Bu Blogda Ara

30 Ağustos 2017

Kaşgar Notları 7: Taklamakan Çölü'nde Zaman, Mekân ve Bellek


Herkesin, her ne kadar saklamak niyetiyle şekilden şekle girse de, akılla ya da akılsallıkla açıklanamayan korkuları ve endişeleri vardır. Ben her şeyin yolunda gittiği bir günden sonra kötü bir deneyimin kapıda beklediğine dair irrasyonel bir kaygı duyarım. Önüne geçemem ya, içimi kemirir bu duygu, evhamlı bir insan olduğumu kabul etsem de değiştiremem kendime karşı takındığım bu gaddar tutumumu. Üstüste beş defa tura geldikten sonra bir sonraki denemede yazı geleceğinden emin olmak gibi bir şey bu. Oysa yazı gelme olasılığı ne artmıştır ne de azalmıştır. Bağımsızdır geçmişten! Bozuk paranın senin hafakanlarından haberi yoktur. Hatta beş defa üstüste tura gelirken senin bu duruma sevinmemene ya da şaşırmamana bile karışmaz para. Senin bu aşırı şanslılığa kayıtsız kalma durumun tahlil edilmesi gereken ilk sorundur ama işine gelmez bunu akla getirmek. O sırada evrenin en tarafsız nesnesi olan ve tüm bu tarafsızlığıyla seni çileden çıkarmaya devam eden bozuk paraya yüklersin tüm sorumluluğu. Ahh insan ve onun uslanmaz bilinci, nasıl da çileden çıkarıyor doğayı her saniye, yeniden ve yineden!


 Kaşgar’daki ilk günüm o kadar planlara uygun ve o kadar güzel geçmişti ki ikinci günde bir arıza çıkacağından beş turadan sonra gelecek olan yazıdan emin olmam kadar emindim. Bu kadar zaman kendisini tuttuğuna göre artık zamanıydı bazı şeylerin. Sabah saat onda gelmesi gereken minibüs on birde geldi. “İşte” dedim, “Bu ilk işaret.” Tam bir saat bekledim yol kenarında. Çocuklarını arabayla okula getiren babaların gurur dolu bakışlarını izledim, çocuğu kaldırıma çıkıp polis kontrol noktasındaki araçlar için konmuş demir çubuğun altından bir kedi kolaylığıyla geçene kadar bir yere kımıldamayan tedirgin anneleri gözlemledim, beni sırtımda ufak bir çantayla yol kenarında beklerken görüp de taksi aradığımı zanneden şoförlere elimle “Hayır, taksi beklemiyorum.” işareti yaptım, güneş yükseldikçe yerimi değiştirdim, gittikçe incelen bir trafik işareti gölgesinde ben de incelip büzüldüm ve nihayetinde gelen minibüse bindim. İskender’e göre gecikmenin nedeni gaokao sınavı dolayısıyla kapatılan yollarmış. Minibüste benden başka kimse yoktu en başta. Önce yaşlı iki adamı aldık büyük bir otelden, sonra da genç bir çifti. Şehrin içinde bir saati de bu şekilde harcadıktan sonra saat on iki gibi Taklamakan Çölü ve Deva Gölü’ne (Devakul) doğru hareket ettik. Minibüste benden başka herkes Çince konuşuyordu ve benden başka kimse İngilizce konuşmuyordu. İşin kötüsü Uygurca konuşan da yok! Bildiğim üç beş Çince kelimeyle genç çiftin Urumqi’den geldiğini, yaşlı amcaların da Guangzhou’lu olduğunu öğrendim. Dilim daha ayrıntılı bilgiler almaya yetmeyeceği için yanıma aldığım kitaba çevirdim başımı. Yol uzun sürecekti, en az iki buçuk saat. Hazırlıklı gelmek zorundaydım.
Dönüşte çektiğim fotoğraflardan. Yolla köyü ayıran duvarlarda buna benzer, Uygurların kültürlerini, geleneklerini ve Çin devletine minnettarlıklarını tasvir eden yüzlerce resim var. 
 Geniş ve bakımlı yollarda ilerledik bir saate yakın. Hava ısınmış, minibüsün kliması iyice yetersiz kalmaya başlamıştı. Bir de ben enayi gibi cam kenarına oturmuştum, yüzümü korusam dizim, dizimi çeksem kolum maruz kalıyordu güneşin ışığına. Yine de memnundum halimden. Kitap iyiydi, araba sessizdi –yaşlı amcalar uyukluyordu, genç muhabbet kuşları da kulaklık paylaşarak müzik dinliyorlardı- ve en önemlisi gidiyorduk. Ta ki polis kontrol noktasına varana kadar. Burada tüm yolcuları indirdiler, kimliklerimizi (benim pasaportumu) aldılar ve bizi içinde gelişmiş metal tarayıcıların –metal bir odaya giriyorsun ve üç boyutlu olarak tüm vücudun taranıyor- olduğu bir binaya soktular. Neyse, hep birlikte indik, yürüyerek binaya girdik, tarayıcılardan geçtik. Beş dakikalık bir resmi prosedür sonuçta, geçip gideceğiz ve bir saat sonra çölün kırmızı kumlarına kavuşacağız. Meğer şansımın yaver gittiği son noktaya varmışım da haberim yokmuş. Sabahki gecikme fırtına öncesi yaklaşan kara bulutlarmış. Beşinci tura da gelmiş yani, artık yazı zamanı! Onlar kimliklerini alıp gittiler ama ben pasaportumu alamadım.

Bindiğimiz fayton.
Yanındaki polis memurlarının çekingen tavırlarına bakılınca üst rütbeli olduğu anlaşılan bir polis amiri –Başka yerde görsem Niğdeli ya da Gaziantepli diyebileceğim düzeyde Türkiye Türklerine benziyordu- benim pasaportumu eline almış, sallayarak minibüsün şoförünü azarlıyordu. Ne olduğunu anlamak için cama yanaştım. Çince konuşarak öğretmen olduğumu, Changzhou’da yaşadığımı, pasaportumda da çalışma ve oturma izinlerimin yazılı olduğunu söyledim. Sonra pasaportu polis amirinin elinden alıp –bu ne cesaret!- vizeyi gösterdim. Polis bir bana bir pasaporta bir de şoföre bakıyordu. İkna mı olmuyordu yoksa başka bir şey mi vardı anlamam zordu. Aralarında konuşmaya devam ettiler. Ben bir kenara çekilip bekledim. Yarım saat geçti, şoför sağa sola telefon ediyordu. Bizi durduran polis amiri de ortalıktan kayboldu. Bir ara geri geldi, elinde telefon odanın içinde sinirli adımlar attı. Yok, sorun her neyse çözülmüyordu. Ben bir kere daha şansımı deneyeyim diye cebimdeki sigorta kartımı –okulun adı geçiyor üzerinde-, ATM kartımı ve Changzhou’da yaşamayan bir insanın asla taşımayacağı lokanta indirim kartlarını gösterdim. Polis benim kartları görünce, “Bu dangalak hiçbir şeyi anlamıyor” gibisinden bir tavırla, aç bir dilenciyi görmezden gelen ehl-i keyf bir lokanta müşterisi gibi savuşturdu beni. Sanırım sorunu çözecekse şoför çözecekti. O da ikide bir elindeki belgelerin ve benim pasaportumun fotoğrafını çekip wechat’le birilerine gönderiyordu. Bu sırada dışarıda güneşin altında park edilmiş olan minibüste bekleyen diğer dört yolcudan ikisi –genç çift- beklemekten sıkılmış olacaklar ki geldi durum hakkında bilgi almaya. Beş dakika ortalıkta dolandıktan sonra hiçbir şey öğrenemeden gittiler. Ben de artık sinirlenmeye başlamıştım. Bir yandan da içimde kabaran mahcubiyet var, elimde olmadan suçluluk hissediyorum diğer yolculara karşı. Benim yüzümden bekliyorlar, tatilleri heba oluyor. Elimdeki telefonu polise uzatıp “İstersen okul müdürümü ara. Onunla konuş. Kendisi Çinlidir.” gibi bir şeyler söyledim. Polis amiri telefona dokunmadı bile. Dört parmağını birleştirip, avucunun içine doğru kıvırdı ve elinin tersi bana bakacak şekilde açıp kapadı birkaç defa. Ne yapsam yaranamıyordum bu amire. Oysa Behzat Ç’nin bütün bölümlerini izleyerek polis amirleri hakkında az çok bilgi sahibi olduğumu düşünürdüm. Yenik bir kumandan ya da karnına tekme yemiş bir köpek; neye benzetirseniz benzetin, çekildim köşeme ve beklemeye başladım. Ağzımı da açmadım. Bir saat daha bekledik ve nihayetinde ne olduysa oldu, sorun çözüldü. Tam iki saatimi klimalı, apaydınlık bir odada gereksiz yere geçirmiştim. Oysa benim şu anda çölde, ince kum tanelerinin üzerine oturup rüzgârla dans eden tepeleri gözetlemem gerekiyordu. Polis amiri sinsi sinsi gülüyordu bana pasaportumu teslim ederken. “Bir daha gelme buralara, iki saat değil iki gün bekletirim seni.” diyen bakışlardı bunlar.
Devakul - Deva Gölü 
Acele adımlarla çıktım dışarıya –karar değiştirir de beni daha çok tutar diye kaygılanarak belki de- , şoför de en az benim kadar rahatlamıştı herhalde. Arabaya bindik, en az üç defa özür diledim diğer yolculardan. He ne kadar bir kusur işlememiş olsam da yüzüm yerdeydi. “Grengjai”[1]ın tavanını yapmıştım. Uçağa biner binmez bebeği ağlamaya başlayan ve inene kadar susmayan bir anne gibiydim işte! Oturdum koltuğuma ve yolu izlemeye devam ettim. Kafam davul gibi şişmişti, ne gördüklerimden bir zevk alabiliyordum artık ne de anlamlandırabiliyordum etrafımdakileri. Havası söndüğü için odanın bir köşesinde unutulan bir balon gibiydim. Sittin sene geçse kimse görmeyecekti beni, görmesindi de zaten! Uyumak istedim ama sinirden uyuyamadım da! Öylece, tıpkı gördüğü her şeyi yemeye ya da yok etmeye programlanmış bir zombi gibi; nefretle baktım kavak ağaçlarına, ağaçların arkasında görünen renkli duvar resimlerine, resimlerde tasvir edilen Çin devletine minnettar köylü ailelere, yol kenarında yürüyen çocuklu kadınlara ve at arabalarına, yüksek duvarların arkasından sadece çatıları görünen köylere, o köylerde sessiz sakin yaşayan insanlara…

