Teleolojik
(Amaçbilimsel) Kanıt ve Bu Kanıta Getirilebilecek İtirazlar
Tanrı kanıtlamalarının en sık rastlanılanı amaçbilimsel
kanıttır. Kökeni Yunan filozofu Aristotales’e kadar giden bu kanıt, hristiyan
ve müslüman felsefeciler tarafından orta çağda yeniden yorumlanmış, bugün
kullanılan halini almıştır. Son birkaç on yılda teleoloji teriminin yerini
“akıllı nizam kanıtı” (intelligent design evidence) ya da kısaca “nizam kanıtı”(design
evidence) almış olsa da kanıtın özünde herhangi bir değişiklik yoktur. Pek çok
varyantı olan bu kanıtın hemen hepsinde temel olan tek bir düşünce savunulur. İster
Said Nursi’nin 23. Lema’sını okuyun, ister Fethullah Gülen’in Darwinizm
Konferansını dinleyin, ister Adnan Oktar’ın rengarenk kuşe kağıda basılmış
kitaplarına göz atın; bu kanıtın özünde herhangi bir farklılık
gözlemlemeyeceksinizdir. Kimisi fizikten, kimisi kimyadan, kimisi biyolojiden
seçer örneklerini. İnsan bedeninde var olduğu iddia edilen hassas dengeden
tutun da evrenin her yerini idare eden birimsiz sabitlere kadar yüzlerce,
binlerce örnek verilir. Bütün bu örneklerde kullanılan argümanlar birbirinin
aynısıdır. Temelde çıkarsama şu şekilde özetlenebilir:
1. Düzenli olarak işleyen bir sistemin, kendisinden üstün
bir yapıcısı vardır.
2. Evren düzenli olarak işleyen, değişmez kuralları olan bir
sistemdir.
3. O halde evreni yapan ve ona nasıl hareket etmesi
gerektiğini öğreten bir yapıcı vardır. Bu yapıcıya Tanrı deriz.
Yani, bir ok hedefi vurmuşsa, öncesinde
o oku atan deneyimli bir okçu var olmalıdır. Bir yerde ayak izi varsa, orada
birisinin yürümüş olduğuna ikna oluruz. Bir makine eksiksiz çalışıyorsa o
makineyi tasarlayan bir mühendisin var olduğunu biliriz. Aynı şekilde gözümüzün
önünde her gün, her saat, her saniye bir kere bile aksamaksızın çalışan
evrenin, muhakkak ki bir yaratıcısı; ona nizam veren bir ustası olmalıdır. Bir sistem, bilinci olmaksızın kendi başına
sorunsuz bir şekilde işliyorsa, bu o sistemi var eden bir düzen koyucunun
varlığını zorunlu kılar. Kendi kendine var olacağını düşünmek tanrıtanırlara
göre ahmaklık, kendisine yapılan telkinlere rağmen tanrıtanımazın kanıtları
yetersiz görmesi de kibirliliktir.
Nizam kanıtında sıklıkla kullanılan
bir örnek Paley’in saatidir. Bu örnek her ne kadar daha önce farklı düşünürler
tarafından kullanılmış olsa da 1802 yılında William Paley’in yazmış olduğu
kitaptaki haliyle günümüzde bilindiği için bu adı kullanacağım. Said Nursi
Tabiat Risalesi’nde eczane örneğini verir, başka yazarlar Mars’ta bulunan uzay
gemisi örneğini. Yukarıda da dediğim gibi örnekler farklılık gösterse de
çıkarımda bir farklılık yoktur dolayısıyla örnekleri artırmanın kanıta bir
yararı olmayacaktır. Kolaylık olsun diye
Paley’in saati örneğini inceleyelim ve bu örnek üzerinden gidip, analojideki
eksik ve yanlış yönleri ortaya koyarak; nizam kanıtının nasıl olup da evrenin
dışında, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Tanrı’yı gerektirmeyeceğini
izah etmeye çalışalım.
