Bu Blogda Ara

21 Haziran 2022

Kent ve Zaman

Son birkaç yıldır kafamı en çok meşgul eden kavramlardan birisi bilinç ve bilinçlilik oldu. Bilincin ne olduğu, var olup olmadığı, bilinç dediğimiz şeyin fiziksel anlamda bir tanımının yapılıp yapılamayacağı ya da onu fiziksel anlamda bir yere koyup koyamayacağımızı, “ben” dediğimizde tam olarak neyi kastetiğimizi, insan zihninden bağımsız bir bilincin mümkün olup olmadığını, hayvanların bilinçlerinin ne düzeyde olduğunu ya da bizden hangi yönlerde farklılıklar gösterdiklerini, karşımızdaki insanın tıpkı kendimiz gibi bir bilinç sahibi varlık olduğunu nasıl bilebildiğimizi ve daha pek çok benzeri soruyu yanıtlayabilmek için kitaplar okudum, inernette dolandım, pek anlamasam da bilimsel makalelere göz gezdirdim. Sonuçta hiçbir yere varamadım, tam tersine kimsenin de bir yere varmadığını fark ettim. Bilincin ne olduğu üzerine sanırım son 200 yılda -nörolojide ve cerrahide yaşanan gelişmelerle birlikte- bir hayli yol katettiğimizi kendimize söylesek de aslında bu bir çeşit avuntudan başka bir şey değil. Okuduklarımdan anladığım tek şey kimsenin henüz bu konuda söyleyecek yeni bir şeyi yok. Bir sürü hipotez var ama bunların bir kısmı bilimsel sınamaya kapalı (tümbilinçlilik), bir kısmı da sorunu inkâr etme yoluna giden (bilinç bir yanılsamadır) kolaycı açıklamalar. Sürekli lafı dolandırıp, topu taça atıp, bilincin üzerinden atlayıp sayfaları dolduran makaleler yazıyorlar, konferanslar düzenliyorlar, uzun uzun söylevler veriyorlar. Öyle ki bu konuda ümidimi bir nebze yitirdiğimi bile söyleyebilirim. En azından yakın gelecekte bilinç üzerine pek yeni bir şey söyleyemeyeceğiz gibime geliyor.  Nasıl ki Tanrı’nın var olup olmadığını bilimsel bir kesinlikle asla bilemeyeceğiz, bilincin ne olduğunu da asla tam anlamıyla bilmeyeceğiz demek en azından şimdilik en dürüst açıklama.

Bu bilinmezlik durumu bana birbirine paralel konumda yerleştirilmiş çerçevesiz iki aynayı düşündürtüyor. Ayna diğer aynaya bakarak kendisinin ne olduğunu kavramaya çalışıyor ama civardaki diğer nesnelerin ve ışık kaynaklarının yansımasından başka bir şey göremiyor. Kendisinin de karşısındaki aynayla aynı olduğuna dair inancı -kanıtı yok bunun ama olsun- onu etraftaki nesneler arasındaki ilişkilere, ışık kaynaklarının konumlarına ve bilimum diğer harici açıklamaya itiyor. Sabahtan akşama kadar ağaçları, kuşları, kedileri, arabaları anlatıyor ve bu şekilde aslında kendisinin ne olduğunu anlattığına dair yalancı bir tatminlik hissine -anlatılan varsa anlatan da var olmalı- kapılıyor. Hatta, öyle bir zaman geliyor ki kendisinin var olmadığını, aslında sadece dış dünyadaki cisimlerin yansımalarının bir koleksiyonu olduğuna dair solipsist bir inanca bile saplanıyor -bilincin aslında var olmadığı, var olduğunu düşündüğümüz içimizdeki benin aslında beynin yarattığı bir halisülasyon ya da hayatta kalma mekanizması olduğuna dair, hiçbir sorunu çözmeyen, sadece sorunu iteleyen hipotez- . Velhasılı kelam, ayna aynaya bakıyor ama bir türlü kendisini göremiyor, kendisini tanıyamıyor, kendi varlığını kanıtlayacak verilere birinci elden ulaşamıyor. Belki de bu durum etraftaki tüm ışık kaynakları ve cisimler yok olduğunda aynanın aynalık fonksiyonunun ortadan kalkmasıyla ilgili. Bir çeşit kendiyle yüzleşme korkusu, karanlık bir boşluğa bakıp sadece kendi sesinin yankısını duyma kaygısı ve bir türlü harekete geçememesi. “Ya aslında yoksam, ya gerçekten de her şey bir görüntüden, bir seraptan ibaretse…” Ayna, ayna olmak için dış dünyaya muhtaç, aynalığının farkına varmak için ise başka bir aynaya. İnsan da böyle. Hayvanlardan tek farkı kendi bilinçliliğinin farkında olması. Hayvanlarda da benlik ve kendilik duygusu var, bunu evinde hayvan besleyen herkes bilir. Yalnız, bilinçli olduğunun farkında olan tek varlık ve bilincini kendisine sorun eden tek varlık insan olsa gerek. İnsan-dışı canlıların kendi bilinçleri üzerinde kafa patlattıklarını gösteren bir kanıt yok elimizde, muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak.

Neyse, bilince daldım, asıl konuma bir türlü giremedim. Felfesi konular maalesef biraz böyleler. Her birinin ayrı bir çekiciliği var. Hele bir de kavramların metafizik boyutları ağır basıyor ve diğer metafizik kavramlarla (zaman, nedensellik, Tanrı…) yakından ilişki içindeyseler. Dipsiz bir kuyuda kuyunun iç çeperlerine çarpa çarpa seyahat etmenin nefes kesici cazibesi… Ama yeter, bu kadar lafazanlıktan sonra asıl konuya gireyim. Hoş, birbirinden tamamıyla bağımsız konular değiller bunlar.  En azından ben öyle olmadıklarını düşünüyorum. Öncelikle, zaman kavramı bilinçten çok daha önce filozofların aklını kurcalamaya başlamış. Bunun en büyük nedeni bilincin dinsel bir açıklamasının kolaylıkla kabul görmesi olabilir. Yani, insanı beden ve ruh diye ikiye ayırdın mı, bedenden arta kalan her şey ruh oluyor ve bilinç de tam olarak bu ruha tekabül ediyor. Onu da Tanrı’nın içimize koyduğu kendisinden bir parça, kolu kanadı kırılmış, gücü ve sesi törpülenmiş bir Tanrı ya da tanrılar kümesi -karakteri de ağır basan tanrı belirliyor- olarak tanımlamak düşünürlerin kolayına kaçmıştır. 

