Bu Blogda Ara

04 Aralık 2013

Çin Mektupları 19 - Şanhay Maratonu, Okulum ve İnsan Zekası

                              Şanhay Maratonu, Okulum ve İnsan Zekası 

Günler ne kadar da hızlı geçiyor! Daha çok var deyip sürekli geçiştirdiğim Şanhay maratonu bile geride kaldı. Çok iyi hazırlanamadım maratona ama yine de fena değildi. Bu kadar soğuk bir havada ilk defa koşacağım için aslında biraz tedirgindim maraton gününden önce. Sabah uyanınca dün akşamdan kalma yeşil çayın üzerine sıcak su ekleyip içtim. İki tane de küçük "snickers" çikolata yedim ki koşarken bol bol şeker yakayım. Ardından da giyinip kendimi dışarıya attım. Daha önceki koşularda şort ve tek kat tişörtle yetinirdim. Bu koşuda, otelden çıkarken üzerimde üç kat giysi vardı. Ellerimde eldivenler, kafamda bere, altımda da hem içlik hem de uzun eşofman. Buna rağmen sabahın ayazı korkuttu beni. Yarışın başlayacağı “The Bund”a varıp, insanların rahat kıyafetlerini görünce biraz kendimden utandım tabii. Ahali gayet rahat, ne benim gibi spor ceketi giyen var ne de uzun eşofmanla seksenleri anımsatan. Üzerimdekileri çıkaramasam da eldivenleri ve bereyi çıkarıp cebime koydum. Bir süre başlangıç noktasının 50 metre kadar gerisinde ısındım, bacaklarımı gerdim, sorun çıkarmaya en yatkın yanım olan dizlerimi ovdum. Bir yandan da müziği açtım. İlk defa müzik dinleyerek maraton koşacaktım. Evdeyken doldurmuştum sevdiğim sanatçıların sevdiğim parçalarını.

Yarış tam zamanında başladı ama kalabalık uzun süre seyrelmedi. İlk birkaç kilometre hemen herkes zorluk yaşar, insanlar birbirine çarpar, ufak tefek kazalar olur. Oysa katılımcı sayısı fazla olduğundan, ilk birkaç kilometrede gerçekleşmesi gereken rahatlama onuncu kilometreden sonra -10 km koşanlar ayrılınca- başlayabildi. Kısacası ilk on kilometre tuhaf bir cebelleşmenin içindeydim. Bunda, koşma adabına yakışmayacak hareketler sergileyenlerin adamsendeci tavırları önemli bir rol oynadı doğal olarak.

Çinli arkadaşlar trafikte nasıl davranıyorlarsa koşarken de öyle davranıyorlardı. Arkaya bakmadan sağa sola atlayanlar, durduk yere depar yapıp bir anda önüne geçtiğin kişiyi zor durumda bırakanlar, yolun ortasında durup dinlenmeye ya da ayakkabısının bağını bağlamaya başlayanlar… Azıcık düşünseler binlerce insanın kendileriyle aynı şartlarda koştuğunu, bu duyarsızlıkları yapmazlar. Yorulduysan ve dinleneceksen, kenara çekilirsin. Maratonun adabı budur. Yolun ortasında pat diye durup, arkadan gelen yüzlerce insanın sana çarpmasını –ya da çarpmamak için mücadele vermesini- beklemezsin. Ben birkaç defa düşme tehlikesi atlattım. Önümde koşan bir yabancı; sağ arkasından gelip, sol önüne geçmek isteyen bir Çinli koşucunun hışmına uğradı. Çinli koşucunun ayağının topuğu, yabancı koşucunun ayağına çarptı. Herif yere yuvarlandı. Çinli koşucu arkasına bile bakmadan devam etti. Arkadan gelen bizler yabancı koşucuyu yerden kaldırdık. Neyse ki ağır bir hasar yoktu, eleman kaldığı yerden koşmaya devam etti.

Normal koşullarda böylesi ufak bir çarpmada insan sarsılmaz ama uzun bir mesafeyi koştuktan sonra insan bedeni ani gelişmelere tepki verememeye başlıyor. Yani, on santimetrelik bir eşik bile yokuş oluyor koşucu için. Bu yüzden maratonlarda, eğer cidden altın madalya için koşmuyorsan, başkalarıyla değil de kendinle yarışıyorsundur. Ha 3423’üncü olmuşsun ha 3235’inci! Çok bir fark yok arada. Mühim olan bitirmek, hiç durmaksızın koşmak, nefesine düzen vermek, adımlarına odaklanmak, hedefe kilitlenmek ve güzel şeyler düşünmek. Öyle paldır küldür, diğerlerinin konsantrasyonunu bozacak şekilde koşacaksan hiç koşma daha iyi. İnsanlar kendilerini yenmek için koşarlar; tembelliklerinin, bahane üreten egolarının, düzensizliklerinin üstesinden gelmek için. Kaosa daha çok kaos eklemek için değil.