Çöl'de modern bir deve. Hörgücünde sanıldığı gibi su yok, yağ var :)
Ne kadar zaman yol adık bilemiyorum. Vardığımızda dışarısı fırın gibi ısınmıştı. Biz de fırına sürülme kıvamına gelmiş, ince dilinmiş patatesler gibiydik. Bilet alıp milli park alanına girdik. Girişte şoför herkese güneşten korunmaları için şapka almalarını önerdi. Baktım, Moğolistan’dan aldığım ve henüz kaybetmediğim siyah kepim dört bir yanımı yakan bu güneşten beni korumakta yetersiz kalıyor. 20 Yuan verip kovboyların giydiklerine benzeyen geniş bir şapka[2] aldım. Geniş olduğu için hem alnımı hem de ensemi aynı anda gölgeliyordu. Herkes hazır olduktan sonra az ileride bizi bekleyen at arabasına bindik. Başka bir seçenek olsaydı belki binmezdim ama burada ne mesafeyi biliyorum ne de tam olarak nereye gideceğimi. Mecburen bindim. Ayrıca hayvan gayet besiliydi. Bizim Büyükada’daki zavallı cılız hayvanlara benzemiyordu. İndiğimiz yerde de çayır bir gölgelikte bekletiliyorlardı.
Belleksiz ve zamansız çöl!
At arabası yolculuğu beş dakikadan az sürdü. Yol dümdüzdü, en ufak bir yokuş olmadığı gibi en yumuşağından bir kıvrım bile yoktu. Vardığımız yer Deva Gölü[3] denilen yerdi ama benim göle zırnık kadar ilgim yoktu. Çin’in her yeri göl dolu zaten, her şehri, her şehrindeki her parkı… Hem zaten ufacık bir yer, doğal mı yapay mı onu bile anlayamadım! Ben gölü değil, çölü görmeye gelmiştim. Çölle ilgili ya da kısmen de olsa çölde geçen filmleri ve romanları[4] büyük bir iştahla, bazen defalarca deviren birisi olarak önemli bir misyon bu benim için. Arabadan iner inmez de oradaki diğer at arabası sürücülerine çöl resmini gösterip “Taklamakan” dedim. Bana göl kenarında park etmiş olan, dev tekerlekli jipleri gösterdiler. Bu sırada beraber geldiğimiz genç çift bizden ayrıldı. İki kişilik bisikletlerden birisine binip gölün etrafında turlamaya gittiler. Ben ve iki yaşlı amca bizi çöle götürecek olan jiplere yanaştık. Tekerlekler sadece yüksek değiller, aynı zamanda oldukça kalınlar. Sanırım çöldeki kumu tutmaları ve kaymamaları için kalın olmaları gerekiyor, yoksa devrilir gider araç.
Uzaklarda siyah siyah noktalar. Belki de bir köy ya da bir vaha!
 Araçların yanındaki görevli biraz İngilizce konuşuyordu. Jipler güvenlikliymiş, oturunca emniyet kemerimi bağlamamız gerekiyormuş. Ayrıca yolculuk sırasında elimizde bir şey tutmamız –telefon, fotoğraf makinesi, kamera vb- kesinlikle yasakmış. Üç km kadar çölün içerisine girince araba duracakmış, o zaman doya doya fotoğraf çekebilirmişiz. Paraları ödeyip jipe bindik. Emniyet kemeri basit bir şey sanıyordum. Önce karnımızı tutan bir şerit geçirdi görevli adam, sonra da her iki omzumu da çaprazlamasına kavrayan iki tane daha şerit. “Bu biraz abartı olmadı mı?” diye söyleniyorum içimden. “Savaşa mı gidiyoruz? Altı üstü üç km, gerek var mı bu kadar önleme?” İçimden konuşturdum adamı “Birazdan görürsün sen, aptal laowai!”
Ben ve milli parkın girişinde aldığım kısa ömürlü şapkam
Kontağın ilk çevrilişinde çalışmadı araba. İkincide de çalışmadı. “Lan dedim, çölün ortasında da kalmayalım böyle.” Üçüncüde çalıştı ama benim tedirginliğim geçmedi. Araba hareket etti yavaşça. Tozlu bir yolda azıcık ilerledikten sonra köhne bir kapıdan geçip çöle girdik. Kocaman çöle bir kapıdan girmek de ayrı bir tuhaflık. Zaten her yer açık arazi, sırf yol olduğu belli olsun diye ve arabalar izinsiz girmesin diye kapı yapmışlar. Çöle girer girmez de yolculuğun ayarları değişti. Bundan sonrasının şimdiye kadar bindiğim rollercoaster’lardan farkı yoktu. Tek farkı yolun olmaması ve raylar üzerinde ilerlemiyor oluşumuz. Araba bir sola yatıyor, bir sağa. Tepeleri çıkıyor, ardından tepe aşağıya derin bir çukura giriyor, sonrasında çukurun iç çeperinde döne döne tekrar yukarı çıkıyordu. Biz yolcular olduğumuz yerde hopluyor, zıplıyor, sağa sola yatıyorduk. Ben sol elimle kapının üzerindeki tutacağa, sağ elimde önümüze konmuş demir boruya tutunmuştum. Şehir içi otobüslerde bile bu kadar tutunacak yer yoktur herhalde. Demek geçmişte düşenler olmuş, o yüzden tedbirleri abartıyorlar. Sanırım tüm yolculuk beş dakika falan sürdü ama midemi altüst etmeye yetti. Az daha gitsek herhalde olduğum yere boşaltacaktım sabahki yediklerimi. Yüksek bir tepenin zirvesine varınca durdu araba. Emniyet kemerlerimizi bin bir zorlukla çözüp indik. Ve işte, önümüzde uçsuz bucaksız kum tepeleri, bambaşka bir hayatı müjdeler gibi bize bakıyordu.