*** Devam edecek *** 

14 Haziran 2022

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

                                                       

 “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” Sevgi Soysal’ın 1970’lerin başında yazdığı ve kendisinin 1974 Orhan Kemal Roman ödülünü almasına vesile olmuş özel bir yapıt. Öyle sanıyorum ki kitabın bana çekici gelen yönüyle kitaba ödül kazandıran yönü tam anlamıyla örtüşmüyorlar. 2018’in yaz tatili olmalı, kitabı ilk defa bir akrabamın kitaplığında görmüştüm. Yola çıkacaktık, gezi sırasında okurum diye çantama atmıştım. İlk izlenimim deneysel anlamda başarılı ve cesur olduğu üzerineydi. Devrilmek üzere olan bir kavak ağacının –mevcut düzen- etrafında toplanan insanların birbirlerine çok da dokunmayan hayatlarının hikâyeleriyle başlar roman… Mevsimin yaz oluşu ve benim seyahat modumda olmam ağır eleştirel düşüncelerimden kitabı azâd eylemişti büyük bir olasılıkla. Aklımın bir ucunda deniz, yaylalar, gezilecek müzeler, görülecek arkadaşlar… Bu yüzden kitap bende sanatsal derinliğiyle çok iyi bir izlenim bırakmıştı. Kitabın hoşuma giden yanı bir roman olarak değil de bir öykü derlemesi olarak okunabilecek nitelikte olmasıydı. Birbirine teğet geçen hayatları tek tek mercek altına alışı ve ince detaylarıyla inceleyişi hem ilgimi çekmiş hem de beni bir nebze kıskandırmıştı. Çünkü, benim de bir günün 24 saatini birbirine zayıf düğümlerle bağlı 24 ayrı karakterin gözünden anlatmak gibi bir projem* vardı o zamanlar ve öykülerin bir kaçını yazmıştım. Henüz yazmakta olduğum ve bana ait olduğunu düşündüğüm düşüncenin benden 50 yıl önce yapılmış ve başarılmış olması beni biraz imrendirmişti doğrusu. Kitabın bu yönünün ilgimi çekmesinin nedeni ise, bu yöntem sayesinde olaylara değil de karakterlere ve karakterler arasındaki ilişkilere odaklanabiliyor oluşumuzdu. Edebiyata bakışı dünyanın sorunlarını çözmek değil de dünyayla sorunları olan insanları anlamak ve tanıtmak olan benim gibi müzmin bir okur-yazar için gayet de anlaşılabilir bir bahanedir bu sanırım. Sonuç olarak herkesin hayatı yazılsa roman olur ama burada mesele bir insanın hayatındaki olayların bir roman teşkil edecek kadar zengin olması değil, o romanın yazılmasıdır. Tersinden söylersek, pek çoğumuzun hayatı yazılmadığı için roman olamıyor. Dolayısıyla, bu tür bir deneysellik kapsamında her karakterin -sokakta yürürken omzunuzun sürttüğü yaşlı teyzenin ya da köşede sevgilisini bekleyen bıçkın delikanlının, kaldırımda simit satan üç çocuk babası adamın, dükkânının önünde bekleyen berberin, berberde sırasını bekleyen emekli tarih öğretmeninin…- kendine özgü renkli bir dünyası olduğunu ve ancak bu dünya merkeze alınarak ve mercek altında saatlerce incelenerek ona hak ettiği ilgiyi verebileceğimizi görüyoruz. Bir çeşit Mandelbrot kümesi aslında edebi metinler, uzaktan bakınca farklı görünen hayatlar içlerine girdikçe yakınsıyorlar birbirlerine ve her bir insanın hayatında kendi hayatımızdan kesitler görmeye başlıyoruz ister istemez; önce bu duruma şaşırıyor, ardından da edebiyatın asıl görevini icra edişine tanık olmanın sevinciyle okumaya, yani farklı görünen yepyeni bir Mandelbrot çizgesinin içine girmeye devam ediyoruz… Neyse, benim kitapla tanışma faslımı ve kitap hakkında takındığım ilk tavırları bir yana bırakıp romanın çözümlemesine ve eleştirisine geçeyim. Yoksa yine kendi poetikamın etrafında dolanıp eleştiriye yeterli vakti ve enerjiyi bulamayacağım. Kitabı, Shenzhen Edebiyat Topluluğu'na önermemde yukarıda anlattığım izlenimlerin payı büyük. Bu vesileyle ben de ikinci kez okuma fırsatı buldum. Hani Nabokov diyor ya, "Kitaplar okunmaz, tekrar okunur." Ben de öğrencilerime hep bu lafı söyler ve eklerim. "Eğer bir kitabı bir kere okuyup kitaplığınıza geri koyuyorsanız ya o kitabı beğenmemişsinizdir ya da iyi edebiyata nasıl muamelede bulunacağınızı bilmiyorsunuzdur. İyi edebiyat okunup bir kenara bırakılmaz, kadim bir dost gibi hep yanınızda taşırsınız onu, özlersiniz, ara ara açıp rastgele sayfalar okursunuz, yakınınızda olmadığı zamanlarda kaygıya kapılırsınız." Sevgi Soysal'ın "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" adlı romanı, eksiği ve fazlası olmasına rağmen bu tür kitaplardandır. 

Roman, Ahmet karakteriyle açılıyor. Günümüzde de örneklerini sıklıkla gördüğümüz, gelenekle modernlik arasında sıkışmış, modernliği kendisine yakıştırırken gelenekselliği yakınlarına -sevgilisine, kız kardeşine, yeri geldiğinde annesine…- yakıştıran bir Türk erkeği. Bana en çok Behzat Ç’deki Harun karakterini anımsattı ama eminim pek çok dizide ve romanda benzerleri mevcuttur. Ahmet, evlenilecek kız – eğlenilecek kız ayrımına sahip çıkışı da dahil olmak üzere, bir şekilde günümüze denk varlığını sürdürmüş bir türün temsilciliğini yapıyor. Bunun yanında sevgilisi Şükran sınıf atlama meraklısı, kendisini kolay kolay yedirmeyecek, yedirse bile Ahmet’in boğazına takılıp onu yaptıklarına pişman edecek bir karakter. Kendisi okumamış ama okumuş arkadaşlarından öğrendikleriyle Ahmet’e laf yetiştirmeye ve ağırdan ağırdan ilişkide daha etkin bir rol almaya başladığını gözlemliyoruz. Bunu da en çok sürekli adından ve deneyimlerinden söz ettiği öğretmen Günseli’den anlıyoruz. Bölümün sonunda Ahmet’in sevişme hevesinin kursağında kalması da bir nebze Günseli’nin eseri denilebilir. Şükran akıllanıyor, kaderini anlık zevklerin peşinde koşan bir erkeğin ellerine değil de gelecek planları olan ve ona insan muamelesi yapacak birisinin ellerine teslim etmek istiyor. Daha güzel bir ifadeyle kaderini kendisi belirlemek istiyor. Bu açılışın, kökleri kuruduğu için devrilmek üzere olan kavak ağacıyla birlikte sunulmasında simgesel bir anlam bulunabilir mi bilemem ama Şükran’ın kavak devrilmeden oradan uzaklaşması ve bir daha romana dahil olmamasında onun yeni Türk kadınına evrilecek bir genç kız olarak tasarlanmış olmasına verebiliriz.