Neyse, ben hiç durmadan 2 saat 10 dakikada bitirdim yarışı. Ahmet Kaya “Kafama Sıkar Giderim” dedi gaz verdi, Cem Karaca “Bana İstanbul’u Anlat, Nasıldır?” diye inletti ortalığı, Pilli Bebek “Dünya Yalan Dünyadır, Üstü Altı Rüyadır” deyip kırdı geçirdi, Ray Lamontagne “I never learnt count my blessings, I chose instead dwell in my disasters.” derken beni Vietnam günlerime götürdü, Zeki Müren “Ah Bu Şarkıların Gözü Körolsun” deyip yıllar öncesinin yaralarını deşti… Onlar söyledi ben koştum, onlar yüreğimi ateşledi ben bacaklarımı. Dizlerimde ciddi bir ağrı yaşamadan, herhangi bir nefes darlığı çekmeden 21,1 kilometreyi bitirdim. "Finish" kemerinin altından geçip, aniden durunca; başım birkaç saniyeliğine döndü. Kolay değil tabii, son iki saattir ayaklarımın altında kaymakta olan dünya bir anda durunca, dengem sarsıldı. Neyse ki kendime çabucak geldim. Biraz su içtim, nefesim düzeldi, renkler canlılaştı... 

Bitişte J bekliyordu. Fotoğraflar çektik. Yarışı bitirir bitirmez sigarasını yakanlara hayretle baktık. Bedava dağıtılan çikolatalardan ve bisküvilerden yedik. Ayakkabı çipini geri verip karşılığında 100 Yuan bile aldık. Sonra da aç ve yorgun bir şekilde otele geri döndük. Ben gün boyunca sürekli yemek yedim. Sanki koşarken midem delinmişti de yediklerim boşluğa gidiyordu. Yedim de yedim. Otele varmadan önce yoldaki Müslüman lokantasında yedim, otelden çıkınca yine yol üzerinde bir şeyler yedim. Lu Şun müzesine gitmeden önce yedim, müzeden hemen sonra bir daha yedim. Tren istasyonunda yedim, akşam eve varınca yedim. Gece yatağa girince duruldu ancak açlığım. Bir maraton gününü de bu şekilde bitirmiş oldum.

Çanco’ya vardığımı bana ilk anımsatan şey havadaki kükürt dioksit kokusu oldu. Bir de nedeni anlaşılmayan ayaz. Şanhay’ın havası hem daha ılıktı hem de daha temiz. Buranın soğuğu sanırım Ankara’nın soğuğu gibi. Kuru, nemsiz, insanı esir eden ama kendisi de coğrafyanın esiri olmuş mazbut bir şey! Havanın soğuk olması pek rahatsız etmiyor beni aslında. Sorun bu soğuğu görmezden gelen kentliler. Örneğin, Çanco’daki evlerin hemen hiçbirinde merkezi ısıtma sistemi yok.  Geceleri hava sıcaklığı sıfırın altına düşüyor, biz klimayla odayı ısıtmaya çalışıyoruz. Bunun nedeni Çanco’nun Yangtze nehrinin güneyinde olmasıymış. Nehrin güneyindeysen ısıtma sistemi kuramıyormuşsun! Şimdilik klimalar odaları ısıtmaya yetiyor ama ocak ayına geldiğimizde durumu kurtarabileceklerini hiç sanmıyorum. Bakalım o zaman ne yapacağız.

Hoş, tek sorun merkezi ısıtma sisteminin yokluğu değil. Kent sanki burada hiç kış olmuyormuş gibi inşa edilmiş. Örneğin bizim dairede tek bir elbise askılığı yok. Eve gelince montunu, kabanını nereye asacaksın? Yok öyle bir askı. Sadece evde değil, koca okulda da yok. Ya elbise askısı diye bir kavramla henüz tanışmamışlar ya da elbise askısı alırlarsa böylesi bir hareketin kışın gerçekliğini kabul etmek anlamına geleceğini düşündükleri için askının varlığını tümden reddetme yoluna gidiyorlar. İyi ama askıyı reddedince hava ısınmıyor ki! Ayrıca okulda da kalorifer olmadığı için sabahları ilk iki saat montla, kabanla oturuyoruz. Sonra yavaş yavaş klima odayı ısıtıyor da çıkarıyoruz kabanlarımızı, rahat bir nefes alıyoruz.

