Bu Blogda Ara

31 Aralık 2011

Hocamız Değil Onlar!

Ömer Muhtar’i izleyenler anımsar, filmin en önemli sahnelerinden birisini. Çölde pusuya yakalanan İtalyan askerleri, Ömer Muhtar’ın adamlarıyla çatışmaya girince, birer birer öldürülürler. Geriye genç bir subay kalır ve o da teslim olur. Ömer Muhtar’ın yanıbaşındaki mücahitlerden birisi bu genç subayı da öldürmek ister ama Ömer Muhtar ona engel olur. Mücahit “Ama onlar öldürüyor bizi!” deyince Ömer Muhtar “Hocamız değil onlar!” der ve konuyu kapatır.

Şırnak Uludere’de geçen gün meydana gelen olay bir kaza olabilir, daha önce yapılan hataları tekrarlamamak için alınan aşırı sert bir önlem olabilir, PKK’nın ya da Türk ordusuna istihbarat sağlayan güçlerin bir oyunu da olabilir. Fakat tüm bu gerekçeler ya da bahaneler, olaya insancıl yönden bakmamızı engellememeli, yangına körükle gitmemize yol açmamalıdır. Ölenler Türkiye’nin en yoksul, en bakımsız, en ücra topraklarında yaşayan –yaşamaya çalışan- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır, ölenler askere gitme yaşında olan gençlerdir, ölenler başka seçenekleri olmadıkları için geçimlerini kaçakçılıkla sağlayan silahsız masumlardır. Kimse tutup da kaçakçıları vurduk falan demesin! O topraklarda iş var mı ki insanlar çalışsın, o topraklarda sürdürülebilir bir ekonomi var mı ki insanlar kaçakçılıktan vazgeçsin! Kentlerde yaşayıp, evlerinin en yakınındaki direkten çatılarına kaçak kablo çeken insanların başına bomba yağdığını hiç duydunuz mu ki böylesine bir olayı “TSK kaçakçıları bombaladı” diye veren haber kanallarını normal karşılayalım? Hadi bu politize edilmiş haber başlığını geçelim. Peki ya sosyal medyada tartışılanlara ne demeli! Peki CNN Türk’ün sahibinin, bombalama haberini verecek olan sunucusunu herkesin gözü önünde, neredeyse zorlayarak susturmasına…



Kimileri olayın sorumlusu olarak Kürt halkını göstermiş, kimileri olayı “Onlar şehitlere üzülmüyorlardı ama…” noktasına getirip, işi intikamla sonlandırma gayretine girişmiş, kimileri de “Ne işleri dağda gecenin bir yarısı” deyip işin içinden çıkmaya yeltenmiş. Oysa başta da yazdığım gibi Türkiye Cumhuriyeti bir devlettir ve vatandaşlarının hayatlarını, sağlıklarını, haklarını korumakla yükümlüdür. Terörist bir kuruma karşı teröristçe karşılık veremez, vermemeli. Olay bir kazaysa, devlet zaman kaybetmeden özür dilemeli, bombalanan yere gidip, ölenlerin yakınlarının gönüllerini almalıdır, ailelere tazminat vermelidir. Ölenler başkaları olsaydı rical-i devleti hemen olay yerinde görürdük. Ortada bir hata, yanlış bir istihbarat varsa, çıksın birisi özür dilesin, oradaki halkın yüreğine su serpsin, yaralarını sarsın. Aksi takdirde ne tek yürek tek ülkeden sözetmeye hakları vardır bu sükunet aşıklarının ne de dün gece ölenlerin çocuklarının, kardeşlerinin dağa çıkması karşısında edecekleri bir laf. PKK baskınında şehit olan askerlerimizi ve masum sivilleri ne kadar anıyor, onlara ne kadar üzülüyorsak; aynı duyguları bu köylüler için hissedemiyorsak PKK'yı kendimize hoca olarak kabul etmişiz demektir.

“Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diyerek şova çevirdiğimiz uluslararası toplantıları anımsayalım bir de! Gazze’ye yardım götüren gemiye yapılan baskını, deniz sınırından içeriye girmek isteyen aktivistlerin kurşun yağmuruna tutuluşunu ve öldürüşünü. Ardından bizim hükümetimizin özür talebini ve karşı tarafın sınır ihlalini, teröristlere yardım etme bahanesini öne sürüşlerini ve bir türlü özür dilememelerini... Bize bir şeyler anlatmalı bu iki durumun benzerliği. Başsağlığı dileyip, bir özrü, birkaç istifayı çok gören hükümetlerin değerini düşündürmeli belki de. Ölen 35 can, Şırnak’ta değil de İzmir’de ya da Bursa’da olsaydı Türkiye halkının ve hükümetinin tepkisi aynı olur muydu sorusu da gelmeli akıllarımıza, her ne kadar yanıt bulamayacağımızı bilesek de...



Görünen o ki “operasyon hatası”, “istihbarat yanlışlığı”, “heronların hinliği” gibi katliamı alet edevata atfederek işin içinden sıyrılmak isteyen, korkak bir güruh var başımızda. Ha bir de çıkıp konuşmaya devam ederler, Ermeni soykırımı olmadı, yolda öldüler (operasyon hatası). Dersim’de katliam olmadı, onlar orduyla savaşan eşkiyalarla karıştırıldı (yanlış istihbarat). Maraş’ta aleviler öldürülmedi, tahrik sonucu gelişti çatışmalar (bilinmeyen dış güçler)... Liste uzayıp gider ama sorunlar çözülmez. Çünkü halkıyla dost olmaya çalışan bir devlet yoktur ortada. Yazanı, çizeni, en ufak laf edeni hapse yollayan bir sistemden söz ediyoruz. Kendi halkına işkence yapan, sorumluları yakalamaktan kaçınan, sorunları çözmek yerine lafazanlıkla vakit kaybeden insanlardan. Bu vakit kaybetme huyu, bu işleri ağırdan alma nemelazımcılığı, bu bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın adamsendeciliği sürdüğü sürece Türkiye’deki Kürt sorunu çözülmez, çözülemez. Çünkü kendimize rehber edindiğimiz ilkeler yanlış, insan tabanında değil de güç tabanında birleşiyoruz. Akıl rehberlerimizi yanlış adreslerde arıyoruz...

Ve bana öyle görünüyor ki İsrail sadece dostumuz değil, hocamız da aynı zamanda...

21 Aralık 2011

Running Through the Past

“Pain is inevitable, suffering is option” says Haruki Murakami, a well-known novelist and a long-distance runner. Running, like all other sports, requires mental discipline and physical endurance. One cannot even run 10 km without the proper training, as otherwise things might go very wrong and long-lasting injuries might occur.

We went to Cambodia to complete a half-marathon. The goal of the run is both to arrange a big sports movement and to help the long-time suffering people of Cambodia. The location is perfect as the route is passing through the ruins of the Angkor temples, going along a small lake, reaches at some dirt roads and ends at a point where we can see the entrance of the ancient temple city. The contrast between the excitement of the event and the tranquillity of the path was perhaps what made it a unique experience for majority of the runners. Running beside a lake whose surface seems as smooth as newly-ironed bed sheet, running through the centuries-old ruins whose spirits are awake as if they have never been asleep, running with thousands of young souls whose only aim to finish the race before the frying heat of the sun hits our bare heads...



For many of us, this is the first half-marathon and being an underdog it is impossible not to be intimidated by the size of the experience while at the same time not to be overwhelmed with the possible achievement at the end. It is not the distance to be beaten, it is not the time to be challenged! It is our own lazy souls, our own laid-back personalities, our own lives to be disciplined and to be taught. The difficulty is an undeniable reality of the show. However, the naïve belief one might have about the power of collectivism can work here as a catalytic essence. “If everybody runs, I can run too.” is probably the biggest source of energy for many runners here.



The race started at 6:30 am for which we need to wake up at 4 am. With the start sign, people began moving and mumbling like a locomotive starts its long journey at a station together with the whistles and notchings. The metaphor of train station and the departing locomotive can work as far as waving hands beside the railway and the distant eyes staring at the disappearing individuals. Slowly, the cacophony in the air is replaced by the pure sound of the footsteps and the heavy breathings. The lake, as tranquil as an invitation letter for the ants to lean over and drink water, the air as cool and pure as the freshness after the rain, the ruins as vivid as the paintings of Van Gough...