Yazılışından elli yıl sonra bile biz okurlara tanıdık gelen bu sahneden sonra roman her bölümde yeni karakterler tanıtmaya devam ediyor. Herkese haddini bildiren, öğrencilerini kendi evinin işlerinde çalıştıran, hatayı affetmeyen, bilakis ceza yerini bulsun diye yırtınan Hatice Hanım’dan sonra Selanik göçmeni, hayata 5-0 önde başlayıp bu şansını kullanamamış Necip Bey’le tanışıyoruz. Onun ardından bankada çalışan, yoksul ama tutumlu, güzel günlerin hayaliyle kazandığı paranın büyük bir kısmını biriktiren Mehtap geliyor. Necip Bey’in bankadaki tüm parasını çekiyor olmasına şaşıran Mehtap, yoksulla zenginin birbirini asla anlayamayacak olmasının da açık bir örneğini gözler önüne seriyor.  Necip Bey’in bir Yahudi dönmesi olması ve bu kimliğini saklaması, dönemin azınlıkçı politikaları hakkında da ipuçları veriyor. Necip Bey’den sonra sırasıyla gözü hep yukarılarda olan görgüsüz tüccar Güngör’ü, vekil kızıyla evlenmiş Salih Bey’i, herkese yukarıdan bakan Mevhibe Hanım’ı tanıyoruz. Her birisinin hayatı çocuklukları ve ilkgençliklerine kadar irdeleniyor. Nasıl bu hale geldikleri, ebeveynlerinin ve çevrelerinin onların üzerindeki etkileri, eğitim ve iş hayatları derinlemesine inceleniyor. Tabii, biz okuyucular yazarın bizi nasıl bir odaklanmaya hazırladığını henüz fark etmiş değiliz. Kitabın bu şekilde devam edeceğine dair bir umudumuz ya da umutsuzluğumuz var. Belki de kendisinin değil de içinde bulunduğu edebiyat dünyasının, edebiyatın ayna görevinden başka görevler üstlenmesi gerektiğine dair görüşü ağır basıyor ve yazar biraz da kendisini zorlayarak hikâyeyi “Olcay, Doğan, Ali” üçgenine yakınsatıyor.

Olcay ve Doğan’ın üst sınıf bir aileden gelmeleri, ceplerinde para olması, iyi okullarda okumaları, Avrupa dillerindan birkaçını konuşabilmeleri ve tüm bunların karşısında Ali’nin tüm bunlardan yoksun, fakir ve gururlu bir delikanlı olması romanın hikâyesine sınıf çatışması anlamında bir anlam katsa da maalesef yazarın Ali karakteri üzerinden yaptığı yoksulluk güzellemesi her şeyi berbat ediyor. Öyle ki Ali, sadece sosyalist değil, aynı zamanda bir ahlak, bilgi ve gurur abidesi. Her iki sözünden biri pankartlara yazılıp 1 Mayıs kortejlerinde yürütülecek cinsten, baştan aşağıya propaganda kokan, yaşayan değil de yaşayamayan ve gerçekdışı olmasıyla insan zihninde adeta bir karikatür imajı yaratan bir karakter. Sevdiği kızla çırılçıplak bir halde yatakta yatarken bile devrimci tavrından ödün vermiyor, 20 yaşlarında kanı kaynayan, kadın bedenine ve ruhuna aç bir erkek değil de yazarı tarafından programlanmış bir Lenin kopyası adeta. Bu yönüyle Ali, romanın en başarısız ve romana en büyük kötülüğü yapan karakteri. Onu da bir Aysel ya da Ahmet gibi yaratıp bir kenara bıraksaydı anlayabilirdim ama romanın merkezinde bu derece gerçekdışı bir karakterin yer alması bende yazarın bu seçimi kendi özgür iradesiyle yapmadığı, dönemin toplumcu sanat akımlarına yaranmak için yaptığı gibisinden bir kuşku uyandırıyor. Yoksa, güzel bir şekilde ilerleyen edebi bir yapıtı neden bu tarz siyasi bir manifestoyla berbat etsin? Bu noktada da edebiyat (genel anlamda sanat) dünyasının en büyük çelişkilerinden birisi akla geliyor doğal olarak. Sevgi Soysal***, eğer Ali karakterini bu şekilde örnek alınacak bir solcu, her daim tetikte ve hiçbir zaman hata yapmayan bir devrimci, duygularına yenik düşmeyen bir erdem abidesi olarak yaratmasaydı Orhan Kemal Roman Ödülünü alamayacaktı. Bu ödülü almasaydı belki bu derece meşhur olamayacak, kitapları ikinci baskısını bile yapamayacak ve bizler onun adını bile duymayacaktık. Dolayısıyla, yenilikçi olmakla popüler olmak arasında var olan bir danıkışıklı dövüşü tanımak ve bunu hak ettiği yere koymak zorundayız. Ali karakteri bu derece tek boyutlu** olmasaydı roman çok daha güzel olurdu belki ama dönemin edebi kaygılarına yanıt veremediği için ödül alamazdı. O zaman da okunmazdı, okunmayınca da romanın diğer güzel yönleri bilinemez, Sevgi Soysal gibi nitelikli bir kalem unutulur giderdi. Bu durum sanırım Türk edebiyatında -Dünya edebiyatında da- bir yerlere gelmek isteyen hemen her yeni yetme yazarın hayatının bir safhasında karşılaştığı bir çelişkidir. Edebiyatın bir tüketim ürünü olması devam ettikçe de varlığını sürdürecektir.

 Yanlış anlaşılmak istemem. Tabii ki edebiyatın bireylerin ve toplumların dertlerine eğilmesi, onların sorunlarını konu edinmesi; haksızlıkları, adaletsizlikleri, zulümleri ve zorbalıkları konu etmesi güzel ve yerinde bir tutumdur. Yalnız bunu yaparken, gerçeklikten kopmamak, edebiyatı salt bir siyasi propaganda aracına dönüştürmemek, yaratılan her karaktere hakkını vermek önemli bir koşuldur. Eflatun’un felsefi metinlerinde gördüğümüz türden, okuyucuya felsefi bir doktrini kabul ettirmek için yazılmış diyaloglar veya bu diyalogların şekillendirdiği karakterler eserin edebi yönüne yarar değil zarar getirir.

Sevgi Soysal’ın Ali’yi bize tanıtmadan hemen önce yazmış olduğu sahne bir şaheser niteliğindedir. Doğan’ın Altındağ’daki gecekondu mahallesinde film çekme girişiminden bahsediyorum. Bu sahneyi dikkatlice okuyan bir okur yazarın eleştirel kaleminin sadece gelenekselci ve sağcı görüşlere değil de sol kesime de yönelik olduğunu anlamıştır. Solcu-halkçı olduğunu iddia eden sanatçıların yoksul halktan ne derece uzak olduğunu, halkı anlamaktan ziyade halkın sefaleti üzerinden prim yapma gayreti içinde olduklarını, bazıları bu konuda başarılı olsa da Doğan’ın deneyimsizliğinden kaynaklanan bir naiflikle işleri nasıl eline yüzüne bulaştırdığını muhteşem bir gözlem ve kurgu eşliğinde zihnimizde canlandırır. Kısacası, 1970’lerin Türkiye’sinde “ben cesur bir yazarım, kimseye de eyvallahım yok” gibisinden bir ilkeyle ortaya çıkar. Doğan’ın yurt dışındaki bohem hayatı sırasında hasbel kader edindiği modern sinema teknikleriyle ağır ağır Türkiye’deki sol ve sosyalist sanat camiasına sokulma girişimi, hem film çekiminde halktan gördüğü tepki -halk kendisinde olan sefaleti değil kendisinin asla erişemeyeceği debdebeyi ve şöhreti görmek ister beyaz perdede- hem de halktan bazılarından yediği azarlar Doğan’a gerçek Türkiye hakkında onulmaz bir ders vermiştir. Yazar bu sahneyi yazarak bir taşla iki kuş vurmuştur. Hem kendi cenahına “Halkı konu edineceğim derken madara olmayın, önce onlara yukarıdan bakmamayı öğrenin.” demiştir hem de Doğan’ın başarısızlığıyla, elinde kalan filmin işe yaramazlığıyla, halkın onun yapmış olduğu özverili işe saygı duymayışıyla, sanatın salt duygu sömürüsü ve ajitasyon üzerine kurulamayacağını, bundan çok daha fazlası bir tekniğin ve bilgi birikiminin gerektiğini bizlere söylemiştir. Dolayısıyla, bu sahneyi okuduktan sonra ben bir okur olarak sormadan edemedim: Kendi cenahına bile bu derece eleştirel yaklaşabilen ve cesur sahnelerle yol arkadaşlarının sanata dair görüşlerini alaya alabilen bir yazar nasıl oluyor da Ali gibi torna kalıbından çıkmış, eğilip bükülmeyen, Hacivat-Karagöz ayarında bir karakteri yaratabiliyor?

Neyse ki yazarımız romanı Olcay-Doğan-Ali üçgeniyle bitirmiyor. O kısır döngüyü ve öngörülebilir konuşmaları, sıkıcı ilişki yumağını bir tarafa bırakıp bizi son bir kere daha sokaklara çıkarıyor. Herhalde, “Bakın işte, diyetimi ödedim, dönemin kodamanlarına selamımı çaktım, bundan sonra özgürüm” diyor olmalı. Bu noktadan sonra çingene kimliğiyle övünen Boyacı Necmi’yle, Sakarya Caddesinin adsız delisiyle, hayatı baştan sona acılarla geçmiş Aysel’le ve son olarak da karısına laf yetiştirmekten iş yapamayan kapıcı şiddet düşkünü Mevlüt’le tanışırız. Roman, son bir çalkalanmayla eski kimliğine kavuşur. Arada yine Ali’ye denk gelsek de buralarda  Ali’nin insancıl yönünü görürüz, çok da üzerinde durmayız. Onun dışında bu karakterlerin canlı kanlı olmaları, hayatlarını kontrol eden değerleri savunmaları ve kendi doğrularını yaşıyor olmaları bu karakterleri hem gerçekçi hem de inandırıcı yapar. Öyle ki roman, sanki Olcay-Doğan-Ali üçgenine merkezini feda etmemiş gibi, önceden süregelen olayları sonlandırma ihtiyacı duymadan bir anda bitiverir. Ağaç devrilir, karakterlerden birisi hayatını kaybeder, diğerleri hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler… Tıpkı bugün, yani aradan elli yıl geçmiş olmasına rağmen, bu insanların benzerlerinin ya da aynılarının aramızda dolaşıyor olmaları gibi.

 

* Bu kitap 9 öyküyle 2021 yılında yayımlandı.

** Ali’nin bu derece zayıf bir karakter olmasının en büyük nedeni yazarın doğup büyüdüğü sosyo-ekonomik çevreye uzak olmasıdır diyebilir miyiz? Sonuçta, Sevgi Soysal da iyi okullarda eğitim görmüş, Avrupa’da bulunmuş, dil bilen bir kentlidir. Gecekonduları ya uzaktan görmüştür, ya da birkaç defa içlerinde bulunup, içinde yaşayanlara acımıştır. Olcay ve Doğan karakterleri aslına bakılırsa kendisini ve çevresinden bizzat tanıdığı diğer eğitimli insanları anlatması açısından çok daha başarılı ve gerçekçi karakterlerdir. Bunun yanında Ali, yazarın gerçek sesidir, olmak istediği, insanlara duyurmak istediği vicdanının sesidir. Bu yüzden kolay kolay susmaz, yanılmaz, çelişkiye düşmez, mahkemede hakkını savunan davalı gibi ha bire haykırır. Olcay ve Doğan yazarın kaçıp geride bırakmak istedikleri kimlikler olmasına rağmen aynı zamanda en iyi bildiği kimliklerdir. Ali ise içindeki susturamadığı çığlık, varlığının amacı ve kitaba varoluş amacı veren veren ruhtur. 

*** Siyasi anlamda aktif yazarların, belli bir dava uğrunda hayatlarının bir kısmını, yaşam tarzlarını ya da dostlarını feda etmiş cesur insanların edebi eserler verirken bu kimliklerinden bir nebze sıyrılmaları ve topluma daha insani bir açıdan yaklaşmaları gerekir. Aksi halde eser siyasi manifestoya dönüşür ve edebi niteliği ağır yaralar alır. Sonuç olarak edebiyat herkese hakkını verme, herkesin sesini duyurma sanatıdır. Dilenci de konuşacak, zengin bankacı da. Bunlar konuşurken kendilerini haklı gördükleri yönleri öne çıkarılacak ki eserin bir anlamı olsun. Sonuç olarak hiçbir bankacı sabah evinden çıkarken "Bugün de birkaç yoksulu sömüreyim, birilerinin evine haciz kondurayım, birilerinin belini borçla bükeyim!" diyerek çıkmaz. Onun da kendisini lüzumlu, hatta vazgeçilmez ve haklı gördüğü yönler vardır. Bu yüzden edebiyatın ölümsüz karakterleri çok yönlü ve çok katmanlıdırlar. Raskolnikov iyi ya da kötü, erdemli ya da ahlaksız değildir. Hepsi birdendir. İçinde yaşadığı koşulların etkisiyle cinayet işlemeyi kendisine görev bilen bir katildir. Ama aynı Raskolnikov vicdan sahibi bir genç, âşık olabilen bir delikanlı, annesinin haline üzülen bir oğul, kız kardeşinin mürüvveti için çabalayan bir kardeştir. Raskolnikov'u tüm halleriyle beğenmek zorunda değiliz, bir halini beğenir diğer halinden nefret ederiz. İyi edebiyat okuyucuya bunu yaptırtmayı başaran edebiyattır.   

05 Haziran 2022

Çember* ve Tanrı


Bir geometrik yapı olarak var olan çember kavramıyla insanların zihinlerinde var edilen Tanrı kavramının aynı toplumsal gereksinimlerin sonucu olarak ortaya çıktıklarını düşünüyorum. Sadece bu da değil, bu iki kavramın doğuş, gelişim ve varlığa erme serüvenlerini etkileyen zihinsel evrimler de alabildiğine örtüşüyorlar. Yani, çemberi var eden düşünsel ve mantıksal silsileler Tanrı’yı var eden düşünsel ve mantıksal silsilelerle hemen hemen aynı. Tasavvuru daha kolay olduğu için çemberle başlayalım. Nedir çember? Biz düzlem üzerinde rasgele seçilmiş bir noktaya (merkez) eşit uzaklıktaki (yarıçap) noktalar kümesi. Bu noktalar sonsuz sayıda olduğu için biz, birbirinden ayrı noktalar değil de başı ve sonu birleşen sürekli bir eğri görürüz. Bu kadar basit bir cümleyle tanımlamamıza bakıp yanılmamak lazım. Tanımda geçen kavramlara insanlığın zihinsel anlamda hazırlanması yüzbinlerce yıl almıştır. Düzlem nedir? Nokta nedir? Küme nedir? Düzlemde uzaklık ne anlama gelir? Tüm bunlar yine “etrafını cami ağyarını mâni” bir biçimde tek tek tanımlanması gereken kavramlardır. Yani, çembere gelene kadar, daha doğrusu çemberin doğru bir tanımını yapana kadar, pek çok başka engeli aşmamız gerekir.  İşin matematiksel boyutu hem soyut olması yönüyle hem de derinliği nedeniyle bu yazının konusu değil. Benim amacım insanın çembere neden ihtiyaç duyduğu ve çemberi neden yarattığını irdelemek!

Bu soruyu sorduğumuzda da aklımıza ilk gelen nesne doğal olarak tekerlek oluyor. İnsanlık tekerleği büyük bir olasılıkla tarım ve yerleşik hayat devriminden bile önce keşfetmiştir. Belki dağlardan yuvarlanan kayalardan ilham almıştır, belki top olup yuvarlanan böceklerden… Öyle ya, bir ağacın kütüğünü düz bir şekilde kesmeyi başarabilirsen tekerlek elde edersin. Bundan iki tane yaparsan iş görür bir araç için önemli bir adım atmış olursun. Demek ki tekerlek, yani çember biliminin yaratması gereken teknoloji çemberden çok daha önce vardı. Kütükten kestiği odunlarla el arabası yapan insanın çemberin tanımıyla ilgilendiğini sanmıyorum. Az çok bir merkez ve yarıçap kavramları zihninde şekillenmiştir ama gerisi işin pragmatik doğasında yitmiştir. Zaten tekerlek, teknolojinin bilime öncelik edebileceğinin net örneklerinden birisidir. Biz genelde tersine alışığız. Önce bilimsel kuramlar geliştirilir, sonrasında o kuramların ortaya koyduğu sonuçlar sömürülerek teknoloji geliştirilir. Bunun tersinin da gayet mümkün, hatta daha mümkün olduğunu görmek açısından tekerlek ve çember (daire) ilişkisi önemlidir bence.

Neyse, konuya dönelim. Tamam, tekerleği icat ettik ama hâlâ matematiksel bir tanım olan çemberden çok çok uzağız. Tekerlek günlük hayatı kolaylaştırmasıyla hayatımızın bir parçası haline gelir ve zamanla yeni gereksinimlere neden olur. Yollar yapılır, bir kayganlaştırıcı olarak yağ kullanımı yaygınlaşır, iletişim ve ulaşım bir nebze hızlanır, şehirler inşa edilir… Çemberin var olması için de şehir dediğimiz yapı bir ön şarttır. Çünkü şehir artı-değerin tecessüm etmiş halidir. Şehirde yaşayan insanın tarlada geçirmek zorunda olmadığı boş vakti vardır ve bu boş vaktini soyutlamalara -şiir de olabilir bu matematik veya felsefe de- harcayabilir. İşte bu noktada insan tüm hayatı boyunca gördüğü mükemmel olmayan tekerleklerden mükemmel olan çembere sıçrama yapabilir. Bu çok önemli, devrim niteliğinde bir sıçramadır ve sadece tekerlek-çember arasında gerçekleşmez. Hayatın her alanında, somutun yetersizliğinden yakınan standart arayışındaki kentlilerin elini attığı her alanda gerçekleşir. Baktığımız her yerde tekerlekler görürüz ama bunların hiçbirisi mükemmel değildir. Bir yerlerden basıktırlar, bir yerlerden kırıktırlar, yamukturlar, merkezi tam tutturamazlar falan filan. Hadi gelmiş geçmiş en mükemmele-yakın tekerleği ürettik diyelim, bu ürettiğimiz tekerlek bir gün gelecek kırılmayacak mı? Yağmurda, karda, çamurda esnemeyecek mi? Sağı solu çürüyüp dökülmeyecek mi? Zamanın minik ama sürekli darbelerinin ölümcül etkilerine maruz kalmayacak mı? Her ne kadar mükemmele en yakın olsa da mükemmel değildir, ölümsüz değildir, kalıcı değildir, tutarlı ve sabit değildir.  Oysa insanın içinde mükemmel olana varmak gibi bir arzu vardır. Hatta bu doğal bir arzudan çok toplumsal bir gereksinimdir, var olma koşuludur. Eksiklere, zayıflara, zamana karşı eninde sonunda yenik düşecek olanlara, değişenlere, her seferinde farklı görünene, adamına göre muamele yapanlara uzun erimde bel bağlayamaz. Değişmez, yıkılmaz, parçalanmaz, tükenmez, adamına göre farklı davranmayan bir yapıya, bir dayanağa ihtiyaç duyar. İşte yukarıda verdiğim matematiksel çember tanımı bu işi görür.

Bu tanım mükemmel midir? Tabii ki hayır, sonuçta birbirine dayanarak var olan ve temelde insan zihninin dışında gerçekleşemeyen bir kavramlar kümesidir matematik. Noktayı var etmeniz için düzleme ihtiyaç duyarsınız, düzlem için iki doğru gerekir, doğru için de noktayı tanımlanmış olmak gerekir. Kısır bir döngüdür adeta, kendi ayağı üstünde durur ama alttaki ayağın altında üstteki ayak tekrar belirir ve bu işlem sonsuza kadar gider. İşe yarar olması ve değişmezliği onu ölümsüz ve muktedir yapar. Çemberi bir kere değişmez bir şekilde tanımladık mı artık Plato’nun ideler dünyası gibi yeni bir aleme girmiş oluruz. Artık içinde yaşadığımız dünya, var olduğuna kendimizi inandırdığımız ideler dünyasının bir kopyasından başka bir şey değildir. Bizler birer sefil kopyayızdır, elimizle ayağımızla yaptığımız şeyler de. Değişmeyen, bozulmayan, kırılıp dökülmeyen, her yerde hazır ve nazır olan ise zihnimizde var ettiğimiz tanımlardır. Çember her yerdedir çünkü nerede olursanız olun tanımını kullanarak çemberi sıfırdan elde edebilirsiniz. Tanım size mükemmel olan çemberi verecektir. Bu sayede binlerce kopya üretebilecek, hayatınızı idame ettirebilecek, gerçek hayatta gözlemlediğiniz çemberleri elinizdeki tanımla kıyaslayarak mükemmele yakınlık sırasına koyabileceksiniz. Yapacağınız tüm çemberler, var olduğuna inandığınız o tek çemberin kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemeyecektir ama olsun insan zaten zayıf olduğunu, ölümlü olduğunu, eksik ve beceriksiz olduğunu hayata adım attıktan kısa süre sonra anlayabilen bir varlıktır.  Bu yüzden güçlü olana, ölümsüz olana, tam ve mükemmel olana muhtaçtır. Günlük hayatını, toplumsal kurallarını, yasalarını ve bu yasaların sonucunda ortaya çıkacak cezaları bu ölümsüz “gerçeklere” dayandırmak zorundadır.

Bu noktada artık “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusu gereksiz hale gelir. Felsefi açıdan hâlâ geçerli bir sorudur bu. Çemberin varlığıyla, şu anda masamın üzerinde bulunan kahve fincanının varlığı aynı şekilde mi vardırlar, yoksa birinin varlığı diğerininkinden üstün müdür? Bu çok çetrefilli ve tartışması uzun sürecek bir sorudur. Yalnız tüm bu sorular bize tek bir tespiti yaptırmak için vardırlar. Çemberi var eden bu ölümsüzlüğe ve mükemmelle duyulan ihtiyaç Tanrı’yı var etmede de aynı yolu izlemiştir. Yani, çemberi var eden düşünsel izlek ile Tanrı’yı var eden düşünsel izlek birebir örtüşür. Bu noktada “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusuyla “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” sorusu ontolojik bağlamda aynıdır. Nasıl ki çemberin varlığını masadaki fincanın varlığından ayrı düşünmek zorundaysak, Tanrı’nın varlığını da ayrı düşünmek zorundayızdır. Onun varlığı da bir gereksinimin, bireysel ve toplumsal eksikliklerin, hayatı idame ettirirken karşılaşılan çelişkilerin doğal sonucudur. Sıradan bir lise öğrencisi çemberin varlığını sorgulamaz. Merkezini ve yarıçapını bildiği çemberi çizer, sorulmuşsa denklemini bulur, teğet doğrularının denklemlerini çözer. Çember var mıdır diye sorarsanız, önce yüzünüze aval aval bakar, sonra da az önce bir sayfa çözümünü ürettiği soruyu göstererek “Tabii ki var, olmasaydı bu kadar işlem anlamsız, gereksiz ve yanlış olmaz mıydı?” diye sorar. Çemberin kullanımından, onun varlığının kabulünün ortaya koyduğu girift sorulardan ve çemberin kolaylaştırdığı hayatından yola çıkarak çemberin var olduğunu iddia eder. Tıpkı evrende var olduğunu iddia ettiği nizamdan ve güzelliklerden yola çıkarak hayatın bir anlamı olması gerektiğini çıkarsayan ve buradan da ufak bir sıçramayla Tanrı’nın varlığına ulaşan dindar insan gibi.

Doğadaki yarım yamalak yuvarlak şekillerden mükemmel çember tanımına varan ve bu tanım üzerine medeniyet inşaat eden insan zihni tabii ki de aynı zihinsel sıçramayı kendisi üzerinde de yapacaktır. İnsan zayıftır, ölümlüdür, yeri geldiğinde kindar, yeri geldiğinde kıskanç, yeri geldiğinde intikamcıdır. Kimi zaman şehvetinin, kimi zaman iştahının, kimi zaman da hırslarının peşinde helak olur. Bu yüzden toplumsal kuralları kendi zaafları üzerine inşa edemez. Ya kendi içerisinden çıkardığı üstün-insanlara (peygamberler, azizler, liderler, adil krallar… Nietzsche’nin tabiriyle “ubermench”) bel bağlayacaktır ya da onları da güçlü yapan ölümsüz, şaşmaz, yanılmaz, asla yalan söylemez, sonsuz seviyede merhametli ve adil olana bel bağlayacaktır. Mükemmel olmayan insan kendisinin mükemmel versiyonunu yaratmak ve bu yarattığının peşinden gitmek zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde hayatına anlam kazandırabilir, toplumsal kurallar değişmez birtakım yasalar bütünü olarak yüzyıllara yayılır ve kabul görür. Matematiksel bir tanım olan çember nasıl ki doğada gördüğümüz çemberlerin (ya da dairelerin) zihinsel bir sıçramayla üretilmiş ideal halidir, Tanrı da insanın ve toplumun değişmez standart arayışına yanıt vermek için üretmek zorunda kaldığı bir mükemmel insandır. Bu yüzden Tanrı her şeyi görür, her şeyi duyar, her şeye gücü yeter, her şeyi bilir, her daim adil ve şefkatlidir, her daim tutarlı ve bütüncüldür.