Beni en çok üzen öğrencilerin durumu. Sınıflar buz gibi. Çocuklar sabahtan akşama kadar montlarıyla oturuyorlar. Derste birbirleriyle konuşurken ağızlarından çıkan buharı görüyorum. Ben de derse montla gidiyorum. Klimalar odayı ısıtmaktan acizler. Hem onlar klimayı açsalar bile Çinli öğretmenler gelip kapıyorlar, bir de bunun üzerine pencereyi açıyorlar. Neymiş efendim, soğuk havada öğrenciler dikkatlerini daha iyi toplayabilirlermiş. Eğer sınıf sıcak olursa çocuklar mayışır, öğrenemezlermiş. Haydaaa, çocukların yarısı burnunu çekerken, diğer yarısı tir tir titrerken derse daha mı çok yoğunlaşmış oluyorlar? Her gün sınıf başına en az iki-üç öğrenci hasta, okula gelmiyor.

Okul öyle inşa edilmiş ki sanasın tropikal bir ülkede yaşıyoruz. Tayland’da olsak anlayacağım. Hava hep sıcak olduğu için okulun koridorları dışarıda olur. Orada öyleydi çünkü kış diye bir şey yoktu. Burası bildiğin eli ayağı donduran ayaz kardeşim. Dışarıya koridor mu yapılır? Öğretmenler odasından çıkıp, derse giderken dışarı çıkmamız gerekiyor. Tuvaletler de bildiğin dışarıda, koridorların sonunda. En savunmasız olduğumuz anlarda doğayla baş başayız, oh ne ala…   

Şunu anlayabiliyorum. Çin çok hızlı büyüyor ve bu büyümeyi sürdürmesi için devasa bir enerji ihtiyacını karşılaması gerekiyor. 1,3 milyarlık; enerjiye aç bir ülke ÇHC. Bu enerjiyi nereden bulacak? En rahat elde edilen enerji kaynağı olan kömürü yakıyor. Dünyadaki kömürün yarısını Çin tüketiyor. Bu kadar kömür tüketip, hava kirliliğinin olmaması düşünülemez. Yangtze nehrinin güneyinde merkezi ısıtma sisteminin olmamasının nedeni de aslında hükümetin kömür tüketimine, yani hava kirliliğine bulduğu çarelerden birisi. İyi ama ülke hızla büyüyecek diye okullardaki çocukları üşütmenin ne anlamı var? Toplumun kurban edilecek en son kesimi değil midir çocuklar ve gençler? Daha yavaş büyüse de insanlar ölmese olmaz mı? Daha insancıl, daha sağlıklı yöntemler bulunamaz mı? 

Bazılarına göre hava kirliliği gelişmenin bir gereği. Nasıl ki sanayi devrimi sırasında Londra'daki hava kirliliği yüzünden bazı haftalarda binlerce insan hayatını kaybediyordu, nasıl ki ABD'nin çelik ve diğer ağır metalleri üreten sanayi bölgelerinde hava kirliliği erken ölümlere neden oluyordu; şimdi de sıra Çin'de. Öyle görünüyor ki bazı ekonomistler bu işi sıraya dizmişler ve sırası gelen çeker mantığıyla duruma tarafsız yaklaşmaya çalışıyorlar. Yalnız unutulan bir şey var. Bugün İngiltere ve ABD hava kirliliği konusunda kendilerini aka çıkarmışlarsa bunun iki büyük nedeni var. Birincisi hizmet sektörüne kayan istihdam dağılımı. Bu kayış durup dururken olmadı tabii. Bunu tetikleyen, aslında kapitalizmin en büyük itici güçlerinden birisi olan dışa açılmaydı. Yani, fabrikalarını ülke topraklarının dışına inşa etmeye başlamış olmaları ve bilgi ihraç etmeleri. Bugün Çin'de binlerce fabrikası var batılı şirketlerin. Kendi ülkelerini kirletmiyorlar, Çin'i kirletiyorlar. Peki Çin ne yapacak? Başka bir Çin yok ki gitsinler kirletsinler? Sırası gelen çeker diyorlar ama dünyanın kaynakları sonsuz değil ki herkes sırayı bir sonrakine atabilsin. İşte bu noktada devreye Afrika giriyor. 