Guangzhoulu amcalardan birisi
Çölün bana anımsattığı iki temel kavram vardır. Birincisi mekânsızlık ve beraberinde getirdiği zamansızlık, ikincisi ise belleksizlik. Mekânsızlık kavramını, çölün ortasındayken her yönün aynı olması anlamında kullanıyorum. Yıllar önce yazdığım bir şiirde (şiirimside) “Çöl de bir tür labirent sayılmalıdır.” demiştim. Bu sözde hem Borges’in anlattığı Babil kralıyla Arap emiri arasında geçen hikâyeye gönderme vardı hem de Kafka’nın “Bu kadar geniş meydanlar yaparlar da neden ortasından geçen bir yol yapmazlar?” sorusuna. Modern insan kendisine verilmiş yollara alışık; ya yol yapılmış, döşenmiş, kendisi için hazırlanmış olacak ve ona sadece yola düzülmek kalacak ya da kendisinden önce en az birisi gitmiş olacak ki yolun bir yere çıktığından emin olsun. Oysa çöl, üzerine bıçak yarası gibi çizilen ayak izlerini birkaç saat içinde kapatma huyuyla, sürekli değişen coğrafyasıyla ve insanı kendisine düşman eden sıcağıyla yoldan en mahrum yerdir, hatta yolun tam tersidir, yol-bol-un mekânı olan uygarlığa inat, yol-suz-dur. Dolayısıyla mekân kavramı çöl için gelişmemiştir, çöl olarak kaldığı sürece de gelişmeyecektir. Bu yüzden çölde yolcu olmaz. Tüm yönlerin birbiriyle aynı anlama gelmesi de bu yüzden önemli bir ayrıntıdır. Birini diğerine tercih etmeniz için bir referans noktanız olmalı. Güneşin en tepede olduğu bir vakitte neyi referans alıp da yönünüzü belirleyeceksiniz? Tabii ki usta seyyahlar vardır, yolunu yordamını bilir ama ben işin karanlık tarafında kalmaya razıyım şimdilik. Her şeyi bilince şiiri kaçıyor baktığınız yerlerin. Lawrence Durrell’in Balthazar’ında bir karakterine dedirttiği gibi: Eğer şeyler hep göründükleri gibi olsalardı insan imgelemi ne kadar yoksullaşırdı. Değil mi ya? Referans noktası olmayan insan kendisini var etmekle yükümlüdür. Hiçlikle, yani annesinden doğduğunda sahip olduklarıyla varmıştır çölün bağrına. Çıkacaksa da saflığını koruyabilirse çıkacaktır.

Zamansızlık da mekânsızlığın en doğal çocuğudur. Mekân olmadan değişim mümkün olmaz, değişim mümkün olmadan zamanı kavrayamayız. Zaten zamanı var eden –var olduğu hissini bizde uyandıran- şey, mekânı istediğimiz kadar küçük parçalara bölebiliyor oluşumuzdur. Çölde zaman ise, tıpkı mekân gibi, ha yoktur ha vardır! Birbirine tıpatıp benzeyen kum tepelerinin arasında amaçsızca dolanan, ayağını bastığı yerden havalanan birbirinin aynısı kum tanelerine hayranlıkla bakan, yukarıdan aşağıya gözeden çıkıp yolunu yaparak ilerleyen su gibi akıp giden kum seline bakarken; geçmişini unutan bir insan için saniyelerin, dakikaların, saatlerin nasıl bir anlamı olabilir? Farkın olmadığı yerde zaman yiter, gömülür ve çürür. Dali’nin eriyen saat imgesinde olduğu gibi, zaman sadece eriten değildir, aynı zamanda eriyenin ta kendisidir. Bunu da bize en iyi çöl anlatır.


Çölün belleksizliği de göbek bağıyla zamansızlığına bağlanabilir ama yine de belleksizlikle geçmişten bağlarını koparma anlamında kullanacağımız özgürlüğü / bağımsızlığı birbirine karıştırmamak gerek. Belleksizlik, tıpkı sürekli bir Markov Zincirinde ya da Üssel Hayatta Kalma Fonksiyonunda olduğu gibi, geçmişi yok saymakla kalmaz, tecrübeyi de yok sayar. Eğer savaşa giden bir askerseniz, bu güne kadar kaç yıl yaşamış olduğunuzun bir önemi yoktur. Her an ölebilirsiniz. Geçmişinizin, ailenizden aldığınız genlerin, hatırladıkça yüreğinizi burkan eski aşkların size savaşta bir yararı da olmaz bir zararı da. Hele ki fiziksel gücün ve deneyimin değil de her an her yerde patlayabilecek bombaların, misillerin, kimyasal / nükleer silahların sözlerinin geçtiği günümüzde. Bir makineyseniz, daha önce kaç kere bozulmuş olmanız ya da hangi aralıklarla bozuluyor olmanızın bir önemi yoktur. Geçmiş yoktur, geçmişten öğrenilen bir şey de yoktur. On yıl çalıştığını bildiğiniz bir makinenin on beş yıldan fazla çalışma olasılığı, aynı makinenin beş yıldan fazla çalışma olasılığına eşittir. [P(x>m+n / x>m) = P(x>n)] İşte çöl benim gözümde böyle bir belleksizlik durumudur. İçine giren insanı ayırmaz, kategorize etmez, kim olduğuna bakmaz. Geçmişinden ve kazanımlarından soyutlar. Kızgın kumların arasında kıvrım kıvrım sürünen yılanda, ayağın bastığı yerde dalgalanan evrensel tozda, yıllar önce yutulup çürütülen bir hayvanın kemiklerinin bir anda karşımıza çıkışında, sürekli yer değiştirerek bizimle şaşırtmaca oynayan tepelerde, güneşin yenilmez ve inatçı düşmanlığında, dalga dalga akan kum derelerinde, emip eriten bataklıklarında ve dirilten vahalarında, at semerini andıran geniş ama derin olmayan çukurlarda, yalnız başına yaşayan ağaçlarında ve en çok da akla hayale sığmayacak incelik ve hafiflikle havaya karışan kum tanelerinde soluk alıp verir, yaşamaya devam eder çöl. Var olma savaşı veren insanı önce baştan çıkarır sonra da yıkıp bir daha yaratır. 

Bir ayna olur insanın kendisini görebilmesi için; en samimi, en yassı, en dürüst yüzeydir kumların kızdırdığı hava ve bu havanın insana gördürdüğü efsanevi seraplar. İnsan bakmasını bildiği sürece de yapacaktır görevini çöl. Ona mekânsızlığın, zamansızlığın ve belleksizliğin ortasında hiçlik neymiş, nereden gelir nereye gidermiş öğretecektir bir bir. Kırk develi kervanların öğretemediğini, serin ve havadar sınıfların belletemediğini, anne babanın şefkat engeline takılıp ihmal ettiği gerçeği tüm yalınlığıyla haykıracaktır çöl. Uçsuz bucaksız kum denizinde insanın da rüzgârın savurduğu bir kum tanesinden farksız olduğunu ve ancak bu farkındalıkla bir yere varabileceğini –bir yere varacaksa eğer!- anlatacak sabırla ve inatla. İnsan bu, direnecek anlamamak için, kendi bildiğini okuyacak, sanacak ki kendisi çölün bir parçası değil, sanacak ki kumlardan daha üstün, daha akıllı, daha çeviktir kendisi. Aldanacak oysa, tıpkı kendisinden önce gelenlerin aldandığı gibi. Belleksizlik değil bu, kibrin idare ettiği ahmaklık olacak. Ve sonu geldiğinde, kumlara karışırken bile inkâr edecek baştan beri içinde bir çöl taşıdığını ve ölümün aslına, yani çölün hiçliğine dönmekten başka bir şey olmadığını. Anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Bir kere verilen hayat fırsatı geçmiş, kibir galip gelmiş olacak.