Bu noktadan bakınca “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusunu saçma bulan lise öğrencisiyle “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” sorusunu ahmakça bulan dindarın tepkileri de az çok aynıdır. Çünkü, hayatının her ânını çocukluğundan beri inandığı Tanrı’nın varlığı ekseninde şekillendirmiş bir insan için aksi düşünülemez. Güneş bir anda yok olsa bile dünya 7 dakika daha güneş oradaymış gibi yörüngede dönmeye devam edecek diye anlatılan bir bilimsel geyik vardır ya, bunun aynısı dindar insan için de geçerlidir. Tanrı yoksa bile ben aynı yörüngede, sanki varmış gibi, dönmeye devam edeceğim zaten. Tanrı’nın varlığı değildir onu dindar yapan, Tanrı’nın varlığına duyduğu inanç ve bu inancı paylaştığı insanlarla birlikte bir toplumda yaşamaktır. Evinde çocuğuna verdiği eğitimden, Cuma günü camide gördüğü komşusuna verdiği selama, Pazar günü gittiği kiliseden, dibinde ağladığı duvara kadar hayatına anlam katan her şey, kısacası toplumsal kimliğinin en temel kodları bu Tanrı inancı tarafından belirlenmiştir. Bu noktadan sonra bu Tanrı var mıdır yok mudur sorusu anlamını zaten yitirir. Sorulması gereken “Tanrı inancı değerli midir ya da gerekli midir?” gibi daha pratik bir yön içermelidir. Tanrı, tıpkı çember gibi vardır ya da yoktur ama varlığının kabulünün etrafında şekillenmiş haleler sayesinde insanlar huzur, mutluluk, anlam gibi hayatı yaşanır kılan değerleri meydana getirmişse, onun varlığının sorgulanmasının aşılması ve ziyadesiyle ona duyulan inancın ve güvenin doğurduğu düzen göz önüne alınmalıdır. Kısacası, Tanrı vardır ya da yoktur sorusu önemsiz, modası geçmiş bir sorudur. Modern düşünürün odaklanması gereken soru Tanrı’nın varlığına duyulan inancın neden var olmaya devam ettiği sorusudur. Bu inanç etrafında şekillenen toplumların, küçük ölçekli toplulukların ve hatta ailelerin güçlerini aldıkları iman kavramı gerçekten muazzam bir potansiyele sahiptir. İnancın gerekli olup olmaması, tanrıtanımazcılıkla pozitivizmin birbirine karıştırılan tavırları ve bir insanın nasıl olup da hem tanrıtanımaz hem de dinlere karşı anlayışlı olabileceği ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdilik bu kadar yeter… Sağlıcakla…

AA

* Yazıda genelde çember kelimesini kullanmış olsam da aslında pek çok yerde daire demem gerekiyordu. Zırt pırt değiştirip okuyucuyu konunun asıl hedefinden uzaklaştırmamak için elimden geldiğince tek bir kelimeye sadık kalmaya çalıştım. 


Bir sonraki yazı: Kent ve Zaman

04 Haziran 2022

Peki Hocam, Bütün Bu Öğrendiklerimiz Gerçek Hayatta Ne İşimize Yarayacak?


23 yıldır dört farklı ülkede ve sekiz farklı okulda öğretmenlik yapmış birisi olarak öğrencilerden -hangi ülkede veya okulda olurlarsa olsunlar- duyduğum en sık sorulardan birisi şudur: Hocam bütün bunları neden öğreniyoruz? Bir matematik öğretmeni olarak sanırım bu soruyu dil, tarih ya da beden eğitimi öğretmenlerinden daha sık duyarız. Lise öğrencisi tahtada gördüğü ve bir bakışta herhangi bir anlam veremediği türev ve integral simgelerine karşı bir savunma mekanizması geliştirmek zorundadır ve bu mekanizmaların en kolay bulunanı "Zaten bunlar gereksiz şeyler" bahanesine sığınmaktır. Ben bu soruya maruz kaldığım zamanlarda elimden geldiğince samimi olmaya ve karşımdaki öğrencileri aptal yerine koymamaya çalışırım. Logaritmayı öğrenmeniz ileride veri analizlerinde çok işinize yarayacak, trigonometri olmadan elektronik sistemler var olamaz, türev bilmeden mühendis olamazsınız gibi zorlama yanıtlardan elimden geldiğince kaçınırım. Bu yüzden yanıtım genelde sinsi bir gülümseme eşliğinde "Hiçbir işinize yaramayacak." olur. Çoğu zaman da devam ederim. "Okulda öğreneceğiniz en önemli üç şey anadilinizi ve yabancı bir dili özgüvenli bir şekilde konuşmanızı ve yazmanızı sağlayacak bilgi ve bellek birikimi, gündelik hayatınızı idame ettirecek kadar aritmatik bilgisi -ilkokul matematiği yeter de artar bile- ve mümkünse sizi özdisiplinli olmaya alıştıracak bir sanat ya da sporla yakın ilişki kurmaktır. Bunların dışındaki şeyler ülkelerin mevcut rejimleri tarafından dayatılan ve üç temel amaca hizmet eden ulusal eğitim sistemi denilen dayatmacı yapının yansımalarından ibarettir."

Burada bazen dururum, devam etmem çünkü söyleyeceklerim başıma bela açabilir. En azından eskiden biraz daha ihtiyatlıydım. Şimdilerde daha az takıyorum böyle şeyleri. Ağzıma geldiği gibi konuşuyorum. Bir çeşit dibe vurma arzusu benimkisi, dibe vurayım da geri sıçrayayım, dibe vurayım da bitsin bu nazlı gelin ayakları, hep ben mi uğraşacağım, biraz da dünya beni taşısın demenin sessiz halleri... Özellikle lise sonlara ve lise 3'lere dobra dobra anlatıyorum düşüncelerimi. Belki de bu yüzden beni seviyor öğrenciler, samimi ve cesur buluyorlar beni. Kendilerinin de aklından geçirdikleri ama korkudan dile getiremedikleri şeyleri söylediğim için beni kendilerine yakın hissediyor olabilirler. Asıl niyetimi bilmiyorlar tabii! :)

Öğrencilerime söylediğim ve kısaca izah ettiğim bu üç amacı burada da yazayım. Üç günlük tatilde bir şeyler üretmiş olurum hem. Boşa geçmesin tamamıyla. Hem belki devamı gelir, ufak ufak yazmaya yeniden başlarım. 