Then things get harder and harder as one can imagine after a few kilometers. Some stopped and rested for a while to stabilize their breathing, some stopped to take the photos of magnificent views in the temple ruins, some stopped to help those who didn’t want to stop, some slowed down to touch the hands of the kids cheering beside the running path, some left the route to the woods for a quick pee… The race continued with the pain going along with us. Some had knee pain from beginning to the end; some ran with twisted ankles, some had trouble with toe nails or squeezing shoes.

However, the spirit was high as I have seen a guy running with a heavy bag on his back and a mother running with the teddy bear –most probably she was helping her daughter’s teddy bear to finish a half-marathon- . The most motivating factor after the never-ending flow of runners in front of me was seeing someone with a message at his back “Run faster, you are still behind me!”. It was slightly obnoxious but otherwise no one would care of it.



Once you reach the 15 km sign, you realize that stopping and resting are no more options. No matter how much pain you have built inside the walls of your body or how little stamina left in your stubborn soul, you have to keep going. As people passing by or cheering beside the path, the finish line becomes an inevitable destiny for the runner, a gift that the runner deserves, a divine trophy that one can only dream about.

I reach the finish line and see some of my colleagues waiting there. The others came one by one and the final scene was an unforgettable moment for everyone. Limping, complaining, and whining about the various injuries while at the same time feeling satisfied deep inside with the achievement came along after 21 km of sweat, inner-talk and pain. Exhausted with the run and with the heat from the rising sun, we decided to get back our hotel rooms for some rest. Before getting on the bus we took several photos and for the last photo we handed the camera to a local young boy. At that moment, I thought “If he runs away with the camera now, none of us could go after him and catch him, considering our exhausted muscles :)” Fortunately, he was a good boy, not as naughty-minded as I was.

Despite the fatigue, we managed to have fun all afternoon, eating and drinking till late hours of Sunday evening. Someone asked while eating the quasi-happy pizzas and drinking the Angkor beers; “Shall we come here next year again?” The answer was a “BIG YESSSSSSS”...



*** Photos on this page are taken by Steve P, Hugh M, Fiona D, Curtis G and Andrew A. Thanks to all for giving me the photos and asking me to write this short article. This will be published in school's newsletter.

16 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR (3)