Dikkat ederseniz benim Tanrı’nın
yokluğunu kanıtlamak gibi bir derdim yok, olamaz da! İlk yazıda belirttiğim
gibi iddia sahibi iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Ben tanrıtanırların ortaya
koydukları kanıtın yetersizliğini ortaya koymakla yükümlüyüm. Onlar savcıysa
(kanıt geliştirmekle yükümlü), ben avukatım ve müvekkilim aleyhindeki
kanıtların yeterli olmadıklarını savunuyorum.
Paley’in saati örneği şu şekilde
özetlenebilir: Diyelim ki çölde yürüyorsunuz. Bir anda yerde, kumların arasında
bir saat görüyorsunuz. Saati elinize alıp inceliyorsunuz; mükemmel bir şekilde
çalıştığını fark ediyorsunuz. Sonra merak edip içine bakıyorsunuz. İçindeki
çarkların, vidaların, yayların muhteşem bir hassasiyetle yerleştirildiğini; her
şeyin olması gerektiği yerde olduğunu görüyorsunuz. Saatin, saniyeler boyunca
hiç şaşmadan çalıştığına, çarklarda ve yaylarda eksiksiz bir ayarın işlemekte
olduğuna tanıklık ediyorsunuz. Ardından içinde bulunduğunuz çöle bir kere daha
bakıyorsunuz. Ortada bu saati yaptığını iddia edecek birisini göremiyorsunuz
ama saatin kendi kendine oraya gelmiş olabileceği hipotezi de size makul
gelmiyor. Buradan yola çıkarak, bu saatin mutlaka usta bir saatçi tarafından
incelikle tasarlandığını kabul ediyorsunuz. Bu öyle bir saatçi ki hem mekanik
biliminin en ücra ayrıntılarını çözmüş hem de saati çölün zor şartlarına
dayanıklı yapmış.
Bu örnekten (ya da benzerlerinden) yola çıkan
tanrıtanır şu çıkarsamayı yapma hakkını kendinde buluyor. Evren de tıpkı bu
örnekteki saat gibi işleyen bir makinedir. İnsan bedeninden tutun da gökteki
yıldızlara kadar tüm varlık, tıpkı bir saatin çarkları gibi uyum içerisinde
çalışmaktadır. Varlık sürekli olarak bir değişim ve dönüşüm sürecini
yaşamaktadır. O halde tüm bu var oluşun, bu değişimin, bu muhteşem düzenin bir
yapıcısı, bir yaratıcısı, bir mimarı olmalıdır. Bu yaratıcı hem sonsuz güçlüdür
(Kadir-i mutlak)* hem de sonsuz bilgilidir (Alim-i Mutlak).
Nizam kanıtına yaptığım bu kısa
girişten sonra artık eleştirilerime başlayabilirim. Aşağıda üç madde halinde
yapacağım itirazlar aslında birbirinden tam bağımsız değiller. Ortak
yanlarından çok ayrık yanları olduğu için birleştirmemeyi tercih ettim.
Benzeşen yanlarına değil de ayrışan yanlarına odaklanınız:
Birinci İtiraz: Evren bir
saat değildir.
Evrenin saat gibi düzenli işleyen
bir düzeneği olduğunu iddia edemeyiz. Var olan ya da olduğunu var saydığımız
düzen doğal ayıklamadan arta kalandır. Canlılar gibi cansızlar da bu ayıklamaya
maruz kalırlar. Gözlemlediğimiz bir evrenin var olma olasılığı çok düşük
görünebilir ama şunu ifade etmeliyiz ki evren bir önceki halinden aldığı
bilgiyle hareket eden, tek-bellekli bir sisteme benzetilebilir. Bu durumda bir
çeşit Yakınsak Markov Zinciri’ni andırır. Evrenin matematiksel** yasaları (bu
yasaların nasıl ortaya çıktıklarını kozmolojik kanıtlarda inceleyeceğim),
sürekli bir seçim yapılmasını zorunlu kılar. Matematiksel yasaların varlığını
şimdilik kabul edersek önümüze şöyle bir tablo çıkar. Gözlemleyebildiğimiz ve
deneyimleyebildiğimiz evren milyarlarca yıllık bir serüvenin ürünüdür. Örneğin,
“Eğer yer çekimi ivmesi 9,8 m/s2 olmasaydı hayat mümkün olmazdı.” ya
da “Atmosferdeki sürtünme kuvveti olmasaydı göktaşları yeryüzüne bütün olarak
düşerdi ve canlı hayatı olanaksız hale getirirdi.” gibi ifadeler tamamıyla
soruya yanlış yönden bakıyor olmanın neticesidir.