1. Ulusal Eğitimin, yani çocukları ve gençleri sabahtan akşama kadar bir binaya tıkıştırıp, beyinleri sulanana kadar onları bilgi yağmuruna tutmanın en birincil amacı ebeveynlerin gün içinde işgücüne katkıda bulunmalarına huzurlu bir kalple devam etmelerini sağlamaktır. Çocuklar okuldayken güvendedirler, sağa sola salça olmazlar, kötü alışkanlıklar edinmezler, şiddete ya da cinselliğe eğilim gösteremezler, oyun oynayacağım derken evi yakmazlar ya da kirlenen kardeşlerini çamaşır makinesinde yıkamazlar... Dolayısıyla da ebeveynler çocuklarını okula bıraktıktan sonra gönül rahatlığıyla işlerine odaklanabilirler, verimli bir şekilde uzun saatler çalışabilirler, hatta verimlerini ikiye katlayacak sosyal ilişkiler kurabilir, çocuklarının ilgi bekleyen gözlerinden ırak bir ortamda eğlenebilirler. Onların bu şekilde işgücünde kalmaları, üretime ve istihdama katkıda bulunmaları, sağlıklı sosyal ilişkiler kurmaları ülke ekonomisinin ve doğal olarak da devletin güçlü bir şekilde idame etmesinin de yegane yoludur. 

2. İkinci amaç ise toplumu gençlerin şerrinden korumaktır. Evet, yanlış okumadınız, bana göre okul bahçelerini çevreleyen duvarlar sanıldığı gibi çocukları ve gençleri toplumun zararlı unsurlarından korumak için yapılmazlar. Bilâkis, toplumu çocukların ve gençlerin fevri, irrasyonel, saman alevi gibi bir anlığına parlayıp hemencecik sönüveren ateşli davranışlarından korumak için dikilir o duvarlar. Öyle ya; gençtirler, toydurlar, her an her şeyi yapabilir, her şeye çabucak kanabilir, akıl süzgecinden geçirmedikleri düşünceleri harekete geçirmeye kalkarlar, yarım yamalak anladıkları ideolojileri başkalarına dayatmaya çabalarlar. Kaybedecekleri fazla bir şey olmadığı için de cesur ve diğerkâm görünürler. Bu yüzden, yani toplumun mevcut düzeninin, huzurunun ve hiyerarşik yapısının korunması için evlerinde tutulmayan bu çocukların ve gençlerin yüksek duvarlarla çevrili hapishanelerde tutulmaları gerekir. Modern toplumun kendisine atfedilen işlevlerini yerine getirebilmesi için bu adı konmamış hapishaneler şarttır. 

3. Yukarıdaki ilk iki amaç eğitimin, toplumun verimliliğine ve huzuruna yönelik faydaları olarak görülebilir. İşin ulusal yanı apayrı bir boyuttur. Sabah kapısından girdiği kurumda akşama kadar hademelerle, öğretmenlerle, yöneticilerle, sınıf arkadaşlarıyla iletişime geçip ilişkiler kuran bir çocuk burada devletin bir mikroölçeğini deneyimler. Hiyerarşiyi, makama saygıyı, emre itaati, kurallara ne pahasına olursa olsun uymayı öğrenir. Sadece davranış eğitimi değildir verilen, derslerde ve törenlerde de devlete bağlılığı, atalarının uğruna kanlarını döktüğü topraklar için yeri geldiğinde kendisinin de canını vermesi gerektiğini, kendi atalarının kimseye kötülük yapmamış, tam tersine hep zulüm görmüş ve cesaret ve metanetle cani düşmanlarının üstesinden gelmiş olduğunu öğrenir. Devlet bekasını garanti altına almak için tarihi, coğrafyayı, sanatı, yeri geldiğinde bilimi ve matematiği bile kendi yakınsak lenslerinden geçirdikten sonra öğrencinin önüne koyar. Böylece, liseden mezun olan ortalama bir öğrencinin kafasında ne olduğunu bilir, onu ileride karşılaşacağı bürokrasi labirentlerine, çelik gibi sert üs-alt ilişkilerine, kolluk güçlerinin keskin kılıçları karşısında veya yargının ucundan adalet damlamayan kaleminin altında sükut etmeye davet eder. Çünkü devlete lazım olan şey itiraz eden, hakkını arayan, zırt pırt şikâyet eden vatandaş değildir. Devlete lazım olan laf dinleyen, sesini çıkarmayan, ailesi ve kişisel serveti dışında bir şeye karışmayan bireylerdir. Bunu da okul sıralarında öğretmene kayıtsız şartsız saygı duyarak, okul yöneticileri karşısında el pençe divan durarak, kitaplarda yazılanları olduğu gibi kabul ederek yaparlar. Toplumun mikro ölçekli bir yansıması olan okulda ilerideki hayatının bir benzerini yaşar, bir çeşit simülasyonu deneyimler.   

Peki ya dersler, tenefüsler, müfredat, sınavlar, sıralamalar falan neden var? Ulusal Eğitim denen şey bir kontrol mekanizmasından, devletin yeri geldiğinde sertleşip yumruğa dönüşen şefkâtli ellerinden başka bir şey değilse neden öğreniyoruz logaritmayı, bütan molekülündeki karbon atomu sayısını ya da hücrenin içindeki mitokondrinin ne işe yaradığını? O da bir çeşit yan ürün bana kalırsa. "Madem buradasınız, bir şeyler öğrenin bari. Boşa geçmesin vaktiniz." gibisinden bir kaçamak. Başka türlü nasıl kontrol edeceksiniz yüzlerce genci, taşkınlık yapmalarını nasıl önleyeceksiniz. Zihinlerini ve bedenlerini meşgul etmeniz gerekir. Ver bir matematik sorusu, uğraşsın dursunlar yarım saat boyunca. Bundan daha ucuz, daha kolay ve daha güvenli bir kontrol yöntemi var mıdır? Böylece onların yıkıcı yanlarını törpülemiş olursunuz, zihinlerini kurumsallaştırmış, bedenlerini uysallaştırmış olursunuz. Hem belki içlerinden birisi ileride çığırlar açacak bir bilim insanı ya da yeni yöntemler deneyen bir sanatçı olmaya karar verir. Bundan iyisi mi var? Olmasa da olur ama olursa can sağlığı, öp başına koy, bir de içinde katkın varmış gibi kendinle gurur duy.   

Yazacaklarım bu kadar,

aa

-Bir sonraki deneme: Tanrı ve Çember

-Daha sonraki: Can Sıkıntısı ve Yaratıcılık