Bu ve benzeri düşüncelerle geçiyor çöldeki dakikalarım. Fotoğraflar çekiyorum, kumla oynuyorum, uzaklara gözümü dikip doya doya bakıyorum dalgalı kum denizinin gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisine. O zaman anlıyorum “Taklamakan” kelimesinin[5] anlamını. Bizi getiren arabanın şoförü geri dönüş çağrısını yapana kadar sessizce dinliyorum başka zamanlarda dinleyemediğim şeylerin bağrışlarını: Gökyüzüne birbirine dargın komşular gibi dağılmış bulutları, o bulutların ağır ağır ilerleyen gölgelerini, çok çok uzaklarda siyah bir nokta halinde bize el sallayan ağacı, belki o ağacın yakınlarında bir yerlerde yok olmamak için mücadele veren bir vahayı; hiçliği, hiç olmanın dayanılmaz hafifliğini, belleksiz olup dünyayı teğet geçebilmeyi ve en çok da rüzgârı; rüzgârın savurduklarını ve savuramadıklarını…




[1] Grengjai: Tayca’da mahcup olmak anlamına gelen sevdiğim bir kelime. Birinden yardım istemeye ya da birinden bir şey talep etmeye çekiniyorsanız “grengjai” olursunuz.
[2] Maalesef bu şapka Şanghay’da indiğim havaalanında, aceleyle girip çıktığım tuvalette unutulacak.
[3] Devakul: Deva Farsça’da çare demek. Türkçe’ye de girmiş zaten. Kul: Günümüzde kullandığımız göl kelimesinin. Nedense “k” sesi hep “g”ye dönüşmüş modern Türkçe’de. Közà Göz değişimi de böyle. Güzel kelimesi Köz-Al, yani “göz alan, göz alıcı” kelimesinden türemiştir.
[4] The Sheltering Sky, The Woman in the Dunes, Ömer Muhtar, Çöl Şiirleri
[5] Tark: Farsça, terk etmek. Makan: Arapça, mekân. “Terk edilemeyen mekân” anlamına gelme olasılığı varmış. Bir başka olasılık da kelimenin Türkçe kökenli olduğu üzerine. Takla-mekân: Kalıntılar mekânı.

*** İlk iki ve son üç fotoğrafı ben çekmedim. Zaten anlaşılmıştır ama ben yine de yazayım. İnternette buldum bu resimleri, açık kaynaklardan. 

29 Ağustos 2017

Duvar 6: Qi Xi Bayramı

Dün akşam yemekten sonra yürüyüşe çıkınca fark ettim varlıklarını. Sokak lambalarının zayıf ışıklarının vurduğu kaldırımlarda, dükkânların renkli vitrinlerinin önlerinde, AVM’lerin en işlek koridorlarında konuşlanmışlar; gül, çikolata, çiçekli taçlar ve kırmızı balonlar satıyorlar. Satıcıların da alıcıların da büyük bir çoğunluğu gençler. Sonra düşündüm, Çin yeni yılından beri kaç ay geçtiğini saydım. Evet, bu o olmalıydı. Qi Xi Bayramı (Yedinci Gece Bayramı) eli kulağında bekliyordu Çinli gençleri ve kendisini genç hissedenleri karşılamayı.

Qi Xi, ‘Yedinci Gece’ demek ama bu bayram “Çift Yedi Bayramı” olarak da bilinir. Çünkü Çinlilerin kullandığı geleneksel ay takvimine göre yedinci ayın yedinci gününe denk gelir. Bu yıl bayram 28 Ağustos tarihinde kutlanıyor. Hikâyesi hem romantiktir hem de trajik. Zaten bu yüzden ölümsüzdür; tıpkı Romeo ve Juliet gibi, Leyla ile Mecnun gibi. Gerçi sadece Çin’de kutlanmıyor bu bayram. Kore’deki adı Chilseok, Japonya’daki adı Tanabata’dır.
Efsanenin 2 bin 600 yıllık bir geçmişi var. Han Hanedanı zamanında yaşayan bir sığır çobanıyla göklerden inmiş bir tanrıça kızının ölümsüz hikâyesidir yüzyıllardır anlatılagelen. Niulang, bir derenin kenarında otlayan sığırlarını beklerken karşısına çıkan güzeller güzeli Zhinü’ye (Cığnü) âşık olur. Oysa Zhinü, her ne kadar pek hamarat bir dokumacı olsa da, köydeki diğer kızlardan farklıdır. Ölümsüzdür, bir tanrıçanın kızıdır ve daha da kötüsü annesinin haberi yoktur dünyaya indiğinden. Buna rağmen evlenirler ve iki çocuk yaparlar. Her ikisi de birbirlerinden ve çocukların memnun bir şekilde mutlu bir hayat yaşarlar.

Sonrasında her nasılsa Zhinu’nun annesi durumdan haberdar olur ve beklenildiği üzere kızına çok sinirlenir. Nasıl olur da bir tanrıçanın kızı ölümlü bir insanla evlenebilir? Hem de kendisinin fikrini sormaksızın böyle bir işe girişir! Kızını hemen göklerdeki sarayına geri çağırır. Gelmek istemeyen Zhinü zorla getirilir. Artık her iki âşık için de hasret dolu günler başlamıştır. Niulang özlediği karısı için günlerce göz yaşı döker, yemeden içmeden kesilir. Bu durumu fark eden bir öküz Niulang’ın yanına gidip “Beni öldür* ve derimden üç çift pabuç yap. Bir çift kendine, iki çift de çocuklarına. Bu pabuçlar uçmanızı sağlayacak ve böylece sen çok sevdiğin karına, çocukların da annelerine kavuşacaklar.” der. Niulang çaresizdir, her ne kadar öldüreceği öküze üzülse de öküzün önerisini yerine getirir ve deriden diktiği pabuçlarla karısını görmeye gider. 
Kızının kendisinden izin almadan dünyalı kocasıyla buluşacağını sezen anne tanrıça, buluşmaya ramak kalmışken saçından çıkardığı tokayla uzayın boşluğunu yırtar ve iki sevgiliyi ebediyen birbirinden ayıran geniş bir nehir yaratır. Efsaneye göre bu nehir Samanyolu’nun ta kendisidir. Bu son müdahaleden sonra Zhinü’yle Niulang’ın buluşması imkânsız hale gelmiştir. Birisi Vega yıldızıyla temsil edilir, diğeri Altair yıldızıyla. Nehrin iki yakasında oturup, asla birbirlerine kavuşamayacaklarının acısıyla birbirlerine bakarlar bin yıllar boyunca. Fakat, yılda bir kere, yedinci ayın yedinci gecesinde, bu iki umarsız âşığın hazin haline acıyan saksağanların yüz binlercesi bir araya gelip göğün üzerine uçarlar. Orada, Zhinü’yle Niulang’ı ayıran nehrin üzerinde kendi bedenlerini birleştirerek bir köprü oluştururlar. Bizim zavallı âşıklarımız da yılda bir kere de olsa buluşurlar, hasret giderirler, mutlu olurlar.

Geleneksel olarak Qi Xi bayramı evlilik çağına yaklaşan genç kadınların tapınaklara gidip el işlerinde beceriklilik, hayırlı bir koca ve sağlıklı evlatlar için dileklerde bulundukları gündür. Aynı şekilde yeni evli çiftler de bereket ve bolluk için sunaklara hediyeler götürürler. Ev işlerinde hamaratlık, özellikle evlenilecek erkeğin ailesince arzulanan bir özellik olduğu için genç kadınların dileklerinin arasına dâhil edilir. Genç kadınlar ev işlerinde ne kadar becerikli olduklarını göstermek için çeşitli yarışmalara katılırlar. Bunlardan en ilginçlerinden birisi, kendisi de hamarat bir dokumacı olan Zhinü’nün anısını yaşatma adına yapılan, zayıf ışıkta ipi iğneye geçirme yarışıdır. Eğer Qi Xi gününde yağmur yağarsa, düşen yağmur damlaları köprü üzerinde buluşan yorgun ama mutlu âşıkların gözyaşları olarak yorumlanır.
Şimdilerde Çin’in Sevgililer Günü diyenler de oluyor Qi Xi Gününe ama gereksiz ve hatta haddini aşan bir özentidir bu yaklaşım. Hayır; Youtube’e, Facebook’a, Twitter’a haklı gerekçelerle muadiller yaratan Çin, Avrupalının Aziz Valentin Günü’ne de bir muadil yaratmak zorunda değil. Daha çok tüketim toplumunun her türlü değeri metâlaştırma çabasının bir ürünü bayram günü karşılaşılan tüm bu renkli görüntüler. Küresel ağa iyice adapte olmuş ve omuriliğinden dünyanın her bir yerine ticari ağlarla bağlanmış bir ülkenin farklı bir yol izlemesi neredeyse imkânsızdır. Vatandaşın bir numaralı görevi tüketmek, iki numaralı görevi daha çok tüketmektir. Arzuların ihtiyaca, ihtiyaçların lükse kaydığı bir devirde gençler, dünyanın neresinde olursa olsun, dağda tek başına gezen bir ceylandan farksızdırlar. Kurt eninde sonunda geçirecektir dişlerini o ceylanın yumuşak boynuna. Geçirecek ve tadına varacaktır kanın. Bir kere tattı mı da bir daha kolay kolay bırakmayacaktır.