Öncelikle, yerçekimi ivmesi daha
büyük ya da daha küçük olsaydı boyumuz bugünkünden farklı olurdu, organlarımız
farklı gelişirdi, ağaçlar farklı şekilde büyürdü, kuşlar ya hiç uçamazdı ya da
kuş olmayanlar da uçardı. Yerçekimi çok çok büyük olsaydı, belki yeryüzünde hayat
hiç başlamayacaktı ve bu soruyu da soramayacaktık. Ayrıca yerçekiminin farklı
olmasının nedeni ya yerin kütlesinin farklı olmasıdır ya da evrensel çekim
sabitinin farklı olması. Birinci durumda yeryüzü daha büyük olacaktı, belki
daha fazla kaynak olacaktı ve hayatı besleyebilecek farklı ürünlere yer açılacaktı.
İkinci durumda ise evrendeki tüm olaylar baştan sona değişecekti ki böylesi bir
senaryoyu hayal etmemiz mümkün değildir.
Kısacası hangi yöne gidersek
gidelim sorundan kurtulamayız. Argümanın sunuluş biçiminde mantıkta Argumentum
Ad Speculum denilen yanılgı vardır. Daha önce çevirdiğim Aşk Bir Yanılgıdır öyküsünden olduğu gibi alıntılıyorum.
“Şimdi de Argumentum Ad Speculum'u
inceleyeceğiz."
“Ohh ne hoş!” dedi Polly.
“Dinle: Eğer Madam Curie fotoğraf plağını siyah
mineralli taşların arasında unutmasaydı, bugünkü modern bilim halen radyumun
varlığından haberdar olmayacaktı.“
“Haklısın, evet” dedi Polly, başıyla tasdik ederek.
“Filmi izledin mi? Ben izledim. Acayip etkiledi beni!”
“Ben
yine de bunun bir yanılgı olduğunu söyleyeyim, Pollyciğim. Belki Madam Curie
radyumu birkaç yıl sonra keşfedecekti. Belki de başka birisi bulacaktı radyumu.
Pek çok hayal edemeyeceğimiz şey olacaktı, kim bilir. Doğru olmayan bir hipotezle
yola çıkıp, doğru sonuçlara varamayız.“
Evrenin mükemmel şekilde
tasarlanmış bir saat olarak algılanmasındaki yanılgıyı başka bir örnekle izah
etmeye çalışayım. Diyelim ki Ali’nin dedesi, yirmi yaşındayken, kendi ailesine
kıyasla çok daha zengin olan bir ailenin güzel kızına aşıktı ve fakir olduğu
için aşık olduğu kızla evleneceğine pek inanamıyordu. Garson olarak çalıştığı
lokantada aynı günde iki tabak ve bir bardak kırdığı için işten atılan dede
kendini bir anda sokakta buldu. Otobüs durağına doğru yürürken bir yankesici
buna çarptı ve cebindeki son parayı çaldı. Dede mecburen eve kadar yürümek
zorunda kaldı. Yürürken kaldırımda bir piyango bileti buldu. Bulduğu piyango
biletini hiç düşünmeden cebine attı.
