözlerle gitmek pek de hoş olmazdı herhalde. Saat 6’da koşu saatim çaldı. Kalktım, salona geçtim. Kahve yaptım kendime. Kahvaltıyı okulda yapacağımızı söylemişlerdi ama saat 9 çok geç bir vakit benim için. Ufak tefek atıştırdım kahvenin yanında. Biraz televizyon izledikten sonra –Gazeteler okunuyor her sabah. Sıra “Star” gazetesine geldiğinde sunucu arkadaş bir haberin başlığında kullanılan “departman” kelimesini eleştirdi. Niye İngilizce kelime kullanmışlarmış? Türkçesi yok muymuş?   Ben de güldüm tabii kıs kıs! Be adam, adı “Star” olan bir gazeteden Türkçe diline saygı beklemek zaten abesle iştigal değil midir? Bir süre daha oyalanıp hazırlanmaya başladım. -

 J’nin bir gün önceden ütülemiş olduğu gömleği ve pantolonu giyerken içimde çocuksu bir kıpırtı hissettim. 18 Haziran’dan beri resmi bir işim yoktu ve bu sabah yaklaşık 70 gün aradan sonra tekrar “işe yarayan” ve hatta “ihtiyaç duyulan” bir insan olacaktım. “The Bicycle”daki Minh’in dediği gibi “People need to be needed”. İnsan çürüyor hiçbir işe yaramamaktan. Hoş, ben boş durmadım. 20,000 kelimenin üzerinde yazdım, ev kiraladım, eve eşya aldım, ıvır zıvır bir yığın işi hallettim, ehliyet aldım, biraz gezdim… Ama tüm bu yapılanların topluma somut anlamda bir etkisi yok. Yazmak belki dumanı çok sonradan tüten bir ateşe benzetilebilir ama benim bu aralar yazdıklarımdan o da beklenmez. Sırf kendimi tatmin etmek ve yazma alışkanlığımdan uzak kalmamak için yazıyorum. Dolayısıyla gömleği üzerime geçirince öpücükle prense dönüşen kurbağa gibi sevindim bir anda. “Lan” dedim kendi kendime, “Bak yine hoca oldun!”  Kravatı da takınca tam ayar oldum, aynadaki görüntüm 1000 kat büyüdü bir anda. “Tamam” dedim, “demek eksik olan buymuş. İnsana değer kazandıran şey insanlara değer katan görevidir.”  

Merdivenleri ağır ağır indim, sokağa çıktım. Sabah tipik bir Ağustos sabahı ama ben tipik bir Ali değilim. Taktım koşu kulaklığımı kulaklarıma, açtım Wagner’i, başladım çıkmaya günlerdir her çıkışımda daha da uzadığını düşündüğüm yokuşu. Paspas –Bizim apartmanın önünde yatarak nöbet tutan köpek. Bazen binaya giriyor, 2. ya da 3. katın kapısının önünde uzanıyor. Sürekli yattığı için ona “Paspas” adını verdim. – selamladı beni kuyruğunu sallayarak. Şaşırmıştı haklı olarak, daha önce takmazdı beni hiç. Gördü tabii kravatı, gömleği; hemen yılışacak. Komşunun beyaz kedisi –Kar- şöyle bir süzdü beni baştan aşağıya, gözlerine inanamamıştı belli. “Günlerdir en höşül kıyafetlerle sokağa çıkan bu serseri beyaz yakalı bir memur muymuş?” diye soruyordu belki de içinden.

Onları geçtim, çöp konteynırının etrafındaki pislik yığını hiç bozmadı moralimi. İki adım önüme düşen ve yarılıp bana içini gösteren incir bile şaşırtmadı. Bu bir işaret dedim kendi kendime. İçi hayat dolu bir bozluktan geçiyorum. Ağır ağır çıktım yokuşu, sonra da okula doğru inişe geçtim. Kıl bir durum bu aslında! Yani okulla neredeyse aynı yükseklikteyiz ama arada yol olabilecek arazi M..... denilen bir siteye satılmış. Sitenin içinden geçmek yasak olduğu için etrafından dolanmak gerekiyor. Ben bu civara ev tutmaya ilk geldiğimde sormuştum kiraları bu M...... denilen yerde. Telefondaki kadın ekmeğin fiyatını söyler gibi iğrenç bir doğallıkla “dört biiin” demişti. Buna rağmen canım sıkılmadı. Evin kapısından okulun kapısına tam olarak 21 dakikada -kronometreyle ölçüyorum ileride yapacağım istatiksel çalışmalar için- vardım. Biraz terledim ama değdi. Yokuş çıkıp inme olmasa büyük bir olasılıkla hem terlemez hem de mesafeyi 10-15 dakikada kat ederdim.

Okulda akşama kadar olanlar bir önceki işimde yaşadığım ilk günden farksızdı. Tek farkı kahvaltılı olmasıydı. Oryantasyon programı her zaman olduğu gibi sıkıcı ve uzundu. Bunun önüne geçmek ve oryantasyonu zevkli hale getirmek sanırım mümkün değil çünkü oryantasyon programları içerikten yoksun hale getirilmiş biçemi işe yeni başlayanlara anlatma çabasından ibarettir. Araba sürmeyi bir kere bile şoför koltuğuna oturmadan öğrenmek gibi bir şey. İnsan yeni bir okula başladığı zaman öğrenmesi gereken şeyler sanırım şunlardan ibarettir:

1.  Önemli odalar: Müdürün odası, bölüm odası, fotokopi odası, yemekhane ve kafeterya, tuvaletler, okulun girişleri ve çıkışları vb…

2. Okulun tarihi ve öğretmen/öğrenci profili: Kimlere öğretmenlik yapacağımız önemli tabii.

3.   Beklentiler/Kurallar: Okul bir öğretmenden ne bekliyor ve bu beklentileri karşılamak için uyulması gereken kurallar nelerdir. Giriş ve çıkış saatleri, özel durumlarda izin alma prosedürü. 

      Bunların dışında söylenilecek şeyler zaten akılda kalmayacaktır. Bir de yabancı öğretmenler için yeterli malzeme hazırlanmamış olması ilginçti. Okulda 3-4 yıl İngilizce eğitim veriliyor ama ne web sayfasında ne de okul içindeki kitapçıklarda yeteri kadar İngilizce bilgilendirme var. Ben Türkçe bilmeyen bir öğretmen olsam fıttırırdım herhalde. Hoş, hemen herkes -özellikle o gün işe başlayan çevirmen arkadaş- yabancı arkadaşlara yardımcı olmak için seferber oldu ama yine de bu çok daha profesyonel bir şekilde, çok daha az enerji ve zaman harcayarak halledilebilirdi.

     Velhasıl-ı kelam, okulun ilk günü güzeldi.  Korktuğumdan daha az sorun yaşadım. Hatta kişisel olarak hiç sorun yaşamadım. Öyle geldi geçti işte. Şimdi kaldığım yerden “Geri Kalmışlık İşaretleri”ne devam edebilirim. 
                    
      9.  Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların Olması: 

İnsanlar arası çatışmaların hemen hepsinin, kaynakları ele geçirme sevdasıyla yapıldığına inananlardanım. Geniş ve sulak bir arazi düşünün. Bu arazide yaşayan üç aile varsa, kaynaklar bol olduğu için kolay kolay kavga dövüş çıkmaz. Bir de aynı araziye üç yüz aile yerleştirin. Ondan sonra izleyin hiç bitmeyen keşmekeşi. Dünyamızda kaynaklar sınırlı –yetersiz demiyorum-, insanların istekleri ise sahip olduğumuz sistemin paradigması tarafından sınırsızlaştırılmıştır –oysa insanların kendileri için sınırlı, toplum için sınırsız arzuya sahip olmaları mümkündür-.  Durum böyle olunca kaynakları ele geçirmek ve bu yolla huzura kavuşmak insanların en büyük idealleri oluyor. ABD’nin kuduz köpek gibi yeraltı kaynakları bol olan ülkelere saldırması ve o ülkelerde dev projeleri kendi  firmalarına peşkeş çekmesi bundandır. Kaynakların akılcı yöntemlerle kullanılıp, insanların topluca yaşayabilmesine imkân sağlamasına ekonomi deniyor. Bu yöntemleri belirleyenlere de siyasetçi.

Tarih boyunca yaşanmış savaşların pek çoğunda dini ya da etnik motif bulunabilir. Bu, savaşların nedeni etnik ya da dini anlamına gelmez. Zaten temelde dinin de çıkış noktası politik bir güç olma çabasıdır. Meclis binalarıyla/saraylarla camilerin/kiliselerin/tapınakların boy/cüsse yarışına girmeleri de bundandır. İnsanı kontrol etmek, onu arz-talep dengesini aşırı derecede bozmadan idare etmek, yoksulu teskin edip zengini memnun etmek, toplumda çıkacak herhangi bir sosyal patlamanın önüne geçmek vb görevler din ve siyaset görevlileri tarafından birlikte yürütülürler. Dolayısıyla adına cihat denilen dinsel motifli savaşın temelinde de aslında ekonomik nedenler vardır. Bakınız Osmanlı’ya. Cihatlar bitince ülke çökmüştür. Çünkü ekonominin temelinde cihatlardan elde edilen ganimetler, vergiye bağlanan yeni “Osmanlı vatandaşları”, ölen askerlerin karılarından ve çocuklarından oluşan köleler vardır. Bunlar ortadan kalkınca ekonomik bozulma toplumsal bozulmayı, toplumsal bozulma da siyasi erkteki çatlakları getirmiştir.

İnsanların şu anda içinde bulunduğumuz sistem içerisinde huzur içinde yaşamaları için tek şart üretimi durdurmalarıdır. Bunu da ancak emekli olduktan sonra köylerine giden yaşlılarda görürüz. Adamlar unu elemişler, eleği asmışlar. Hepsi aylık maaşlarını sağlama almışlar. Kimsenin rahatını bozup “patates ekeyim de baharda pazara götürür satarız” dediği yok. Yani köyde tarlalar bol ve boş. İnekler otluyorlar üzerinde, şehirlerden gelen torunlar piknik yapıyorlar. Bu kadar bol kaynak olunca ve talep de olmayınca huzur kendiliğinden geliyor tabii köye. 30-40 yıl önce tarladaki bir ayak sınır ihlali için birbirini boğazlayan köylüler, nirvanaya ermiş Buda gibi sakin ve huzurlular şimdi. Neden? Çünkü üretim yok, çünkü kaynaklar kaynak olma özelliğini yitirmiş, çünkü üzerine kavga edecek bir şey yok.

İşin ekonomik yanı böyle özetlenebilir. Etnik yanı biraz daha karışık ama çözümsüz değil. Ülkenin adından başlamalıyız bence. Neden biz ülkemize “Türkiye” diyoruz. “Türk” kelimesi Çince kökenli, bir rivayete göre “güçlü, kuvvetli” anlamına geliyor, bir başka rivayete göre de “demirci ustalarının taktığı metal kask” anlamına. Ülkeyi “Türki” diye çağırmak, yani “Türklerin yaşadığı yer” olarak adlandırmak Arapça/Latince kökenli. Sonrasında Fransızların ve diğer Avrupalı güçlerin aynı adı kullanmaları ve cumhuriyetin ilanıyla da bizim bu adı kanıksamamız işi sonlandırıyor. Ben bir ülkenin adının etnik bir temele dayandırılmasına karşıyım. Neden mesela ülkeye “Anadolu” demiyoruz? Anadolu bu toprağın adıdır. Türkçeleştirilmiş bir Yunanca kelime (Anatolia güneşin doğuşu anlamına gelir.).  Hadi birazımız Trakya’da kalıyor diyelim. O zaman “Anadolut” diyelim. Ya da “Tanadolu”. Saçma görünüyor olabilir ama “buzdolabı”na, “bilgisayar”a, “imeyil”e alışan bir halk buna da alışır. Hem Tanadolu Trakya'nın coğrafi olarak ülkedeki payını da yansıtıyor. T, Tanadolu'da bir harf, sekiz harften birisi. Yani %12.5i. Trakyalıların itiraz etme hakkı da ortadan kalkıyor böylece. Ben bu ad değişikliğinin büyük bir paradigma değişikliğine yol açabileceğini düşünüyorum. İnsanların kafasındaki “Bu ülke şu etnik kimliğe sahip olanlarındır, diğerleri ikincildir.” yanılgısını kıracaktır. Anayasa’da ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir ve bu değiştirilmez diye yazılmış olabilir. Anayasa’nın zırt pırt değiştirilmesine ben de karşıyım ama büyük bir yanlışı düzeltecek ve belki de gelecek nesilleri daha sağlam bir ulusalcı/halkçı/evrenselci çizgiye çekecekse neden olmasın?

Konu dağıldı! Sabah 6’da kalktım ki gece boyunca kafamda dönüp duran şeyleri soğutmadan yazayım. Sanırım motor fazla ısınmış, kapağı açınca birden fışkırdı. Derli toplu olamadı. Kısaca demek istediğim halkların kendilerini idare etme hakları verilmeli –Lenin daha 20. yüzyılın başında savunuyordu bunu.- ve bu idareler Tanadolu Cumhuriyeti tarafından güvence altına alınmalı. Tıpkı ABD’de olduğu gibi, farklı eyaletler kendi yasalarını koyabilmeli ve uygulayabilmeli. Bunun yanında hepsi Tanadolu vatandaşı olmanın ayrıcalığını yaşamalı. Yok bu ülke Türklerin, Türklerin kalacak diyorsanız, daha çok kan akacaktır. Tek dil, tek din diyorsanız barıştan, toplumsal uzlaşıdan bahsetmenin pek de bir anlamı yok.