Bana göre Çinliler Afrika kıtasını kendileri için kurtuluş bölgesi olarak görüyorlar. Bu yüzden milyarlarca dolarlık yatırımlar yapıyorlar Afrika'nın çorak bölgelerine. Gün gelecek, dev Çin şirketleri bacalarından zehir tüttüren fabrikalarını Afrika'da açmaya başlayacaklar. Şimdilik sadece yollar, köprüler, AVMler inşa ediyorlar. Bir şekilde ileride inşa edecekleri dev sanayi-kentler için altyapı hazırlıyorlar. Doğal olarak fabrikalara giden yollar gerekecek, demir yolları gerekecek ham maddenin taşınması için, fabrikalarda çalışan Afrikalı halk için işçi kentler (örneğin 28 milyon nüfuslu Chongqing) gerekecek. O zaman gelince de Afrika'daki hava kirliliğini konuşmaya başlayacağız. Bu mükemmel bir şekilde işliyor gibi görünen resimde iki sorun var. Afrika'nın nüfusu Çin'in nüfusunu besleyecek kadar büyük değil. İkinci sorun da Afrikalı halkın Çinliler kadar naif olmamaları. İsyana, hak aramaya, mücadele etmeye daha yatkınlar. Bir kere ağızları yanmış tabii, bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemek en büyük hakları.Yani işleri kolay değil Çinlilerin. Yalnız paranın açmayacağı kapı yoktur ve nasıl ki sigorta şirketleri insan hayatının değerini parayla ölçebiliyor; Afrikalı siyasetçiler de zamanla kimleri kurban vereceklerinin hesabını yapacaklardır. O güne kadar Çin'deki hava kirliliği ve ısıtılmayan okullar var olmaya devam edecektir. Çocuklar öğrenmenin ilk şartı olan fiziksel rahatlıktan mahrum bir şekilde, elleri kıçlarının altında ders dinlemeye devam edecekler.   
   
Biz yine öğretmeniz, çocuklara kıyasla durumumuz iyi. En azından öğretmenler odasında kaldığımız süre içerisinde pek üşümüyoruz. Öğrencilere cidden acıyorum. Hak etmiyorlar böyle bir muameleyi. Soğuk bir yandan, öğretmenlerinin ve ailelerinin onların cılız zihinleri üzerinde kurdukları baskı ayrı bir yandan, çektikçe çekiyorlar. Zavallılar bir nefes alamıyorlar. İşleri güçleri kelime ezberlemek, SAT sınavından daha yüksek bir puan almak. Yarın yine son sınıfların hemen hepsi Hong Kong’a gidiyor SAT’de son haklarını denemeye. Bir yandan ABD üniversitelerine başvurular, bir yandan bizim ciddi anlamda emek gerektiren ileri seviye derslerimiz… Arada kalıp eziliyorlar, gıklarını da çıkaramıyorlar. Sürekli uyukluyorlar, sürekli yorgunlar. 18 yaşındaki genç erkeklerdeki, genç kızlardaki enerjinin onda biri yok bunlarda. Kanları çekilmiş, damarları havayla doldurulmuş zombiler gibi dolanıyorlar etrafta. Uykuya o kadar muhtaçlar ki benimle konuşurken bile uykuya dalanlar oluyor. Çocukla bir şeyler konuşuyoruz, o gülüyor falan. Sonra hoooop, çocuğun gözleri kayıyor. “Git yüzünü yıka” diyorum. “Yok ben uyumuyorum ki” diyor. Çalış, çalış, çalış…   

Soruyorum ne okuyacaksın üniversitede diye. “Sosyoloji” diyor. “Ehh, o zaman Calculus BC dersini neden alıyorsun? Zorunlu bile değil.” diyorum. “Ailem öyle istiyor.” diyor. Sosyoloji okuyacak çocuğa Taylor serilerini anlatan ben de suçluluk duyuyorum elbette ister istemez. Çocukların bazıları yükü kaldıramıyorlar. Duyumlarıma göre bir kız öğrenci psikiyatri desteği almaya başlamış ve uzun süre okula gelemeyecekmiş. Kontak attı doğal olarak, kaldırmadı kablolar! Benim sınıflarımdan birinde de bir çocuk var kuşkulandığım. Bu aralar bir kenara çekip konuşacağım ya da yukarılardan birilerine bildireceğim. Çocuk sürekli kendi kendine konuşuyor, durduk yere gülüyor, hep yalnız başına oturuyor. Endişelenmeye başladım. Bu yaşta çocuklar bu kadar gergin ipin arasında kalmaya dayanamazlar. Gencecikler daha; naifler, sesleri çıkmıyor diye üzerlerine her şeyi yıkamayız! Tek bir sınav olsa kafalarını takacakları, belki sorun olmaz ama bu çocuklar hem sınava çalışıyorlar, hem liseden mezun olmaya çalışıyorlar (ayrı bir sınav), hem bizim üniversite düzeyinde verdiğimiz AP derslerini takip ediyorlar… ÇHC’den yaşayıp, İngilizce dilince verilen ABD tarihini öğreniyorlar ya! Bunun tersini düşünelim. ABD’de yaşayan bir liseli çocuk ülkesinde Çince öğrensin ve Çin’e adımını bile atmadan Çin tarihi hakkında yapılacak olan sınava hazırlansın. Çince kompozisyon yazsın, Mao’yu ve Ding Ling’i, Sun Yat Sen’i tartışsın! Çalış, çalış, çalış… Nereye kadar? Ne çalıştığının bir önemi yok mu? Yoksa Lao She’nin “Rickshaw Boy”u gibi ömür boyu pedal çevirmek mi var kaderde?