Piyango biletinin üzerinde 10
basamaklı bir sayı olsun. Bu durumda büyük ikramiyenin bu bilete çıkma
olasılığı 0,0000000001’dir. Şans bu ya, büyük ikramiye Ali’nin dedesine çıkmış
olsun. Bir anda zenginleyen dede ilk iş kendisine ev ve araba alsın. Ardından
da hiç vakit kaybetmeden, annesini babasını yanına alıp, sevdiği kızı istemeye
gitsin. Sevdiği kızla evlensin, çocukları olsun. Yaptığı yatırımlar iyi ürünler
verdiği için çocukları rahat bir hayat sürsünler. Sonra Ali doğuversin ve çok
da zeki olmayan Ali yirmi yaşına geldiğinde özel bir üniversitede zorunlu
istatistik dersini alsın. Babasının ona anlattığı hikâyeye göre dedesinin
piyangodan çıkan ikramiyeyle zenginlemiş olduğunu öğrensin ama böyle bir olayın
gerçekleşme olasılığı çok düşük olduğu için buna bir türlü inanamasın. Ali
kabaca şöyle bir hesap yapsın.
Bir kere herhangi bir garsonun bir
gün içinde iki tabak ve bir bardak kırma olasılığı çok düşüktür. Ali buna 0,001
diyor. Ayrıca eğer dedesi parasını çaldırmamış olsaydı otobüse binecekti ve
bileti asla bulamayacaktı. Bir insanın yolda yürürken parasını çaldırma
olasılığına da 0,001 diyelim. Bir de bunun üzerine 0,0000000001’lik ikramiyenin
herhangi birisine çıkma olasılığı ekleniyor. Bunlar bağımsız olaylar oldukları
için çarpılmaları gerekiyor. Ortaya çıkan sonuç 0,0000000000000001 gibi uçuk
bir sayı. Aynı gün gerçekleşen tüm olayları sayarsak olasılık iyice düşecektir.
Ali bu çok düşük olasılık değerlerine bakıp kendisine piyango hikayesini
anlatan babasını yalancılıkla suçluyor.
Burada Ali’nin yaptığı hata aslında
yukarıda sözünü ettiğim “argumentum as speculum” ile aynı. Öncelikle dedesi o
ikramiyeyi kazanmamış olsaydı sevdiği kızla evlenemeyecekti. Başka birisiyle
evlenecekti. Bu durumda doğacak çocuklar en azından yarı yarıya farklı genler
taşıyacağı için, büyük bir olasılıkla onlar da farklı eşlerle evleneceklerdi.
Bu durumda torun olan Ali’nin tam olarak bu genlerle dünyaya gelmesi bile
olanaksızlaşacaktı çünkü sonuç olarak genlerinin %25’i piyango kazanan
dedesinden gelmişti. Böylece o küçük olasılığın kafasını karıştırdığı Ali de var
olmayacaktı. Ali’nin yerine adı X (adı yine Ali olabilir) olan başka bir torun
olacaktı ve bu torun dedesinden gelen yüklü bir mirasa konmadığı için özel bir
üniversiteye gidip, olasılık hesaplarını öğrenmeyecekti. Kısacası, o gün meydana gelen olaylar meydana
gelmemiş olsaydı Ali var bile olmayacaktı. Bu durumda Ali’nin kendisinde sorma
hakkı bulduğu soru da var olmayacaktı.
Kısaca özetlersek, evren ustaca
tasarlanmış bir saattir benzetmesi doğru değildir. Onun yerine, evren doğal
elemelerin sonucunda bugüne ulaşmış bir süreçtir. O bu şekilde var olduğu için
biz var olduk ve bugün bu soruları sorabiliyoruz. Aksi halde sorular da
olmayacaktı. Çölde gezinen Ali kumların arasında saate rastladıysa bunun tek
açıklaması saatin ve Ali’nin aynı kaynaktan beslenen iki ürün olmalarıdır. Bu
spekülatif tezi üçüncü itirazda ele alacağım.
İkinci İtiraz: Evren çölde
bir saat değildir.
Paley’in örneğinde gözden kaçan
önemli bir nokta saati bulan kişinin neden bir usta saatçi sonucuna varmak
zorunda olduğudur. Böyle bir sonuca varmak için iki neden olabilir.
1.