Evet, gitgide maddi değeri yüksek hediyelerle anılmaya, âşıkları birbirine yaklaştırmak yerine, karşılanamayan beklentiler yüzünden ayrılıklara neden olan bir güne dönüşmektedir Qi Xi Bayramı. Paranın değdiği, değer değmez özgünlüğünü bozduğu her şey gibi o da tüketilen ve bir tarafa atılan bir ürüne dönüştürülmekte. Dileğimiz bu yılki bayramın tarihsel anlamından fazla uzaklaşılmadan kutlanmasıdır. Her ne kadar bu temenninin uzak bir ihtimal olduğunu bilsek de…
---
* Burada sevgiliye yaklaşmak için bir hayvanın kesilecek olması ilginç bir rastlantıdır. İbrahimi dinlerde de benzeri bir hikâye vardır. Tanrı'ya yaklaşma, onun sevgisini kazanma adına İbrahim oğlunu tam kesecekken Tanrı ona bir koç gönderir. "Kurban" kelimesinin Arapça'da "yaklaşma" anlamına gelmesi de bu yüzdendir. Yani, kul kurban keserek sevdiği Tanrı'ya yaklaşır. 

27 Ağustos 2017

Kaşgar Notları 6: Kaşgarlı Mahmut


Türbenin bahçesinin girişindeki Kaşgarlı Mahmut heykeli.
Kaşgarlı Mahmut’un türbesi diğer iki türbe gibi kentin içinde değil. En az bir saatlik bir yol gideceğiz. Ben sıcaktan bunalmış bir halde, erimiş dondurma gibi düşüyorum arabanın arka koltuğuna. İyice dağılmışım zaten. Pasaport, defter, kalem, Kaşgar hakkında internetten aldığım çıktılar, haritalar, biletler… Biraz toparlanıyorum araba kentin dışına doğru yol alırken. Defterime birkaç not alıp her yanımızı çevreleyen geniş ovaya ve çok ama çok uzaklardaki puslu dağlara çeviriyorum gözlerimi. Tepelerde hâlâ kar var. Kaşgar’ın bereketinin kaynağı eriyen bu karların oluşturduğu dereler olsa gerek. Bu kentte kavundan kiraza, erikten şeftaliye, hatta karpuzdan armuta her türlü meyve yetişiyor. Yüzyıllar önce bu topraklara gelmiş bir gezgin de Kaşgar’da yetişen meyvelerin ne kadar tatlı olduğunu ve bu meyveleri tatmadan buradan ayrılmanın çok büyük bir talihsizlik olacağını yazmış seyahatnamesine. Demek ki o zamanlar da varmış bu bolluk ve bereket.

Girişteki tanıtıcı levha.
Yol geniş ve bakımlı, iki-üç kilometrede bir gözüme çarpan polis arabaları ve çelik yelek giyip omuzlarına makineli tüfek asmış siyah üniformalı polisler artık şaşırtmıyor beni. Tek arzum kontrol noktalarından vakit kaybetmeden ve çok fazla resmi tacize uğramadan geçebilmek. Neyse ki durmamızı isteyen polis memuru arka koltukta bir turist olduğunu görünce çok üstelemiyor. Pasaportuma şöyle bir bakıyor, nereli olduğuma dikkat etmiyor büyük bir olasılıkla. Ne vizeyi inceliyor ne de pasaportun kapağındaki ay yıldızı. “Geç” diyor, bileğine konan bir sineği kovar gibi yaparak. Derin bir nefes veriyorum –demek ki o derin nefesi içimde tutmuşum uzun süre- ama bir yandan da çaktırmak istemiyorum Ahmet’e. Benim neden tedirgin olduğumu bilmese daha iyi. Nasıl anlatacağım adama Çin’deki sınır memurlarının haklı denilebilecek gerekçelerle TC vatandaşlarına kuşkuyla yaklaştıklarını ve bu gerekçeler ne kadar haklı olurlarsa olsun benim alınan bu tedbirlerden ciddi anlamda huzursuz olduğumu! Hoş, yanlış bir şey yapmış değilim, yapacak da değilim ama Çin burası ve Kaşgar gibi bir sınır bölgesinde yalnız başına gezen TC pasaportlu bir turisti gördüler mi nasıl davranırlar kestirmek mümkün değil. Havaalanında bile bir buçuk saat bekletip başıma tüfekli asker diktiklerine göre –öğretmen olduğumu bildikleri ve yanımda eşim olduğu halde- burada kim bilir ne yaparlar! Caydırmak ya da cezalandırmak gibi bir amaçları yok ama zorluk çıkarmaları bile can sıkıcı! Elin Amerikalısı elini kolunu sallaya sallaya sınırları geçsin, biz Türkler saatlerce bekletilelim hiçbir gerekçe gösterilmeden. İnsanın onurunu inciten bir yan var ve yetkililer de büyük bir olasılıkla bunu bildikleri için aynı uygulamalara devam ediyorlar. “Bıksınlar, başkalarına anlatsınlar ve bir daha gelmesinler.” diye belki de.

Kaşgarlı Mahmut'un portresi
Yol kısalıyor polis kontrolünden sonra. Bir yanından dere akan, iki yanı da uzun kavak ağaçlarıyla süslenmiş, ortaokuldaki resim dersinde perspektif konusunu işlerken yaptığımız çalışmaları anımsatan bir yola sapıyoruz. Bu yolun sonunda Kaşgarlı Mahmut’un mezarının olduğu Opal köyüne ulaşmış olacağız. Hedefe yaklaştıkça gideceğim yer hakkındaki bilgilerimi tazeleme isteğim artıyor. Kimdir Kaşgarlı Mahmut? Yazmış olduğu Dîvânu Lugâti’t-Türk neden bizim için bu derece önemlidir? TDK’nın sayfasından aldığım metni okuyorum, ara ara gözlerimi kaçırıp yol kenarında üçtekere bağlanmış eşeği yürüten ya da traktör süren köylülere bakarak.