Ben bütün bu ders çalışmaların onları nihayetinde daha başarılı ve mutlu edeceğine bir türlü inanamıyorum. Örneğin, İstatistik dersimi alan K diye bir çocuk var. Hiçbir şeyi anlamıyor. Kafası almıyor ya da zor geldiği için takmıyor. Ama görseniz dünyanın en mutlu, en rahat insanı K. Diğer arkadaşları stresten on beş parçaya bölünürken, K etrafa gülücükler dağıtıyor. İşin en tuhaf yanı ise benim K’nın ileride başarılı ve mutlu bir insan olacağına inanıyor olmam. O stresten on beş parçaya bölünüp, on beş ayrı işi aynı anda yapmaya çalışanlardan ne kendilerine ne de dünyaya pek bir faydası olacak. Gelecek; kafasını sakin ve salim tutabilenlerin, yaptıkları işe odaklanmayı başarabilenlerin, dikkatlerini dağıtan şeylere yüz vermeyenlerin olacaktır.

Yaşlandıkça; insan hayatında zekânın rolünün ne kadar az olduğunu, insanın karakterinin onun asıl kaderi olduğunu fark ediyorum. Karakteri; yani cesareti, risk alabilirliği, merakı, hevesi, iletişim kabiliyeti, ânı yaşama dürtüsü, kararlarının arkasında durabilme dirayeti. Zekâ dediğimiz ve mekanik bir soru çözme kabiliyetine indirgediğimiz özelliğimiz aslında bizi uzun vadede kaybedenlerin arasına yolluyor. Bunun farkına varmam için 36 yaşıma gelmem mi gerekiyordu? Sanırım evet, yaşamadan anlaşılmayacak bir şey bu. Yaşamadan, deneyimlemeden, hata yapmadan anlaşılmayacak bir şey.     

Konu iyice dağıldı. Bu yazı da böyle olsun. Maratondan başlayıp, okulla devam edip, zekâyla bitirmiş olayım. Bir mektuba da bu yakışır zaten. 

Aşağıya maraton gününün fotoğraflarını koyuyorum. 

--- 

Bunlar maratonu düzenleyen kurum tarafından çekilmişler: 













Bunları da ben çektim ya da J çekti:


Maratondan önce, ısınma dakikaları

Maratondan bir gün önce, spor merkezinde diğer koşucular arasında adımı buldum :)

Yarış başlamak üzere... Wu, sı, san, er,...

Bereyi çıkardım koşarken. Eldivenlerden birisi yolda düşmüş. Bere hala duruyor. 

Yarıştan sonra. Telefon, sigara ve mutluluk telaşı... 

Yarıştan hemen sonra. 

Yarış günü, öğleden sonra. Lu Xun Müzesinin Önünde. 

Yarıştan hemen sonra. Metroya doğru yürürken. 

Koşudan sonra J'nin çektiği ilk fotoğraflardan birisi. 
Bunu internetten aldım:

Chongqing Kenti. Kaynak: Wikipedia

03 Aralık 2013

DERSHANELER, EĞİTİM VE GELECEĞİMİZ

Türkiye tuhaf bir ülke. Seçimle başa gelmiş ve halkı yönetmekle yetkilendirilmiş bir hükümet, eğitimle ilgili bir kararı alırken eğitimcilerden başka herkesin fikrini soruyor. Hayatında tek bir defa sınıfa girip ders anlatmamış insanlar bir anda öğretmen oluyor, eğitimin her sorununa derman olacaklarını iddia ediyorlar. Başka zamanlarda öğretmenleri hor gören, mesleği ve mesleği icra edenleri adam yerine koymayan köşe yazarları, hiç ilgileri olmadığı halde birer eğitimciymiş gibi dershanelerin kapatılmasının çocuklarımızın geleceğine olan etkisini  tartışmaya başlıyorlar. İş ve sanayi örgütleri konu hakkında sert açıklamalar yapıyorlar. Eğitimle hiçbir ilişkisi olmayan cemiyetler anlaşılmaz açıklamalar yapıp kafaları iyice bulandırıyorlar. İşin ilginç yanı, tuhaf olan bunlaırn hiçbirisi değil, tuhaf olan tüm bu kargaşanın normal karşılanması, kimsenin bundan gocunmaması, bir dini cemaatin dershaneler konusundaki azimli duruşunu kimsenin sıradışı görmemesi ve hatta bunu cemaatin en doğal hakkıymış gibi kabul etmesi.

Öncelikle ömrünün on dört yılını, dört ayrı ülkede mesleğe adamış bir öğretmen olarak kişisel görüşümü belirteyim. Dershanelerin kapanmasının eğitime, yani çocukların gelişimine, onların bilimi ve matematiği algılayış şekillerine, onların edebiyata, spora, tarihe  ve felesefeye bakışlarına bir etkisi olmayacaktır. Bunun en büyük nedeni çoktan seçmeli sorulardan oluşan sınavlardır. Bu sınavların bir zorunluluk olması, pragmatik ve güvenirlilik açılarından kaçınılmaz olmaları ayrı bir yazının konusu. Üniversite sayımız ve her yıl üniversiteye girmek için kapıda bekleşen öğrenci sayımız belli. Üniversite sayısını artırmadan ya da gelecek vizesini üniversiteden başka yerde arayamayan öğrenci sayısını azaltmadan, çoktan seçmeli sınav sorununa bir çözüm üretmek olanaksız.

Dershanelerin kapanmasının eğitim sisteminde bir fark yaratmayacağını savunmamı izah edeyim. Bugün Türkiye’deki okulların hemen hepsi birer dershane gibi işletilmektedirler. İstanbul’un göbeğindeki özel okuldan tutun memleketin en ücra köşesindeki devlet okuluna kadar hemen tüm okullardaki öğretmenler, koşullar gereği, eğitimle değil de üniversite sınavıyla ilgilenmek zorundadırlar. Yazılılarda üniversite sınavında çıkan soruları sorarlar, ödev olarak sınav hazırlık kitaplarındaki soruları verirler, ders anlatırken geçmiş sınavlardaki sorulara ağırlık verirler, benzerlerini türetirler, çocuklar alışsınlar diye daha zorlarını hazırlarlar. Bir şekilde okul “düşünen ve sorgulayan” insan yetiştirme amacından sapar, “soru çözme makinesi” yetiştirme bataklığına döner. Sorular her geçen yıl biraz daha zorlaşır, biraz daha ezbere dayanır, biraz daha özgün düşünceyi ihmal eder hale gelir. Örneğin, böyle bir eğitim sisteminde öğretmen etkinlik yapmaya vakit ayırabilecek midir? Matematiğin ve bilimin sosyal yönlerini öğrencilerine keşfettirmek için bir şeyler çabaladığında sistemin gerisinde kalmışlığın getireceği suçluluk duygusundan kurtulabilecek midir? Yaparak öğrenme, deneyerek ve yanılarak öğrenme, ölçerek öğrenme, keşfederek öğrenme ve daha nice güzel tekniği geride bırakıp, sadece soru çözmeye odaklanarak, ne kadar öğretmenlik yapmış olmaktadır? Sorular çoğaltılsa da mevcut sistemin tüm bu sorulara vereceği yanıt aynı kalacaktır.

Her ne kadar başlangıçta bir destek programı olarak düşünülmüşse de dershaneye gitme, günümüzde, yine dershaneciler tarafından, üniversite sınavında başarılı olmak için gerekli olan şartlardan birisi haline getirilmiştir. Bu gerekliliği şu şekilde izah eder dershaneci karşısına aldığı ebeveyne: Çocuğunuz dershaneye devam etmelidir çünkü sınavda çıkacak sorulara alışmak, soru tiplerini ezberlemek, olası tüm soru tiplerinden yüzlerce örnek çözmüş olmak zorundadır. Bunu yapmazsa çocuğunuz geride kalacaktır, yarışta geri plana itilecektir. Bu cümlelerle ikna edilir çaresiz anne baba. Kendi hazırlamış oldukları rekabet ortamına sokarlar öğrenciyi ve başarılı pazarlama teknikleriyle rekabet ortamının onlardan önce de orada olduğuna karşı tarafı ikna ederler. Oysa zor sorular hazırlayarak çıtayı yükselten, gereksiz ezberlere neden olacak konulara girerek öğrencileri daha bir kendisine bağlayan yine aynı dershanecidir. O bunu yaparken okuldaki öğretmen de aynı baskıyı hisseder omuzlarında. Yavaş yavaş öğretmenliği bırakıp, dershaneciliğe yönelir. Okuldadır ama fizik biliminin güzelliğini anlatmaz, fizik sorularının çözümlerini anlatır.

Durum böyle olunca bundan sonra dershaneler kapanmış ya da kapanmamış; eğitim açısından çok da önemli değildir bu karar. Tartışmayı sıcak hale getiren işin siyasi ve ticari yönleridir. Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış binlerce dershaneden söz ediyoruz. Bu dershanelerde çalışan yüzbinlerce öğretmenden. Ne olacaktır bunca insana ve emeğe? Cemaatin bu konuda iki temel kaygısı vardır. Birincisi ve önemsiz olanı finansaldır. Büyük bir para kaynağıdır dershaneler. Bildiğim kadarıyla cemaatin dershaneleri kolay kolay burs vermez. Özellikle öğrenci mütedeyyin bir ailedense ya da öğrenci abiler aracılığıyla cemaatin has dairesine dahil olmuşsa ondan para almak çok daha önemlidir. Burslar daha çok zeki ve çalışkan olup da henüz cemaatle tanışmamış öğrenciler için saklanır.

Cemaatin dershaneler konusunda bu derece tutkulu olmasının bir diğer nedeni de cemaatin insan kaynaklarının büyük bir bölümünün dershaneler tarafından karşılanıyor olmasıdır. Dershaneler cemaatin yanlarına adam çekme yöntemlerinden birisidir. Daha önceki yıllarda kafalanamayan çocuk için son şans  lise 3 ya da 4'dür. Dershane bahanedir. Önemli olan çocuk kafalansın, cemaati tanısın ve iyi bir üniversiteye girdikten sonra da cemaatin kurumlarında (ışık evlerde, yurtlarda vs) kalsın. Böylece cemaatin nüfusu artsın. 

Bunun yanında iyi bir üniversiteye girmesi de önemlidir. Boğaziçi, ODTÜ, Marmara, Bilkent ve benzeri zirve okullar girilmesi gereken okullardır. Lisede ayağı cemaate alışan öğrenci üniversitede bozulsa bile –cemaatten uzaklaşsa bile-, sempatizan olarak uzun süre devam edecektir. Cemaatin lise öğrencisini gruba dahil etme yöntemi yaklaşık olarak şu şekilde gelişir:

Öğrenci Ömer dershaneye başladığında mutlaka ona cemaatten bir arkadaş (Ahmet) belirlenir. Ömer bunu bilmez tabii. Zaten Ahmet’in kafalaması gereken en az yarım düzine arkadaşı olacaktır. Sonuçta Ahmet de Ömer gibi bir dershane öğrencisi olduğu için Ömer ondan kuşkulanmaz. Zaten aynı okulda okuyordurlar, belki de birbirlerini tanıyordurlar. Birlikte ders çalışırlar, bazen birlikte gezerler. Dostluk ilerledikçe Ahmet açılır. Mesela bir gün Ömer'e derki "Ya ben çalışıyorum ama olmuyor. Benim tanıdığım üniversiteli abiler var. Çok iyi ders çalıştırıyorlar. Birlikte gidelim mi?" Böylece Ahmet, Ömer'i alır ve okula yakın bir ışık evine götürür. İTÜ’de uçak mühendisliği okuyanYakup abiyle tanıştırır. Yakup Abi, güler yüzlü ve yardımseverdir. Bu işi vatanı ve milleti için yapmaktadır. Haftanın bir günü başlayan ders çalışma programı zamanla sıklaşır. Bir süre sonra Yakup abi,  3-5 kişilik bir öğrenci kitlesine haftada 3-4 gün ders çalıştırıyor olur. Tabii, derslerden sonra çay ve bisküvi ikram edilir, yemek yenir, oyunlar oynanır. Önemli olan çocukların ayağının eve alışmasıdır. Bu muhabbetler sırasında ufaktan da olsa dini konulara girerler. Namazdan, imandan bahsedilir. Daha sonra da Ömer, Yakup abisini dershanede görmeye başlar. Yakup abi, Ömer ve Ahmet’in dershanedeki rehber hocasıyla birlikte çalışmaktadır. 

Dönem arası yaklaşmaktadır. Dershane bir kamp ayarlar. İki haftalığına çocuklar uzak bir yurtta ders çalışacaktır. Ömer buna hayır diyemez. Orada belki namaza başlar, belki ilk defa Risale-i Nurla ya da Gülen'in sohbetleriyle tanışır. Bir yandan da deli gibi ders çalışır. İkinci dönemde artık namazları abisi tarafından kontrol ediliyordur. Çeteleyle; kaçırdığı namazlar, okuduğu kitaplar, dinlediği kasetler kayıt altına alınır. Haftalık toplantılara katılır, hem derslerinden hem de manevi dünyasından dolayı hesap verir Yakup abisine. 

Yıl sonuna gelindiğinde, hemen hemen tüm grup kıvama gelmiştir. Üniversite sınavında başarılı olanlar gittikleri kentlerdeki evlere ve yurtlara yerleştirilir. Kendilerini kanıtlamış olanlara ufak öğrenci grupları verilir sorumluluk olarak. Böylece itaati, sadakati, hizmet etmeyi öğrenir. Henüz kendisini kanıtlamamış olanlarsa yavaş yavaş ev ortamına alıştırılır. Üniversite sınavında başarılı olamayanlar ya kalıp bir yıl sonraki sınava çalışırlar ya da yurt dışındaki üniversitelere kanca atmaya bakarlar. Tabii ki yurt dışında yalnız olmayacaklardır. Yine cemaatin evleri, yurtları onları beklemektedir. 

Aşağı yukarı bu şekilde döner cemaatin çarkları. Yaklaşık otuz yıldır da bu şekilde sorunsuz bir biçimde işlemiştir. Şu anda devletin üst kademelerinde; belki yargıda, belki askeriyede, belki emniyette yer alan memurlar bu şekilde dahil edilmişlerdir cemaate. Cemaat en büyük gelir ve insan kaynaklarına zarar gelecek diye korkmaktadırlar şimdilerde. Hoş, dershaneler kapansa bile onlar yine yollarını bulurlar, benim bundan kuşkum yok. AKP döneminden önce nasıl tomurcuklanıp palazlandılarsa, kendilerini desteklemeyen bir AKP’nin olduğu yerde de büyümeye devam edeceklerdir.

Beni asıl rahatsız eden şeylerden birisi cemaatten bir kişinin çıkıp da açık açık dertlerini anlatmamalarıdır. Hep gizli kapaklı hesaplar, hep metaforik laflara bulanmış söylemler, gizli tehditler, otuz ayrı anlama gelecek açıklamalar... Yok şefkat tokatıymış, yok Kerbela’ymış, yok şuymuş buymuş. Dolaylı konuşarak kredi topluyorlar güya, dolaylı konuşarak otuz ayrı şeyi ima ediyorlar aynı anda. Biriniz de cesur olun, çıkın meydana, anlatın derdinizi. “Biz” deyin, “en çok öğrenciyi dershanelerde kafalıyoruz. Böyle bir kaynaktan vazgeçemeyiz.” Bunun yasa dışı olmadığını söyleyen siz değil misiniz? Yasa dışı değilse ilan edin, herkes bilsin. Anne babalar çocuğunu sizin dershanenize gönderirken açık açık bilsin çocuklarına ne olacağını. Demokratik bir ülkeden de beklenen bu değil midir? Batıda misyoner okulları bu şekilde çalışırlar. Ebeveynler bilirler çocuklarını böyle bir okula gönderdiklerinde, çocuğun ne öğreneceğinden haberdardırlar. Siz de böyle yapın, açın kartlarınızı ve oynayın. Broşürlerinizde bahsedin bunlardan. Işık evleriyle birlikte çalıştığınızı tanıtım reklamlarınıza yazın, fedakar cefakar Yakup abilerin resimlerini de koyun reklamlara. “Biz bunlarla varız, çocuğunuz bir yıl sonunda sadece iyi bir üniversite kazanmayacak, aynı zamanda Risale-i Nur okuyan, Gülen dinleyen, çay demleyen, yemeğe “taam”, toplantıya “istişare” diyen bir şakirte dönüşecek.” yazın yollara, köprülere astığınız reklam afişlerine. Yaptığınız işten utanmadığınıza göre bunu yapabiliyor olmalısınız. Çocuğunuz kararsız kaldığı zamanlarda istiareye yatacak ve rüyasını yorumlatacak yazın, geceleri teheccüde kalkacak yazın, akşam namazlarından sonra dört rekat fazladan evvabin namazı kılacak yazın, farzdan sonra salat-en tüncina okuyacak ve "ve-l afat" derken ellerini ters çevirecek yazın, becerebilirse dış işlerine ya da MİT’e girecek yazın, harp okulu sınavında başarılı olursa üniversiteye gitmeyecek asker olacak yazın.

Madem varsınız mücadelede, diğerleri gibi var olun. Cılız bedenlerinizi gerin, açın göğsünüzü size karşı olanlara. İsterseniz meydana çıkın, protestonuzu yapın. Meclis binasına yürüyün, belediyeye yürüyün, MEB’na yürüyün. Bakalım polis size de biber gazı sıkıyor mu? Nasıl ki Gezi Parkı olaylarında gençler kendi bedenlerinden başka bir şeye güvenmeyerek çıktılar ve inandıkları değerler için mücadele verdiler; gaz yediler, tazyikli su yediler, cop yediler... Yeri geldi canlarını verdiler. Siz de çıkın kendinize bu kadar güveniyorsanız. Bugüne kadar neyi kurban verdiniz de ağlıyorsunuz savaşta şehit edilen kocalarına ağıt yakan kadınlar gibi? Bir tane şakirt mi canını kaybetti herhangi bir mücadele sırasında? Bir tane cemaat mensubunun burnu mu kanadı? Bırakın sağa sola sızmayı, arkadan işler çevirmeyi, onun bunun yatak odasına koyduğunuz kameraları ifşa edeceğiniz kilit zamanı beklemeyi, önemli mevkilere gelmiş memurlara bira şişeleriyle tedbir yaptırmayı, arama yapmak için girdiğiniz evlere daha önce var olmayan kanıtları koymayı... 

Bırakın ve gösterin gerçek yüzünüzü. Türkiye’nin geleceğiyle oynayacaksanız dürüst olun, gençlere ve onları yetiştiren ana babalara karşı yüzünüz ak, gönlünüz ferah olsun. Olamıyorsanız ikiyüzlüsünüz demektir. İşte o kadar.


3 Aralık 2013 – Çanco, Çin