Daha önce
gördüğü tüm saatlerin bir saatçi tarafından yapıldığını gözlemlemiş ya da
deneyimlemiştir. Saatçi olmaksızın saatin var olabileceği olasılık dışıdır
çünkü böylesi bir durumu asla deneyimlememiştir.
2.
Daha önce gördüğü,
saat olmasa bile ona benzeyen tüm mekanik sistemlerin, birer usta tarafından
tasarlandığını gözlemlemiş ya da deneyimlemiştir. Mekanik bir sistemin bir
ustasız var olamayacağı sonucuna bu saati bulmadan önce ulaşmıştır. Bunun
yanında, neden-sonuç ilişkilerini kurabilen ve gördüğü olaylara bu ilişkiler uygulayabilen
bir zihne sahiptir.
Yani, saati bulan kişinin kafasında,
var olduğunu kabul ettiğimiz bir nedensellik ilkesi vardır. Saati bulan kişiye göre her saat bir saatçiyi
gerekli kılar. Ya aynı örnekleri ya da benzer örnekleri gördüğü için böyle bir
sonuca ulaşmaktadır. Peki, evren bir saat midir? Daha doğrusu evrenin
karşısındaki insanın konumu, çölde saat bulan adamın konumuyla aynı mıdır?
Bildiğimiz kadarıyla evren bir kere var olmuştur. Daha önce, bu evrenin dışında
bir evrenin, bir evrenci tarafından yapıldığına şahit olmadık. Bu ya da benzeri
bir evrenin var olması için gerekli şartların ne olduğu hakkında hiçbir
fikrimiz yok. Bize bu konuda fikir verebilecek, kıyas yapmamızı sağlayacak bir
eş evren de yok. Daha önce kaç evren gördük yanında evrencisiyle birlikte ki bu
evrenin de bir evrencisi olduğunu iddia edebilelim?
Belki de içinde bulunduğumuz evren
olası milyarlarca evrenden sadece birisidir. Böyle olması bizim açımızdan bir
şey değiştirmez çünkü sonuçta diğer evrenleri deneyimleme ya da kanıtlama
şansımız en azından şimdilik yok. Buna rağmen, içinde yaşadığımız ve parçası
olduğumuz evreni replikasyonu olmayan bir deney olarak algılayabiliriz. Replikasyonu
olmadığı gibi gözlemlerimizi denetleyen bir kontrol mekanizması da yoktur.
Dolayısıyla bulduğumuz düşük p-değerlerinin istatistiksel anlamları
geçersizdir. İşin istatistiksel kısmı kozmolojik kanıtta detaylı inceleneceği
için şimdilik Paley’in saati örneğine dönüyorum.
Çölde bulduğumuz şey bir saat değil
de herhangi bir kaya parçası ya da diğerlerinde pek de farkı olmayan bir kum
tepesi olsun. Bu durumda, önemsemeden kayanın yanından geçip gidecektik çünkü
biliyoruz ki kaya parçaları rüzgâr ve yağmur gibi bilinci olmayan doğal
güçlerin sonucunda şekil alırlar. Kayaların var olmaları için bir bilince
ihtiyacı olmamaları bizde herhangi bir hayranlık uyandırmaz çünkü çöle varmadan
önce edindiğimiz deneyimler bizi bu konuda bilgilendirmiştir. Biz şekilsiz
kayaya bakarken rastgele oyuklar, hiçbir plana ve programa uymayacak inişler ve
çıkışlar görürüz. Eğer ciddi bir jeoloji eğitimi almamışsak bu oyuklardan tek
bir sonuç bile çıkaramayız. Eğer jeoloji eğitimi almışsak, oyukların ne tür
yağmurlar tarafından oluşturulduğunu, rüzgârın hangi yönde estiğini, yağmur
suyunun pH derecesini, kum fırtınalarının kayalara nasıl etkide bulunduğunu,
çölde hangi hayvanların yaşadığını ve benzeri pek çok bilgiyi kayaya bakarak
çıkarsayabilirsiniz. Birisi için gözümüzün önündeki cisim rastgele oyukların ve
kabarıklıkların bir araya gelmesiyle oluşmuş kaya iken, bir diğeri için bilimsel
bir hazine haline gelmiştir.