Dîvânu Lugâti’t-Türk'ün farklı nüshaları
Bulunuşuyla birlikte Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan ve Türkçenin karanlıktaki pek çok konusunu aydınlatan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü bizlere kazandıran, Türklük biliminin (Türkoloji) kurucusu, Türk sözlükçülüğünün atası Kâşgarlı[1] Mahmud’un hayatı hakkında ne yazık ki ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır….. Eser üzerinde çalışanlarca Abul olarak okunan adın Opal olduğu daha sonra ortaya çıkarılmıştır. Opal köyünü “Bizim ilde bir köy adı” sözleriyle anarak Kâşgar’a olan mensubiyetini ifade eden Kâşgarlı Mahmud, buna karşın Opal’ı doğduğu yer olarak belirtmemiştir. Ancak, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te “Bizim ilde bir köy adı”, “Bizim ilde bir yer adı” diye tanımladığı Adıg ve Kası’nın Opal yakınlarındaki yerleşim birimlerinden olması, Kâşgarlı Mahmud’un bu bölgeyle olan ilgisini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.  Farklı görüşler bulunmakla birlikte 1008 yılında doğduğu kabul edilmektedir.
Türbenin kendisi. Arka bahçeden görünüşü. 
Soylu bir ailenin çocuğuymuş ve iyi bir eğitim almış. Ülkede siyasi çalkantılar yaşanınca batıya göç etmek zorunda kalmış. Yıllarca (10-20 yıl) Orta Asya’daki Türk topluluklarıyla birlikte yaşamış. Onların dillerini, kültürlerini ve sözlü edebiyatlarını incelemiş. Daha sonra dönemin bilim merkezi olan Bağdat’a geçip, meşhur eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü yazmış. Bu eserinde 8.000 civarında Türkçe kelimenin anlamını, farklı lehçelerdeki söyleniş şekillerini, kullanım alanlarını örnekleriyle birlikte (Örneğin “Alp Er Tunga öldü mü?” dizesiyle başlayan şiir kendisinden yüzyıllar önce yazılmış / söylenmiş olsa da biz bu şiiri ilk defa bu kitapta görmüşüzdür.)  sunmuş ve 1074 yılında zamanın Abbasi halifesine takdim etmiş. Maalesef, günümüzde bu değerli eserin aslı elimizde yok. Kaşgarlı Mahmut’un eseri bitirmesinden yaklaşık iki yüz yıl sonra (1266’da), Muhammed bin Ebi Bekr adlı Şam’da yaşayan bir kâtip tarafından yazılmış bir kopyesi mevcut ve İstanbul’daki Millet Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor. Bu kopyenin bulunmasının da ilginç bir hikâyesi var ama vaktim yetmiyor hepsini okumaya. Kitabın tarihi ve içeriği hakkında daha ayrıntılı bilgiye TDK’nın ilgili sayfasından ulaşılabilir.  

Türbenin arkasındaki mezarlık. Sağ altta kalan büyük mezar büyük bir olasılıkla Kaşgarlı Mahmut'a ait.
Okumalarım bitmeden türbeye vardığımız için biraz hayıflanıyorum aslında. Hava iyice ısınmış, ısırgan otu gibi yakıyor. Ahmet arabayı türbenin içinde olduğu büyük bahçenin girişinin az yukarısındaki park yerine bırakıyor. Hiçbir şey söylemeden kapısını açıp, koltuğunu yatırıyor. Konuşmadan da anlaşabiliyoruz demek ki. İnip girişe yürüyorum. Ensem, kollarım, hatta bacaklarım bile –kim dedi sana uzun pantolon giy diye ama türbe ziyaretine de şortla gidilmez ki!- cayır cayır yanıyor. Güvenlikten geçip –pasaport kontrolü yok burada- içeriye giriyorum. İlk gördüğüm şey Kaşgarlı Mahmut’un dev bir heykeli. İnce ve uzun bir şekilde tasvir edilmiş. Bizde genelde tarihe mâl olmuş önemli kişiler geniş omuzlu ve cüsseli olarak tasvir edilir. Bu öyle değil, elinde bir kitap tutuyor. Heykelin altındaki taş sütunda da hayatı hakkında kısa bir bilgi verilmiş. Heykelin arkasından yokuş yukarı çıkan merdivenler var ama bir de yol var sola ve sağa ilerleyen. Haritaya bakıp sola sapıyorum. Planım büyük bir daire çizip, bu merdivenlerden inerek turumu bitirmek.

Kaşgarlı Mahmut heykeli, yandan görünüş. 
Sol yol da merdivenlere çıkıyormuş meğer. Türbe de bu merdivenlerin sonundaymış. Ağır ağır çıkıyorum merdivenleri –eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprak yok maalesef!-. Tıpkı Yusuf Has Hacip’in türbesinde olduğu gibi burada da yalnızım. Kimsecikler yok benden başka. Merdivenlerin soluklanma yerinde birkaç Uygurlu kadın ve çocukla karşılaşıyorum ama bunlar yerel halktan insanlar. Buraya gezmeye mi yoksa çalışmaya mı gelmiş olduklarını çıkaramıyorum bir türlü. Kadınlardan birisinin yanında kırmızı bir kova var. Diğeri de uzun bir süpürge tutuyor elinde. Belki de köyden gelen gönüllülerdir. Nihayetinde burası yüzyıllardır ermiş birisinin (Hazret-i Mollam Şemseddin) türbesi olarak biliniyor bu civarda. Kaşgarlı Mahmut'un mezarının burada olduğu yeni elde edilen / speküle edilen bir gerçek. Biraz daha merdiven çıkınca kocaman gövdeli bir kavak ağacına rastlıyorum. Bu ağacın hikâyesi de Uygurca’daki kavak anlamına gelen “ahtirik” kelimesinin kökeni de buradaki duvara yazılmış hikâyede anlatılmış.

Dîvânu Lugâti’t-Türk'ün başındaki harita. Türk dünyasını resmediyor. Aynı zamanda dünyanın yuvarlak oluşuna gönderme de yapıyor. Batıda Avrupa, doğuda ise Çin ve Japonya var. 
Kaşgarlı Mahmut ölümünden on yıl kadar önce dönüyor köyüne. Burada bir medrese açıyor ve talebe yetiştiriyor. Öldüğü yerde, kendisinin diktiği rivayet edilen yaşlı bir kavak ağacı var. Ağaç o kadar yaşlı ki artık boy atamadığı için midir nedir, çınar ağacı gibi kalınlaşmış, tiril tiril serpilmiş. Yapraklarına dallarına kırmızı-beyaz-siyah çaputlar bağlanmış. Bazı renkleri eksik bu yaşlı gökkuşağının altında serinliyorum bir süre, yaprakların rüzgârla dansını izliyorum, nereden geldiğini bilmediğim kuş seslerini ve merdivenin sol yanında yüksek bir debiyle akan suyun şırıltısını dinliyorum.

Kaşgarlı Mahmut'un türbesine çıkan 97 basamaklı merdiven. 
Hikâyeye göre Kaşgarlı Mahmut köyüne dönmeden yıllar önce hocasına sormuş. “Üstadım, ben nereye gömüleceğim?”. Üstadı da demiş ki “Elindeki sopayı toprağa sok, nerede yeşerip dal budak salarsa oraya gömüleceksin.” Kaşgarlı Mahmut yıllar sonra köyüne dönmüş ve bir gün abdest almaya hazırlanırken elindeki sopayı toprağa saplamış. Namazdan çıkıp medreseye dönmeye hazırlanırken bir de görmüş ki az önce toprağa sapladığı sopa yeşermiş, tomurcuklanmış, sağından solundan taze fışkınlar çıkmış. Şaşkınlığını gizlemek ihtiyacı hissetmeden “Ayi Ayi Dierek” (Oh oh ne güzel!)  haykırmış. Hocasının kerametinin yıllar sonra gerçekleşmiş olmasına sevinmiş. “Demek benim mezarım burada olacak.” demiş etrafındakilere. Birkaç yıl sonra vefat ettiğinde de ağacın dallarından birisinin gösterdiği yüksek bir tepeye gömülmüş. Bu arada toprağa sapladığı daldan yeşeren ağaca medresedeki talebeler “Aye Aye Dierek” adını vermişler. Zamanla bu kelime, Uygurca’da bugün “Kavak Ağacı” anlamında kullanılan “Ahtirik”e evrilmiş.

Merdivenin altında yer alan tarihi kavak ağacı. Hikâyeye göre Kaşgarlı Mahmut'un toprağa sapladığı bir sopadan yeşerip büyümüştür. 
Bu bilgilerin hemen yanında bir de Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün en başında yer alan bir harita var. O devrin Türk dünyasını betimleyen harita aynı zamanda bir Türk’ün çizdiği ilk dünya haritası olma özelliğini de taşıyormuş. Bu haritanın merkezi olarak o zamanın Türk hükümdarlarının oturduğu şehir olan Balangur seçilmiş. Diğer şehirler Balangur’a göre konumlandırılmışlar. Bu ve benzeri pek çok bilgiyi hızlıca okuduktan sonra ağacın ilerisindeki doksan yedi basamaklı merdivene yöneliyorum. Basamakların sayısı Kaşgarlı Mahmut’un yaşadığı yıl sayısına gönderme yapmaktaymış.

Orta Asya'ya ait eski bir gelenek olan ağaçlara çaput bağlama geleneği Çin'in diğer bölgelerine de yayılmıştır. Örneğin, yaşadığım kent olan Çanco'daki Tianning Tapınağı'nın bahçesindeki ağaçların dallarında da renkli bezler görmek mümkündür.  
Merdivenin sonunda nihayet türbeyi görüyorum. İçerisi serin, hafif nemli ve sessiz. Görevli kadın köşedeki masasına başını koymuş uyuyor. Benim içeriye girdiğimi fark edince şöyle bir başını kaldırıyor, demir gibi ağırlaşmış gözlerini açmaya çalışıyor. Ağzını açmasa da anlıyorum dediklerini “Bu sıcakta gezilir mi be adam, kıvrıl bir gölgeliğe uyu.” diyor. Ben de içimde “Haklısın bacım ama bizim de görevimiz turistlik. Düştük bir kere kara bir sevdanın peşine.” Baktı olmayacak, o geri dönüyor tatlı uykusuna, ben de gezime. Kadıncağızı uyandırmamaya daha bir dikkat ederek hafif hafif yürümeye gayret ediyorum türbenin içinde. Toplam üç oda var. Birinde sanduka var ama mezar bu sandukada değil, türbenin arkasındaki dağın eteklerine kurulmuş olan mezarlıkta. Türbedar Yasin Kari’ye –yüzyıllardır onun sülalesi bakıyormuş bu türbenin işlerine- göre yaklaşık 20 metre uzaktaymış gerçek mezar. Sandukanın olduğu odanın yanındaki odada Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün farklı basımları var. TDK’nın basmış olduğu birkaç nüsha da burada görülebiliyor. Üçüncü oda ise ufak bir mescit işlevini görüyor.  

Türbenin içindeki sanduka. 
Türbeden çıkıp etrafında dolanıyorum. Arkadaki mezarlık ilgimi çekiyor. Burası aynı zamanda medresenin mezarlığı. Güneşte biraz daha pişip dayanamayacak hale gelince soldan devam ediyorum yoluma. Ahşaptan yapılma bir yola giriyorum. Dağın eteği boyunca ilerliyor bu yol. Böylece türbenin de içinde bulunduğu geniş külliyeyi yukarıdan –ağaçların arasından görebildiğim kadarıyla- izleme imkânım oluyor. Hacet yeri, halvet yeri, çilehane ve tilavethane denilen yerlerin arkasından geçip –zaten ziyarete kapalılar- yokuş aşağıya iniyorum. Ahşap patikanın sonunda, ne amaca hizmet ettiğini anlayamadığım bir mağara buluyorum. Mağaranın ağzındaki kayalara ejderha işlemişler. İçeriye girmek yasak. Etrafta bilgilendirici bir yazı da göremediğim için geri dönüyorum. Bulduğum ilk merdivenden dik bir şekilde giriş kapısına iniyorum.

Dışarı çıkınca Ahmet’i bulmadan önce köşedeki bakkaldan su, yoğurtlu içecekler ve üzümlü / vişneli kek alıyorum. Bakkalı işleten yaşlı amcayla iyi anlaşıyoruz nasıl oluyorsa. O da uyukluyor gerçi ama yine de türbedeki kadına göre daha dinç. Gülerek ayrılıyorum yanından. Arabaya binince aldıklarımın bir kısmını Ahmet’le paylaşıyorum. Oruç tutmamasına rağmen –dondurma yediğine göre- yemiyor verdiklerimi, kapının gözüne koyuyor. Ben yiyorum hemen. Sonrasında da ağır mı ağır bir uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Öyle ki akşam üzeri Kaşgar’ın merkezine geri döndüğümüzde Ahmet beni zor uyandırıyor.  

Varlığının gerekçesini anlayamadığım mağara ve girişi sarmış ejderha. 

[1] Bu arada şunu yeni fark ettim: “Kaşgar” değil, “Kâşgar”mış doğru yazılışı. Bunun nedeni büyük bir olasılıkla kelimenin Arapça yazılışından birinci k sesinin “kef”, ikinci k sesinin “kaf” ile yazılmış olması. Baştan beri şapka kullanmadığım için metin içi tutarlılığı koruma adına düzeltme yapmayacağım.

24 Ağustos 2017

Kaşgar Notları 5: Yusuf Has Hacip

İçinde mezarın ve büstün yer aldığı kubbeli yapı
“Kaşgar deyince akla Kaşgarlı Mahmut gelir ama bizim için önemli bir başka ad olan Yusuf Has Hacip’in ölüm yeri de burasıdır. Kutadgu Bilig’in yazarı olan Yusuf Has Hacip, Balasagun’da doğmuş ve Mutluluk Getiren Bilgi anlamına gelen siyasetnamesini 1070 yılında yazmıştır. Kitap dönemin Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Karahan’a sunulmak üzere yazılmıştır. Mesnevi formatında aruz vezniyle kaleme alınan 88 bölümlük bu eser, metne sonradan eklendiği açıkça bilinen 77 beyit dışında toplam 6645 beyitten oluşur. Eserde temel olarak dört insan tipi idealize edilmiştir. Kraliyeti, adaleti ve yasaları temsil eden Kün-Toğdı (Gün-doğdu). Vezirliğin, saadet ve huzurun şaşmaz öncüsü Ay-Toldı (Ay-doldu). Aklın ve bilginin yılmaz savaşçısı Ögdülmiş. Zahitliğin, kanaat ve sabrın timsali Odgurmuş. Kutadgu Bilig, Karahanlı Türkçesiyle yazılmıştır.”

Girişteki büst
Telefonumdan bu bilgileri okuyarak gidiyorum Yusuf Has Hacip’in türbesine. Ne yola bakabiliyorum bu sırada ne de insanlara. Ben şehrin dışına çıkıp, kilometrelerce yol gideceğiz sanarken çabucak varıyoruz türbeye. Ahmet arabayı kapının hizasından az aşağıya kaydırıyor ve beni burada bekleyeceğini belirtiyor. “Yarım saatten çok kalmam” deyip iniyorum arabadan. Şehrin ortasından geçen geniş bir caddenin kenarında bulunan türbe; sessiz sakin, biraz da kendinden beklendiği üzere vakur bir şekilde karşılıyor beni. Kaldırımdan bakınca hiç de “Burada önemli bir âlimin türbesi varmış.” demezsiniz aslında. Bir çeşit kenz-i mahfuz! Dikkatli bakınca ilerideki mavi kubbenin tepesi görünüyor ama dikkatli bakmak için de burada bir türbe olduğunu bilmek gerekir. Kaldırımda yürüyen bir insan “şu yüksek duvarların arkasında ne varmış, bir bakayım!” diyerek yürümez ki!

TDK tarafından yayımlanmış bir Kutadgu Bilig nüshası
Güvenlik önlemleri Apak Hoca’nın türbesindeki önlemlere nazaran daha sıkı burada. Zaten giriş kapısını kilitli buluyorum varınca. Bekçi kulübesindeki görevli beni görünce –camlar siyah olduğu için ben onu göremiyorum- çıkıyor ve açıyor kapıyı. İçeri girince önce metal tarayıcıdan geçiyorum. Bilet için de 30 Yuan ödüyorum. Ardından pasaportumu alıp fotokopisini çekiyorlar. Bir müze ziyareti için aşırı bulduğum bu önlemlerin mutlaka haklı bir gerekçesi vardır. Türkiye’den geldiğimi öğrenince yine aynı samimi muameleye maruz kalıyorum. “İstanbul”, “Sultan Süleyman”, “Atatürk” gibi kelimeler havada uçuşuyor kısa bir süre. Pasaportumu ve biletimi geri aldıktan sonra bana gösterilen, iki tarafında meyve bahçeleri olan, geniş yürüme yoluna giriyorum.