Din sorununa da kısaca değineyim. Dinlerin doğası gereği politik olmaları su götürmez bir gerçek. Hele bir de din görevlisiyle siyasetçi el ele verirse halkın asıl çilesi o zaman başlar. Siyasetçi vergileri arttırdıkça camideki vaizin, kilisedeki papazın sesi daha gür çıkar “Sabredin, baldan ırmaklar, altından saraylar, mis kokulu huriler sizi bekliyor”. diye. Din aslında sınıfsız, sosyalist bir toplumu önerir kapitalizm altında inleyen halka. Sonuçta cennette mülkiyet yoktur. Yani öyle gayri-menkul zengini olamazsınız orada. Kaynaklar sonsuz olduğu için ekonomi kelimesinin bir anlamı yoktur. Peki kim yapar pis işleri cennette? Yani mesela kim temizler evleri, caddeleri? Tıkanan kanalizasyonu kim açar? Evler kirlenmez, kanalizasyon tıkanmaz –Cennette boşaltım var mı?- diyorsanız, amenna!  Hoş, o zaman bizlerin bağırsakları da olmamalı. Tüm bağırsaklarımız kör bağırsağa dönüşüyor!  “Yok, o işleri köleler yapacak” diyorsanız, geldik aynı yere. Demek ki cennette de sömürülen bir halk olacak. O yetmiş kat entari giyip yine de çıplak bedenleri görülen huriler, istemezlerse ilişkiye giremeyebilecekler mi cenneti hak etmiş 33 yaşındaki erkeklerle? Hurilerin hizmet talep eden bir erkeğe hayır deme hakkı yoksa –“başım ağrıyor” ifadesini bilmiyor olabilirler-, bunun sömürüden ne farkı var? Şu da söylenebilir, “Ama huriler bunun için yaratıldılar. Fıtratları gereği itiraz edemezler. Birer zevk makinesi onlar.” Bu durumda onların birer insan olmadıklarını, insan dışı bir varlık olduklarını iddia ediyoruz demektir. İyi ama böyle makineler günümüzde de yapılıyor. Ben, yalnız ve müzmin bekarlar –bir de eşlerinden tatmin olamayan evliler- dışında bu makinelere rağbet edenler olduğunu sanmıyorum. Japonlar istedikleri kadar gerçeğine yakın robot sevişgenler (profesyonel fahişe ya da jigoloya verdiğim ortak isim) üretsinler, insanlar yine de kendi türlerini tercih edecektir. Çünkü doğal olan budur ve cinsel dürtü çoğalma arzusunun bir katalizörüdür. Cennette çoğalamayacağımıza göre sevişmenin de -özellikle katolikler çok karşı çıkacaktır bu işe- bir zevk oluşturmayacağını söyleyebiliriz. 

Yine saptık konudan! Bu cennet düşüncesi böyle bir şey işte,  adamın aklını başından alıyor. Din konusunda birbirleriyle barışık topluluklara kavuşmak istiyorsak bunun tek yolu devletin tam anlamıyla laik olmasıdır. Herhangi bir dinden yana kararlar vermemesi, kimseyi kayırmamasıdır. Bu gerçekleşmediği sürece insanların şikayetleri sürecektir. Bana kalırsa din hizmeti özelleştirilmeli ve devletin elinden tamamen çıkmalıdır. Nasıl ki telefon hizmetini istersek alıyoruz, istersek almıyoruz ve aldığımız hizmet karşılığında belli bir ücret ödüyoruz, din hizmeti için de insanlar alacakları hizmet karşılığında ödeme yapmalıdırlar. İmamların, rahiplerin, hahamların ücretleri devlet tarafından değil de hizmeti alan insanlar tarafından ödenmelidir. Bu konuda biraz da matrak olan öykümü aşağıdaki ağbağından okuyabilirsiniz.


Saat 8’e geliyor. Hazırlanıp okula gitmem gerek. Devam edeceğim günce soslu denemelere…

26 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 9


Geçen hafta köydeydim. Bu yaz İstanbul’a tıkılıp kaldım, yeni bir kente yerleşme ve yeni bir işe başlama meşgaleleri yüzünden. Dedim, bir köye gideyim, temiz hava alayım. Fena da olmadı! Konacık’ın rakımı 1200 metre civarında. Dolayısıyla nereye gidersen git rüzgârı eksik olmuyor. Bir de ben tepelere çıkıp etrafa bakma meraklısı olduğum için bol bol yedim o rüzgârdan. Sonuç, önce boğaz ağrısı ve burun akıntısı, ardından da baş ağrısı ve halsizlik. İki gece terledim köyde ama fayda etmedi.  İstanbul’a döndük ama henüz geçmedi burnumun akıntısı ve öksürük. Yarın da okul başlayacak. Burnumu ikide bir silmekten yara ettim. Evden dışarı çıkmıyorum ki hem çabucak iyileşeyim hem de hastalığı etrafa yaymayayım. Dakika 1, gol 1 diye buna diyorlar sanırım. Sen misin hiç alışık olmadığın halde eksik kıyafetlerle rüzgârı bağrına çeken? 12 yıl boyunca 20 derecenin altına girmemiş bu beden, köyde bir hafta boyunca iki kalın yorganın altında uyumak zorunda kaldı. Buna rağmen hasta da oldu. Tabii, alıştık kısa kollu bir t-gömlekle ve kısa pantolonla sokağa çıkmaya. 12 yıl boyunca sokağa çıkarken “dışarıda hava nasıl?” diye sormadık hiç. Nihayetinde hava “default” olarak sıcaktır oralarda. Yağmur yağıyorsa bir şemsiye ya da yağmurluk alırsın ama yine üzerine fazladan bir giyecek almana gerek kalmaz çünkü hava soğumaz. Beden soğuğu unutuyor, sıcakta mayışıyor. Yumuşamışız sıcak diyarlarda, öyle rüzgâra, soğuğa gelemiyoruz. Bakalım bu kış nasıl geçecek! Kar, dolu, tipi, insanın kemiğine işleyen soğuk… Kelimeler bile korkutuyor beni.

 Neyse, geldik işte! Bir ülkenin geri kalmışlığının işaretlerini yazmaya devam edeyim. Evden de çıkamıyorum. Oysa ne güzel İlyas Salman’ın Berlin Film Festivali’nden ödülle dönen “Lal Gecesi” filmine gidecektim bu hafta sonu. Bir de F. U. İle görüşecektik. Ona kitabımı verecektim, yıllar önce Cağaloğlu yokuşunda bir kitapçıdan aldığım “HURUFİLİK” kitabını imzalatacaktım. Artık haftaya kaldı bu plânlar. Kaldığım yerden devam edeyim.

    5.    Hiçbir işin tamamıyla ve zamanında yapılmaması. Eğer zamanında yapıldıysa eksik olması, eğer tamamı bitmişse gecikmiş olması. Bazen hem eksik hem geç olması.

Mesudiye’den otobüse bindik. Koltuğa oturur oturmaz muavin geldi ve nerede ineceğimizi sordu. Ben de 4. Levent yakınlarında inebileceğimizi söyledim. Elindeki listeye yazdı ve gitti. Bu durumda benim düşünmem gereken nedir? Otobüs beni 4. Levent’e bırakacağı, değil mi? Yok ama, ben fazlasıyla mükemmeliyetçi birisi olduğum için hatalıyım. Meğer, otobüs İstanbul’a girdiğinde Kartal’a varmadan bir yerde durmuştu. O sırada muavin bağırmış “karşıya gidecek yolcular servise binsinler” diye. Ben duymadım! Duymam mı gerekiyordu? Adam dışarıda bağırıyor. Hem ben nerede ineceğimi söylemişim ve muavin de elindeki kağıda not almıştı, hangi koltuk numarasının nerede ineceğini. Gelip bana söyleyebilir. Ama bunu yapmak yerine dışarıda anons ediyor. Sonuçta 14 saatlik bir yolculuktan bahsediyoruz. Yolcu uyuyor olabilir, müzik dinliyor olabilir, dalgın olabilir. Velhasıl-ı kelam, yolcuya baştan söylenmemişse nasıl davranacağı, her türlü şeyle meşgul olabilir. Böyleyken böyle, biz kaldık Anadolu yakasında. Kavacık’ta indik, 4. Levent’de inme hayalleri kurarken. Gece saat 00:30. Ortalıkta taksi yoktu ama otobüs durağında bekleyenler vardı.  Dedim herhalde otobüsler çalışıyor. 10 dakika kadar bekledikten sonra efsanevi 500T göründü ufukta. Bindik gittik.

Bu deneyim bana iki şey öğretti. Kendine sağlama almazsan hizmet sektörü seni ve sorunlarını iplemez. Bu toplumda kendi başınasın. Başının çaresine bakmazsan, servis sağlayıcılar suçu sana atar –neden duymadınız benim bağırmalarımı, o kadar söyledim karşıya geçecekler minibüse binsin diye- ve kabak gibi kalırsın ortada. Başlıkta da dediğim gibi, onlardan beklemeyeceksin servisin kusursuz olmasını. Çeke çeke, söke söke alacaksın. Öğrendiğim ikinci şey ise saat sabah 1’den sonra bile Beşiktaş-Sarıyer minibüslerinin çalıştığı. Birden minibüslere karşı tavrım değişti. Metro 12’de kapanıyor ama minibüsler seyrek de olsa çalışmaya devam ediyorlar. Helal olsun valla!

Şimdi geri dönelim başlığa: Hiçbir işin tamamıyla ve zamanında yapılmaması. Eğer zamanında yapıldıysa eksik olması, eğer tamamı bitmişse gecikmiş olması. Bazen hem eksik hem geç olması. Türkiye’ye geldiğimden beri yalnızca bir defa işimi zamanında ve bütün olarak halledebildim. O da yakınlarda bir dükkândan sehpa ve masa aldım. Adam bu akşam getiririm dedi ve saat 7 olmadan masam ve sehpalarım eve geldi. Bunun dışındaki her türlü hizmet talebim başlığa yazdığım tümceleri doğrular mahiyette gelişti. İşte de örnekler:

a.       İnternet bağlantısı 6 saat içinde açılır dedi eve gelen teknisyen, internetin açılması neredeyse 48 saat aldı.
b.      Suyu, elektriği, doğalgazı açtırmam bir haftadan uzun sürdü. Ya sistem bahane ediliyor ya da ellerinde olmayan yoğunluk.
c.       Camına ertesi gün teslim yazan mobilyacıdan mobilya aldım, 1 hafta sonrasına tarih verdiler.
d.      Yurt dışından getirdiğim telefonu açtırmak için vergi dairesine para yatırdım ama sonradan öğrendim ki eşim yabancı olduğu ve geçici ikametgâh belgesi olmadığı için –TÖMER’de öğrenci olmak yeterli değil yani- telefonunu kullanamazmış. Bunu neden baştan söylemediklerini anlamış değilim.
e.      Perdeci Ş perdeleri hem geç hem de yanlış getirdi. Ardından bana, ona ödediğimin bir kısmını geri vereceğini söyledi. Bunun üzerinden neredeyse 1 ay geçti. Arıyorum, yakında vereceğim diyor. Sonra bir daha arayana kadar ses soluk çıkmıyor adamdan.
f.         Ehliyet için başvuruyorum. Memur diyor ki “Hastaneden aldığınız heyet raporu olmaz. Aile hekiminden alacaksınız.” Aile hekimine gidiyorum. Hekim hanım diyor ki “Öyle şey mi olur? Ben seni nasıl muayene edeyim hem gözünden hem aklından. O polis yasayı bilmiyor.” En sonunda aile hekiminden “Ekteki rapora binaen …“ diye başlayan, imzalı bir rapor alıyorum. Memur ekteki raporu koparıp bana veriyor, eksiz halde hiçbir hükmü olmayan aile hekiminin raporunu kabul ediyor.
g.       Yine ehliyet almak için internetten randevu almak gerekiyor. Zor bela randevuyu alıyorum ama trafik tescil kurumundaki sıra numaralarının hiçbirisi çalışmıyor. Dolayısıyla bulduğunuz bir yere oturuyorsunuz. Görevli memur kaş-göz işaretiyle sizi çağırıyor müsait olduğunda. Bu arada randevu almış olmanın hiçbir hükmü yok.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar sadece benim başıma gelenler. Kim bilir başkalarının başlarına ne trajik, ne “insanı hayattan bir anda soğutan cinsten” şeyler geliyordur. Haberlere ya da ekşisözlük’e şöyle bir bakmak aslında yeter de artar. Yeni açılan Kartal-Kadıköy metrosunun metobüs bağlantısında 20 dakika yürümek gerekiyormuş metrodan metrobüse geçmek için. Ben 20 dakika yürürüm, sorun değil ama hızlı ulaşım beklentisi içine giren halk 20 dakika yürür mü? Hem bunun yağmuru, karı var! Yaşlılar var, çocuklu aileler var! Bu mu yani belediyenin entegre ulaşımdan anladığı? Hem sonra yürüyen merdivenler sık sık bozuluyormuş. Yerin bilmem kaç metre altına metro yapmak işi tamamlamış olmak değildir. O merdivenleri çıkabilen zaten çıkar ama ya çıkamayanlar?
  
     6.      Sporun ve Sanatın Elit Kesimin Elindeki Etkinlikler Olarak Algılanmaları:

İşin sanat yönü sanırım kuşku götürmez bir gerçek. İnsanların çoğu için sanat gereksiz bir ayrıntıdır hayat için. Sinema deyince akıllarına Cüneyt Arkın, müzik deyince İbrahim Tatlıses ya da adlarını bilmediğim popçulardan biri, resim deyince de ortaokuldaki resim öğretmenleri gelir. Bunun dışında sanat yoktur veya onların radarına girmez. Eğer, işten güçten, kahvehanedeki oyundan, televizyondaki saçma sapan programlardan, kaldırımlardaki hiç bitmeyen dedikodulardan vakit kalırsa ilgi duyabilirler sanata, güzele ve doğruya. Bunun dışında hayat iş-ev-kıraathane-ev-iş-halı saha maçı-ev-sokak muhabbeti-ev gibi döngülerde devam eder.  Bunun ekonomik koşullarla da ilgisi var tabii ki ama yine de fakir olmak doğrudan cahil olmayı gerektirmez. İnsan bir şekilde boş vakitlerini değerlendirebilir. Bunun için gerekli yönlendirmeler okullarda erken yaşlarda yapılsa belki bizim içimizden de Picassolar, Mozartlar, Daliler çıkacak.

Spor ise gördüğüm kadarıyla futbolun tekelinde. Hemen herkes futbolla ilgileniyor. İnsanlar birbirlerini bıçaklıyorlar futbol için. Öyle ki halkın üzerine laf ettirmediği üç tabudan birisi haline gelmiş tuttukları takımlar –diğer ikisi din ve milliyetçilik-. Sanırım süperlig dedikleri, 8-9 ay süren şampiyonluk maratonunun maçlarının yayın haklarını tek bir kanal almış. Dolayısıyla diğer kanallar maç sırasında hiçbir şey göstermiyorlar. Yalnız, dün maç sırasında –ne maçı olduğunu anımsamıyorum- bir başka kanalda analizler yapılıyordu. Yani maçı ekrandaki yorumcular izliyorlar ama seyirciye göstermiyorlar. İzledikçe de yorum yapıyorlar, seyirciye bilgi veriyorlar. Parası olmayan taraftar sanırım kahveye gidip izliyordur maçı. Kim bu devirde televizyonun karşısında oturur ki üç futbol uzmanının muhabbetlerini dinlemek için?

Öyle ya da böyle, ülkedeki futbol fanatizmi diğer sporlara gölge düşürecek derecede vahim. Olimpiyatlar sırasında herkes neden bu kadar başarısız olduğumuzu soruyordu. Oysa olimpiyatlarda başarısız olmak spordan uzun süre mahrum kalmış olmanın bir getirisi. Ben İstanbul’a geldiğimde ilk yaptığım şeylerden birisi koşacak yol aramak olmuştu. Hem Anadolu yakasındaki evin yakınında hem de yeni taşındığım evin yakınında koşmak için yerler buldum. Yokuşa ve toprağa rağmen haftada 2-3 kere koşmaya çalışıyorum –dizim elverdiği sürece- . Beni asıl üzen şey böylesine güzel koşu yollarının olduğu İstanbul’da çok az kişinin koşmaya –ya da herhangi başka bir spora- ilgi göstermesi. Hatta pek çok insan sporu “boşuna yorulmak” olarak algılıyor. Bu yönde yazı yazan, kitap yayınlamış, belli bir okur kitlesine sahip olmuş yazarlar bile var. Bunlardan bir örneğini aşağıdaki ağbağından okuyabilirsiniz. Bazıları ironi yapmış diyor olsa da bana hiç de sarkastik bir yazı gibi gelmedi bu deneme. Ya yazar dediği gibi düşünüyor ya da sarkastik yazmayı beceremiyor.


Oysa sporun insanın hayatına ve toplumun genel düzenine katkısı çoktur. Spor; azmi, sıkı çalışmayı, disiplini, kendini aşmayı öğretir insana. Bireyler en iyi sporla öğrenirler kendi bedenlerine ve zihinlerine meydan okumayı. Ben her koşuda zamanımı ölçerim, eğer uzun zaman ara vermediysem, bir önceki hızımdan biraz daha hızlı koşmayı amaçlarım. Bir hedef koyarım kendime ve koşarım o hedefi tamamlayana kadar. Sporda asıl rakip her zaman için sporcunun kendisidir. Bu ilkeyle ilerlemeye çalışır spor yapan kişi. Asıl olan zihni terbiye etmek ve bu şekilde bedenin sınırlarını zorlamaktır. Yurt dışındayken ne zaman birkaç yabancı arkadaşla tenis maçı izlesem şu lafı duyardım: “This is a very mental game” (Bu, ziyadesiyle zihne dayalı bir oyun).  Konsantrasyon gerektirir her spor, beynin diğer fakültelerine kilit vurup tek bir şeye odaklanmanı bekler. Bunu yapan oyuncu zaten disiplinli çalışmak zorunda hisseder kendini. Sabahın köründe uyanıp, antrenman yapar, kendisini hedefe kilitler. Yapamayan ise yolda kalır, hiçbir zaman zafer kazanamaz.  
     
      7. İnsanların Çoğunun Hayattaki İdealleri “Oku - SSK’lı İş Bul – Evlen – Çocuk Yetiştir – Emekli Ol – Torun Sev – Öl” Çizgisinden İbaret Olması

Bu böyle lineer bir yoldur. Denenmiştir, başarılı olduğu garantilidir. Bu güvenceden dolayı da toplumun %99’u bu yolu takip eder. Risk almak istemez, fazlasını yapmaktan ölesiye çekinir, Amerika’yı gereksiz yere keşfetmekten korkar. Risk almayan insan başarılı olamaz çünkü zaten risk almadan başarılan işler başkaları tarafından yapılıyordur. Toplum –özellikle büyüklerimiz- bizlere daha önce denenmiş ve başarılı olunmuş yolları gösterir takip etmemiz için. Bireyin birey olabilmesi için yapması gereken ise bu tavsiyelere uymayıp, kendi yolunu çizme adına adımlar atmasıdır. Aksi takdirde ne bilim gelişir bir toplumda ne de sanat.

Aslına bakılırsa böyle bir alışkanlığın sorun olarak algılanması taraftarı değildim ama köye gidip gelince fikrim biraz değişti. Köydeki yaşlıları görünce, insanların “yolumu bulayım da gerisi önemli değil” tavırlarına şahit olunca anladım ne büyük bir kısır döngünün içinde olduğumuzu. Köydeki yaşlıların -55 yaş ve üstü- hepsi emekli, hepsi toruna tosuna karışmış. Köyde oturuyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar. Oysa pek çoğunun enerjisi yerinde, isterlerse belki bir 20 yıl daha çalışabilirler. Hadi çalışmasınlar, gençlere yol açsınlar. Birinin eline bir kitap alıp okuduğunu göremezsiniz. Hemen tüm vakitleri köy derneği adı verilmiş kahvehanede çay içip oyun oynamak. Sorsan şu hayatta ne başardın, söyleyecek bir şeyleri olmaz. Olmalı mı? Değil tabii ki! İnsan biyolojik bir canlıdır ve tıpkı diğer canlılar gibi dünyadaki varlık amacı genlerinin devamını sağlayacak çocukları yapmaktır. Yalnız bu minimumdur. İster istemez, bir şekilde olandır. Çoluğa çocuğa karışmak için çok çalışmak ya da alın teri dökmek gerekmez. Hadi diyelim çocuk doğduğunda ilk birkaç yıl ciddi fedakârlıklar yapmak şarttır. Peki ya sonra? Çocuklar büyüdükten sonra?    Biyolojik öz-gerçekleşmeden sonra bir de varoluşsal bir öz-gerçekleşme olmamalı mı? İnsan aklıyla, karakteriyle, çalışmasıyla geriye bir şeyler bırakmalı değil midir? Bunun için çabalaması ve bir yere varamasa bile sırf uğraşması ile kendini var etmesi doğru olmaz mı? Varoluşçuların deyimiyle insan kendisini var eden bir varlıktır, varoluşu özünden önce gelir. Ancak kendisini var edebildiği zaman hayatı anlam kazanır. Maalesef bizde bu kendini var etme ifadesi çoluğa çocuğa karışmak ve kendine benzeyen çocuklar doğurmakla eşdeğer tutuluyor.

      8.  Kadınların İstihdamda Erkeklere Kıyasla Çok Az Yer Edinmeleri:

Belki de göz alışkanlığı, bilemiyorum. Tayland’da ve Vietnam’da inşaatlarda çalışan kadın sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Yol çalışmalarında, kaldırım temizliklerinde, çöp kamyonlarında…  Bir lokantaya girerseniz garsonların çoğu genç kadındır. Berberlerde kadınlar çalışır, saç keserler, saç yıkarlar. Türkiye’ye bakınca durumun çok farklı olduğunu görüyorum. Bir lokantaya girersiniz. Bir tane bile kadın garson yoktur. Ayakkabı mağazalarında, alışveriş merkezlerinde, yemek yenilen ortamlarda çalışanların çoğu yine erkekler. “Kadınlar ağır işlerde çalışsın, yıpransınlar, ölsünler, bitsinler, eşitlik budur” gibi bir iddiada bulunmuyorum. Yalnızca kadınların da kendilerine fiziksel ya da zihinsel zarar vermeden yapabilecekleri pek çok işin erkekler tarafından işgal edilmiş durumda olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Dolayısıyla pek çok kadın çalışmayıp evde oturuyor, kendilerine göre bir işi uzun zaman bulamayınca iş aramaktan vazgeçiyorlar ve işsizlik rakamları bu yüzden olması gerekenden çok düşük çıkıyor. Oysa ideal olan çalışmak isteyen için işin olmasıdır. Kadınların toplumun her kesiminde yer alması gerektiğini savunuyorsak onlara her türlü meslekte eşit haklar vermeliyiz. Fazlasıyla erkek güdümünde ilerleyen bir toplum olduğumuz için ve kadınları “doğurma makinaları” olarak gördüğümüz için böylesine köklü bir sorunun nasıl çözülebileceğini bilemiyorum. Her gün, artık sıradan bir haber haline gelen, aile içi şiddet ve cinayet haberleri aslında ekonomik özgürlüğünü kazanamamış kadının ve ekonomik özgürlüğünü kazanmış kadını hazmedemeyen erkeklerin göstergesidir.  Ayrıca kadın hakları konusunda sadece kadın yazarların mücadele etmesi de bunun başka bir işaretidir. Gelişmiş bir toplumda kadınlar ve erkekler arasında şeffaflık vardır. Şirketler, dil, din, ırk ve CİNSİYET ayrımı yapmaksızın alırlar çalıştıracakları işçileri.

 Devam Edecek.

Aşağıya kalan maddeleri liste halinde yazıyorum. İlk altı madde üzerinde uzun uzun yazabilirim ama kalanlar zaten yeteri kadar açık. Yarın okul başlayacağı için biraz daha kendi alanımla, yani eğitimle ilgili konulara eğilmek istiyorum. En yakın zamanda 9, 10, 11, 12, 13 ve 14. maddeleri yazacağım

 9.  Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların Olması:
   10.  Demokrasinin Seçimlerden İbaret Olarak Algılanması ve Başbakanın Her Fırsatta Basına Fırça Atması:
   11.  Bir Türlü Gerçek Anlamda Laik Olamaması ve Laikliğin Modern Yaşamın Bir Olmazsa Olmazı Olduğunu    Kavrayamaması:
   12.  Eğitim Sisteminin Şamar Oğlanına Dönmüş Olması ve Giderek Bilgi Toplumu İdealinden Uzaklaşması:  
   13.    İnternetin ve Basının Sansürlenmesi (Buna Porno Sansürü De Dahil):
   14.   Devletin Bilime Değil de Teknolojiye Yatırım Yapması
   15.   Dilin Hoyratça Kullanılması ve İnsanların Dillerini Bilmemesi
   16.  İnsanların Yazdıklarından Dolayı Değil de Yazmadıklarından Dolayı Eleştirilmesi
   17.    Halka Açık Sebillerde Duvara Zincirle Bağlanmış Alüminyum Bir Bardağın Olması
   18.   Lokantalarda İçinde Ürünlerin ve Fiyatların Eksiksiz Yazılı Olduğu Menülerin Olmaması
   19.   Hizmet Alımlarında Yetkili Kişinin Resmi Tutumdan Çabucak Uzaklaşıp Müşteriyle Ahbap Çavuş Olması ve Bunun Hizmetin Kalitesini Olumsuz Yönde Etkilemesi:
   20.   Aşırı Hassas Olması ve Dine/Siyasete/Geleneğe Azıcık Dokunan Mizahı Mahkemelerde Süründürmesi

24 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 8

Hastanenin yakınındaki bir kafedeyim. Ehliyet için sağlık raporu almam gerekiyor. 1998’de aldığım ehliyet sertifikasıyla ehliyet alacağım. Sabah 8’de geldim buraya. İki dakikalık bir işlemden sonra, şimdi git saat 11’de muayeneye gel dediler. Eve gittim geldim, 3 saat boyunca hastanede boş boş durmamak için. Gelirken bilgisayarı da getirdim ki öğleden sonra bir yerlere oturur yazarım. Muayeneden sonra da şimdi git, saat 3’de raporu almaya gel dediler. Sürpriz değil bu kısmı, zaten raporların saat 3’den önce verilmeyeceği ve bu konuda ısrarcı olmanın bir faydasının olmadığı, heyet salonunun kapısında kocaman harflerle yazıyor.  İşte şimdi de dışarıdayım, açtım defterimi önüme, önümde İstinye körfezine demir atmış yatlar, yazıyorum.

Basit bir sağlık raporu alma işinin tüm günü yiyen bir meşgaleye dönüşecek olması rahatsız etmiyor beni. Rapora basit dememin nedeni raporun varlık nedenini küçümsemek değil, doktorların yüzümüze bile bakmadan “sağlam” yazıp, kağıda imza atmaları. KBBci doktor youtube’de video izliyordu ben içeri girdiğimde. Ne videoyu durdurdu ne de bana en ufak bir soru sordu. Kağıdı aldı, imza attı ve bana geri verdi. İç hastalıkları uzmanı bana sordu bir rahatsızlığım olup olmadığını. Ben de “Bildiğim kadarıyla yok.” dedim. Adam mantıklı olup da “Belki bilmediğin bir rahatsızlığın vardır” deyip muayene etmedi beni. Diğer üç doktor (Göz, Psikiyatri ve Ortopedi) gerekeni minimal derecede yaptılar diyebilirim. Hâl böyle olunca trafikte niye bu kadar çok kaza olduğunu, neden bu kadar çok insanı kazalara kurban verdiğimizi anlamak çok da zor olmuyor. Doktorun bu derece duyarsızca mühür bastığı bir belgeyi kullanarak alınan ehliyet doğal olarak caydırıcı olmayacaktır, kuralları çiğnemek isteyen şoför için.


Birkaç gündür uzun bir liste yapma uğraşısına daldım. Bir ülkenin geri kalmışlığına dair işaretler (alamet-i farikalar) topluyorum etrafımdan. Öyle makroekonomik rakamlara dayanarak, BM raporlarını altüst ederek ortaya bir şeyler çıkarmak değil amacım. Daha çok etrafımda gördüğüm; sokaklarda, resmi kurumlarda, lokantalarda, otobüs duraklarında şahit olduğum tuhaflıklardan yola çıkarak meydana getirdiğim bir liste bu. Maksat yıllarca yurt dışında yaşadıktan sonra ülkesine dönen bir Türkiyelinin gözüyle, belki pek çok insanın alışıp, görmezlikten geldiği konulardan söz etmek. Listenin başlangıcı var ama sonu yok.   Gidebildiği yere kadar gidecek ya da ben saat 3’e kadar –pil dayanırsa- yazacağım.

                 Bir Ülkenin Geri Kalmışlığının İşaretleri

1.       Çöp Kültürünün Olmaması:

Doğal süreçte tüketim hiçbir zaman yüzde yüz verimli olamaz. Mutlaka bir posa, mutlaka bir artık olacaktır. Bünyelerimiz doğanın ürettiklerini bütün olarak alır ve sonrasında da artanı dışarı atar. Buraya kadar her şey normal, sorun buradan sonra başlıyor. İnsanlar yediklerinin temizliğinden ve besin değerinin olup olmasından sorumlu oldukları kadar çöplerinden de sorumludurlar. Yani çöp bizim bir parçamız, sistemin bir olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla insan çöpünden sorumludur ve çöpünü uygun kanallarla sağlıklı bir şekilde kendinden uzaklaştırmak toplumsal bir görevdir.

Oysa bakıyorum etrafımda gözlemlediğim insanlara. Komşularımız çöplerini dairelerinin önlerine akşamdan koyuyorlar ki sabah giderken alıp gitsinler ve çöp konteynırına atsınlar. “Gece boyunca bina kokuyor“ desem, “Eeee evim mi koksun?” diyecekler sanki başka bir alternatif –çöpü akşamdan atmak mesela- yokmuş gibi. Hadi bu neyse, hadi bu iş bina yönetimiyle konuşulup çözülebilecek bir şey. Peki ya o konteynırların kapaklarının sürekli açık olmasına ne demeli, peki ya insanların içtikleri suyun şişesini yere atmalarına ne demeli, peki ya çöplerini iki metre ilerideki kutuya atmak yerine apartman kapısının önüne koyanlara ne demeli… Çöpü üretmeyi biliyoruz ama tüketmeyi bilmiyoruz. Bunu çocuklarımıza öğretmediğimiz için çocuklar da aynı bizler gibi yetişiyorlar. Yedikleri elmanın koçanını otobüsün camından atan öğrenci gördüm ben. İçtiği suyun şişesini arabadan dışarıya fırlatan BMW sürücüleri de bu vatanın evladı… En çok sinir olduğum da parktaki banka oturup, saatlerce çekirdek çıtlatan ve yediği çekirdeğin kabuğunu ayağının dibine atan insanlar. İdrakım, muhayyilem, hafsalam almıyor bu insanların kendi çöpü üzerinde yükselen horoz misali, sorunsuz bir şekilde istediklerini yapmalarını.

2.       Altyapı Sorununu Çözmeden Yeni Sistemler Kurma Çabası:  

Bu biraz da siyasi bir iştahın sonucu sanırım. Yani boy gösterisinin, şov kültürünün bir getirisi. “Biz ulaşım sorununu çözmek için metrobüs yaptık.” demek için.  “İyi ama, zırt pırt bozuluyor bu menet. Buna güvenip de yola çıkan binlerce insan yollarda helak oluyorlar.”. Yanıt yok doğal olarak. Varsa da metrobüsü iktidardan halka verilen bir ulufe olarak gören siyasi liderler açısından bu özürden çok azara yakın bir ifade oluyor. Siz bu kadarına layıksınız türünden bir ifade. Hemen her gün bir kaza ya da araç arızası vukû buluyor metrobüs hattında. Ya bir araç metrobüs yoluna dalıyor, ya metrobüs bozulup yolu tıkıyor. İki metrobüsün çarpıştığını bile duydum. Ne anladım ben o zaman güvenli ve hızlı ulaşım hedefinden?

Ben geldiğimden beri “Şu an sistem arızalı, sonra gelin.” cümlesini o kadar çok duydum ki artık bir yerden hizmet talebinde bulunacağım zaman orada fazladan harcayacağım 2-3 saat için yanımda yapacak iş –yazma, ders çalışma, okuma falan- ayarlıyorum.  Aksi halde fıttırmamak elde değil. Tamam, birileri çalışıp güzel şeyler yapmak istiyorlar ama bunu yaparken üzerine inşa edecekleri altyapıyı kontrol etme ihtiyacı hissetmemeleri abesliğin zirvesi. Pazartesi günü Emniyet Müdürlüğüne ehliyet için başvurmak için gitmiştim. “Gerekli evrakları tamamlayın, internetten randevu alın, öyle gelin” dediler. Eyvallah dedim. Gerekli evrakları tamamladım, eve gidip e-randevu sisteminden randevu alayım dedim. Üç gün sonunda alabildim basit bir randevuyu. Ya sistem error veriyor, ya bilgisayar benim bilgileri kaybediyor, ya ekranda basmam gereken tuş görünmüyor, ya sistem kilitleniyor… Vatandaşa kolaylık olsun diye hazırlanan sistem kâbusa dönüşüyor. İster istemez bir Gogol öyküsünde, sürekli talepleri ertelenen müzmin devlet memuru gibi hissediyorsunuz.

3.       Ulaşım Sorununun Çözülmemiş Olması ve Ad Hoc Eklentilerle Bu İşi Çözmeye Çalışma Çabası:

Yıl 2012, İstanbul’da halâ kentin bütün önemli noktalarını birbirine bağlayan, kesintisiz biçimde çalışan bir metro ağı yok. Ne var? Metrobüs yalanı var. Ne var? Hafif metro var. Ne var? Trafik ışıklarında duran, arabalarla aynı yolu kullanan tramvay var. Gidelim, bakalım dünyanın İstanbul kadar –hatta İstanbul’un yarısı kadar- olan şehirlerine. Hepsinde, şehri bir örümcek ağı gibi yerin altından örmüş metro hatları vardır. Otobüsler yine çalışsın, vapurlar yine boğazda yolcu taşısın ama metro, yani trafiği tıkanmayan, geç kalmayan, ikide bir bozulmayan bir sistem hep olsun, insanlara güven versin. Maalesef! 12 yıl önce İstanbul’dan ayrılırken Levent-Taksim metrosu açılmıştı. O zamandan bu zamana yapılan tek şey Levent’ten Hacıosman’a kadar hattı uzatmak ve bir de Kartal-Kadıköy metrosunu inşa etmek. Levent metrosu bir de Kabataş’a ve Şişhane’ye bağlanıyorlar. Çok bir şey değil ama hiç yoktan iyidir diyebiliriz. Bunların yanında Marmaray projesi var ama ne zaman biteceği belli değil. Trafiğe büyük bir rahatlama getireceğini düşündüğüm bu projenin bu kadar gecikmiş olması –Manş tüneli ne zaman yapılmıştı? 40 yıl önce mi?- sadece düşündürücü değil, aynı zamanda küçük düşürücü bir durum. 


   Bu İETT'nin Metrobüs Reklamı - Halkla Alay Eder Gibi

Bir de nedense bizde hatlar dümdüz, ip gibi yapılıyorlar. Oysa yapılması gereken, “L” şeklinde, “S” şeklinde ve hatta “O ya da U” şeklinde hatlardır. Yolcu hatta girdiğinde çıkana kadar aktarmalar yapmalı ve ücreti sistemden çıkarken, gittiği mesafenin uzunluğuyla doğru orantılı olacak şekilde ödemelidir. Mesela Kartal-Kadıköy hattı yerine, Kartal – Ümraniye hattı olmalı, Kadıköy’e gidecekler Göztepe’de inip Üsküdar -  Ataşehir hattına geçebilmelidir. Sisteme bir girdikten sonra çıkana kadar kart tekrar kullanılmamalıdır. Ayrıca metro illa yerin altından gidecek diye bir kural yok. Etrafı çevrilerek güvenli hale getirilmiş raylı sistemler yerin üstüne de döşenebilir. Tabii bunun için şehrin içinden alan kırpmak gerekecektir. Bir de minibüslerin ve taksilerin neden İstanbulkart kabul etmediklerini anlamış değilim. Entegre bir sistemden bahsedeceksek tek bir giriş kartıyla İstanbullu olmak mümkün olmalı. Böyle olmayacaksa ne anlamı var karta şehrin adını vermenin?


Bu da Hayrettin adında matrak bir gencin yaptığı metrobüs tanıtımı. Gerçekten komik.

Bir ülkedeki insanların mutlulukları insanların verimlilikleriyle doğru orantılıdır. Yollarda kaybedilen saatleri insan sayısına çarptığımızda, ne kadar büyük bir insan gücünü çöpe attığımızı anlarız. Eğer hakikaten ileri uygarlıkların yanında yer almak ve kendimizi onlarla eş görmek istiyorsak, ne yapıp ne edip ulaşım sorununu çözmeliyiz. Hem öyle ekleme çıkarma metrobüs, treleybüs, minibüs gibi zırvalıklarla değil, bozulma ve yolcuyu yolda bırakma olasılığı çok az olan sistemlerle çözmeliyiz sorunu. Ben inanıyorum ki bir kentte işleyen bir ulaşım sistemi olursa, o kente hareket gelir, hareketin olduğu yere de bereket gelir –where is hareket there is bereket düsturunca-.  Metro duraklarına yeni dükkanlar açılır, ulaşımdan kazanılan zamandan çok daha güzel işler yapılır.

4.       İktidarın Sürekli Düzelen Ekonomiden Bahsedip Halkı Ezmeye Devam Etmesi:

Başımızdakiler sürekli düzelen ekonomiden, artan ihracat rakamlarından, azalan cari açıktan, Türkiye’nin dünya ekonomileri arasındaki sırasından bahsediyorlar. Neymiş efendim, dünyanın 17. büyük ekonomisiymişiz, neymiş efendim Avrupa’nın en büyük alışveriş merkezi bizdeymiş, neymiş efendim yeni duble yollar yapılıyormuş, enflasyon tek haneli rakama düşmüş –sepete inşaat demirini, matkabı, diş ipini koyarsan benim de enflasyonum düşer!-. Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmanın bireyler bazında hiçbir anlamının olmadığını görmek çok zor olmasa gerek. Zaten öyle olsaydı Çin’in ve Hindistan’ın hallerinden memnun olmaları gerekirdi.  Nüfusumuz fazla, dolayısıyla Hollanda, Belçika, Slovenya gibi küçük ama refah seviyesinde bizden çok ötelere ulaşmış ülkelere fark atmamız normal.

Bu durumda bakılması gereken ekonominin büyüklüğü değil, kişi başına düşen ortalama (aritmetik ortalama) gelirdir. Hatta daha iyi bir tespit için aritmetik ortalamaya değil medyana –sıra ortasına- bakmak gerekir çünkü aritmetik ortalama aşırı yüksek değerlere karşı hassastır.  1000 tane işçinin yanına bir Sabancı eklerseniz, aritmetik ortalama bir işçinin gelirinin on katı çıkar. Doğal olarak da bu rakam örneklem içinde saydığınız 1001 kişinin gelir düzeyini yansıtmış olmaz. Oysa medyan sıraya dizilmiş rakamları tam ortadan ikiye ayırır, yüzde 50’lik kısmın nerede olduğunu gösterir. Mesela Türkiye’de kişi başına düşen gelir 12,000 doların üzerinde olmasına rağmen medyan gelir 5,000 dolar civarındadır. Bu da halkın yarısının yıllık kazancının 9,000 liradan (aylık 750 lira) az olduğunu gösterir. Halkının yarısının aylık geliri 750 lira ve daha az olan bir ülke zengin bir ülke midir?

Oysa bir ülkenin refah düzeyini ölçmek için elimizde daha iyi endeksler vardır. Bunlardan birisi de Birleşmiş Milletler Gelişim Programı (UNDP) 1980’lerde ortaya attığı İnsani Gelişmişlik Endeksi (Human Development Index, HDI). Bu endeks gelirden başka eğitimi ve sağlığı da hesaba katıyor. Bu üç etken (Ortalama gelir, ortalama ömür ve ortalama eğitim alım süresi) birbiriyle ilişkili (variables with interaction) değişkenler olduğu için HDI hesaplanmasında bu üç katsayı çarpılıp, çıkan sayısının küpkökü alınıyor. Mesela, diyelim A ülkesinin ortalama gelir katsayısı 0.90, ortalama ömür katsayısı 0.95 ve ortalama eğitim alım süresi 0.87. Bu durumda HDI = 0.9061. Her bir katsayıda o katsayının konusu olan en iyi ülkenin değeri 1 olarak alınıyor. Japonya ortalama ömürde şampiyonsa, çarpma işlemine dahil olan katsayısı 1 olacaktır. Dolayısıyla bir ülke her alanda birinciyse HDIsı 1 çıkacaktır. BM son yıllarda bu katsayı üzerinde revizyona gitti ve bir takım değişiklikler yaptı. Revizyona gerekçe olarak da HDI’nın yıllık gelirle olan korelasyonunun çok yüksek çıkması (r2 = 0.92). Bu şu demek oluyor, eğer paranız varsa bir şekilde sağlık sisteminiz ve eğitilmiş insan oranınız iyileşiyor. Bu durumda üç ayrı sayıya bakmanın pek bir anlamı yok, yıllık gelire bakalım yeter. Bu arada Türkiye HDI sıralamasında dünyada 79uncu. Başbakanımızın beğenmediği Avrupa ülkelerinin HDI rakamlarına  http://en.wikipedia.org/wiki/Human_development_index ağbağından ulaşabilirsiniz.

Benim bu konuda UNDP’ye bir tavsiyem olacak. Bütün bu makroekonomik / sosyoekonomik  hesapları bir yana bırakalım ve kendimize şu soruyu soralım: Bizi ne mutlu ediyor? Paranın insanı mutlu etmediğini söyleyerek banal bir romantizme kaçmayalım. Para insanı mutlu etmese bile parasızlık insanı mutsuz eder. Bu da şu demektir. İnsanı mutlu eden şey onurlu bir yaşam için gereksinimlerini (barınma, gıda, eğitim, sağlık, çocuklarının geleceği hakkında güvence, yılda en az bir kere yaşadığı yerden uzak bir tatil vb) karşılamaktır. Bunun dışındaki paranın mutluluk getirme olasılığı, bunun dışındaki parasızlığın mutsuzluk getirme olasılığından fazla değildir.  Bu durumda ortalama gelirin (ister aritmetik ortalama olsun ister medyan) çok bir şey ifade etmediği aşikârdır. Asıl bakılması gereken rakam ortalama gelirden çıkarılan ortalama giderdir. Çünkü insan temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra yaşamaya başlar. Hasta çocuğunu hastaneye götüremeyen bir babadan verimli bir hayat bekleyemezsiniz. Çocuklarının karnını doyuramayan bir annenin topluma faydalı olmak için sanatla, edebiyatla uğraşacağına kimse inanmaz.  Gelir eksi gider insanın hayat kalitesini belirleyen rakamdır.  Kalan parayla insan istediği kitabı alır, çocuğuna bayramda hediye alır, kafası bunaldığında uzun bir tatile çıkabilir, zevk için Portekizce öğrenebilir.

Buradan yola çıkarak ortalama vatandaşın hayat kalitesini medyan gelirden çıkarılan medyan giderle ölçebiliriz. Bundan daha iyisi gelirlerle giderleri her bir vatandaş için toplayıp, medyan “disposable income”a bakmak olacaktır. Bence Türkiye’de bu rakam eksi bile çıkabilir çünkü Türkiye gerçekten pahalı bir ülke ve şimdiye kadar tanıştığım pek çok insan borç içinde yüzüyor -ve bunu dert etmiyor-. Norveç’ten sonra en pahalı benzin bizde.  Dolayısıyla eğitimden sağlığa, gıdadan barınmaya her şey pahalı oluyor ülkede. Abuk subuk her konuda vergi var. Bir doğal afet oluyor. Yaraları sarmak için halkın temel ihtiyaçlarından birisine ek bir vergi konuyor. Yaralar sarılıyor, afetler unutuluyor ama o vergi hesaptan düşülmüyor. Bugün haberlerde vardı, ortalama bir evin 1999 depreminden beri deprem vergisi adı altında 4,000 TL ödediği. Bu parayı istediğin için, gönlünden koptuğu için vermiyorsun. Yaraları sarmak sorumluluğu olan devlet senden zorla alıyor. Türkiye’de bir ehliyet almak kurs da dahil 1000 TL’nin üzerinde bir fiyata patlıyor. Bu rakam Tayland’da 10 TL civarında. Hani bu kadar para alınıyor da bizim sürücülerimiz çok mu iyi? Kazaların sıklığına bakınca durumun hiç de öyle olmadığını anlamak zor olmuyor.   

Bir önceki yazımda Türkiye’nin Avrupa’ya en çok benzeyen yanının pahalılığı olduğunu söylemiştim. Evet, pahalılıkta yarışıyoruz Avrupa’yla. Bunun dışında her konuda geriyiz. Kirada oturan ve iki çocuğu olan bir aile düşünün. Bu ailenin giderleri rahatlıkla 2000 lirayı geçecektir.  Kira, elektrik, su, doğalgaz, internet, ulaşım, eğitim, sağlık… Eğer anne babanın işleri iyi değilse bu ailenin yaz ayları geldiğinde tatil yapmaları olanaklı mıdır? Peki yurt dışına gidip, ailecek farklı bir kültürü, farklı bir toplumu deneyimleyebilirler mi? Canları sıkıldığı zaman kentin dışına çıkıp, bir hafta sonunu gürültüden uzak bir dağ evinde geçirebilirler mi? Bir işe yarayacağından değil de sırf zevk için yabancı bir dil –örneğin İspanyolca ya da Farsça- veya yabancı bir kültüre ait bir dans/sanat öğrenebilirler mi? Yanıt halkın büyük bir çoğunluğu için bu saydığım etkinliklerin lüks olduğudur. Dolayısıyla büyük bir kesim ne tatile çıkabilir –yılda bir köye gitmek dışında- ne de sırf zevk için farklı bir sanat öğrenebilir. Bu olmadığı için de hayat bu insanlar için ev-iş ya da ev-okul arasında mekik dokumakla geçer. Kimi zaman araya duman altı olmak için gidilen kahvehaneler girer, kimi zaman nezih arkadaş ortamları, ama döngü kırılmaz. İnsanlar ellerindekilerle yetindikleri için bir süre sonra arzu etmeyi de unuturlar. Yoksulluk kader olur, kader içinden çıkılmaz bir girdap.

5. Hiçbir İşin Tek Seferde Tam Olarak ve Zamanında Yapılmaması:

Devam edecek...

Not: Bu yazıyı hastanenin yakınındaki kafede değil, bir hafta sonra, Ordu-Mesudiye-Konacık köyünde bitirdim. Araya bayramda anne babayı ziyaret, piknikler, keşkek günü gibi hayata dair tatlı ayrıntılar girdi. 

15 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 7


İyi şeylerden bahsedeyim diyorum, hayatın tozpembe güzelliklerinden, İstanbul’un kadîm hüzünbazlığından, parklarda el ele gezen yeniyetme âşıklardan, etrafta cıvıl cıvıl oynayan çocuklardan ve onların şen şakrak çığlıklarından bahsedeyim ve böylece dert tasa yanımıza uğramasın diyorum; ama olmuyor, olmuyor, olmuyor! Öyle “Bütün dünya buna inansa / bir inansa / hayat bayram olsaaaaa / insanlar hep kardeş olsa / el ele tutuşsa / uzansak sonsuzaaaa” diyerek hayatı bayram yerine dönüştüremiyoruz maalesef. Kötü haberler, can sıkıcı görüntüler, insanı bir andan hayattan ve içindeki her şeyden soğutan olaylar bırakmıyor peşimizi. Oysa hafta sonu ne güzeldi, gittik Ağva’ya;  J, yengem, abim, iki bıcır bıcır yeğen, hep birlikte. Uzandım kumların üzerine, Ömer Hayyamvari bir kafayla dedim kendime: kum, deniz ve rüzgar / işte hayat bu yüzden var /  şarap, aşk, bilim ve kitap / gerisi hepten anlamsız, hepten tarumar.

 Zaten tatil bu demektir. Kısa süreliğine dünyadan elini eteğini çekme, kapıyı her zaman seni meşgul eden şeylerin üzerine kapatma, “tembelliğe” yelken açma.  Bir çeşit geçici sarhoşluktur tatile çıkmak. Tatile çıkamadığımız için içiyoruz şarabı da zaten, ertesi gün ya da bir sonraki gün işe gideceğimiz için, kısa yoldan kafamızı tatile çıkarıyoruz, bedenimiz aynı kentin aynı sokaklarında sürüklenirken.  Ama bitiyor işte, tatiller de sarhoşluklar da. Sonra bir şok yaşıyorsun, geri dönüşün şoku, hayata kaldığın yerden devam etme zorunluluğunun şoku, sen ortalıkta yokken dünyanın dönmeye devam ettiğini, ölümlerin ve acıların tatile çıkmamış olduğunu fark ediyorsun. İşte bu koyuyor.

Bu sabah gördüm videoyu. İzmir’de sıradan bir trafik kavgası ölümle bitiyor. Bir önceki yazımda, celalli olduğumuzu, ufak bir özürle, basit bir hoşgörüyle kapanacak pek çok konuyu, kanlı kavgalara dönüştürdüğümüzü yazmıştım. Severken de döverken de ayarını tutturamıyoruz. Nedir derdimiz, bir anlayabilsem? Bu derece şiddet eğilimi nereden geliyor? Olaya bakıyorum, sıradan bir araba çiziği, kavgaya bakıyorum, sanki biri birisinin hanesine tecavüz edip, hane sakinlerini esir almış. İki kardeş araba kullanırken bir polis arabasına çarpıyor. Öyle kafa kafaya bir çarpışma falan değil, belki tamponda bir çizik, ufak bir ezilme. Sonrasında polis ceza yazmak istiyor haklı olarak. Gençlerden birisi buna engel olmak istiyor, kardeşim yakında askere gidecek bahanesiyle. Polis de bunun ya da kardeşinin kafasına telsizle vuruyor –haksız olarak-. Ardından kavga çıkıyor. Bundan sonrası videoda izlenebilir. Kavga sırasında abi eline bir sandalye almış, birilerinin üzerine yürüyor. Etraf polis kaynıyor. İsteseler rahatlıkla bu genci etkisiz hale getirebilirler. Ama gencin üzerine atlayıp, kavgayı sonlandırmak yerine, gerilerden gelen bir polis silahını çekip yakın mesafeden gencin üzerine dört mermi sıkıyor. İki kurşun bacağına, bir kurşun da karnına geliyor. Tabii, ondan sonrası bağrışma, didişme falan. Cankurtaran geliyor ama maalesef genç hastanede ölüyor. İki kişi de seken kurşunlardan dolayı yaralı.

Bütün bir resme baktığımız zaman Türkiye’de hayatın ne kadar ucuz olduğunu, aslında sırf yaşadığımız için şanslı sayılabileceğimizi düşünebiliriz. Eve her geldiğimizde “Bugün de ölmedim bir serseri çakısıyla ya da bir polis mermisiyle, çok şükür.” Demeliyiz belki de. Polis böylesi bir olay karşısında ne yapacağını bilmiyor ya da bildiği halde kolayına geldiği için silahını kullanmayı tercih ediyor. İşin tuhaf yanlarından birisi de olaydan sonra mahallenin gencine kurşun yağdıran polisin yolun köşesinde hiçbir şey olmamış gibi cep telefonunda görüşme yapıyor olması.  Belki üslerini arıyor olayı kendi lehine çekebilmek için, belki tüm olayın videoya kaydedildiğinden haberi olmadığından dolayı çok farklı bir şekilde rapor ediyor durumu amirine. Sanki az önce bir insanın ölümüne neden olmuş polis kendisi değilmiş, manavdan karpuz siparişi verir gibi duruyor orada, mahallelinin şaşkın, tırsmış ve kesinlikle kin dolu bakışlarına aldırmaksızın. İşte video burada. Genç bir insanın –ne kadar kusurlu olursa olsun ölümü hak etmeyen bir insanın- yasal kurşunlarla öldürülüşünü görmeye dayanamayacaksanız izlememenizi salık veriyorum. Bir de arzu ederseniz olaydan sonra bir başka emniyet müdürünün bir sosyal paylaşım sitesinde yazdığı mesajı buradan okuyabilirsiniz:

http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344932601&year=2012&month=08&day=14



Bir de bu var, aynı günlerde yaşanan: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344933503&year=2012&month=08&day=14

Şimdi buradan yola çıkarak Paracelsus’un bir lafını hatırlatacağım. “Kötülük ayartılmış iyiliktir.” demiş Alman (İsviçreli) düşünür. Öyle bizim kötü diye tanımladığımız insanlar kötülük yapıyorum diye işlemezler cürümlerini. Öncelikle kendilerini doğru olanı yaptıklarına inandırırlar. Ardından da kendileri için bu doğru olan eylemi türlü kılıflara sokup, türlü bahaneler eşliğinde yürürlüğe koyarlar.  Bunlar kimlerdir. Torpille iş bulanlar, bir bildiklerini araya sokup uzaklara çıkan tayinlerini iptal ettirenler, yukarıdan birilerini ayarlayıp hapisten adam çıkartanlar, rüşvetle iş halledenler, tanıdıklarına kolaylık sağlayanlar, aile ve akrabalarına her türlü muameleyi yapanlar… Liste uzayıp gider ve bu uzayıp giden listeye dahil olan o kadar çok insan vardır ki toplumumuzda, bir türlü akıl sır erdiremeyiz neden eli yüzü düzgün bir toplum olamadığımıza! Neden bir Almanya gibi çalışkan, neden bir Japonya kadar temiz, neden bir Fransa kadar üretken, neden bir Singapur kadar rahat değiliz? Çünkü hemen hepimiz ayartılmış iyiliklere bulanmış durumdayız. Öyle ki bu durumları normal karşılıyoruz, “olmazsa olmaz” olarak algılıyoruz. Herkes yolunu bulma, bir an önce en kısa yolda köşeyi dönme derdinde. Makyavelci bir bakış açısıyla “hedefe ulaştıran her araç mubahtır.” Bununla da kalmayıp, hedefe ulaştıracak tüm araçları –doğru ya da yanlış fark etmez- seferber etmeyenleri ahmaklıkla, yol iz bilmemezlikle suçluyoruz.  Ancak aptallar bilemez köşeyi nasıl döneceklerini. Ancak ahmaklar uzun sıralarda beklerler, tayinlerine ne çıkarsa giderler, sahte raporlar düzenleyip çalışmadan aylık almanın yolunu yordamını bilemezler. Ve ahmak olmayanlar içimizde yaşayan, saygınlık kazanmış kişiler olurlar. Bir şekilde yollarını buldukları için de etraflarına toplayacakları, hayatta edindikleri düsturları aktaracakları yeni yetme gençler mutlaka olacaktır. Onlara abi, dayı, bey, efendi, hacı diyen, kısa sürede aynı yolun yolcusu olacak henüz ayartılmamış iyi insanlar…

Kötülüğün ayartılmış iyilik olması aslında ilk düşününce insanı sarsan bir hava yaratır. Mesela, televizyondaki banka reklamlarına bakalım. İş Bankası “Geleneksel bayram kredisi” diye bir şeyden bahsediyor reklamda. Bir şey gelenekselse uzun süredir insanlar tarafından kullanılıyor ve takdir görüyor demektir. Ben ne küçüklüğümde, ne gençliğimde ne de yetişkin yaşımda “geleneksel bayram kredisi” diye bir şey duydum. Öyle bir şeyin var olduğunu bile düşünmüyorum. Ama iş reklama, toplumun değer verdiği şeyleri kullanarak yeni kârlar yaratmaya gelince reklamcılık sınır tanımaz. Bu konuda yalan ahlâksızlık olmaz çünkü zaten reklam yapanlar ekran altlarında ufacık yazılarla kanunları, aslında kimlerin bu reklamda anlatılanların içine dahil olamayacağını “açık ve seçik” olarak yazarlar. Sonuç olarak o ufacık yazıları okumayan bizler suçlu oluruz kanun önünde. Önemli olan para kazanmaksa kapitalizm kutsal falan tanımaz; kullanır, eskitir ve atar. İleride “Geleneksel Kadir Gecesi” kredisi, “Geleneksel Sevgililer Günü” kredisi adları altında geleneğin adını kullanarak daha neler üretirler. 

Maksat zaten borca batmış insanları daha bir borca sokmak. Peki borca batan insan neyi yapamaz. Mutlu olur, harcamaya devam eder, arkadaşlıklarını sürdürür, kredi kartlarının verdiği limitler içinde yemeye ve eğlenmeye devam eder. Yapamayacağı şey isyandır. Kendisine yapılan haksızlığa ses çıkaramaz borca batan insan, patron hakkını yediğinde yutkunmaktan başka bir şey gelmez elinden. Çünkü ödenecek faturalar vardır, bekleyen borçlular vardır, eşyaların taksitleri, evin kredisi, çocuğun okulunun masrafları vardır. Borçlu insan başı dik yürüyemez, beli bükü yürür. Sistem de bindirdikçe bindirir bu bükük belin üzerine, yeter ki doğrultmasın belini, yeter ki göremesin önünü.  Televizyona bakıyorum, en çok reklamı çıkan ürünler: banka kredileri. Neden? Harcayın ki unutun, harcayın ki biz para kazanalım. Boşuna değil tabii son birkaç yıldır Türkiye’de en çok kâr yapan kurumların bankalar oluşu.

Bakın bu Ramazanda en ilgincime giden reklamlardan birisi cocacola reklamları. Yok efendim iftar sofralarının vazgeçilmez lezzetiymiş, yok dedemiz cocacola olmayan sofraya oturmazmış, yok gökten yağmur gibi cocacola yağıyormuş. Ya bunlar halkı aptal yerine koymaya bayılıyorlar ya da gerçekten aptalız biz. Biz ne zaman bu kadar colakolik olduk?  Cocacola’nın içinde alkol olduğu konusu daha geçen yıl Avrupa’nın gündemine oturmuş, bazı ülkeler alkol satışı izni olmayan dükkânlarda cocacola satışlarını yasaklamıştı. Hem sonra cocacola kadar kapitalizme simge olabilecek başka bir marka var mı? Aynı kapitalizmin bir diğer simgesi de silah satışları ve savaşlardır. Afganistan’da, Irak’ta ABD’nin yaptığı bunca zulme ve neden olduğu bunca acıya Türk-Müslüman toplumu kola içerek mi ortak oluyor? Bu mudur yani Türkiye halkının bilinçli Müslümanlığı?

Malum, modern olamadan post-modern olduğumuz için geleneğe karşı bir zayıflığımız var. Avrupa modernizmi yaşadıktan, onun yanıt veremediği bazı sorunları deneyimledikten sonra postmoderne kaydı ama bu kayışın temelinde ciddi bir modern altyapı vardı. O altyapı halen var ve her şeye rağmen yıkılmıyorlar. Bizde ne var: cılkı çıkarılmış bir postmodernizm furyası. Yok evlerimizi feng şui tarzında döşeyelim, yok çakralarımız mahrum kalmasın pozitif enerjiden, yok roman içine roman sokup en sonunda hepsinin aslında okuyucunun rüyasında rüya gören yazarın intiharı olduğunu ima edelim, hep birlikte Murakami okuyup, Osmanlı desenli minderler üzerinde yoga yapalım… Artık midem bulanmaya başladı bu klişe postmodern zırvalıklar görünce. Boş kardeşim boş, bu işler boş. Hepsi çöp, çöpten bile değersiz…

Ama bizde postmodernizm, İslam’ın ve Osmanlı geleneğinin dirilişi olarak algılandığı için muhafazakar kesimin çok ama çooook  hoşuna gidiyor. Hal böyle olunca tabii, “modernizm tu kaka, Avrupa batıyor, biz daha iyiyiz” laflarıyla büyüyor bir nesil. Şunu söyleyeyim Avrupa’yla denk olduğumuz tek konu pahalılığımız. Kalan hemen her konuda geriyiz, sürünüyoruz, rezil haldeyiz. Eğitim, sağlık, ulaşım, teknoloji, bilim… Neresinden tutarsanız tutun, geriyiz.  Postmodernism sadece sıvadı çirkinliklerin üzerini, kapattı temiz bir cilayla. “Ama biz Müslümanız, biz farklıyız, Avrupa bizi böyle kabul etmeli” bahaneleriyle tıkadı tüm modernleşme gayretlerini. Oysa altta değişen bir şey yok. Toplum halâ cahil, halâ eğitimsiz, halâ bilime ve bilgiye karşı duyarsız. Herkesin elinde, parmaklarının ucunda çevirdikleri cep telefonları olmasına rağmen bilgiye karşı sırtımızı dönmüş konumdayız.

 Unutmamak gerekir ki teknoloji denenmiş ve kanıtlanmış bilimin ürünüdür. Oysa bilim denenmemiş ve henüz kanıtlanmamışın peşinde koşar. Maalesef bu tanıma uygun bilim yapan bir Müslüman ülke dünya üzerinde yoktur ve uzun süre daha var olacağa benzemiyor.  Bu postmodern bela öyle başımızı sardı ki artık bilime de kafa tutar olduk –bilimi bilsek de yapsak neyse, cahil cesaretiyle saldırıyoruz-. Yok bilim her şeyi açıklayamazmış, yok metafizik* bilimin konusu dışındaymış, yok bilim insanı mutlu edemezmiş. Peki  ne eder?  Yanıtı biliyoruz zaten! Tekrara gerek yok.

Bir de işin şu yönü var: AKP’nin son on yılda getirdiği gazla kurumsallaştı modern toplumlarda “pre-modern” 
olarak görülen pek çok şey. Her yeni yapılan inşaata bir kemer eklenmeye başladılar mimarlar. Oysa düşünseler azıcık, o kemerlerin Osmanlı’dan önce Romalılar tarafından gelenek haline getirildiklerini, vaz geçecekler belki de sağa sola kemer inşa etmekten. Sağda solda görüyorum, kahve + fal = 10 TL diye. Şaka gibi ama gerçek! Millet fal baktırmak için para veriyor, sosyete bu konuda yarışıyor, televizyonda astroloji programları yapılıyor. Dedim ya, pre-modernden post-moderne atladık. Modern, aklın üstünlüğünü kabul eden, bilimsel bilgiyi her şeyin önüne koyan toplumdu. Post-modern ise modern toplumda yaşayanların mutlu olamadıklarına kanaât getirip geleneğe yönelme eğilimi getirdi. Böyle olunca; bir zamanların hipileri Hindistan’a gidip uzun sakallı bir deri bir kemik kalmış guruların dizlerinin dibinde, Kant’tan, Hume’dan, Rousseou’dan öğrenemediklerini öğrendiler –güya!-, mistik olan, sırf batıcı otoriter aklı reddettiği için el üstünde tutulur oldu, toplumumuz henüz akla değer veren bir toplum olamamışken bir anda akıldışının büyüsüne kapıldı, akıntıda savrulmaya başladı, aklın duvarlarına kafa tutar oldu.

Bilime yatırım yapmak yerine teknolojiye yatırım yapıyor oluşumuz bundandır. Batıyla aramızdaki farkı olduğundan az göstermektir amacımız. Mesele robot yapmak, telefon üretmek, televizyon satmak değildir. Mesele, bilime inanan, bilgi edinmeye sevdalanmış,  yaşamı bir öğrenme süreci olarak gören bir nesil yetiştirebilmektir. Bakın üniversitelerimize. İlk beş yüze her yıl ya bir ya iki üniversite giriyor çünkü bir üniversitenin değeri istihdam yaratarak yükseltilmez, bilgi üreterek, üretilen bilgileri mevcut olanla harmanlayarak, yeni yayınlar yaparak yükseltilir.

Geri kalmışlığımızın, daha da geri kalacağımızın işaretlerini sıralamak, bu konuda yazmak uzun ve çetrefilli bir iş ama yapılamayacak bir iş değil. Neden bu kadar geriyiz sorusunun yanıtı aslında geride, yani geçmişte saklı. Bizi biz yapan değerleri, dini, geleneği, dili, tarihi ele almadan geri kalmışlığımızı tartışamayız. O da ileriki yazılara kalsın.


* Türkçe’de “metafizik” kadar yanlış anlaşılan bir sözcük yoktur herhalde. Dindar insanlar metafizik deyince “Tanrı, melek, şeytan, ruh” falan anlıyorlar. Yok kardeşim, yok! Metafizik sözcüğünün bilimsel olmayan kavramlarla hiç mi hiçbir ilişkisi yok. Metafizik, fizik biliminin teknik olarak elinin uzanamadığı kavramları tartışır. Mesela, “nedensellik” nedir, “madde” nedir, “uzam” nedir, “zaman” nedir?. Teknik olarak dedim çünkü metafiziğin ilgi alanına giren pek çok soru fizik biliminin gelişmesi ve yeni bulgular sayesinde açıklık kazanmış ya da kısmen yeni sorulara yol açmıştır. Daha geniş bilgi ve bu derin yanlış anlamanın kaynağı için kelimenin etimolojisini aşağıya ekliyorum. Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Metaphysics

The word "metaphysics" derives from the Greek words μετά (metá) ("beyond", "upon" or "after") and φυσικά (physiká) ("physics").[7] It was first used as the title for several of Aristotle's works, because they were usually anthologized after the works on physics in complete editions. The prefix meta- ("beyond") indicates that these works come "after" the chapters on physics. However, Aristotle himself did not call the subject of these books "Metaphysics": he referred to it as "first philosophy." The editor of Aristotle's works,Andronicus of Rhodes, is thought to have placed the books on first philosophy right after another work, Physics, and called them τὰ μετὰ τὰ φυσικὰ βιβλία (ta meta ta physika biblia) or "the books that come after the [books on] physics". This was misread by Latinscholiasts, who thought it meant "the science of what is beyond the physical."
However, once the name was given, the commentators sought to find intrinsic reasons for its appropriateness. For instance, it was understood to mean "the science of the world beyond nature (phusis in Greek)," that is, the science of the immaterial. Again, it was understood to refer to the chronological or pedagogical order among our philosophical studies, so that the "metaphysical sciences would mean, those that we study after having mastered the sciences that deal with the physical world" (St. Thomas Aquinas, "In Lib, Boeth. de Trin.", V, 1).
There is a widespread use of the term in current popular literature, which replicates this error, i.e. that metaphysical means spiritual non-physical: thus, "metaphysical healing" means healing by means of remedies that are not physical.[8]

12 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 6


Altı haftadır İstanbul’dayım. Bu altı haftada gördüğüm kavga sayısı Tayland’da altı yılda gördüğüm kavga sayısından fazla. Hemen her şeye celâlleniyoruz, önce söz dalaşı, sonra egoların birbirine göğüs bilemesi, ardından el kol hareketleri ve en sonunda da bıçaklar meydanda. En ufak bir anlaşmazlık kanlı kavgalara dönüşebiliyor, elimizi kolumuzu kontrol edemediğimiz gibi dilimizi de kontrol edemiyoruz ve belki de sorun burada başlıyor.

 Olay iki gün önce oldu. Kadıköy’de durakta sıra bekleyen insanlar. Birisi gelip, diğerinin önüne geçmiş ya da bir yanlış anlaşılma olmuş. Yanlış anlaşılmanın nedeni pek çok durumda olduğu gibi burada da kaynakların sınırlı, isteklerin sınırsız –ya da kaynakların önerebileceğinin çok çok üstünde- olması ve sınırlı kaynakların kullanımı konusunda “etrafını camî ağyarını manî” bir düzenlemenin yapılmamış olması.

Kadıköy sahili her gün yüzbinlerce yayaya,  arabaya, turiste ev sahipliği yapan işlek bir yer. Yalnız, her işlek yerde olduğu gibi Kadıköy sahilinde de kalabalık kaçınılmaz. Alan az, otobüs/minibüs/araba çok. Kimi zaman otobüsler duraklarında bekleyemiyorlar dolayısıyla yolcuların bir kısmı otobüs hattının adının yazılı olduğu durakta, yani asıl beklenilmesi gereken yerde,  bir diğer kısmı da otobüsün durduğu yerde bekliyorlar. Şoför gelip motoru çalıştırdığında da kavga başlıyor. Yok asıl sıra burasıydı siz yanlış yerde bekliyorsunuz, yok biz önce geldiydik, yok siz hak yiyorsunuz…  Hayır, kavga burada kalsa yine iyi! Hemen havada küfürler uçuşmaya başlıyor, ardından “sen bana nasıl küfredersin”  cümlesini takiben yeni küfürler. Sonra tekme tokat, birileri yerde, birileri havada. Otobüs, yolcuları almadan yola çıkıyor, polis geliyor, ambulans orada. Kavga edenler çoktan eve varmış olmaları gereken saatte ya hastanede bakıma alınıyorlar ya da karakolda ifade veriyor oluyorlar.

Oysa sorunun temelinde basit bir yanlış anlaşılma var ve bu yanlış anlaşılma ufak bir özürle ya da karşı tarafın hoşgörüsüyle –Bu kelimeyi sevmem ama burada kullanılması gerekiyor. Dinler arasında ya da halklar arasında değil, hata yapan ve hatadan mağdur olan arasında olur hoşgörü. Çoğunluk ve azınlık arasında hoşgörü değil, hak ve hukuk vardır.-  çözülebilir. Yani, “Kusura bakma kardeş, biz yanlış yerde beklemişiz” ya da “Önemli değil efendim, buyurun geçin”  gibi basit bir lafla kandan ve hastane/karakol masraflarından kurtulabiliriz. Zaten durak ilk durak, birilerinin ayakta kalma olasılığı düşük. Eninde sonunda herkes bir yere oturacak. Dedim ya! Celâlliyiz, asıl karşı çıkmamız ve sinirlenmemiz konularda gıkımız çıkmaz, –Her gün askerler şehit olur ve politikacılar bu konuda aciziyetlerini bahanelerle korumaya devam ederler,  ülkedeki araziler büyük büyük lokmalar halinde yabancılara satılır, benzine her gün zam gelir, 5.000 okul çıkarılan jet yasalarla imam hatip okuluna dönüştürülür, berbat bir ulaşım sisteminde her gün sürüm sürüm sürünürüz…- , ama iş ufak hesaplara gelince feleği karşımızdakinin başına yıkarız. Çünkü kavgasını verdiğimiz şey hakkımız olan şey değil, egomuzun tatmin olmasıdır. Hakkını almış olmak tatmin etmeyecektir o adamı, kendisine söz söyletmemiş olmak, haybeden bir kavgadan zaferle çıkmak, sürekli bize kazık atan hayata yalancı da olsa bir kazık atabilme hevesidir.

Tayland’da altı yılda görmediğim kavgayı burada altı haftada gördüm diye yazdım. Duraklarda sıra kavgası, trafikte bana yol vermedin kavgası, kız kardeşime yan gözle baktın kavgası, köpeğime kuçukuçu dedin kavgası… Adam minibüsün önünü kesip, elinde levyeyle çıkıyor arabasından, niye yanlış yerde yolcu alıyorsun demek için. Böyle bir şey var mı dünyanın başka bir yerinde bilemiyorum. Ya ben fazlasıyla naif ve mülayim bir toplumda yaşadım son on iki yılımı ya da toplumumuza sürekli bir gerginlik, hiç bitmeyen bir baskı hakim. Boşluğu bulduğu anda fırlıyor yaylar, artık kime niyet kime kısmet. Kiminin kafasında patlıyor, kiminin kıçında.

Ufak bir giriş yapıp asıl konulara girecektim ama yine olmadı. Bu tarz şeyler beni de yoruyor aslında, geriliyorum durduk yerde. Tayland’da ya da Vietnam’da olsam, “soruna dışardan bakan gözlemci konumumu” korumayı becerirdim. Ne de olsa farklılar, kendi kültürleri, kendi tarzları derdim. En azından “Niye böyleyiz?” sorusunu sormazdım. Oysa şimdi, kafamda bir yığın soruyla geziyorum “Niye bu kadar gerginiz? Niye bu kadar şiddete meyilliyiz? Hangi bastırılmış duyguların dengesiz yansımaları bunlar?”.  