Aynı şey saat örneği için de
geçerlidir. Nasıl ki kayanın üzerindeki oyuklardan sistematik bilgiler
çıkarabilmek için daha önce kayaları çalışmış bir jeolog olmak gerekiyor, saate
bakıp da saatçiye varmak için de mekanik sistemler hakkında en temel düzeyde
bir bilgi sahibi olmak gerekir. Hayatında hiç saat görmemiş, hiç zamanla işi
olmamış, nedensellik ilkesini deneyimlememiş birisi saati gördüğünde; jeoloji
eğitimi görmemiş insanın kayayı gördüğünde vereceği tepkiyi verecektir. Çünkü
başka bir alternatifi yoktur. Saatten saatçiye çıkan yolda, saatle saatçi
arasında mecburi bir ilişki kurabilen yetişkin insan zihni vardır. Maalesef, nedensellik
ilkesini deneyimlememiş yetişkin birisini bulmamız olanaksızdır çünkü homo
sapiens dediğimiz modern insan türü nedensellik ilkesini bebek yaşlarında
edinir ve hayatı boyunca da bu ve benzeri ilkelerin yönlendirmesiyle hareket
eder. İlla bir deney yapılacaksa, bir bebeği çöle bırakırsınız. Bebek saati
bulunca önce eliyle yoklar, saatçiyi falan düşünmez. Henüz oral düzeyi
atlatmadığı için saati ağzına atar, yeni çıkan dişlerine sürter, belki emer.
Baktı annesinin memesinin yerini tutmuyor, atar saati bir tarafa ve süt arayışına
devam eder. Bebeğin zihninde saatten saatçiye gidecek donanım henüz yoktur.
Yetişkin bir insanda böylesi bir donanımın var olması ise analojiyi başarısız
hale getiren unsurun ta kendisidir.
Üçüncü İtiraz: Evren
çölde bulunan bir saat değildir.
Saatle saati bulan aynı bütünün,
yani çölün, bir parçasıdır. Sonuç olarak saati bulan kişinin beyni de çöldeki
kumlar gibi atomlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla insan zihninin doğaya
bakıp doğada bir düzen görmesi kaçınılmazdır. Aynı evrenin parçaları olduğumuza
göre ve aynı matematiksel yasalarla idare edildiğimize göre, aramızda ortak
noktalar bulmamız doğaldır. Kısacası evren, çölde bulunan bir saatten ziyade,
içinde bulanı ve bulunanı barındıran bir çöldür. Çölün özelliklerini
gösterirler. Görüntüde farklı olmaları onları farklı yapmaz çünkü sonuçta aynı
matematiksel yasalara uyarak var olabilmişlerdir. Bizim bilinç dediğimiz şey aslında evrenin
matematiksel yasalarının sonucu oluşan göreceli düzene adapte olmuş içsel bir
gözden başka bir şey değildir. Biraz tümtanrıcı (panteist) gibi görünen bu
görüş aslında tam tersine tümevrencidir.
Evreni bir simülasyon olarak
algılarsak insan zihni onun içinde kendine has rolü olan bir öğeden ibarettir.
Evreni anlamak için değil, evrenle birlikte var olmak için vardır. Dolayısıyla
insan, dinlerin önerdiği gibi, özel olarak yaratılıp, evrene efendilik yapsın
diye gönderilmiş bir tür değildir. Tıpkı diğer türler gibi evrenin bağrında
yeşermiş, onunla büyüyen ve gelişen bir parçadır. Saati bulan kişiyle saat aynı
bilinçsiz evrenin içerisinde gerçekleşen yansımadan ibarettir. Şöyle ki, insan
zihni ayna gibi bir görev üstlenip, evrendeki matematiksel yasaları
içselleştirir. Bu şekilde yasaların evrenin bile ontolojik olarak öncesinde olduğu
gerçeğine ulaşır. Yine kozmolojik kanıtta ayrıntıyla inceleyeceğim ama burada
da kısaca değineyim.