Kümbetini sonradan fark ettiğim yeşil kapılı, kemerli giriş.
Üstü üzüm bağlarıyla örülmüş bu kısa yol hem serin hem de çok güzel. Işık hüzmeleri sık yaprakların arasından buldukları boşluklardan sızıp beton zeminde benekli desenler oluşturmuş. Yanlardan sarkan yeşil üzüm salkımlarına bakarak ilerliyorum. Karşımda türbenin asıl kapısı masmavi çinileriyle bana göz kırpıyor. Güneş kızgın bir tava gibi yükselmişken tepemde, çok iyi geliyor bu doğal gölgelik. Üzümler daha olmamış ama salkımların en büyük avuçları bile doldurup taşıracak kadar iri olmaları Kaşgar toprağının meyve yetiştirmek için ne derece verimli olduğunu gözler önüne seren bir kanıt niteliğinde. Kemerli giriş kapısı mavi çinilerle süslenmiş ama işlevselliği olan tahta kapı yeşile boyanmış. Çinili kısım kemerli ve yüksek. Üst iki köşesinde de birer mini minare var. Alt kısıma, yani benim kapıdan girmeden önce ayak bastığım yere ise sağlı sollu iki ibrik konmuş. Duvarlardaki çinileri bir süre daha inceleyip yeşil kapıdan türbenin bahçesine giriyorum. Bu arada, nedense o âna kadar aklıma hiç gelmemiş bir şey geliyor: Bu türbede benden başka turist yok. Ne Çinli ne de başka bir milletten kimsecikler! Koca alanda tek başımayım. Oysa Apak Hoca’nın türbesinde yüzlerce turist vardı. Acaba bu durum benim üçüncü notta sözünü ettiğim hipotezi doğrulayan bir gözlem mi? Tamam, burası Apak Hoca’nın türbesi kadar geniş ve güzel olmayabilir ama yine de önemli bir yer. Hiç kimsenin olmaması, tanıtımının yapılmadığına ya da burası hakkındaki bilgilerin turist rehberlerinden kasıtlı olarak çıkarıldığına dair kuşkularımı arttırıyor.  Bu sorular aklımdan hızlıca geçiyor ben küçük adımlarla Yusuf Has Hacip’in mezarının olduğu bölgeye doğru yürürken.

Yusuf Has Hacip'in mezarı
İçeri geçince geride bıraktığım kapının aslında kare şeklinde bir tabanının olduğunu, üstünde küçük bir kümbeti olduğunu –önden bakınca bu kümbetin sadece tepesindeki alem görünüyor- ve mini minare sayısının dört olduğunu fark ediyorum. Karşımda ise dev bir yapı var. Tamamı mavi çinilerle süslenmiş, birbirine yaslanmış dikdörtgen şeklinde duvarlardan ve arkasında yer alan kemerli, kubbeli kısımlardan meydana gelen bu yapı Yusuf Has Hacip’in mezarını barındırıyor. Sığınabileceğim bir gölge bulamadığım için birkaç fotoğraf çekip vakit kaybetmeden içeriye giriyorum.

Kutadgu Bilig'den bir dize
Girişte Yusuf Has Hacip’in beyaz bir büstü var. Serin, aydınlık ve alabildiğine sessiz içerisi. Geniş pencerelere rağmen, duvarlar kalın olduğundan olsa gerek, içersi pek ısınmamış. Ayakkabılarım kauçuk tabanının altında ezilen ince kum tanelerinin çıkardığı hışırtı da kesiliyor dört duvar arasına girince. Arada bir kubbenin alt bölgelerine yuva yapmış kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Onlar da biliyorlar demek ki bu sıcakta nerede yaşayacaklarını. Bir de uzaklardan –bambaşka bir hayatı anımsatırcasına- gelen korna sesleri var.

Kutadgu Bilig'den bir dize
Yüzyıllar önce ölmüş bir şairin / âlimin huzurunda insan düşünmeden edemiyor tabii ki! Her şey geçici; bedenlerimiz, arzularımız, hazlarımız ve acılarımız. Kala kala geriye yaptığımız güzel işler, insana kendisini anlatan sanat eserleri kalıyor. Hani Bâki diyor ya kendi adını da güzel bir göndermeyle kullandığı o meşhur dizesinde: Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâki kalan şu kubbede hoş bir sadâ imiş. Hoş, kimin sesi kaç yüz yıl kalır bilemeyiz. Örneğin Homeros, kaç bin yıl daha okunur? Peki ya Tolstoy ilham kaynağı olur mu beş yüz yıl sonra yaşayacak olan elektroniği içselleştirmiş nesillere? Beş bin yıl sonra? Elli bin yıl sonra? Hiç sanmıyorum. İnsan sonsuza kadar yaşamak için değil de kendisini mutlu etmek için üretiyor en çok. Sait Faik diyor ya hani, “Yazmasaydım delirecektim.” İşte öyle bir şey. Geriye bir şey bırakmak, yaratma eylemi için gerekçe değildir, bilakis sonucun ta kendisidir. Bazen bu sonuç gerçekleşmeyebilir bile. Unutulur gider tüm çalışmalar, hevesler, ortaya konulan emekler. Yeryüzünde şimdiye kadar yaşamış yüz binlerce yazar / şair / mimar / sanatçı takımından kaçının adı hatırlanıyor bugün? Kaçının yapmış olduğu işler biliniyor? Ezici bir çoğunluğu tarihin esen rüzgârıyla yer değiştiren kum tepelerinin altında kalmış durumda. Kalanlar da, yani bıraktıkları mirasla bizi tatmin edenler de biraz şansın biraz da tarihsel dönemin örtüşmesiyle üste çıkabiliyorlar. Onlar da bize yetiyor zaten, daha fazlasını pek aramıyoruz.     

Kaşgar'da çektiğim ve sonrasında bakarken çok hoşuma giden fotoğraflardan birisi. Türbenin arka kısmı burası. 
Bu düşünceler kafamdan hızla geçiyor Yusuf Has Hacip’in başucunda etrafa bakınırken. Mezar mavi çinilerle süslenmiş bir yükseltinin üzerinde. Mor bir örtüyle kaplanmış. Duvarlarda Kutadgu Bilig’den dizeler var. Okuyup anlamaya çalışıyorum ama işin çok da kolay olmadığını kavramam uzun sürmüyor. Kelimeler her ne kadar günümüz Türkçe’sini çağrıştırsa da okuduklarımdan sözlük yardımı olmaksızın bir anlam çıkarmam neredeyse imkânsız. Daha sonra tekrar bakarım diyerek dizelerin fotoğrafını çekiyorum. Çıkarken, büstün olduğu yerde TDK’nın yayımladığı bir Kutadgu Bilig nüshası olduğunu görüyorum. Demek ilgileniyorlar burasıyla, en azından bir kere gelip bu nüshayı hediye etmişler.

İç içe geçmiş kemerler sonsuzluğu arzulayan insanın yükselerek değil de derinlere inerek bunu başarabileceğini anlatıyorlar sanki. 

 Türbeden çıkınca, ana yapının arkasında dolanıyorum biraz. Yine kimsecikler yok etrafta. Tek başıma kemerli beyaz koridorlarda, çinili duvarlar boyunca,  yürüyorum. Sıcaktan iyice bunalınca gölgelere sığınarak geri dönüyorum. Az önce geçtiğim, üstü üzüm bağıyla kaplı yolun sağ yanındaki bahçeye dalıyorum bu sefer. Biraz tedirginim birileri görecek diye ama görseler bile ses edeceklerini sanmıyorum. Hem bahçenin içinde sayılmam, yola sarkan dalları inceliyorum. Can eriğine benzer bir erik türü var ağaçlarda. Koparıp bir tanesinin tadına bakıyorum. Çok ekşi olmadığını anlayınca bir tane daha atıyorum ağzıma. Ahir ömrümde yüz yıllar önce yaşamış bir şairin türbesinden iki tane meyve yemişim, çok mu? Vicdanımı “Zaten bu erikler benim atalarıma ait” gibisinden saçma bir bahaneyle susturup üzüm bağlarının altına geri dönüyorum. Sonrasında da çok vakit kaybetmeden güvenlikli kapıdan çıkıp Ahmet’i buluyorum. Sıradaki yer Kaşgarlı Mahmut’un Türbesi. 

---
Diğer resimler:







Üzüm bağıyla gölgelenmiş kısa koridor.