Geçen yazıda din tabusundan bahsetmiştim. Hakkında en ufak laf edeni linç etmeye ant içmiş bir toplum olmuşluğumuzdan. Dini bu derece tabu haline getiren önemli etkenlerden birisi de ülkemizde din ve ahlak kavramlarının ayrışmamış olmasıdır. Cumhuriyet, din ile devleti ayırdı ama din ve ahlakı ayırmadı. Bu da şu demek oluyor. Pek çok insan, dindar olmakla iyi insan olmayı aynı şeymiş gibi düşünüyor. “O iyi adamdır, namazında niyazındadır” lafını sıklıkla duymuşuzdur. Oysa toplumların sağlıklı bir şekilde büyümeleri ve yaratıcı ürünler vermeleri için ahlakı başka tüm toplumsal değerlerden bağımsız olarak algılamaları gerekir. İyi olmak için Müslüman olmak gerekmediği gibi her namazında orucunda olan Müslüman da iyi insan değildir. Dinsiz ve ahlaksız olunabileceği gibi dindar ve ahlaksız olmak da mümkündür. Başı kapamak ya da Ramazan ayında oruç tutmak, elinizdeki çöpü sokağa attığınızda ya da komşunuzu kandırdığınızda  sizi kurtarmayacaktır. Çünkü etik kurallar bizlere sosyal bir yaşamı mümkün kılan ödevler yükler. Bu ödevlerin başında çevreyi sorumlu kullanmak, insanları rahatsız etmeksizin mutlu olmak, kendine ve ilişkide olduğun insanlara karşı sorumluluklarını elinden geldiğince yerine getirmek ve yapabildiğin yerde iyilik yapmak gelir. Görüldüğü gibi bu ödevlerin hiçbirisinde dindar olma şartı yoktur. İnanmayan bir insanın da iyi bir insan olabileceği kuşku götürmez bir gerçektir.

Sırf bu yüzden ben, “Din ve Ahlak” derslerinin “Din ve Dinler Tarihi” ve “Ahlâk ve Ahlâkın Kaynağı” olarak iki ayrı ders olarak okutulması taraftarıyım. Birincisinde din kavramının içeriği, toplumdaki yeri ve insanlık tarihindeki önemi öğretilirken, ikincisinde dinden tamamıyla bağımsız olarak etik değerler, görev bilinci, iyilik kavramı öğretilmelidir. Dinin ve ahlâkın birbirinden ayrılmadığı toplumlarda din adamlarının ahlâk konusunda fetvalar verip, kamu vicdanını rahatsız edeceklerini unutmamak gerekir. Az görmedik depreme gerekçe olarak toplumdaki genel ahlâksızlığı işaret eden vaizleri.  Ben camideki minberden şu ya da bu şekilde yaşanan cinselliği ahlaksız sayan imam bile gördüm. İşin anatomisi bir yana, eğer birileri bir işi başkalarını ve birbirlerini rahatsız etmeden, hastalık yaymadan, birbirlerini yaralamadan ya da öldürmeden yapıyorlarsa o işte ahlaksızlık aranmaz. Ahlaksızlık onların özel hayatına karışanlara yakışan bir etikettir. İnsan mutlu olmak zorundadır ve bu mutluluğu en kısa yoldan yakalaması için kendisine “Nasıl iyi bir insan olabilirim?” sorusunu sormalıdır. Bu hem kişi bazında hem de toplum bazında anahtar olabilecek bir erdemdir.

Zaten istatistiklere bakıldığında kendini inançsız olarak tanımlayan insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde hem kişisel mutluluk indeksleri hem de toplumsal düzene yönelik indeksler (suç oranı, hava temizliği, ulaşım ve sağlık hizmetlerine erişim vb) diğer ülkelere göre olumlu çıkmaktadır. Çünkü bu ülkelerde insanlar “iyi bir insan” olmak için iyilik yaparlar, “iyi bir insan” olmak için etrafındakileri rahatsız etmeksizin istediklerini yaparlar. Buradaki “iyi insan”ın öldükten sonra kendisini bekleyen baldan ırmaklar, şaraptan şelaleler, içi yetmiş huri dolu üzüm bağları yoktur. Sadece mutlu bir yaşamı tatmak ve zamanı gelince de temiz bir yarını yeni nesillere bırakma arzusu vardır. Öteki dünyayı kurtaracağım diye bu dünyayı cehenneme çevirmek gibi bir amaçları yoktur bu insanların. Hem siz dinsizlik adına adam öldüren birisini duydunuz mu? Dinsiz olup da dinle ilişkili olmayan bir konuda cinayet işleyenleri sormuyorum. Dinsizliği yayacağım diye cinayet işleyenleri soruyorum. Ben duymadım! Ama dini yayacağım diye ya da dini koruyacağım diye savaşa çıkan, bomba olup patlayan, uçak olup binaları yerle bir edenleri gördüm, duydum, yaşadım…

Tayca’da sevdiğim kelimelerden birisi “geng cay”dır. Bu kelime “başkasına yük olmaktan, rahatsızlık vermekten çekinme” anlamına gelir. Kelime kendi başına var olunca, halkta da bu kelimenin için dolduracak mahiyette davranışlar da bol bol görülüyor. Öyle ki Tayland’da kimse kimsenin özeline karışmaz, kimse kimseyi gereksiz yere rahatsız etmez. Sanırım gengcay tarzı hareketi zirvede yaşayanlar Japonlardır. Bizim halkımızca “soğuk” olarak nitelenen bu insanlar, birbirlerini rahatsız etmemek için hayalet gibi yaşarlar. Gidin, bakın Japonya sokaklarına. Tertemizdir, pırl pırıldır. İnsanlar çöpüm yere düşecek de birileri görecek diye korkarak yürürler. Uzun süre Japonya’da yaşamış bir arkadaşım anlatmıştı çocuğu metroda ağlayan bir annenin nasıl utançtan yerin dibine geçtiğini. Hani diğer yolcuları rahatsız ediyor ya, istemeyerek de olsa! Yıllarca orada yaşamış ama bu hadiseden başka bebek ağlaması duymamış. Aşırılık mı diyeyim, mükemmellik mi diyeyim bilemiyorum. Japonya’daki annenin karşısına bizdeki şu örneği koyalım da tam olsun:

Birkaç hafta önce Maltepe sahilinde yürürken orada çay ve çekirdek satan bir gençle konuşmuştuk. Şöyle bir konuşmaydı:

Ben: Satma şu çekirdekleri, etrafı bok götürüyor.
Genç satıcı: Götürsün abi, belediye temizliyor ne de olsa.
Ben: Ama belediye temizleyene kadar etraf pislik içinde. En azından bir de kesekağıdı ver çekirdeğin yanında, kabuklarını oraya atsınlar.
Genç satıcı: Ya bırak abi, masraf çıkarma bana. Belediye temizliyor dedim ya!
Ben: Tamam güzel kardeşim, ama sen annen temizleyecek diye yediğin elmanın koçanını evin ortasına mı atıyorsun. Yoksa zahmet edip, çöpe mi atıyorsun.
Genç satıcı: Buyurun hanfendi, ne istemiştiniz! (Yanımda beliren genç bayan müşteriye)

Ben de çayımı alıp gidiyorum yoluma. Sen misin parkta çekirdek satan adama ahlâk dersi veren? Alırsın işte babayı böyle. Hadiiii, yollan, toz ol şimdi…

Japonya örneğine dönersek, böylesine robotlaşmış bir toplumda rahat edebileceğimi düşünüyorum. Zaten ben sırf ağzımı açıp ineceğim durağı söylememek için minibüsleri sevmeyen birisiyim. Otobüsler daha mekanik, daha düzenli çalışıyorlar. Bir düğmeye basmak yeterli. Telefonda konuşmak yerine da yazılı iletişimi yani elmek ya da kısa ileti göndermeyi severim. Çünkü yazılı iletişimde göndermeden önce yazdıklarımı okuyabilir, gereksiz yerleri kırpabilirim. Hem yazılanlar kalıyor makinede. Latinlerin deyimiyle “Verba volent, scripta monent” (Söz uçar, yazı kalır). Geri dönüp bakabiliyorum.

Dağınık bir yazı oldu. Daha fazla dağıtmadan toparlayıp bitireyim. Artık eskisi gibi bir sonraki yazıda neyi yazacağımın planını yazmayacağım. Sonuçta bu yazıları bir yerde yayınlamak gibi bir niyetim yok. Kendimle hasbihal formatında sesli düşünmeler bunlar. Yazıldığı gibi kalacaklar. Plan yapınca o konuda uzun uzun düşünmeye ve daha güncel olayları kaçırmaya başlıyorum. Mutlaka yazacağım deyip de yazamadığım konulara da bir gün bir vesileyle sıra gelecektir. Sıkmaya, bıktırmaya gerek yok.

Bu arada Vietnam’dayken okuduğum bir kitabı (An Illusion of Harmony, Science and Religion in İslam) çevirmek için yazarıyla iletişime geçtim. Kitabın yazarı Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir Türkiyeli. ABD’de eğitimine devam etmiş ve şu anda orada bir üniversitede akademisyen olarak çalışıyor. Kitaba aşinalık kazanayım diye, şimdilerde bir daha okuyorum, bir çevirmen gözüyle. Eğer ABD’deki yayınevi tamam der ve benim buradaki irtibatım olan yayınevi işi alırsa, kitabı çevireceğim. Bu kitap din ve bilim hakkında benim söylemek istediğim pek çok şeyi söylemiş. Bilimi amaçları için kullanan şarlatanlara, iki kelime felsefe okumadan teleolojik yanılsamalarla Tanrı’nın var olduğunu kanıtladığını iddia eden sahte bilim insanlarına güzel bir yanıt olabileceğini düşündüğüm kitap aslında Türkiye’de büyük bir boşluğu dolduracak gibi. Özellikle muhafazakar kesimin toplumun tüm kurumlarına sızmayı bırakıp şelale gibi oluk oluk akmaya başlamasından sonra bizim gibi seküler bilime inanan, bilimin bilme arzusunu tatmin etmek için yapılması gerektiğini düşünen-Allah’ı bulmak için değil yani, kusura bakmasınlar.- öğretmenlerin/öğrencilerin/yazarların bu konularda desteğe çok ihtiyacı olacak. 

PS: Kitap hakkında bilgiye buradan ulaşabilirsiniz: http://www.amazon.com/An-Illusion-Harmony-Science-Religion/dp/1591024498

08 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 5


Metrodan çıktım eve doğru yokuş aşağı yürüyorum. Yolun kenarında küçük bir kız çocuğu, yukarıda onu azarlayan annesi ve yolun karşı tarafında boş boş oturan bir genç erkek. Aralarındaki konuşmaya ister istemez kulak misafiri oluyorum –bu arada ne güzel bir deyim bu “kulak misafiri olmak” deyimi!- :

Penceredeki Anne: Biz sizin yaşınızdayken evin bütün işlerini yapardık, sen halen sabahtan akşama kadar sokaklarda oynuyorsun.

Küçük kız: Ya anne yaa, Bernalar gelecek birazdan. Oyun oynayacağız.

Penceredeki Anne: Sus kız, kalpazan! Ne Bernasıymış? Gel çabuk eve!

Küçük kız: Kalpazan ne demek yaa?

Yolun karşısındaki genç erkek: Kalpazan, bir işe yaramayan, tembel insan demek.

Penceredeki Anne: Gördün mü bak, kalpazansın işte. Çık yukarı, yardım et temizliğe.

Yolun karşısındaki genç erkek: Kalpazan olmamak için çalışmak gerek. Çok çalışmak gerek.

Küçük Kız: Anne yaaaaa… Söyle şuna bana kalpazan demesin.

Böyle gidiyor muhabbet. Sonrasında ne oldu bilmiyorum. Umarım üçünden birisi sözlüğü açıp kalpazanın anlamına bakmıştır. Yoksa zavallı kız gördüğü her tembel insana “kalpazanlık yapma” diyecek.

Bu kısa girişi yazmamın açık ve seçik bir nedeni yok. Eğlendirme amaçlı olduğunu iddia edebilirim eğer birileri gereksiz olduğunu söylerse. Ha bir de aşırı özgüvenin ve eğitimsizliğin bir araya geldiğinde ortaya çıkaracağı kıvılcıma güzel bir örnek teşkil ediyor.
    
Dünden beri hiçbir şey olmadı. Ders çalışmaya başladım. Tekrar baştan sona çalıştım 1. Bölümü (Introduction to Assurances and Annuities). Yarın 2. Bölüm’ü çalışacağım (Life Contingent Deferred Annuities). Matematiğin dışında gelişen olaylar: Perdeci Ş getirdiği tüllerin bizim ısmarladığımız tüller olmadıklarını kabul etti. Bu durumda yine top bende kaldı. Ya inat edip, ben ısmarladığım perdeleri isterim diyecektim. Bu en az bir hafta daha beklemek olacaktı. Ya da tamam bunlar da olur deyip, paranın bir kısmının iadesine razı olacaktım. İkincisini seçtim. Daha önce de yazdığım gibi Türkiye’de hiçbir işin beklediğim gibi ya da olması gerektiği gibi gideceğine olan inancımı yitireli çok oldu. Bir iş zamanında oluyorsa eksik oluyordur, eksiksizse söz verildiği tarihten ve saatten sonra teslim edilmiştir. Perdeci Ş’nin durumunda gerçi iki olumsuz bir arada. Hem geç getirdi perdeleri hem de yanlış getirdi. Bir de telefonu her açısında bana “Hocam nasılsınız, tamam hocam, emredersiniz hocam…” gibisinden iş yapan insana yakışmayacak tarzda muhabbetler. Önce işi yapalım, ondan sonra samimi olalım. Ortada fol yok yumurta yok, çok basit bir tül siparişini bile elini yüzüne bulaştırdıktan sonra ben neyleyim o samimiyeti? Ama işte burada alınması gereken bir ders var: Asla kapıdan girer girmez sana abi, abla, hocam muamelesi yapanlarla iş yapma. Profesyonel çalışanlar profesyonel dil kullanırlar. İş ile dostluğu ayırırlar ya da en azından bu ikisini uygun bir sıraya koyarlar.

Türkiye’de öğrendiğim başka bir erdem de zamanı ve verilen sözleri çok takmama ve en azından bu uğurda kendime stres yapmama. Anladığım kadarıyla işler bir şekilde oluruna varıyor ama adamsendecilik ve plansızlık nedeniyle gereğinden fazla vakit alıyor. Takmıyorum artık, Nirvana’ya erdim. Bugün sabah TTNetten aradılar. Öğlenden önce geleceğiz, interneti bağlayacağız dediler. İyi dedim, öğlene kadar evde beklerim. Adam saat 2’de geldi. Hiç mesele yapmadım. Zaten biliyordum öğlenden sonra geleceğini. Geldi, interneti bağladı ve gitti. Yalnız, internet akşama doğru açılır dedi gitmeden önce. Şimdi saat akşam 9, hâlen evde internet yok. Olsun, bende de stres yok. Biliyorum ki bekleyince geliyor böyle şeyler. Beklemek de bir erdem, haksız da olsa, vakit kaybı da olsa…

Sonra bir de kredi kartı sorunu çıktı. Ben 17 Temmuz’da kredi kartı için başvurmuştum.  Hesabı açtığım günle aynı gün olduğu için hatırlıyorum. Bankadan ayrılırken görevli bayan bana “3 hafta içinde kartınız adresinize ulaşır.” demişti. Bugün aradım, “ATM kartım geldi, kredi kartım nerede kaldı?” diye sormak için. Meğer benim kredi kartı başvurum reddedilmiş. Nedenini sordum. Henüz yatan bir maaşınız yok dedi. Ayrıca çalışacağım okul benim iş durumumu onaylamamış. İyi ama sevgili bayan, siz bilmiyor muydunuz benim ilk maaşımın Eylül ayı sonunda yatacağını? Bal gibi biliyordunuz! Bunu bildiğiniz halde bana başvuru yaptırttınız ve bir de üstüne 3 hafta sonra kartımı alabileceğimi söylediniz. Ben öyle kredi kartı hastası bir tüketici değilim ama gireceğim sınav için 50 Sterlin ödemem gerekiyor ve bu ödemeyi yapmam için kredi kartı lazım. Şimdi bütün planlar suya düştü. Sil baştan, yine sil baştan, gür sesle sil baştan, ciğerlerimizi yırtarcasına sil baştan… Offfff!!:)()/(&+&++^&+

Şikâyetleri bu şekilde ardı ardına yazınca çok mızmızlanan birisi havası veriyorum, bunun farkındayım. Yanlış anlaşılmak istemem. Durumdan şikâyetçi değilim. Bunları yazmamın nedeni de hem bir çeşit zihinsel sağaltım hem de ileride benzer sorunlarla karşılaşırsam neyi nasıl yapacağımı bileyim önlemi. Yoksa ben istediğim kadar yazayım, lafla peynir gemisinin yürümeyeceği aşikâr. Yazsam da yazmasam da değişen bir şey olmayacak. Böyle ıvır zıvır şeyler yazarak vakit kaybetmiş olmuyor muyum? Pek değil! Zaten bunları yazmazsam ya kitap okuyacağım ya da televizyonda olimpiyat oyunlarını izleyeceğim. Öykü ya da ciddi bir deneme yazacak kadar zihin dinginliğine kavuşamadım henüz. Böyle her an kapıyı çalacak birisi varken yazmak, kafayı toplayıp, bir öykü çıkarmak zor. Bu yüzden, maksat elim klavyeden uzak kalmasın, alışkanlığını yitirmesin. Yoksa ben de biliyorum yazdıklarımın sanatsal bir değerinin olmadığını. Ayrıca her yazılanın sanatsal değeri olacak diye bir kural da yok. Tıpkı her resmin, her müzik parçasının birer şaheser olmadıkları gibi!

Gelelim geçen yazıda sözünü ettiğim iki konudan birincisine; Türkiye’de haklarında konuşması cesaret gerektiren üç tabuya: Din, Milliyetçilik ve Futbol. Geçen hafta meydana gelen üç olay üzerinden takip etmek istiyorum durumu. Önce Malatya’daki davulcu hadisesi, ardından Ayazağa’da gelişen Kürt işçilere saldırı olayı ve en sonunda Trabzonlu metrobüs sürücüsünün Fenerbahçeli taraftarlara naz çekmesi, otobüsü bırakıp gitmesi. Bu üç olay bir hafta içinde oldu.  

Malatya’daki olayı ilginç yapan olayın gelişim sürecinin Sivas katliamıyla koşutluk göstermesi. Bir davulcu Ramazan ayı dolayısıyla köydeki evlerin önlerinde davul çalıyor. Alevi bir aile adama “Burada çalma, hastamız var.” diyor. (Hastamız var demese de olurdu ya neyse!) Davulcu ertesi gün tekrar aynı yerde çalıyor davulunu. Bu sefer alevi aileden dayak yiyor. Bu olaydan sonra da 100-200 kişilik bir grup topluyor, ellerinde meşalelerle. Alevi ailenin evinin önünde “Allahuekber” nidalarıyla inandıkları dinin yüceliğinden, güçlülüğünden dem vuruyorlar. Evin camlarını kırıp ev ahalisini korkutuyorlar, ahırı yakıp “sıra evinize de gelecek” mesajı veriyorlar. Bu arada geç de olsa jandarma yetişiyor ve olaylar ikinci bir Sivas olmadan –sizce evi taşlayıp, yanındaki ahırı ateşe veren azgın kalabalık, fırsat bulduğunda evi de içindekilerle birlikte yakmaktan çekinir mi?- olay sonlandırılıyor. Bu olaydan sonra belediye başkanı alevi aileye hemen ilçeyi terk etmelerini söylüyor. Vali ise “ağır tahrik var” diyerek kimsenin aklına gelmeyecek o en güzel bahaneyi buluyor. Velhasıl-ı kelam, Türkiye bir başka dinler arası çatışmanın eşiğinden dönüyor. Başımızdakiler insanları bu tür konularda eğitmek gereksiniminden söz edecekleri yerde, yine kaytarıyorlar.

Soruna pek çok yönden bakmak mümkün ama biz en iyisi baştan başlayalım, yani davulcunun gece yarısı davul çalmasından. Ramazan davulu bir Türkiye geleneğidir, dinen ne farzdır ne de vacip. Eski zamanlarda çalar saatler bugünkü kadar yaygın olmadıkları için kullanılan bir yöntemdi, şimdilerde fonksiyonundan çok tarihsel değerinden dolayı korunmaya çalışılan bir gelenek. Yalnız bu gelenek herkesin hoşuna gitmeyebilir. Bir mahallede oturan onlarca çeşit insan vardır. Müslümanlar her ne kadar çoğunlukta olduklarını iddia etseler de Müslüman olup da gece yarısı insanı tatlı uykusundan uyandıran davul sesinden rahatsız olacak pek çok insan biliyorum. Hem sonra Müslüman olmayanlar ne olacak? Ateistler, Aleviler, Hristiyanlar, Museviler, Zerdüştler dinlemek zorunda mı Müslümanların “geleneksel gürültüsünü”?  Gürültü diyorum çünkü pek çok davulcu estetik bir ritim ya da melodi üretemediği için dakikalarca aynı tantanayı çalıyor. Zaten davul çalan vatandaşların hemen hiçbirisi aslen davulcu değil, ek para kazanmak için geceleri yollara düşen kasaplar, manavlar, yorgancılar. Mahalleleri kendi aralarında bölüştürüp, Ramazan öncesi hazırlıklarını yapıyorlar. Sonrasında da “dan dan dan”… Yaratıcılık yok, estetik yok, geleneğe bir katkı yok, “böyle gelmiş böyle gider” anlayışından gelir elde etme yarışı. Durum böyle olunca insan sormadan edemiyor, “Ben neden katlanayım bu tantanaya?”. Hadi Müslüman oruç tutuyor, sevabını alacak, cennete gidecek. Peki ya inanmayan, peki ya Alevi, peki ya Hristiyan, onların kârı ne uykusuz kalmaktan başka?

Hem her gelenek korunmalı diye bir kaide mi var? Neden kimse kafelerde büyük fincanlarda çay satma eylemine karşı gelmiyor? İnce belli bardaklarda (İBB) çay içmek bizim geleneğimiz değil mi? Kime ne zararı oldu da ince belli bardakları bırakıp, çanak şeklindeki atlas okyanusu kadar ağızları olan fincanlara geçtik?  Hem bu fincanlar evlerimize kadar girdi, neredeyse Türklüğümüzü elimizden alacak. Sizce pankart açıp, sokaklarda yürüsem taraftar çekebilir miyim İBB hareketine? Çekemem! Neden? Çünkü kimsenin umurunda değil İBBler. Bu durumda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Kimseye zararı olmayan, kimseyi rahatsız etmeyen gelenekler sürdürülmeli (İBBlerden çay içmek, Ramazan ayında hurma yemek, büyüklerin elini öpmek ya da öpüyormuş gibi yapmak, otobüslerde yaşlılara yer vermek vb). Bunun yanında toplumun bir kısmını rahatsız eden gelenekler sonlandırılmalı, tarihin raflarına kaldırılmalı ve müzelerde sergilenmeli (Mehter marşları, Ramazan davulcuları, düğünlerde havaya ateş etmeler, herkesin kullandığı parklarda bahçelerde mangal yapıp –ya da yapamayıp- ortalığı dumana boğmak vb.)

Bu ara paragraftan sonra devam edelim Malatya olayına kaldığımız yerden. Görünen o ki Alevi aile rahatsız oluyor ve davulcuya evimizin önünde çalma diyor. Bence bir insanın bundan daha doğal bir hakkı olamaz. Gündüz değil ki sabredesin! Gecenin bir yarısı, ertesi gün erkenden işe gidecek olan var, sınavı olan var, vardiyalı çalışıp eve yeni geleni var. Ama davulcu inat etmiş, illa da çalacağım. Belki dayağı hak etmemiş ama kaşınmış. Eğer Alevi aile birlik olup, savunmasız bir davulcuyu dövdülerse onlara da yazıklar olsun. Git kardeşim, polise şikâyet et, belediyeye bildir. Mutlaka şiddete bulaşmadan çözülebilir böylesine basit bir sorun. Peki ya sonrası? Davulcunun 400-500 kişiyi toplayıp, basit bir kavgayı cihada dönüştürmesine ne demeli? Bir ailenin evini taşlamak, ahırını yakmak, evini de yakmakla tehdit etmek! Bunlar ciddi suçlardır ve en ağır cezalarla cezalandırılmalıdırlar.

Valinin “Ağır tahrik var.” lafı ise dillere destan. Neden acaba bir kere de Aleviler ya da Hristiyanlar ağır tahrik olup Müslümanların evlerini yakmıyorlar? Müslümanlar rahat tahrik olabilen insanlardır, onu mu demek istiyor? Bu ülkede misyonerlik yapan genç Hristiyanlar işkenceyle öldürülürler, bu ülkede 35 can alevlerin içine terk edilir –İzleyin internetteki görüntüleri. Bir yanda cayır cayır yanan bir otel, önünde, “Cehennem ateşi bu. Bak ne güzel yanıyor. Kurban olduğum Allah!” diyerek gülüşen ne idüğü belirsiz bir kalabalık.-, bu ülkede kilisesinde işini yapan bir rahip öldürülür, bu ülkede Anadolu’dan getirilen yağmacıların da yardımıyla Rum vatandaşların evleri yağmalanır… Sonrasında yetkililerden tek bir açıklama duyarız: Ağır tahrik var! Hiç hareket etmediğimiz için herhalde en ufak bir dürtmede ayaklanıyoruz, harekete geçiyoruz. İleride göreceğiz, mini etekli bir kadın tecavüze uğrayacak ve hakim “ağır tahrik var” deyip saldırganı haklı bulacak. Ramazan ayında otobüste su içen bir Budist, Müslümanlardan dayak yiyecek, mahkeme “ağır tahrik var” deyip Budist vatandaşı hapse atacak. 
Biz böyle davranışları hakkıyla cezalandırmadıkça onlar katlanarak büyüyecek.

Sonra bir de belediye başkanının açıklaması var: Hemen bu ilçeden gidin. Ne demek bu? Ben sizi koruyamam, korumam! Def olun gidin, huzuru kaçırmayın. Sanki huzuru kaçıranlar onlarmış gibi. Tribünlere oynamak diye buna denir. Ne de olsa halkın çoğu sünni Müslüman, ne de olsa o ev taşlayanların büyük kısmı kendisine oy verdi/verecek, ne de olsa karşı tarafı tutarsa kaybedeceği daha çok şey olacak.      

Nerden bakarsanız bakın, neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalacak bir durum. Ben güzel şeyler yazayım dedikçe böylesine insanı insanlığından utandıran olaylar gerçekleşiyor. Sivas katliamının sorumluları zaman aşımından serbest kalıyorlar, bir yerlerde birileri “Tek dil, tek din” deyip meydanları inletiyor, aynı kişi rakip partinin başkanını Alevi olduğu için yuhalatıyor, Alevilerin ibadethanesine “ucube” diyebiliyor. Sonra da ülkede barıştan, huzurdan söz edebiliyor. Peki neden ülkenin çok adalet aşığı savcıları “halkın dini duygularını rencide ettiği” için her beğenmediği şeye “ucube” diyen kişiye dava açmıyor?  

Din tabusunu yenmeden, başkalarının dinlerine bakışlarının bizim kendi dinimize bakışımızdan farklı olmadığını kabul edene ve bunu kanıksayana kadar toplumdaki gerginliğin önüne geçemeyiz. Bunun en sağlam yolu da eğitimden geçer. Okullarda tek bir dinin değil, tüm dinlerin tarihleri, gelişimleri, modern hayata verdikleri yanıtları okutulmalıdır. Öğrencilere tek bir dinin diğerlerinden üstün olduğu anlayışını aşılayacağımıza, tüm dinlerin hayatı anlamlandırma ve şekillendirme çabasının bir ürünü oldukları düşüncesini vermeliyiz. Çocuk din eğitimini ailesinden, çevresinden, istiyorsa gittiği caminin imamından, kilisenin papazından öğrenebilir. Sadece o dinin üstün yanlarını o dine inanmış olan kişiden dinleyebilir. Tüm dinleri objektif olarak çözümleyip, tarihsel ve analitik bir düzlemde inceleyebileceği yer ise okul olmalıdır. Görünen o ki şu anki eğitim sistemimiz böyle bir ideali öğrencilere vermekten çok ama çok uzakta. Gidişata bakılırsa, ters yönde ilerlediğimizi anlamak çok da zor olmayacaktır.

Dip Notu: İnternet halen yok (sabah 9:55). Aradım, 48 saat içinde açılacak dediler. Dün akşam, gece yarısına kadar açılır demişlerdi. Bağlantıyı yapan eleman da 1-2 saat içinde açılır demişti. Söz verilen saatler gitgide uzuyor, korkmaya başladım. Eve bağlantı gelene kadar cep telefonundan bağlanmaya devam. 

Dip Notu 2: Diğer iki tabuya ve olimpiyatlar konusuna vakit kalmadı. Yavaş yavaş, alışıyorum artık…

Dip Notu 3: Malatya’daki davulcu olayıyla ilgili iki habere aşağıdaki ağbağlarından ulaşabilirsiniz:

Ayrıca benim bu konuda yazdığım öykü tadındaki yalan habere http://rizaarican.blogspot.com/2012/07/bardak-tartsmas-lince-donustu.html ağbağından ulaşabilirsiniz.