Ben, evrenin yasalarının fiziksel
değil de matematiksel olduklarını düşünüyorum. Yani, yasalar olasılıksal bir sistemde,
evrenden bağımsız olarak vardırlar. Uzun erimde, milyarlarca milyarlarca milyarlarca
kere süren kesintili Markov durumlarının birbirini takip etmesi sonucunda, olasılıksal
değerler 1’e yakınsamış ve bizim fizik yasaları dediğimiz belli kesinliği olan
ilkeler ortaya çıkmıştır. Benim fizik yasaları demekten kaçınmamın nedeni fizik
yasaları teriminin evrenin içinde ya da dışında bir yerden desteklenmesi koşulundan
paçayı sıyırtamamamızdır. Oysa matematik için aynı şart yoktur. 1=1 önermesi
olası tüm evrenlerde doğrudur.
Çünkü ne bir sayısı ne de eşitlik kavramı
evrenle ilintilidir. Evrende bir tane olan tüm nesnelerin tek ortak yönü 1
sayısıdır. İki küme arasında birebir ve örten bir bağıntı kurabilirsek, o iki
kümedeki eleman sayıları eşittir. Görüldüğü gibi her iki durumda da evrensel
bir imgeyi kullanmadık. Dolayısıyla matematiğin büyük patlamadan önce de var
olduğunu iddia edebiliriz. Hatta Tanrı var olsa bile bu gerçek değişmeyecektir
çünkü Tanrı da bir olmakla kendisini vasıflandırır. İslam’ın Tanrı’sının bir
adı da “Ehad” (Bir)’dır. Bunun yanında birin dışında diğer sayıların var
olduğunu ama kendisinin diğer sayılarla ilişkilendirilemeyeceğini ifade etmek
için bir başka adı da “Vahid” (Tek)’dir.
Başlangıçta verdiğim hedefi bulmuş
ok örneğine dönersem, evren hedefi 12’den vurmuş bir ok değildir. Ok tahtayı
bulduktan sonra, dairelerin okun ucunu merkez alarak çizildiğini de iddia
etmiyorum. Okun ve iç içe geçmiş dairelerin birlikte yeşerdiklerini, birlikte
var olduklarını ve bir gün yok olacaklarsa yine birlikte yok olacaklarını iddia
ediyorum. Yani başlangıçta bir tahta vardı. Zamanla bu tahtanın herhangi bir
yerinden bir ok yeşerdi. Okun yeşerdiği noktanın etrafında da eşmerkezli
daireler oluştu. Sonradan tahtanın başına gelenler (burada Paley’in saati
örneğine geri dönüyoruz), o oku oraya atan kartal gözlü okçuyu aramanın derdine
düştüler. Kimileri de dairelere hayran kalıp, daireleri çizen ressamı aramaya
başladılar. Bu ressam benzetmesini
bilinçsizce yapmadım. Sırası gelince estetik/etik kanıtı da burada
tartışacağım.
---
Vakit geç oldu (2:22 am), yoruldum. Yazıyı
baştan sona bir kere daha okuyup sayfaya koyacağım. Şu anda okumakta olduğum
kitabı bitirir bitirmez, kozmolojik kanıt üzerine yazacağım.
---
* Sonlu bir evrenin neden sonsuz güçte bir Tanrı gerektirdiği
sorusunu ilk olarak David Hume sorar. Eğer evren sonluysa onu yapan Tanrı bu sonlu
yükten on kat, yüz kat ya da ne bileyim bir milyon kat güçlü olsun. Bu durum
hiçbir şekilde Tanrı’nın sonsuz güçte olmasını gerektirmez. Sonsuz kavramındaki
çelişkiye ileride değineceğim.
** Yukarıda hafiften değindim.
İleriki yazılarda yasaların neden matematiksel olduklarını detaylarıyla
inceleyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder