Bu Blogda Ara

30 Kasım 2017

Çin Mektupları 34: Çin'de Eğitim, Türkiye ve PISA

Bir yandan okulun bahçesini süpürürken bir yandan da sınava hazırlanan öğrenciler   
               
1.      1. DERS GÖZLEMİ VE İLK DÜŞÜNCELER


Öğretmen arkadaş Yang Bey beni kapıda karşılıyor. Teşekkür ediyorum beni sınıfına kabul ettiği için. El sıkışıyoruz, o ön kapının önünde kalıyor ben arka kapıdan içeriye giriyorum. Dersin başlamasına üç dakika var ama sanki ders başlamış gibi; tüm öğrenciler sıralarında, ayakta tek bir öğrenci bile yok, sabahın ayazının ve mahmurluğunun öğrencilerin hareketlerine yansıdığını sezebiliyorum. Isıtıcılar açık değil, öğrenciler montlarıyla oturuyorlar. Öğrenci sayısı ellinin üzerinde, erkek öğrenci yanında oturmuş kız öğrenci göremiyorum. Orta sıranın önlerinde ve cam kenarında kız öğrenciler bir aradalar. Kalan kısım erkek öğrenciler. Bu ayırımın yazılı bir kurala bağlı kalınarak yapıldığını düşünmüyorum, sadece gereksiz yakınlaşmaları ve samimiyeti engellemek için alınan gayr-ı resmi bir tedbir. Benzeri bir uygulama benim dersine girdiğim öğrencilere de yapılıyor sınıf öğretmenleri tarafından. Bazen ben öğrencileri hem grup çalışması yapmaları için hem de rahatlarını bozmak için rastgele eşleştiriyorum, erkek öğrencinin yanına kız öğrenci düşünce sınıf şöyle bir kıkırdıyor, uğulduyor, Çinli öğretmenin koyduğu kuralın yabancı öğretmen tarafından geçici olarak gevşetilmesine için için seviniyorlar. Sıraların arası dar, ancak bir kişi yürüyebilecek kadar. Sıraların yanlarından atların eyerini andıran çantalar sarkıtılmış. Cep cep bu çantalarda öğrencilerin derslere göre tasniflenmiş ödev ve egzersiz kâğıtları var. Sıraların üzerinde kitaplar yığılı, boş sıraların da ya yanı ya da altı kitapla dolu.  Bu yoğunluğa ve kalabalığa rağmen sınıf alabildiğine sessiz. Çıt çıkmıyor desem yeridir. Sadece açılıp kapanan kitapların, çevrilen sayfaların ve öğrencilerin montlarının sağ sola sürtünmelerinin doğal hışırtıları var kulağıma gelen, gerisi mutlak sessizlik.



Arka sırada bir öğrencinin yanındaki boş sandalyeye, kanepenin kapıya yakın köşesine birazdan gidecek mahcup bir misafir gibi değil de, uzun oturacak yakın bir akraba gibi kuruluyorum. Yanımdaki öğrenciye selam veriyorum, çocuk şaşkınlıkla alıyor selamımı. "Nereden çıktı bu adam?" diyor büyük bir ihtimalle. Bildiğim az buçuk Çince'yle sıra arkadaşıma matematik öğretmeni olduğumu söylüyorum. Karşılıklı gülüşüyoruz. Defterimi açıp, iyi öğrencilere yakışan bir titizlikle sayfanın sağ üst köşesine tarihi ve saati yazıyorum. Hazırım evet, Çinli bir matematik öğretmeninin vereceği matematik dersini dinlemeye, onun uygulayacağı sınıf yönetimi ve ders anlatım tekniklerini anlamaya, buradan yola çıkarak bilimsel ve istatistiksel ilkelere sadık kalmak koşuluyla bir takım çıkarımlar yapmaya hazırım.

Yang Hoca derse giriyor. Selam vermiyor, bir şey de demiyor. Arkası sınıfa dönük bir halde saatin 07:40 olmasını bekliyor sadece. Zilin çalmasına bir dakika kala tahtaya bir şeyler yazıyor. Çoğu Çince olduğu için anlamıyorum yazılanları ama bir süre sonra matematiksel denklemler geliyor. Rahatlıyorum, anladığım bir dil ne de olsa! (0,0) merkezli yatay bir elips denklemi yazıyor. Paragrafın başındaki “5” rakamından bu yazılanların elipse ait beş numaralı özellik olduğunu çıkarsıyorum. Yang Hoca, üç dört satır yazıyor, son satırda iki boşluk bırakıyor. Sonra da sınıfın içinde ileri geri yürümeye başlıyor. Henüz öğrencilerle herhangi bir sesli iletişim kurmadı. Ne bir soru soruldu öğrenciler tarafından ne de Yang Hoca herhangi bir açıklama yaptı. Sessizlik sürüyor ama karşılıklı bir iletişimin –Bir önceki dersten kalma ya da Yang Hoca’nın genel öğretmenlik tekniğinden öğrencilerin kaptığı- olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Öğrencilerin hepsi tahtadaki cümleleri defterlerine yazdıktan sonra boşluğu doldurmak için karalama kâğıdı üzerinde işlemler yapıyorlar. Yanımdaki öğrencinin yazdıklarına bakıyorum. Kafasını bir kere bile kaldırmadan soruya yoğunlaşmış, kafası o kadar sabit ki gözlüğünün camına bakarak koridorun dışında ne olup bittiğini rapor edebileceğim neredeyse. Elipsin odaklarından eğrisine çizgiler çekiyor, bunları bir teğetle birleştiriyor. Beş dakika sonra Yang Hoca bir öğrencinin adını söylüyor. Öğrenci ayağa kalkıp yanıtı (2a-MF1 ve 2a+MF2) veriyor. Yang Hoca öğrencinin yanıtına bir şeyler ekliyor, tahtaya gidip boşlukları dolduruyor, bir iki izahatta bulunuyor ve ardından hiç vakit kaybetmeden elipsin altıncı özelliğine geçiyor. Yine uzun bir paragraf ve sonda iki boşluk var öğrencileri bekleyen. Yine yatay bir elips, içinde bir üçgen var. Sanırım bu üçgen üzerindeki bir noktanın elipsin eğrisine ya da odak noktalarına uzaklığını soruyor. Öğrenciler tahtadakileri defterlerine yazıp soruyu çözmeye uğraşıyorlar. Beş-on dakika sonra Yang Hoca yine bir öğrencinin adını söylüyor, öğrenci ayağa kalkıp yanıtı söylüyor. Sınıfta en ufak bir rahatlama ya da şımarma yok. Askeri bir disiplin havası hâkim adeta. Üçüncü soruyu da aynı şekilde yazdıktan sonra bu sefer bir öğrenciyi tahtaya davet ediyor. Uzun boylu bir öğrenci kalkıp soruyu yanıtlıyor. Yine herhangi bir açıklama yok. Ders bitene kadar benzeri uygulama kendisini tekrar ediyor. Zil çalınca öğrencilerin bir kısmı ayağa kalkıp koridora çıkıyorlar, ben de sınıfın ön kısmına yürüyüp Yang Hoca’ya bir kere daha teşekkür ediyorum ve on dakika sonra başlayacak olan kendi dersime (İstatistik) koşuyorum.


Gözlemlediğim ders sıradan bir ders değildi, bir çeşit tekrar / özet dersiydi. Öğrenciler konuyu bitirmişler, belli başlı özellikleri tekrarlıyorlar. Eminim konu anlatımı sırasında Yang Hoca daha çok konuşuyordur ve öğrencilere daha sık soru soruyordur. Öyle olsa bile, yani yapılan işlem tekrar / özet olsa bile,  dersin öğrenci-öğretmen iletişimi, öğrencinin kendisini ifade etmesi, bilgiyi çözümlemesi ya da sentez etmesi, verili problemi sorgulama à hipotez üretme à hipotezi sınama à keşfetme à keşfedileni deneme, doğrulama ve nihayetinde kullanarak başkalarına iletme gibi pek çok modern ders anlatım özelliklerinden yoksun olduğunu söyleyebiliriz. Bunu bir eksiklik olarak değil, bir bulgu olarak ortaya koyuyorum. Öğrencilerin tek bir kelime bile etmeden 45 dakika boyunca aralıksız çalışmaları ve elipse ait üç-dört özelliği çıkarsamaları takdiri hak eden bir iştir. Bunun yanında öğretmenlik / ders anlatımı tekniği açısından dersin işleniş şekli herhangi bir spesifik özellik taşımamaktadır. Her şeyi bilen –bilmekle yükümlü olan- öğretmen, bilmeye hazır bir halde derse gelmiş olan öğrenciye istediğini vermiş ve öğrenci kendisine verileni aldıktan sonra tatmin olmuştur. Böyle bir dersi işlemek için matematik öğretmeni olmaya, yani eğitimci olmaya gerek olduğunu sanmıyorum, iyi derecede matematik bilmek ve derse gelmeden önce kapsayacağı alana şöyle bir bakmak yeterlidir. Bir de öğretmeni pür dikkat dinlemeye gelmiş, sınıf içi disiplini sağlanmış, hiçbir şeye itiraz etmeyen öğrenciler gerekli tabii ki! Bu ikisi elde edildikten sonra, talep edilen formattaki öğretmenlik her bilenin yapabileceği bir meslek haline gelir. Çünkü yapılan iş bilineni aktarmaktan ibarettir; karşındakilerin zihinlerini yönlendirmek, onları meraklandırmak, sorgulamaya teşvik etmek, bilgiyi iletişimde kullanmaya hazır hale getirmek gibi amaçlardan yoksundur. Türkiye’de de herhangi bir okulda benzerini rahatlıkla bulabileceğiniz, öğrenciyi pasif duruma hapseden, öğretmeni ise tek otorite olarak tanıyan dikotomik bir ayrım üzerine kurulu klasik denilebilecek bir derstir. Türkiye'deki en büyük sorun öğrencilerin Çinli öğrencilerde görülen sınıf / okul içi disiplinden alabildiğine uzak olmaları ve eğitimin toplum tarafından "olmasa da olur!" nazarıyla görülen pasif bir toplumsal dinamiğe** indirgenmiş olmasıdır.


Aslına bakılırsa, ben zaten derse girmeden önce böyle bir gözlemin beklentisi içerisindeydim, dolayısıyla hiç şaşırmadım desem yalan olmaz. Her gün Çinli öğretmenlerin sınıflarının önlerinden onlarca kez geçiyorum, geçerken bakıyorum içeride ne olup bittiğine. Aynı sessizlik ve hareketsizlik, aynı otoriter ve her şeyi bilen öğretmen, aynı sessiz sakin öğrenci her gün tanık olduğum sahneler. Ayrıca bu gözlemlediğim ilk ders değil, iki yıl önce de Çinli bir İngilizce öğretmeninin dersini işim gereği gözlemlemem gerekmişti. O zaman da farklı bir durumla karşılaşmış değildim. Sorun da zaten burada başlıyor. Ezberci, klasik, dayatmacı, dikotomik… Adını nasıl koyarsanız koyun, politik anlamda fark etse de eğitimbilimsel açıdan çok farklı bir şey söylemiş olmazsınız. Bu sistem Türkiye’de işlemiyor da neden Çin’de işliyor? Benzeri yöntemler kullanmasına rağmen neden Türkiye PISA sınavlarında OECD ülkeleri arasında sonlarda yer alırken Çin –ve diğer Doğu Asya ülkeleri- en başlarda yer alıyor? Sorulması ve yanıtlanması gereken soru budur. Esasen, Çinli bir öğretmenin ders esnasında ahım şahım teknikler kullanmadığını, pedagojik anlamda harikalar yaratmadığını, eğitim anlayışı açısından devrimsel nitelikte uygulamaları denemediğini anlamak için Çinli bir hocanın dersine girmeye de gerek yoktur. Modern anlamda iyi öğretmen nitelemesi, öğrenciyi her alanda yetiştiren ve hayata hazırlayan kişi için kullanılır. Bunun içine sadece soru çözen öğrenci girmez haliyle; akıl yürüten, tartışan, eleştiren, karar veren, iletişime önem veren, işbirliğine ve grup çalışmasına yatkın, sonuç kadar sonuca götüren yönteme de eleştirel gözle bakan, sanatsal ve yaratıcı eylemlere yatkın  bireyler yetiştirmektir. İşlenen dersin bu amaçları başarmaya yönelik bir planı ve programı olmalıdır. Matematiği soru çözmeye indirgemek, edebiyatı da şiirdeki kafiyeleri bulmaya indirgemeye benzer. Aslolan o derse  ve konuya olan merakı arttırmaktır. Öğrencinin kendi kendine öğretmenlik yapabilmesini sağlamak ve "hayat-boyu-öğrenci" idealine yaklaşmaktır. Yang Hoca'nın böyle bir öğretmen olmadığını iddia etmiyorum, genel olarak Çin'deki -ve Türkiye'deki- eğitim sisteminin böyle bir öğretmeni uzun süre bünyesinde barındıramayacağını iddia ediyorum. İzahını ileriki satırlarda yapacağım.


2.        BİRBİRİNE ZIT İKİ İZLEK 

PISA sınavlarında başarılı olan ülkeler* sadece Doğu Asya’dan çıkmıyor. Bir diğer başarılı bölge de Kuzey Avrupa dediğimiz bölge. Oysa, bu ülkelerin eğitim felsefelerine bakarsanız Çin’inkinden alabildiğine farklı, hatta zıt sistemler gözlemlersiniz. Çok az ödev, zayıf bir içerik, zengin bir ders dışı etkinlik takvimi, sosyal yaşamı ve iletişimi önemseyen bir eğitim modeli vardır bu ülkelerde. Zayıf müfredata rağmen bu ülkeler PISA’da çok başarılı olabilmektedirler. Dolayısıyla Çin’in başarısını incelerken Doğu Asya ülkeleriyle Kuzey Avrupa ülkeleri arasındaki farkı göz ardı etmemek gerekir. Farkı yaratan en büyük etken nitelik ve nicelik arasındaki uçurumdur. Kuzey Avrupalı eğitim sistemi niteliğe; yani öğrencinin bir bütün olarak kendisini geliştirmesine odaklanır. Bu yüzden sadece sınavla ölçmez öğrenciyi; sorumlulukla, özgürlükle, özdisiplinle, sanatsal ve bedensel eğitimle ölçer. Öğrencinin az vaktini alır ama bu az vakti dolu bir şekilde geçirtir. Önemli olan sınav geçebilen birey yetiştirmek değildir; önemli olan okulu bitirdiğinde topluma değer katabilecek dürüst, ahlaklı, özgür düşünceli bir birey yetiştirmektir. Bunu başarır mı başaramaz mı bilinmez ama eğitimin genel felsefesi budur. Doğu Asya'da -özellikle Çin'de- eğitim ise daha çok bir yatırım olarak görülmektedir. Özellikle aileler için yarış çok erken başlar ve çocuğun zeki olması için gerekli gereksiz her türlü önlem –çocuğun doğacağı ay dahil!- alınır. Sınav başarı için tek başarı ölçütüdür. Liseli bir öğrenci günde dokuz - on saat derse girer. Çocuk sınıfta uyur, sınıfta ders çalışır, sınıfta oynar ve sınıfta öğrenir. Sabah yedide başlayan maraton akşam altı buçuğa kadar sürer. Sürekli hazırlanılması gereken bir sınav vardır. Çocuk hafta sonu da hafta içinde olduğu gibi çalışır, ödev yapar, özel derse gider, başka sınavlara hazırlanır… Asla bitmeyen, önü arkası kesilmeyen bir engelli yarıştadır. Her an teyakkuzdadır, her an hazırdır, her an bir yerlerden gelebilecek sorulara karşı gardını almıştır. Sabahtan akşama kadar sıranın başında soru çözer, boşlukları doldurur, sessizce dersi dinler, soru sorulduğunda ayağa kalkıp yanıt verir. Eğitimin en önemli amacı kurallara uyan, devletine itaat eden, anne babasına saygılı, çalışkan ve üretken bireyler yetiştirmektir. Eleştirel düşünce bir ilke olarak kâğıtlarda yazılı olsa da uygulamada eleştiri sınıfa pek girmez. Bunu başarıp başaramadığını da tam olarak bilemeyiz ama görünen o ki Çin kurallara uyan, otoriteye itaat eden, sesini pek çıkarmayan vatandaş yetiştirme konusunda iyi bir iş** çıkarmaktadır.

Buradan çıkan sonuç şudur: Kuzey Avrupa’daki çocuk Kuzey Avrupa’nın değerlerine uyumlu bir eğitim alırken Doğu Asya’daki çocuk Doğu Asya’nın değerlerine uyumlu bir eğitim almaktadır. Dolayısıyla, her iki sistem de kendi verimlilik kıstaslarınca verimli bir şekilde çalışmaktadır. Bu yüzden iki model arasındaki farkı incelemek yetmez, iki kültür / toplumsal yapı arasındaki farkı da incelemek gerekir. Daha da önemlisi, kültürler arası uçuruma rağmen başarılı eğitim modeli dediğimiz şeyin içinde yaşanılan kültüre uyumlu olmadan mümkün olamayacağını tanıyarak işe başlamak gerekir. Çin’in eğitim sistemi; Çin’in Konfüçyüsçü, katı disipline ve itaate dayalı, sınav bağımlı kültürüne uyumlu olduğu için, onunla iç içe yaşayabildiği için, karşılıklı iki ayna gibi araya giren bir çocuğu sonsuz kere çoğaltabildiği için başarılıdır. İşte araştırılması gereken, üzerinde düşünülmesi gereken ve uğruna para harcanması gereken konu; eğitim sistemini nasıl değiştireceğimiz ya da nereden ithal edeceğimiz değildir, var olan kültüre uyumlu, bilimsel ve seküler bir eğitim sistemini nasıl oluşturacağımızdır.

Bu noktadan sonra Doğu Asya ülkelerinin, özellikle Konfüçyüsçü sosyal ilkelerle yoğrulmuş olanların –Çin, Japonya, Kore, Singapur, Vietnam ve Çin’e bağlı olan Tayvan, Hong Kong, Macau- PISA sınavlarında başarılı olmalarının altında yatan iki somut etkene değineceğim. Bu etkenler çoğaltılabilir ama bağlı oldukları temel ilkeler göze alındığında çok da çeşitlenip başkalaşamazlar. Daha öce yazmış olduğum bir yazıda Çin'deki matematik eğitimi konusuna uzun uzun değinmiştim. Daha fazla bilgi / gözlem sonucu oradan edinilebilir.   

3. BAŞARIYA GÖTÜREN İKİ SOMUT ETKEN

Bunların birincisi Çinli öğretmenlerin haftalık ders yükü. Müdire Hanım’a ders gözlemi yapmak istediğimi söylediğimde kendi programıma uygun bir saati seçmem için bana diğer öğretmenlerin ders programlarını göndermişti. Hemen hiçbir hocanın haftalık ders saatinin on dersi geçmediğini bu zaman fark ettim, öyle ki birkaç tanesinin haftalık beş saat dersi vardı. Yani Çinli hocalar günde en fazla iki saat derse giriyorlar ve hafta boyunca hep aynı dersi anlatıyorlar. Örneğin bir öğretmen hem lise 1 matematik dersine hem de lise 2 matematik dersine girmiyor. Sadece bir seviyenin dersine giriyor. Yapılan hazırlık da bu yüzden minimuma inmiş oluyor. Kalan zamanlarında boş boş oturmuyorlar tabii ki, harıl harıl ödev ve sınav kâğıdı okuyorlar. Çin’deki öğretim tekniği, İngilizce’de “mastery teaching” (ustalaştırma eğitimi?) denilen bir yöntemdir. Herkes her şeyi öğrenebilir, yeter ki geride kalanlara gereken fazladan zamanı sağlayabilelim. Ödevler ve sınavlar öğretmeni yönlendiren, onun hızını ve derinliğini etkileyen asıl etkenlerdir. Öğretmen sınav sonuçlarına göre konuyu baştan anlatabilir, sınıfın bir kısmını serbest bırakıp bir kısmına –zayıf olanlara- tekrar dersi anlatabilir. Bir üniteyi sınıfta herkesin anladığından emin olmadan bir sonraki üniteye geçmez. Bu yüzden ödevleri tek tek okumak, tüm sorulara verilen yanıtları kontrol etmek çok önemlidir. Ödev yapmayan öğrenci, eğer bu tutumunu birkaç defa tekrarlarsa ciddi anlamda cezalandırılır. Ebeveynleri okula çağrılır, koridordaki utanç duvarına adı yazılır…Günde iki saat derse giren öğretmen, günün kalan yedi saatinde ödev / sınav okumaktadır, yanıtları tek tek kontrol etmektedir, yapamayan öğrenciyi yanına çağırıp özel olarak ilgilenmektedir. Disiplini, öğretmene mutlak saygıyı ve eğitimin önemini her fırsatta salık veren sistem, öğretmene bu kâğıt okuma zamanını vererek zaten tüm ülkede uygulanması gereken öğretmenlik tekniğini de belirlemektedir. Bu bilgilerden sonra “Herkes her şeyi öğrenebilir.” yönteminin Türkiye’de neden uygulanamayacağı açığa kavuşmuştur. Türkiye’de bir öğretmen haftada en az yirmi saat derse girer. Günde yedi saat derse giren hocalar biliyorum ben. Durum böyle olunca öğretmen de doğal olarak az ödev vermeye ya da verdiği ödevleri kontrol etmemeye meyletmektedir.

Öğretmeni ödev kontrol etmeye ve çok ödev vermeye teşvik eden bu etkeni bir kenara koyalım. İkinci etkenden, Çin toplumunun eğitime, öğrenmeye, eğitimle gelen ekonomik avantajlara bağlılıklarını konuşalım. Bir Çinli öğrenci için ödev yapmak, gece yarılarına kadar ödevle uğraşmak ve sabahın altısında kalkıp yedideki derse yetişmek gayet normaldir. Bu konuda pek şikâyetçi olmazlar. Zaten ebeveynler için çocuğun, evde olmadığı zamanlarda okulda olması kadar güzel bir şey olamaz. Böylece işlerine odaklanabilirler, gerekirse akşam geç vakitlere kadar -Akşam sekizde babasının işten gelip kendisini almasını bekleyen bir öğrencim var ve sabah yediden akşam sekize kadar okulda bulunmaktan zırnık şikâyetçi değil- çalışabilirler. Yani, özellikle çalışan aileler için okulun tek işlevi eğitim vermekle sınırlı değildir, aynı zamanda çocuğun gündüz saatlerinde güvenli bir ortamda vakit geçirmesi ve başına bir şey gelmemesi için de okul hayati bir öneme sahiptir. Bunun üzerine bir de Konfüçyüsçü değerleri, eğitimin uygar insan yetiştirmekte en önemli araç olduğunun salık verilmesini, eğitilmemiş insanın vahşi hayvandan farksız olarak görülmesini ve modern toplumlarda eğitimin en güvenilir yatırım aracı olarak görülmesini ekleyelim. Çocuk iyi bir liseye ve iyi bir üniversiteye girerse iyi bir işi garanti edebilecek ve böylece bu sırada yaşlanan anne babaya daha iyi bakabilecektir. Toplumun büyük bir kısmının emeklilik sigortasının olmadığını düşünürsek eğitimin bir çeşit emeklilik primi rolünü üstlendiğini de görürüz. Durum böyle olunca aileler çocuklarının başarılarıyla yakından ilgilenmektedirler. Beğenmedikleri öğretmeni okuldan gönderenlerden, çocuğunun notlarını çocuğundan önce öğrenen velilere kadar pek çok farklı anne-babayla karşılaştım şimdiye kadar. Onların bu sert tavrı olmasa çocukların sabah yediden akşam altıya kadar sınıfta tutulması da mümkün olmazdı. Toplumun, bir bütün olarak eğitime bu derece önem veriyor olması disiplini kolaylaştırdığı gibi işini iyi yapmak isteyen öğretmenin de değerini artırmaktadır. Böylece öğrencinin omuzlarına daha fazla yük bindirilebilmekte, şikâyetlere aldırmaksızın sistem döndürülmektedir.


Bu iki etkenin birbirinden bağımsız olmadıklarını yazmaya gerek yoktur sanıyorum. Toplum eğitime bu derece önem verip onu geleceğe dair güçlü bir yatırım aracı olarak görmeseydi, devlet de öğretmenlerin ders saatlerini fazla ödev verilebilecek şekilde ayarlamazdı. Aynı şekilde eğer aileler eğitime bu derece inanmasalardı, öğretmenler bu kadar çok ödev veremezlerdi. Bir çeşit, kalitesizlikten kaynaklanan eksiği daha çok çalışarak kapatma arzusu var sistemin içinde. Bir işi, işin tekniğini kavrayıp iki saatte de yapabilirsiniz, herhangi bir yöntem kullanmadan sekiz saatte de. Çin, kalabalık nüfusunun avantajını ve kültürün yetiştirdiği mülayim karakterli insanı bu sekiz saati doldurmak için kullanıyor.

4. TÜRKİYE NE YAPMALI? 

Peki Türkiye? Ne yapmalıyız da eğitimde istediğimiz noktaya gelmeliyiz? Bence, öncelikle nasıl bir modeli takip etmemiz gerektiğine karar vermeliyiz. Hâlâ doğu-batı paradigmaları arasında sıkışmış kalmış bir ülkeyiz biz. Edebiyatımız bu kısır muhabbetten kurtulmuş gibi görünse de toplumun diğer dinamikleri henüz gerekli atılımları yapmış değil. Ne batılıların zihnin ve düşüncenin özgürlüğünü temel ilke olarak kabul eden eğitim sistemini tam olarak adapte edebildik ne de doğuluların itaati ve sosyal düzeni esas alan sistemini. Müfredatımız doğulu ülkelerinki gibi dolu dolu ama öğrencilerimizin büyük bir çoğunluğu müfredatta öğretilen konuların onda birini bile anlamadan mezun oluyorlar çünkü bu dolu müfredatı yazabilen sistem onu öğretecek disiplini sağlamak konusunda başarısız kalıyor. Anlamasa da, öğrenmese de, sınavlardan düşük not alsa da bir öğrenci sorunsuz bir şekilde mezun olabiliyor. Devlet liselerinde çalışan bir öğretmenin karşılaştığı en büyük sorun disiplin ve motivasyon. Günümüz Türkiyesi pek çok konuda olduğu gibi eğitim konusunda da ciddi bir yol ayrımında.  Batılıların eğitim sisteminin önerdiği gibi özgür düşünen, yanlış gördüğünde eleştiren, değiştirmek için harekete geçen, sosyal sorumluluklara önem veren, gerçeği sosyal düzenin önüne koyan bireyler mi yetiştirmek istiyoruz yoksa kayıtsız şartsız itaat eden, kendisine verilen bilgiyi sorgulamaksızın doğru kabul eden, gerçeği sosyal düzenin bekası için kurban etmeye hazır bireyler mi? Diyelim ki ikincisine evet dedik -mevcut iktidarın böyle bir arayış içerisinde olduğunu, becerebilse üzerine hemen atlayacağını inkâr edemeyiz- ve uygulamaya başladık. Bu durumda, sözünü ettiğim katı sosyal düzen, onun doğuracağını düşündüğümüz eğitim sisteminden önce var olmalıdır. Devlet, öğretmen sayısını iki katına çıkarmalı, öğretmenler ve öğrenciler sıkı disipline tabi tutulmalıdır. Aileler öğretmenlere bu konuda destek olmalı, sabah altıda okula gönderdiği çocuğunu akşam yediden önce evde beklememelidir. Saat yedide eve gelen öğrenci de yemeğini yedikten hemen sonra dersinin başına oturup gece yarısına kadar ödevlerini bitirmelidir. Öğretmenler haftada on saat derse girip, kalan vakitlerinde harıl harıl ödev kontrol etmelidir. İşin ekonomik ve ahlaki yönüne girmeye hiç gerek yok sanırım. Çin, çocuk başına yapılan eğitim harcamaları ortalama gelire oranlandığında listenin en üstlerinde yer almaktadır. Türkiye bunu yapabilir mi? Yapabilir ve uzun erimde meyvelerini -PISA'da üst sıralara yükselmek gibi- yer ama Türkiye'deki aydın / okumuş kesimin böylesi katı bir uygulamaya sessiz kalacağını sanmıyorum.

Yok eğer, diyelim ki birincisine evet dedik. Bu hem daha pahalı hem de daha zor bir iştir. Çünkü kaliteyi artırmak, özgür düşünen bireyleri yetiştirecek öğretmenleri yetiştirmek; öğrenmekten yorulmayan, sürekli kendisini geliştiren, okuyan ve üreten insanları öğretmen yapmak, sosyal sorumluluk alabilen ahlaklı ve dürüst bireyler yetiştirmek; okullardaki öğretmen sayısını iki katına çıkararak, sisteme para pompalayarak, tam teşekküllü okullar inşa ederek sağlanamaz.  Çok daha derin bir eğitim devrimi, çok daha çaplı bir düşünsel maceraperestlik gerektirir.

                                                                  Ali Rıza Arıcan, 30 Kasım 2017
                                                                              Çanco, Çin                                                    

* PISA sınavında başarılı olmak eğitimde başarılı olmak anlamına gelmez ama bu yazıda kolaylık olsun diye PISA'yı referans olarak aldım. Başka ölçekler kullansak sonuç ne kadar değişirdi bilemiyorum.

** "Pasif dinamik" ifadesinin oksimoron olması aslında eğitim sistemimizin içine girdiği çelişkiyi göstermesi açısından kayda değerdir.

*** Trafikte yaptığım gözlemlerden yola çıkarak buradaki katı sistemin ahlaklı bireylerden ziyade, kuralların etrafından kimse görmeden dolanmayı iyi başaran bireyler ürettiğine inanmaya başladım diyebilirim. Sıradan bir Çinli devletin otoritesinin, patronunun gürleyen sesinin, anne-babanın her daim saygı ya da ilgi bekleyen gözlerinin farkındadır. Dolayısıyla, bu baskılar altında yaşamaya alışırken bir yandan da özgür değilmiş taklidi yapmayı öğrenir. Herkes her şeyin farkındadır ama düzen bozulmasın diye kimse sesini çıkarmaz. Başka bir yazının konusu olduğu için geçeyim.

---

Cinhh grubuna gelen yorumlardan sonra yazılan ek:

Selam,

Eğitim konusunda yazılmış bir metne bu kadar yorum gelmesi hem sevindirici hem de bu konuda ne kadar yaralı olduğumuzu göstermesi açısından ibret verici. Kısaca birkaç noktayı daha açıklığa kavuşturayım. Yorum yazan arkadaşlara bu vesileyle de teşekkür ediyorum. Trafik üzerine ayriyeten bir şey yazar mıyım bilemiyorum ama öykülerde bol bol çözümlüyorum Çanco'nun trafik canavarlarını. İntikamımı öykü karakterleriyle alıyorum. :) 

- - -

Ben alışkanlıkların önemine inanan birisiyim. Günlük hayatımızda yaptığımız pek çok şeyin de alışkanlıkların neticesi olduklarını düşünürüm. Dolayısıyla bir öğretmenin en önemli işlevi, öğrenciye hayatının geri kalanında kendisine lazım olacak alışkanlıkları kazandırmak olmalıdır. Merak, eleştirel düşünme, kitap okuma, sorgulama, düşünceleri doğru şekilde ifade etme, zorluklar karşısında pes etmeme, özdisiplin*, hedefe varana kadar sıkı çalışma... Günümüzde öğretmenlik mesleği, bildiğini aktaran (lecturer, instructor) modelinden öğrenciye yol gösteren rehber modeline (facilitator) evrilmektedir. Yani ders sırasında öğrenciye bilmesi gereken her şeyi vermek değildir öğretmenin görevi; öğrencideki merakı uyandırmak ve onun kendi seçtiği yöntemlerle öğrenmesini sağlamaktır. Esasen Çin'de de bu değişim başlamıştır ve özellikle elit kesimin çocuklarını gönderdiği özel / uluslararası okullarda bu tip bir eğitim verilmektedir. Temelde öğrencinin ilgi alanını bulacağı ve bu konuda kendisini özdisipline edeceği beklentisi vardır. Matematiği sevmeyen bir öğrenci her toplumda olduğu gibi Çin'de de mevcut ama sınav korkusu, ailelerin "matematikte başarılı olmak eşittir zeki olmak" şeklinde sunduğu yumuşak baskı, öğretmenlerin bu konuda taviz vermemeleri; o öğrencinin matematik (ve diğer temel disiplinler) dışındaki ilgi alanlarını keşfetmesinin önünü kesmektedir. Bu da mutsuz, geleceğe dair herhangi bir hayali olmayan, kendi hayatını kendi elinde hissetmeyen nesillerin doğmasına neden olur. Çin toplumunun, geleneksel değerlere bağlılıkla ve Konfüçyüsçü ilkelerin tutarlılığına duyduğu inançla bunun üstesinden geldiğini iddia edebiliriz. Mutsuz ya da idealsiz olmak sorun değildir, önemli olan işsiz, aşsız, evsiz olmamaktır. Görünen o ki geleneksel yapı içerisinde bu denklem işe yaramaktadır. 

Çin'in doğru yaptığı şey tam olarak şudur. Eğer öğretim tekniğinde ya da eğitim sisteminde bir değişikliğe gideceksek bunu yarım yamalak değil, üzerinde iyice düşündükten ve maliyetini hesaba kattıktan sonra bir bütün olarak yapmalıyız. Eğitim oyuncak değildir ki bozulursa hemen yenisini alalım, tamir ettirelim. Milyonlarca gencin ve onların ailelerinin kaderleri eğitim sistemine göbek bağıyla bağlıyken yukarıda yapılan ufak bir değişikliğin ülkenin ücra bir köşesinde tsunami etkisi yaratmayacağını bilemeyiz. Bu yüzden Çin, haklı olarak, öğrenciler açısından daha özgürlükçü** bir sisteme her yönden hazır olana kadar eskisini tüm katılığıyla uygulamaya devam ediyor. Bu uygulamada ısrarcı olduğu için de meyvelerini topluyor. Temel konularda ustalaşmadan ileri seviyede öğrenim gerçekleşemiyor ve bu yüzden de liseye gelmiş bir öğrencinin cebirle, geometriyle, denklem çözmeyle ciddi bir sorunu kalmamış oluyor. 

Türkiye'nin yanlış yaptığı şey de şudur. Eğitim sistemini ideolojik kaygıların güdümüne bırakmak ve günübirlik kararlarla asırlık sorunlara çözümler üretmek. Geçenlerde birisi "Atladıktan sonra paraşütü yanımıza almış mıyız diye kontrol ediyoruz." gibi güzel bir benzetme yapmıştı. Ne var olan ezberci*** sistemi doğru dürüst uygulayabiliyoruz ne de çok özendiğimiz batılı sistemi ülkemize getirebiliyoruz. Arada kaldığımız için, en kısa sırayı bulayım derken bir türlü kasaya ulaşamayan süpermarket müşterisi gibi, dolanıp duruyoruz bitmeyen sıraların arkasında. Olan tabii ki çocuklara ve gençlere oluyor, yoğrulmaya hazır hamur halinde okula gelen çocuk pasta mı olacak, börek mi olacak yoksa mantı mı olacak kavgasından kazara kendisini kurtarabilir de, ailesinin ve çevresinin desteğiyle bir şey olabilirse, ülkesine ve insanlığa yararlı işler yapabiliyor. Şimdilik Türkiye için parlak ışıkların görülmediğini söylemek karamsarlıktan ziyade gerçekçilik olur sanıyorum.Sistemimiz son birkaç aydır "Efendiler, yarın TEOG'u kaldırıyoruz!" lafını sindirmekle ve bunu mevcut sistem içinde nereye koyacağını tartışmakla meşgul. Bunu aşarsak belki önümüzü daha iyi görebiliyor hale geliriz. 

Saygılar, sevgiler,

AA 

* Alışkanlıklar içinde kazandırılması en zor olanı özdisiplindir. Ve biz sıradan insanların başarılı olarak gördüğü büyük düşünürlerin / sporcuların / liderlerin / bilim insanlarının hemen hepsi sıkı bir özdisiplinin sonucunda o noktalara gelmiştir. Çalışmadan hiçbir yere varılmıyor maalesef ama başkalarının size dayattığı şeyi çalışarak da bir yere varılmıyor. Bir noktadan sonra bireyin zıplaması gerekiyor, zıplayıp kendi kaderini belirleyecek olan tutkunun peşinden gitmesi gerekiyor. Bu zıplama ne kadar erken yaşta olursa, insan kendisini ifade edeceği tutkuya ne kadar erken yaşta yapışırsa, başarı o kadar garanti olur.     

** Özgürlükçü eğitim deyince insanların aklına hep daha az çalışma, tembellik, sağda solda aylak aylak gezinen çocuklar gelir. Oysa tam tersine, özgürlükçü sistemde öğrenci daha çok çalışır, daha verimli çalışır, çalışacağı konuyu ve vakti öğretmeninin izin verdiği sınırlar içerisinde kalmak kaydıyla kendisi belirler. Katı disiplin altında çalışmaktan çok daha zordur çünkü özdisiplin, irade ve özöğrenim (self-study / self-learning) gerektirir. 

*** Ezberci sistemin de kendisine has olumlu yanlarının olduğunu düşünüyorum. Özellikle erken yaşlarda belli şeyleri ezberlemeden ileriki yaşlarda hızlı ve verimli işlem / sorun çözme alışkanlıkları gelişemiyor. Kısacası, cebirin kurallarını ezberleyip içselleştirmemiş bir çocuğa analiz dersinin güzelliklerini anlatamıyorsunuz. Çin'de çalışmanın en güzel yanlarından birisi de bu. Analiz (Calculus) öğretirken ikide bir durup logaritmayı, trigonometriyi tekrar etmek zorunda kalmıyorum. Öğrenciler o konuları çok iyi biliyorlar ve hata yapmıyorlar. 

19 Kasım 2017

B3. SİMGELER VE İŞARETLER



“Nereye gitti bu kedi! İki gündür yok ortalıkta. Yoksa…”

Yang, merdivenin tırabzanlarına tutunup kendisini yukarı çekti ve ilk basamağa çaprazlamasına atladı. Acele adımlarla yukarıya çıktı, içinden bir ses “çıkma” diyordu ama dinlemedi. Birbirleriyle çelişen seslere kulak vermekten ve arada kalmaktan yorulmuştu son zamanlarda. Onu sakinleştiren seslerin eksilmesi değildi zaten, bu seslerin hayatı boyunca hiç eksilmeyeceğini sezmiş olmasıydı. İkinci katın koridorunun başında durdu. Dodo buralarda olsaydı ya miyavlamasını duyardı ya da öğrencilerin bazılarını kedinin etrafında çömelmiş halde görürdü, pasaklı kafasına dokunmamaya özen göstererek elleriyle ona yaklaşmalarına şahit olurdu. Dodo, yeni açılmış bir düğme deliğini andıran gözleriyle etrafa bakar, akordu bozuk keman gibi çıkan sesiyle kesik kesik miyavlar, bir yandan yengeç gibi yalpalayıp bir yandan da kirli ayaklarını arada bir sinek kovarmış gibi sert bir şekilde sallayarak sürünecek paça arardı. Demek yoktu, yukarı çıkıp kısıtlı vaktini boşa harcamamalıydı, şimdiye kadar kaç kere bu merdivenleri tırmanmıştı ki bu kedi zaten! O bücür boyuyla en iyi ihtimalle çalıların arasına girmiş ve uyumuştur. İyi de, iki gündür mü uyuyor! En kötü ihtimali başından savmak bile yetmiyordu artık içindeki gerilimi rahatlatmaya. Kendisi inatla ve korkuyla, settin arkasına ayağını, bacağını, belini koyup omzuyla da destek verdikçe; daha sık, daha sert, daha güçlü yükleniyordu karanlık düşünceler zayıflayan zihnine.  

“Lanet olsun!” dedi kendi kendine, dudaklarını hafiften kıpırdatarak, “Onu da zehirlemiş olmasınlar. Kirli olduğu için, kuyruğu kısacık olduğu için ve biraz da hasta görünümlü olduğu için zaten öğrencilerin çoğu hor görüyordu hayvancağızı. En kötüsü de kirli olması, Ying bile tavır koyuyor bazen. “Diğer kediler daha temiz, onları da sevsene” diyor. Diğerlerine bakan çok, Dodo’yla ilgilenen yok. Ölsün mü hayvan? Bir de alabildiğine saf bir şey, her çağırana gidiyor, sırnaşıyor, sürtünüyor. Zehirlemek isteseler hiç zorlanmazlar.”

Geriye göndü, kafasından geçip dudaklarını yırtarak ağzından çıkan bu düşüncelerden dolayı tepesinden tırnağına bir ürperti yayıldı, tüm bedenini sardı soğuk bir battaniye gibi. Basamakları ikişer ikişer inerken ayakkabısının çıkardığı sesin yankısını duyar gibi oldu. Yerden yükselen toz parçacıkları, merdivenlerin ortasında kalan boşluktan sızıp gelen güneş ışığının üzerlerine vurmasıyla üst köşesi olmayan üçgenler halinde havayı ve içindekileri esir alıyordu. Alçak kısımlarında kareli yuvarlaklı ayakkabı izleri olan duvarların yukarı kısımları kırmızı propaganda posterleriyle kaplanmıştı. DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK, ADALET, EŞİTLİK, YURTSEVERLİK… Sınıfının koridora bakan pencerelerinden de görünürdü aynı mesajları içeren propaganda posterleri. Ne zaman dersi dinleyemez hale gelse; gözlerini bu kırmızı resimler üzerine yazılmış sarı yazılara diker, posterin alt kısmındaki Yasak Saray resmine bakar; sarayın arkasından yükselmekte olan, çatlamaya hazır olgunlaşmış cennet hurması rengindeki güneşi düşünerek dışı şen şakrak, içi hüzünlü hayaller kurardı.

“Bulabildin mi, Yang? Çabuk ol biraz. Bu teneffüs on dakika sadece.”


DEVAMI YAYIMLANACAK KİTAPTA... 

13 Ekim 2017

B2. BİR AVUÇ HAYAT!


“Bırak nazlanmayı artık. Öğrenmek itemiyor musun yoksa kısmetini?”
Falcı kadın Ming Che, Chen Yang’ın sağ elinin küçük parmağını, pahalı bir elması cımbızla tutan kuyumcu ustası gibi tutmuş, kaçıp arkaya saklanmasın diye avucuyla hafiften sıkmıştı. Bir süre hiçbir şey söylemeden bekledi, Chen Yang’ın gözlüklerinin ince camlarının altından görünen genç ve gür kirpiklerinin sabah güneşiyle uzamış gölgelerine baktı. Her ne kadar kızın o sırada ne düşündüğünü bulmaya çalışıyormuş gibi duruyor olsa da aslında bir sonraki hamle için fırsat kolluyordu Ming Che. Parmakları, o tombul ve sabırsız parmakları, suyu arayan ağaç kökleri gibi arzuluydu, bir an önce fal seansını bitirip parayı cebe indirme konusunda. Ama yaptığı iş her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Zabıtalar her gün yeni bahanelerle çıkıyordu karşılarına. Buna rağmen –yaptırım yoktu, azarlayıp gidiyorlardı- tapınağın önünde bekleşen falcıların sayısı arttığı için rekabet artıyor ve fal baktırmak isteyenlerin sayısı aynı hızda artmadığı için kişi başına düşen gelir düşüyordu. Müşterilerin çoğuna fiyat bile söyleyemez olmuşlardı, “Ne verirsen kabulümdür. Ne kadar çok verirsen şansın o kadar çok açılır.” düsturuyla çalışıyorlardı. Yine de deneyimiyle, ısrarcılığıyla, sevecenliğiyle ve yaptığı işe inanmasıyla diğerlerine fark atabiliyordu Ming Che. Otuz yılını vermişti el falına, hatta köydeki yılları da sayarsa otuz yedi. İşte bak, daha tek bir falcı bile yokken Tianning Tapınağı’nın önünde, o ilk avını kancaya takmış misinayı ağır ağır çekeceği ânı bekliyordu. Hayır, balık ve balıkçı doğru bir teşbih değildi bu durum için. Ceylanın üzerine atlayıp boynundan yakalamayı başarmış bir çitaydı durumu hakkıyla temsil edebilen tablo. Ceylan çırpınmaya başladığı anda ikinci hamleyi yapacaktı. Bu sırada sesiz kalmak, avı hareketsizlikle yormak ve biriken kaygıyla bitkin düşen zavallıyı kendi kurtarıcı ipinde boğup tüketmek; hem kolaylığıyla hem de şaşırtıcı bir şekilde her seferinde beklenen sonucu vermesiyle Ming Che’nin meslek sırları arasına girmişti. Çiçekli entarisi, çengel küpeleri, kısa kesilmiş ve siyaha boyanmış saçları da vardı diğer meslek sırları arasında ama onlar taklitle öğrenilebilecek şeylerdi. Chen Yang eninde sonunda çekmek isteyecekti elini, ya da hiç mücadele etmeden teslim olacak ve bırakacaktı ince uzun çizgilerini falcı Ming Che’nin kucağına. Bu işin en zor kısmı okunacak eli bulmak ve onu okunmaya hazır kıvama getirmekti zaten; yani pazarlama ve reklamdı işin sırrı. Gerisi, yani uzatılan eli okumak, müşteriyi memnun etmek ve onun en az bir kere daha gelmesini sağlamak biraz lafazanlıkla biraz da yaratıcılıkla halledilecek türden, sıradan olmasa bile kısa sürede öğrenilebilecek bir yetenekti. Oğlunun sesini duydu o anda yaşlı falcı, uzun zamandır duymamıştı bu sesi. Evdeki eşyalar, civardaki ağaçlar, hatta yerdeki taşlar bile küsmüştü Ming Che’ya son aylarda. Eskiden daha sık çıkardı oğlu karşısına, daha sık söylenirdi, uzaklardan gelmesine rağmen alaycılığından pek bir şey kaybetmeyen sesiyle.

“Yine buldun saf bir kız, anne. Hem de güzel. Boyu posu da iyi. Karnını içine çekiyor sürekli ama olsun, bu devirde karnını içine çekmeyen genç kadın mı var? Yakında evleneceği belli zaten! Olumlu şeyler söyle kıza, kırma kalbini. Unutma yeni yasa yürürlükte artık. İki çocuk, biri oğlan biri kız. Diğerlerine göre gerçekleşme olasılığı iki kat fazla. Yasa çıkmadan yıllar önce söylemiştim ben. Bir de…”


DEVAMI YAYIMLANACAK KİTAPTA... 

06 Ekim 2017

Kaşgar Notları - Tek Parça

Kaşgar Notları'nı baştan sona tekrar gözden geçirdim ve elimden geldiğince gördüğüm hataları düzelttim. Dosyayı pdf haline getirip, publitory sayfasına koydum. Aşağıdaki ağbağına tıklayarak kitabı ücret ödemeden indirebilirsiniz. Kitabın dosya büyüklüğü gereksiz yere artmasın diye bölüm başına sadece bir fotoğraf ekledim. Bölüm başlıklarına da bu sayfaya ağbağı koydum. Daha fazla fotoğraf görmek isteyen mavi başlıklara tıklayabilir.

                           KAŞGAR NOTLARI 



21 Eylül 2017

Kurgu ve Gerçek: Özçözümleme


“Sadece kurgu yazarken kendim olabiliyorum.” Bu cümlenin üzerinde düşünmek beni ürkütmüştür hep. Yalan bir hayatı yaşamak değil beni rahatsız eden, onu zaten yapıyoruz istesek de istemesek de. Sadece yazarken gerçek olduğuma inanıp diğer zamanlardaki hayatı ve bu hayatı mümkün kılan insanları ihmal etmek beni asıl endişelendiren. Sanatçı bencilliğinde, züppeliğinde ya da ukalalığında yuvarlanırken sanatı da sanatçıyı da var eden insanı unutmak. Oysa sanatın kaynağı olan düşünceler de onun serpilip yeşereceği yayın ve dağıtım organları da insanların emeğiyle var olur. Hiçbir insan bir diğerinden daha gereksiz, daha değersiz ya da daha anlamsız bir hayatı yaşamıyordur. Bakılması bilindiğinde her hayat bir romandır. Hatta şu bile söylenebilir. Rasyonaliteden uzaklaştıkça edebiyat değeri artar. Öyle değil mi? İnsan bütünüyle rasyonel bir valık olabilseydi edebiyat var olabilir miydi? Asıl konuma geri döneyim.

“Sadece kurgu yazarken kendim olabiliyorum.”  Kim söylemiş bilmiyorum. Bir filmde tiyatro oyuncusu rolündeki adam diyordu bir benzerini: Sadece sahnedeyken kendim olabiliyorum. Sanırım ben oradan arakladım, kendime göre yonttum. Nedir bu sanatçıların kendi olamamaları durumu? Ya da sanatı kendin olmak / özgürleşmek olarak görmekteki ısrarları? Tamam, toplumun kutsal saydığı kurumların baskısıyla hiçbirimiz yaşamak istediğimiz gibi yaşayamıyoruz. Her türlü bir araya gelme belli özgürlüklerden feragat etmeyi gerektirir. Hem pencere kenarında oturayım hem tuvalete rahat gideyim* diye bir şey yok! Olmadığı için de sanata sığınıyoruz, orada kendimize alt-benler yaratıp, bir yerden bastırınca başka yerden pırtlayan dikişleri eskimiş çantalar gibi varlık savaşına devam ediyoruz. Yarattığımız her karakterde söküklerden fırlayan bir yanımız yaşıyor; kıskançlıklarımız, utançlarımız, kapanmayan yaralarımız, dik duramayışlarımız, satılmışlığımız, kararsızlığımız, kısacası yaşayamamışlığımız sızıyor kelimelere. O kadar sızıyor ki bu sızıntıyı engellemenin tek bir yolu var. Yazmamak. Onu da yapamadığımız için devam ediyoruz ifşa etmeye yırtıklarımızın altından görünen yaralı bereli tenimizi.

Kendimden bir örnek vereyim. Hem böylece hayatımda ilk defa kendi yazmış olduğum bir öyküyü, sadece bana ya da beni çok iyi tanıyanlara nasip olacak bir yakınlıkla çözümlemiş olacağım. “Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam” öyküsünü 2014 yılının eylül ekim aylarında yazmış ve bloğa koymuştum. Yazarken aklımda ne vardı -yarışmadan haberim bile yoktu öyküyü yazarken- çok anımsamıyorum ama derdim en çok Çanco’nun sonbahar aylarını esir alan yağmurlarıydı. O aralar Çin’in güneyinde ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde bol bol sel felaketleri yaşanıyordu. İkisini birleştirip bir Çanco masalı yaratmaktı amacım ve sonuç da bildiğim kadarıyla çok fena olmadı. Tamam, bu öykü birkaç ayrı düzlemde okunabilir. Eve dönememek, bitmeyen gurbet ya da özlem, kötü şehirleşme, celladına âşık olan mahkûm vb izlekler istenirse bu öyküde bulunabilir, geliştirilebilir, üzerinde konuşulabilir. Benim ilgimi çeken nokta ise öyküyü yazmamdan, öykünün ödül almasından ve hatta kitap olarak yayımlanmasından bile yıllarca sonra geldi.

Kendimi yazmıştım işte, bunu geç de olsa fark ettim. Güneşli bir sabah evinden çıkan delikanlı bir daha evine dönemiyor ve geçici olarak yanlarında kaldığı akraba evinin temelli misafiri oluveriyor. Ehhh, ben de 2000 yılının mart ayında evimden çıkmış ve birkaç yıllığına yurt dışına gitmiştim. Gidiş, o gidiş. Hep seneye geri dönerim, biraz daha kalayım dönerim, ülke biraz düzelsin dönerim, ekonomi azıcık rayına otursun dönerim diye diye on iki yıl geçti. Sonra denedim, cesaretimi topladım ve döndüm. Bir yıl bile dayanamadım, kaçtım Çin’e sığındım. Her şeyi anlamanın, herkesin içinde olmanın, etrafımın fazlasıyla farkında olup ayaklarımdan prangalanmış gibi bir yerlere çekilmenin bana göre olmadığını fark ettim. Dört yıldır da Çin’deyim. Eve dönme planlarını hâlâ yapıyorum ama biliyorum bu planların bir anlamının olmadığını. Bir çeşit vakit öldürmece bu planlar, uzaklarda bir hayatının olduğunu unutmamak için yapılan faydasız çırpınmalar.

Gelelim öyküye. Oradaki ana karakter de evinden çıkıyor ve yarın dönerim, yağmur durunca dönerim, sel çekilince dönerim diye diye ayları geçiriyor misafir kaldığı evde. Geride bıraktığı hayat yavaş yavaş belleğinden silinirken, ara ara kafasında şimşek gibi çakan anılar başka bir hayata aitmiş izlenimi vermeye başlıyorlar. Unutmaya çalışılan bir eski sevgiliye dönüşüyor geride bırakılan hayat ve öyle ki unutmak başarmak anlamına geliyor öykünün kahramanı için. Bu yüzden şu sözler geçiyor yapıtın ilgili kısmında: Unutmuştu genç adam kentin diğer köşesinde bir evi olduğu gerçeğini. Öyle ki kimi zaman iki üç gün boyunca bir kere bile aklına gelmiyordu evi, odası, arkada bıraktığı çalışma masası. Böyle günlerden sonra odası aklına gelir, içini durduk yere bir özlem kaplarsa; kaç gündür bu olayın gerçekleşmemiş olduğunu hesaplamaya çalışırdı. Geride bıraktığı hayatı aklına bile getirmediği günlerden dolayı yetişkince bir gurur duyardı içinde, bir şeyleri geride bırakabiliyor olmanın getirdiği haklı bir özgüven belirirdi göğsünün ortasında.

Geçen yıl kadim dostlarımdan birisine yazdığım mektupta da Türkiye özlemini benzer bir metaforla işlediğimi anımsıyorum. O mektupta da Türkiye’yi eski bir sevgiliye benzetmiştim. Uzun süre ayrı kalınca neden birlikte olamadığınızı unutuyorsun. Bir daha deneyelim diyorsun. Cesaretini toplayıp buluşuyorsun, ona varıyorsun. Fakat çok sürmüyor heyecanın mutluluk olarak algılandığı zaman diliminin sonlanması. Bir araya gelince hemencecik kavrıyorsun daha önce neden ayrılmış olduğunuzu ve neden birleşme işinin ham hayalcilik olduğunu. Tekrar ayrılıyorsun, bir sonraki birleşme arzusunun dayanılmaz hale geleceği âna kadar aklına getirmiyorsun onu.

Geride bırakılan evin artık aynı ev olmayacağına dair sözler de var öyküde. Geri döndüğünde aynı odayı, aynı masayı, aynı kitapları, aynı arkadaşları, aynı yolları ve yordamları bulamama endişesi hem öyküde hem de gerçek hayatta var. Bunun yanında öyküdeki karakterin misafir kaldığı evin kızıyla evlenmesi çok ilginç bir paralellik. Bir de evin küçük çocuğunun ölmesi var. O çocuğu öykünün kurgusunun tamamlanması için ölmesi şarttı çünkü ana karakterin doldurması gereken bir boşluk gerekiyordu. Peki ya ölen çocuğun benim hayatımdaki yansıması ne? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Belki henüz vermediğim bir kurban bu çocuk belki de tam tersine, yıllar önce kaybedilmiş ama yokluğuna alıştığım için eksikliğini bana hissettirmeyen bir değer. Şimdi düşünüyorum da öyküdeki çocuk ölmese de olurdu. Bir şekilde kıvırırdık durumu. Demek ki bilinç dışı bir tercihle verdim onu öldürme kararını. Öyleyse eğer, yani ortada Freudçu bir çözümleme gerektirecek derinlikte bir “saklı niyet” varsa, bu durum, yazdıklarımın altında yatan gerçek dinamikleri asla bilemeyeceğim anlamına geliyor. Bu bilmeme durumu beni rahatsız etmiyor aslında. Hatta Nabokov’un romanlar ve öyküler için söylediği bir lafı anımsattığı için keyiflendiriyor beni: Her edebi yapıtta yazarına bile karanlık gelen noktalar vardır. Ben de ekleyeyim haddimi aşarak. Olmalıdır da zaten. Bütün soruları yanıtlamış bir yazar, öykü / roman / şiir değil, bilimsel makale yazmalıdır.

--- --- --- 

* Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde, Arap adındaki polis karakteri, taşrada görev yapan doktor karakterine söylüyor buna benzer bir cümleyi.  


17 Eylül 2017

B1. Bisiklet Şeridinde İntihar Denemeleri

       

“Günaydın Guan Yin”
Selamı duyunca şaşırdı, ya da şaşırmış gibi yaptı genç kız. Bu ikisinin arasındaki ayrımı iyice fark edemez olmuştu son zamanlarda. Şaşırmamıştı ama kötü bir niyeti de yoktu aslında, elinden geleni yapmıştı işte. Şaşırmış gibi yaptığını umuyordu, becerememiş olabilirdi pekâlâ. Becermiş de olabilirdi. Hiçbir şeyden emin olamamak; soru işaretinin çengeliyle boynundan yakalanıp sürüklenmek pürtüklü kaldırımlarda, kimi zaman nefes bile alamamak havanın su gibi serin olduğu günün en güzel saatlerinde, evet, son iki yılının imzası buydu; azalacağına artıyordu acısı yeni birisini tanıdıktan sonra. İçindeki boşluğun asla doldurulamayacağı korkusu en çok, o boşluğu doldurmaya yeltenen birisi ortaya çıktığında beliriyor ve örümcek tarafından ısırılmış sinek gibi felç ediyordu bedenini. Şimdi de bu hafakanlar, sorunu kendinde aramalar, kimsenin hayatında başköşe denilen yeri elde edemeyeceğim gibisinden yersiz bir endişe! Kendisine ait değil, ithaldi bu sonuncusu, anne babadan miras, onlara anne babalarından kalmış, atalardan gelen bir varoluş kaygısı... Yine de rahatsızlık veriyordu bu arada kalışlar, kendini bulamamalar, tek ayağı hep havada kalan masa gibi sallanmalar. Hakikaten numara yaptığını çok mu belli etmişti? Aynanın karşısında olsaydı daha kolay olurdu böylesi işler. Yüzünün aldığı hali bilememek, hızlı yediği yemeklerden sonra midesinde hissettiği yanma gibi bir his yaydı bedeninin en ücra köşelerine. Bacakları, kolları, hatta parmaklarının uçları uyuşur gibi oldu yaprak titreşimi kadar kısa bir süreliğine. Belki de fazlasıyla rol yaptığı için o anda istemsizce yaşadığı doğal şaşkınlığı da heder etmişti. Lanet olsundu tüm bu flört işlerine. Zong Ming gittiğinden beri –sahi olmuş muydu iki yıl?- gündüzü olmayan bir gezegene dönüşmüştü; ışığı yansıtmayan, hatta tam tersine çeken, soğuran ve yok eden kapkara bir gezegene. Ne olurdu sanki o küçük sarı haplar bir işe yarasaydı da bu iş geçen yıl planlamış olduğu gibi bitseydi. Tam tersi oldu oysa, ilaç kokan odalarda dinlenen tatsız nasihatler ve 24 saat müşahede altında tutulmalar.  “Hayat” dedi dudaklarını karınca kadar aralayarak, “ne istediğini bilmeyenlere karşı neden bu kadar gaddarsın?”  Sonra da selam veren çocuğa döndü.
“Sana da günaydın Yiu Tao.  Nasılsın bu sabah?”
“Böylesi daha iyi işte, ağzına geldiği gibi konuşacaksın.“ dedi içinden, memnuniyet önce yüzüne yayıldı, sonra da ışığın yumuşattığı bal rengi boynundan aşağıya inip küçük omuzlarındaki gölgeli çukurları doldurdu. Yaşlı bir kadın bir yandan uzun uzun kornaya basarak bir yandan da kaldırmaktan emin olamadığı ayaklarını yerde sürükleyerek aralarından geçti. Sağa sola bakarak, bıdı bıdı söylenerek –bisiklete binmiş pijamalı yaşlı adama kızmıştı aslında yol vermediği için-, trafik kuralı falan dinlemeden kavşağı boydan boya yardı ve Tong Jien Lu boyunca ilerledi. Kadının beyaz saçlarını, saçlarını arkadan tutan kırmızı lastiği ve ortadan yarılmış kavunun içini andıran alacalı entarisini görünce; annesinin “Yaşın geldi geçiyor kızım. Senin yaşında ben küçük kardeşine hamileydim. Kaçırma önüne çıkan fırsatları bundan sonra.” lafı geldi aklına. Önüne baktı ama bu sefer de babasının somurtkan yüzünü görür gibi oldu asfaltın ıslak siyahında. Nasıl da ışıldıyordu üzerine vuran güneşin milyon parçaya bölünmesiyle! Apartmanın önündeki oturakların birisine kurulmuş gazete okuyor, bir yandan da gözlüğünün altından yoldan geçen gençlere bakıyordu babası. Hep böyle bakar, kafasında kurar ve bozar, kıyaslar kendi çocuklarıyla. Kız kardeşinin oğlu iki yaşına bastı geçen gün. Gitmedi doğum günü partisine; her karşılaştığı insan “Sen ne zaman evleneceksin Guan Yin? Hadi evlen de senin de bebeğinin doğum gününü kutlayalım.” diyecekti. Kardeşinin evinde pasta yenip oyunlar oynanırken, o tek başına sinemaya gitmiş ve perdedeki kovalamacaları izlerken sızmıştı.
“İyiyim, çok iyiyim Guan Yin. İşe gidiyorum.”

DEVAMI YAYIMLANACAK KİTAPTA... 

14 Eylül 2017

Kaşgar Notları 10 (Son): Viranşehir, Halk Parkı ve Dönüş





Öğlen vaktinin sakinliğiyle mayışmış meydanı boydan boya geçip hafif bir yokuştan aşağıya doğru yürüyorum. Dükkânlara, reklam panolarına, meyve satan seyyar satıcılara ve en çok da dişçilere bakarak ilerliyorum kaldırımda. Evet, dişçilere! Burada her yerde, kuruyemişçi dükkânı gibi diş muayenehanesi açılmış. Manavla kasabın arasında, kasabın dükkânından biraz daha geniş bir yeri diş muayenehanesi olarak düzenlemişler. Kapının hemen sağında en sadesinden bir hasta kabul yeri, onun yanında birkaç tane bekleme sandalyesi, bu sandalyelerin karşısındaki tam teçhizatlı koltukta, ağzındaki acıdan dolayı krize girmiş müptelalar gibi ayağı bacağı titreyen, diş ağrısından mustarip bir halde uzanmış hasta, hastanın başı ucunda elindeki matkapla lehim yapan televizyon tamircisi gibi başını yukarı aşağı sallayan bir doktor ve onun yanıbaşında işi öğrensin diye verilmiş çaylak öğrenci… O kadar çok gördüm ki böyle yerler artık tuhafıma gitmiyorlar. Merak ettiğim şey diş muayenesi için mi yoksa daha önce Türkmenlerde ve Kırgızlarda gördüğüm altın diş taktırma geleneği için mi sayıca bu kadar çoklar. Burada da bolca var altın dişli teyzelerden. Gülünce ağzının içinde güneşler açıyor, hazine bulmuşsun gibi seviniyorsun. Türkiye’deyken böyle insanların mezarlarının mezar soyguncuları tarafından açılıp, mevtanın ağzındaki dişlerin söküldüğünü duymuştum. Ne kadar doğrudur bilinmez ama gayet mantıklı. O kadar altınla gömülürsen, sen görmesen bile o altınların yakın bir zamanda tekrar gün ışığı göreceğini hesaba katmalısın.


 Viranşehir, yani eski Kaşgar, üzerinden arabaların geçtiği bir köprüden sonra. Gepgeniş bir parkın öteki yakasında. Oralarda tuvalet bulamam diye parka girmeden önce yol kenarındaki bir umumi tuvalete giriyorum. Kaşgar’da beni şaşırtan ikinci olayla burada karşılaşıyorum. Tuvalet paralı. 1 Yuan istiyor girişteki kadın. Cami tuvaletlerinde almamışlardı para, belki de müslüman olduğumu düşündükleri içindi. Demek Çinlilerden hep alıyorlar ya da müslüman gibi görünmeyenlerden. Neyse, böylece Çin’de geçirdiğim dört yıl boyunca ilk defa umumi tuvalete para veriyorum. 1 Yuan yaklaşık yarım TL eder. Şanghay – İstanbul arası yolun yarısını gelmiş olduğumun başka bir kanıtı gibi. Buraya kadar fiyat yarım TL arttı, buradan sonra yarım TL daha artacak ve İstanbul’a vardığımda tuvalete 1 TL vereceğim. Yalnız, tuvallete ilginç olan tek şey paralı olması değil. Büyük abdest bozma yerlerinin kapıları da yok. Bir tane pisuar var, dört tane de kabin. Kabinler alçak beton duvarlarla birbirlerinden ayrılmışlar ama kapıları yok, hiç olmamış. Daha önce Tiannenmen Meydanı’ndaki tuvaletlerde de benzerini görmüştüm ama oradaki kapıların güvenlik nedeniyle sadece Ulusal Hafta (1-7 Ekim) için söküldüğü mesajı asılmıştı duvarlara. Yani kapılar varmış ve sökülmüş, burada kapı hiç olmamış. Neyse ki işim küçük, çabucak halledip çıkıyorum. Bu arada çaktırmadan iki tane de fotoğraf çekiyorum. Aslında çok şaşılacak bir durum değil bu. Çalıştığım okulun yakınlarında da benzeri bir umumi tuvalet var. Bir keresinde ortaokullu bir çocuğu çömelmiş halde, bir yandan işini görüp bir yandan da elindeki telefondaki oyunu oynarken görmüştüm. Kazayla gözüm çarpmıştı ama malum, böyle şeyler bir ömür boyu kazınıyor insanın zihnine. Çinliler için sıradan bir şey belki ama Kaşgar gibi Müslümanların çoğunluk olduğu bir yerde böyle bir şeye rastlamak… Gerçi, biraz düşününce tek bir mantıklı anlamı olabiliyor bu durumun. Bu umumi tuvaleti Müslümanlar kullanmıyorlar. Onlar camilerin tuvaletlerini, hem de para ödemeden kullanıyorlar. Para verip bu tuvaleti kullanan Çinli ya da yabancı turistlerin de durumdan bir şikâyeti yok. Alternatif bir açıklama da güvenlik yönünden yapılabilir. Bir terörist tuvalete girip, kapıyı üzerine kapatıp, yakınlardaki bir bomba düzeneğini elindeki telefonla buradan harekete geçirmesin diye örneğin…  



Tuvaletten çıkıp yoldan karşıya geçiyorum. Köprüden hemen sonra da parka dalıyorum. Ağaçların altında insanların şekerleme yaptığı, genç sevgililerin gözlerden ırak kuytuluklar aradığı, suyun kenarında geniş şapkalı amcaların balık tuttuğu, her ne kadar Çin mimarisine uydurulmaya çalışılsa da bana daha önce Çin’de görmüş olduğum parkların hiçbirisini andırmayan bir yer burası. Okuldan kaçıp sevgilisiyle buluşan liseli gençler de var, bulduğu bir ağaç gölgeliğinde ders çalışan yeni mezun işsizler de. Hatta bunlardan birisinin yanına yanaşıyorum. Kimya çalışıyormuş. Adı Ahmet. Gözleri açık kahverengi, teni güneşe rağmen beyaz, yüzü insana güven veren türden. Kazak mısın diyorum, “Hayır, buralıyım. Uygurum.” diyor. Üniversiteyi yeni bitirmiş, Kimya okumuş; Sincian’ın dışında, Çin’in başka bir yerinde çalışmak istiyormuş. Bu yüzden de bir sınavı geçmesi gerekiyormuş. Bir süre muhabbet ettik; ona öğretmen olduğumu, Çanco’da yaşadığımı, Gaokao sınavı dolayısıyla dört günlük tatilim olduğunu söyledim. Gaokao’nun ne kadar zor bir sınav olduğundan söz etti bana. Sonra kalktık,  birlikte gidip seyyar bir satıcıdan su aldık. Ardından “hoş” deyip ayrıldık. Ben parkın ötesinde, okyanusun dalgalı yüzeyinden yükselen minik bir ada gibi şehrin bağrında unutulmuş metruk kente yöneldim, o da kaldığı yerden kimya kitaplarına.





Viranşehir adını buraya ben verdim. Gerçekten de modern binaların, yolların, köprülerin arasında asla iyileşmeyen bir yara gibi kalmış. Sanki kendisine bir suç isnat edilmiş de o inadına masumiyetini iddia ediyor. Ya da yaramazlık yaptığı için sınıfın arkasında tek ayağı üstünde durma cezasına çarptırılmış mahzun bir öğrenci gibi bakıyor şehrin kalanına. İltihap kapan, ha bire kanayan, kabuk bağlayan, içi irinle dolan ve sonrasında irinini boşaltıp tekrar iltihap kapan bir yara gibi adeta. Etrafını kıytırık bir aliminyum setle çevirmişler. Geçici inşaat alanlarının bile duvarlarla örüldüğü Çin’de bu mavi set komik kaçmış. Sanki “Biz etrafını çevirdik ama siz içeriye girmek isterseniz, aralardan girebilirsiniz.” demek istemişler. Gerçi, mavi set çok da uzun değil, viranşehrin tamamını çevrelemiyor. Dolayısıyla biraz yürüdükten sonra açık yerler bulmak mümkün. Zaten içeride hâlâ yaşayan insanlar, dükkân işleten tüccarlar var. Nasıl kapatsınlar?




Parkın kıyısına oturmuş, viranşehrin son yıllarının resmini çizen ressamların yaptıkları işlere gözucuyla şöyle bir bakıyorum ve yolun karşısına geçiyorum. Az ileride gördüğüm bir merdiveni tırmanıp yıkık dökük şehrin içine dalıyorum. Türkiye’deki köyümü ve köyün gözden ve gönülden ırak köşelerinde kendi haline bırakılmış evleri hatırlatıyor baktığım her yer. Güneşin kavurduğu çöplerin üzerinde vızıldayan sineklerin yanından, toprağın sarısıyla dökülen tuğlaların kırmızısının karışımından ortaya çıkan ve yer yer flamingoların gagalarını andıran bir pembeye, başka zamanlarda da olgunlaşmamış portakal gibi eksik bir neftiye çalan sokakların tozlu zemininde, sıcaktan iyice yumuşayıp genişleyen elektrik tellerinin gölgelerinin üzerinde, yanımdan geçen motosikletlerin arkada bıraktıkları ince toz bulutunun içinde ve en çok da evlerin gölgeliklerinde oturup cuma namazı vaktini bekleyen dünyanın en sessiz dedelerinin gözlerinin önünde yürüyorum. Ön cephesinin yarısı çökmüş ama kapısı ve kapının üzerindeki mavi numarası düşmemiş evler içimi acıttı kimi zaman. Kıvrılarak giden araba genişliğindeki sokakların birkaç metre ileride karanlığa yenik düşüp bana, bilinmeyene karşı duyulan korkulara benzer korkular yaşatmasına aldırmadım. Yaşadığı yerin sefaletini umursamaksızın kapısının önüne önce su serpen, sonra da süpürgeyle süpüren genç kadını görünce insanın her koşulda kendi asgari yaşam bilincini oluşturduğunu fark ettim. Göğün mavisiyle, kirli çatıların soluk kırmızısının birleştiği yerlere konup göçen büyük kuşları görünce umutlandım, kemerli yeşil kapının arkasında kalan caminin girişinin kilitli olduğunu anlayınca üzüldüm, yanımdan geçerken kahkahalar atarak bir şeyler söyleyen çocuklara gülümsedim, pembe kapılı bir evin avlusunda sandalye tamir eden adama selam verdim ve viran şehri terk etmeden önce bir çömlekçi dükkânına daldım.






İçerisi karanlıktı ama tavandan gelen bir ışık huzmesi görmem gereken kadarını bana göstermeye yetiyordu. Dükkân aslında evin odalarından birisi ama odaların arasından geçen geniş bir koridor evle dükkân arasında doğal bir ayrıma neden olmuş gibi. Ev olan kısımda bir yığın çamaşır var. Yaşlı bir kadın, merdaneli bir çamaşır makinesinin yanında çamaşır yıkıyor. Makine çalışmıyor sanırım. Balkondan ziyade teras olarak adlandırılabilecek bir yer burası. Kenara yanaşıp, aşağıyı izliyorum. Az önce içinde geçtiğim park ve ötesindeki Kaşgar şehri gözlerimin önünde. Güzel bir manzarası olduğu iddia edilebilir aslında. Paraları olsa belki de buraya bir kafe açarlar. İnsanlar –özellikle de turistler- eski Kaşgar’dan yeni Kaşgar’ı izlemek için gelirler buraya. Bir yandan çay kahve içerler bir yandan da çanak çömleklere bakarlar, satın alırlar. Tabii bu çamaşırların, etrafa saçılmış türlü eşyanın, yıkıntıların ortadan kaldırılması şart.



Beni terasın kenarında karşıya bakarken gören kırmızı başörtülü genç bir kız yanıma geliyor ve dükkânın arkada olduğunu hatırlatıyor. “Biliyorum” anlamında başımı sallıyorum ve arka tarafa geçiyorum. Az önceki karanlık gitmiş çünkü ışığı açmışlar. Etraf Kaşgar usulü boyanmış kahve fincanları, kül tablaları, tabaklar, tencereler, irili ufaklı vazolar ve Aladdin’in Sihirli Lambası’nı andıran çaydanlıklarla dolu. İçeride bir genç kız daha var –mavi başörtülü- ama o elindeki telefondan kaldırmıyor başını. İçeride dolanıyorum bir süre. Kırmızılı kız nereli olduğumu soruyor. “İstanbul” deyince o kadar şaşırıyor ki mavili kız bile telefondan başını kaldırıyor, gülümsüyor. Denizi soruyorlar bana. Topkapı Sarayı’nı ve Sultan Süleyman’ı… Dilim döndüğümce anlatıyorum. Vakit bulunca da duvarlardaki fotoğrafları soruyorum. Çömlekleri yapan ustanın gençliğinden ve çocukluğundan kalma fotoğraflarmış. Ustalardan öğrenmiş bu işi, elli yıldır da bu işi yapıyormuş. Ufak bir kahve fincanı –dışı parlak bir yeşile boyanmış, kulpu turuncu- alıyorum. Kız kâğıda sarıyor fincanı ve beni kapıya kadar uğurluyor. Onlara el sallarken aslında benim için Kaşgar’ın bitmiş olduğunu bilmiyorum o anda. Geldiğim dar sokaklardan, toprağın havaya karışıp eridiği ve nihayetinde havanın rengini değiştirdiği meydanlardan, içine girince gözlerin alışmasının uzun sürdüğü gölgeliklerden geçiyorum yine. Merdivenlerden aşağıya inince viranşehrin etrafında tam bir tur yapmak gibi bir istek doğuyor içimde. Dışarıya bakan evlerde doluluk oranı daha fazla. Sefalet ve yoksulluk daha az denilemez ama en azından evlerinin önünden araba geçebilecek genişlikte yolları var bu insanların. Kimisi üçtekerini, kimisi eski arabasını park etmiş. Yaşlı bir amcayla cuma namazının vakti hakkında kısacık bir konuşmamız oluyor. İçerideki camide namaz kılınıyormuş ama çok gelen olmuyormuş. İnsanlar çalıştığı için merkezi semtlerdeki büyük camilere gidip işlerine dönüyorlarmış. Amcaya vedalaşıp turumu tamamlıyorum. Ardından da Halk Parkı’na doğru yürüyorum.




Halk Parkı Kaşgar’ın en önemli eğlence ve dinlence yeri. Kaşgar’daki ilk günümün akşamı da gelmiştim ama vakit geç olduğu için çok kalamamıştım. Dev Mao heykelinin –Çin’deki en büyük Mao heykeli olduğuna dair bir söylenti duymuştum ama doğru olmadığını düşünüyorum. Yalnız, Çin’in en batısındaki yarı özerk eyaletin en batısındaki şehre hükümetin neden bu kadar büyük bir heykel diktiğini anlamak için siyaset uzmanı olmak gerekmez.- önünden geçip parka giriyorum. Mao’nun eli parkı işaret ediyor. Buyrun der gibi, bir çeşit mihmandar. “Bu şehir benim, siz de miafirsiniz. Gelin, bir de parkımızı görün.” diyor ziyaretçilere.  İnternette başka bir kaynakta da bu heykelin halk tarafından “Güvercin Besleyicisi” olarak anıldığını okumuştum. Etrafta pek güvercin göremiyorum ama sıcaktan dolayı güvercinler parkın içindeki gölgeliklere çekilmiş olabilirler. Akşamüzeri ya da sabahları gelmek lazım güvercinleri görmeye.




Mao heykelinin birkaç fotoğrafını çekip parkın ön cephesine doğru yürüyorum. Girişte güvenlik kontrolü var. Tıpkı müzeye ya da uçağa giriyormuşuz gibi metal tarayıcıdan geçiyoruz. Bir kere girdin mi de etrafta polis falan gözükmüyor. Çok geniş bir park, bizim Çanco’daki Halk Parkı’ndan belki on kat, belki yirmi kat daha geniş. İçinde binlerce ağaç var. Yapay bir göl, spor araç gereçleri, Uygur kültürüne göre inşa edilmiş bir mini saray ve çocuklar için eğlence merkezi var. Sıcaktan mayışmış insanları ağaç diplerinde ya uyurken ya da masalarda kâğıt oyunları oynarken görüyorum. Hayat bir anda yavaşlıyor parkın içine girince. Korna sesleri, şehrin uğultusu ve geçim derdi uzaklardan gelen ve duyulmak istenmeyen nahoş seslere dönüşüyor. Burada zaman donmuş gibi, balıkların asla çıkamayacakları kavak ağaçlarının rüzgârın vurmasıyla çıkardıkları hışırtılar var, çocukların bitmeyen tükenmeyen çığlıkları var, yapay gölün kenarında uzanmış ve belki de sonsuza kadar bu halde kalmak isteyen genç sevgililer var, hamaklara rahimdeki cenin gibi kıvrılmış ve sandıklarından bile daha derin bir uykuya dalmış yaşlı amcalar var. Şehrin ortasında, şehirden uzak bir yer burası. Uzun uzun yürüyorum. Bir gün sonra bu saatte Çanco’da derste olacağım için tadını çıkarmaya çalışıyorum kavak ağaçlarının salınımlarının. Öyle güzel, öyle aheste, öyle zarif bir halleri var ki göğe doğru yükselen gövdelerine sarılmak, kabuklarından çıkan toprak rayihasını içime çekmemek için zor tutuyorum kendimi. İnsan böyle bir varlık işte, nerede görse çocukluğunu sarılmak istiyor. Hele ki benimkisi gibi arkadaşlarla, oyunlarla ve sokakların bitmeyen maceralarıyla geçirilmiş bir çocukluksa.






Akşama kadar parkın sağında solunda pinekliyorum. Bir ağacın altında kitap okuyorum, bir başka ağacın altında uyuyorum, bir başkasının yanı başında hiçbir şey yapmadan boş boş oturuyor ve etrafı gözlemliyorum. Hava biraz serinleyince yürüyerek kervansarayıma dönüyorum. Güneş battıktan sonra dışarı çıkıp bir şeyler atıştırıyorum, avluda oturup diğer gezginlerle muhabbet ediyorum, bira içip birikmiş hikâyelerimi anlatıyorum, onların hikâyelerini dinliyorum. Sabah uyanınca da bir taksiye atlayıp havaalanına gidiyorum. Kaşgar’dan ayrılırken içim huzurlu. Üç günümü dolu dolu geçirdim, çok şey öğrendim. Ne kimilerinin dediği gibi buranın insanının Çin zulmü altında inim inim inlediğini gözlemledim ne de diğerlerinin dediği gibi her şeyin pir-ü pak sorunsuz olduğunu. Artık dönebilirim, dönüp gördüklerimi başkalarına anlatabilirim…