Kilometre 2 (Strangers in the Night)
İkidir ilk asal sayı, tüm çift sayıların varlığından sorumlu olan. Hoş, Sagan ve benzeri inatçı matematikçilere göre, asal sayıları ikiden başlatmak bire yapılan büyük bir haksızlıktır. Bu yüzden Sagan, kitabı “Cosmos”da, asal sayıları 1’den başlatır. Aklı sıra devrim yapacak, matematiğe yeni bir soluk getirecek. Gereksiz bir tartışma, bana göre. Sever bilim adamları böyle ucu bir yere gitmeyen tartışmaları. Bazen de böyle gereksiz tartışmalardan doğar en yararlı ürünler. Bilemez insan yolun başındayken, yolun sonunda onu neyin beklediğini, hele bir de yol kıvrımlı, yol çatallı, yol labirent gibiyse.
Aşk da öyle değil midir çoğu zaman? Kıvrımlı bir labirent ya da kedinin oynamaktan zevk aldığı bir ip yumağı? Yumak, kanepenin ayağının dibinde durur devinimsiz, zararsız. Ama kedi bu, durmaz rahat, oynamak ister, dürter hafifçe. Patilerinin dokunduğu yumak kımıldar, isteksizce, homurdanarak yuvarlanır hafiften. Kedinin hoşuna gider bu, tahrik olur hayvan içgüdülerinin de etkisiyle, hayata kattığı devinimi ve anlamı bulmuştur artık. Bir daha dokunur, bir daha, bir daha, zehir bulaşmıştır artık kanına. Patileri, ağzı, kafası hep birlikte boğuşmaya başlar yumakla; yorulana, usanana kadar oynar onunla. Sonra bırakır gider, ardına bakmadan bir kere; tarumar olmuş bir bahçe geride... Ardına bakmamakla yumağa en büyük iyiliği yaptığını belki kendisi de bilmemektedir, ya da biliyordur da belli etmiyordur. Bilinegelenin aksine ardına bakmak bencilliktir, kendini üstün görmektir, geride kalanın kendi ayakları üzerinde duramayacağına inanmış olmaktır. Aşk acısı –ki bencilliklerin en büyüğüdür- işte böyle kandırır insanı, ağına sarar, boğar onu.
Müzikçaları tekrar açıyorum. “Strangers in the Night” kaldığı yerden devam ediyor.
Varsın çalsın, o çalsın ama ben takmayayım kafamı müziğin sözlerine. Önümde, aralarındaki konuşmalardan Fransız olduklarını anladığım bir çift beliriyor. Sırtlarındaki yazıya bakılırsa Çin Seddi’ndeki yarı maratona katılmışlar. Böyle ülke ülke gezip, gittiği her ülkede maraton koşanlar da var. Zevk meselesi tabii, sonuçta koşmak bağımlılık yapan bir şey, tıpkı bilgisayar ve kahve gibi. Çin Seddi’nde koşmak cesaret isteyen bir iş olsa gerek. Bir yukarı, bir aşağı, zemin de asfalt olmayınca! Nasıl dayanır ona insanın dizi ve ayak bilekleri, anlaması zor.
Strangers in the night, two lonely people
We were strangers in the night
Up to the moment
When we said our first hello.
Little did we know
Love was just a glance away,
A warm embracing dance away and
Emine’yle de böyle bir gece vakti tanışmıştık. Okul bitmiş, Taksim’de bir bilgisayar firmasında çalışmaya başlamıştım. O Cuma akşamı da arkadaşlarla takılmış, alt kattaki penceresini açınca, uzaktan Galata kulesini tüm hüzünbazlığıyla gören salaş bir meyhanede rakı içmiş, kafam demlenene kadar abuksubuk konularda –yapay zekadan camın tarihine kadar uzanan geniş bir yelpazede- bir yığın muhabbet etmiştim. Sonrasında nasıl olduysa, meyhane çıkışında herkes kendi yoluna gitmiş, beni sabahın birinde, hiç bilmediğim ıssız sokaklarda yalnız bırakmışlardı. Takmamıştım kafaya; yanıma aldığım litrelik su şişesinden içe içe, ara ara durup bulduğum pis duvar kenarlarına işeye işeye, yolumu bulurum demiştim. Yürüdüm karanlıkta, sağa döndüm, sola döndüm, sonuçta çok güvendiğim mühendis beynimle biliyordum ki en çetrefilli labirentin içine sıkışmış olsam bile, labirentin en az bir çıkışı var olduğu sürece, sonlu bir sürede dışarı çıkabilirdim. Döndüm dolaştım ve yarım saat kadar sonra artık kepenkleri indirmiş olan aynı meyhanenin önüne geldim. Güldüm kendime, “Demek dünya yuvarlakmış, seni minik Macellan” diyerek. Tekrar başladım aynı yoldan ama, sağa döndüm, sola döndüm, yokuş çıktım, yokuş indim ama yarım saat kadar sonra kendimi yine başladığım sokağın başında buldum. Sıkılmaya başlamıştım, karnım da acıkmıştı. Bu saatte, kanımda bu kadar alkolle uyumam gerekiyordu. Yollarda ayyaşlardan ve zararsız tinercilerden başka kimse de yoktu ki onlara sorayım, Taksim’e nasıl varacağımı. Hem Beyoğlu bu kadar karışık bir yer değildir ki kaybolayım, ya bende bir şey vardı ya da sinsi bir oyunun içine düşmüştüm.
Üçüncü sefer için yola koyuldum ama bu defa kararlıydım, bulacaktım yolumu. Az gittim, uz gittim, bayır tepe düz gittim. Bir ara daha önce görmediğim daracık bir sokağa daldım, sokağın üzerindeki dükkanlardan birinden gelen ışığa kanarak. Kıtıpiyoz bir kapısı bile vardı sokağın, eskilerden kalma bir gururu okşayan. Işığa doğru yürüdüm, sağımda solumda miyavlayan kedilere aldırmadan. Karanlıkta pek bir şey seçilemiyordu ama olsa olsa müşterilerini tanıyan ve seven bir meyhanecinin işlettiği, kuytu bir mekandır dedim içimden. Dükkanın önüne vardığımda yanıldığımı anlamıştım. Önce yanlış gördüm sandım, elimdeki su şişesinden bir yudum aldım, seslice yutkundum. Dükkanın camında yazan yazıyı heceleyerek, umulmadık bir yanlış yapmaktan kaçarcasına seslice okudum.
“Düşperest Haritacısı” yazıyordu gotik harflerle. İçeride kimse görünmüyordu ama ışık açık olduğuna göre birileri mutlaka vardır diye kapıya yöneldim. Kapının ardında beyaz tonton bir kedi vardı, paspas gibi yayılmıştı yere, kuyruğunu altına alıp. Kapıyı hafifçe iteledim, açıldı zorlanmadan kapı, kolundaki zil çıngırdadı gelişimi müjdeler gibi. Kedi huysuzlandı tabii, rahatını kaçırdığım için bana kızmış olacak ki sert sert baktı yüzüme. Sırtını kabarttı, kuyruğunu havaya dikti, ince uzun mırladı ve sonrasında bana arkasını dönüp kitapların arkasındaki küçük kapıya doğru koşmaya başladı. Ben afallamış kediye bakıyordum alık alık. Şimdi cebinden saatini çıkaracak “Geç kaldım, yine geç kaldım” diyecekti sanki. Olur mu olur! Ben daha fazla başıma dert almayayım diye dükkandan çıkmak için arkamı dönmüştüm ki köşedeki masanın altından çıkan bir kız “Bir şey mi aramıştınız? Buyurun yardımcı olayım.” dedi. Bu Emine’ydi. Benim şaşkınlığımın farkına varmış olacak ki suskunluğumdan yararlanıp sözü benden aldı “Kusura bakmayın, masanın altındaki eski dosyaları düzenliyordum. Buyurun oturun, sıcak çayım var, yeni demledim.”
Ayakkabım büyükçe bir taşa basıyor, hafiften burkuluyor bileğim ama acı hissetmiyorum. Soluk alıp verişim dengelendiği için artık zorlanmıyorum adımlarda. Gaz pedalına basılmış yeni bir araba gibi hızlanmak istiyorum. Birkaç koşucuyu geride bıraktıktan sonra tekrar yavaşlıyorum, gerek yok diyorum kendi kendime. Enerjimi sona saklamalıyım. Önümdeki koşuculardan birkaçı bağırıyor yine “İki, ikiyi bitirdik.” Ondokuz kilometrenin kalmış olması çok da bir sevindirmiyor beni. İleride bir U dönüşünün bizi beklediğini fark ediyorum, karşı taraftan gelen koşucuları görünce.
Kilometre Üç

12 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR (2)

Bu arada "Sıfırıncı Kilometre"yi gözden geçirdim, biraz değiştirdim. Her yeni bölümde bunu yapacağım, aksi takdirde öykünün tutarlılığı tehlikeye girecek.
Kilometre 1 (Strangers in the Night)
Her şey birle başlar. Doğum birdir, yaşam bir, ölen birdir, öldüren de. Birleri yanyana koyarak elde ederiz diğer sayıları. Birleri üstüste dizerek fark ederiz başarının bir anlamının olduğunu. Beyaz kumsala dizdiğimiz kavkıları bir kol darbesi sakarlığıyla yerle bir ettiğimizde karşılaşırız başarısızlığa. Aşk da birdir pek çoğu için, biri arar insan yaşamı boyunca, yerine başkasının konulamayacağına inandığı birini sorar boyuna, günbatımı alacakaranlıklarında, evlerin önlerindeki çardaklarda çenebazlık yapan yaşlı amcalara ve teyzelere, gecenin karasında parıldayan yeni yıldızlara bakıp, belbağlar o beklenen birin geleceği günün yaklaştığı ümidine...
Ağır ağır harekete geçen bir tren gibi başlıyor kollarımız, ayaklarımız çalışmaya. Dalgaların sahile yaklaştıkça daha bir görünür, daha bir köpüklü olması gibi bizler de önümüzdeki başlangıç çizgisine yaklaştıkça hızlanıyoruz, hevesimizi arttırarak. Hoş, insan ancak o zaman anlayabiliyor yarışa ne kadar geriden başladığını, neler kaçırdığını. Aynı şekilde, geriye dönüp bakmadıkça, ne kadar ilerde başladığını ölçecek bir yöntemimiz de yok! Hayat da böyle değil mi? Başlangıç çizgisinin üzerine basınca ayakkabımın üzerindeki çipi algılayan makine biiiip ediyor, aynı anda birçok koşucu çizgiye ulaştığı için onlarca biiiip birbine ekleniyor, upuzun bir biiiiiiiiiiip dakikalarca durmaksızın yayılıyor çizginin öbeğinden dünyaya doğru, ilan ediyor başlangıcı. Müziği açıyorum sağ elimi kulağımın arkasına götürüp. Elim yanlışlıkla “harmanla” düğmesine gidiyor önce. Kayıtlı yüzlerce şarkıdan rastgele birisi gelecek demektir bu, tıpkı radyoda bir sonra seslendirilecek parçanın rastgele bir değişken olması gibi. Ses akıyor kulaklarıma, bostanların arasından sabırla ve inatla ilerleyen ince bir dere gibi, akıyor ve dolduruyor uzun süredir boş kalmış öbekleri, doldurmamak için bir hayli çabaladığım o ıssız dehlizleri.
Strangers in the night exchanging glances
Wond'ring in the night
What were the chances we'd be sharing love
Before the night was through.
“Bak bunu da silmeliymişim” diyorum içimden. Kapatıyorum müziği. Gittikçe hızlanan adımlarımız, yeri daha bir hiddetle dövmeye başlıyor. Az önce ayyuka çıkan curcuna ve tantana bir anda yerini asfalta vuran ayakkabıların kaotik –dinledikçe, aykırı bir güzellik de süzülebiliyor bu kokofoniden, nasıl dinlediğine bağlı sanırım- sesine bırakıyor, bir de sıklaşan nefes alıp vermeler, yere düşen şapkalar, anahtarlar, müzikçalarlar. Önümdeki boşluklardan faydalanıp birkaç kişiyi geçiyorum. Kendime yolun sağ tarafından bir yer edinip, hep aynı yerde koşmaya karar veriyorum, karanlık bir mağarada tutunduğum bir ipi takip ediyormuşum gibi. Ne de olsa kimseyle yarışmıyorum ben, ne de olsa kendimden, yani dizimden ve ayaklarımın arkasındaki yaralardan başka rakibim yok, ne de olsa Emine bekliyor olmayacak bitiş noktasında. Bir sonbahar sabahı çiseleyen sıkıcı yağmur damlaları gibi, fabrikaların griye çevirdiği bir kasabanın bitmeyen öğleden sonraları gibi, aheste aheste koşacağım hedefime doğru. Ne beni geçenlere gocunacağım ne de geçtiklerimden dolayı en ufak bir sevinç duyacağım, sanki kocaman parkta tek başıma koşyormuşum gibi, tüm evren benim yarışı bitirmemi bekliyormuş, unutmak istediğim tüm geçmişim yarışın bitiş çizgisinde katlanmış siyah bir çarşaf gibi kucağıma verilecekmiş gibi, sanki Emine beni bitiş çizgisinde... Düşünme şimdi onu, düşünmeeeee...
Yanımdan uzunboylu bir adam geçiyor. Sırtına oyuncak ayı bağlamış, çanta gibi asmış omuzlarından aşağıya ayıyı. Ayıya sorsan adamın omuzuna tırmanmakla meşgul. Küçük kızına “Senin oyuncak ayına –adı da vadır bu ayının kesin- yarı maraton koşturayım mı?” demiştir babası kesin. Kız da “evet babacığım” demiştir ayıcığın başına ne geleceğini bilmeden. İşte sonucu, adamın sırtında gezmeye çıkmış bir tersileceği!.
Ayaklarım açılmış olacak ki hızlanıyorum. Arasıra en sağdaki kulvardan çıkıp, seke seke yolunu bulan bir çekirge gibi önlere geçiyorum. Ne kadar hızlı gidersem gideyim önümdeki insan selinin biteceği yok. “Ne de olsa yarı maraton” diyorum kendi kendime. “Hayatta neyim tam oldu ki bu tam olsun?” diye de ekliyorum haksız olduğumu bilerek. Üniversite sınavında 54 matematik sorusundan 53’ünü doğru yapmıştım ben, katıldığım satranç turnuvasında Çinli bir liseliye yenilip ikinci olmuştum, aşık olduğum ilk kızın karşısına geçip kalbimi açamadığım için onu en yakın arkadaşıma kaptırmıştım, üniversite yıllarında zaman zaman yanlarına katıldığım sosyalistlere de arasıra göz kırptığım tutuculara da hiçbir zaman tam olarak inanamadım, tam olarak başımı koyamadım onların baş koydukları yollara. Ne zaman onlar gibi olacak olsam karşı tarafın da haklı olabileceği düşüncesi kemirmeye başladı içimde yeşermeye başlayan idealizmi. Sonra üniversitenin ilk yılında deliler gibi sevdiğim, sevdiğimi ve sevildiğimi sandığım, o yeşil gözlü kız, onunla yaşadıklarım da yarım kalmıştı. Bırakıp gitmişti beni çok sevdiği tiyatro uğruna, bir kere “dur gitme” diyememiştim arkasından. Gittiği için onu haklı bulmuştum, terk edilmeyi hak ettiğime kendime inandırmıştım. İçkiyi de ölçülü içerim ben, asla sarhoş olmam, olamam, olmadım şimdiye kadar. Kafam bulanmaya başlar başlamaz suya yöneldim hep, kanımda dolaşan deliliği seyreltmek için, akıllılıktan delirdiğimi fark etmeksizin.
Hep yolun kenarında durdum, akıntının gözümün önünden geçip gitmesini izlemek, yaygara dindikten sonra ortaya çıkmak, suya sabuna dokunmaksızın ortaya çıkacaklardan nemalanmak istedim. Hem vardım hem yoktum girdiğim her toplulukta. İşte şimdi de yarı maraton koşuyorum. Emine’nin harita çizen sol eli sanki hep omuzumda, gözleri beni dikizliyor biliyorum. Devrim, devrim deyip duruyor ağaçların arasından, haritaya yeni eklediği bir bahçeden. Bizim gruptan bir arkadaş yanımdan geçiyor ağır ağır, “Dayan dayan, az kaldı bitişe.” diyor parmağıyla o anda tam seçemediğim bir beyazlığı göstererek. O yanımdan geçip, önümde hop hop zıplayan kalabalığa karışınca fark edebiliyorum, parmağının imleyerek müjdelediğini. “1 km” yazan beyaz çizgiyi geçiyorum ve derin bir nefesi salıyorum havaya, sanki uzun süre bu çok özel an için içeride tutmuşum gibi. Yanımdakilerden bazıları sevinç çığlıkları atıyor, sanki yarışı bitirmişler. Kimileri alkışlıyor, kimileri ıslık çalıyor. Birin bitişini kutluyoruz anlık bile olsa koşuya ara vermeden. Birin bitişini, ikinin başlangıcını.
Kilometre 2 (Yalan da olsa mutluyum ya bu bana yetiyor.)

11 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR

To Brian Reid, who made me addicted to the long-distance running...

Beni uzun mesafe koşu tiryakisi yapan Brian Reid'e...
Sıfırıncı kilometre:
Sabahın dördünde uyandım, kol saatinin alarmının çalmasından otuz saniye önce. Sanki içimde başka bir saat var, daha doğru, daha çalışkan, daha cazgır, kolumdakiyle yarışan. Yatakta otuz saniye bekledim alarmın çalmasını, sırf saatime saygıdan dolayı, ayıp olmasın diye. Nazar değer; kırılır, küser bana, nemelazım! Sonra yarışın ortasında cozutur, bırakır beni yarı yolda, “Sen misin beni beklemeyen sabahleyin, aha ben de senin yarışı bitirmeni beklemiyorum der, kapatır gözlerini.” Saçmalıyorum, farkındayım. Böyle boşinanışlarım yok mu, kendi aklımdan, aldığım mühendislik eğitiminden, en çok da çalıştığım “Russell Mühendislik Yazılımları” firmasının adından utanıyorum ama bir yandan da bırakamıyorum beni anlık da olsa eğlendiren, hatta bazen rahatlatan bu boşinanışları. Yok yarış günü kırmızı giymeyeceksin, yok yogayla kendine gelip, reiki ile kan akışını hızlandıracaksın, yok yarıştan hemen önce idrarını yapmayacaksın... Olmadı ama, bu sonuncusu doktor tavsiyesiydi. Öyle demişti doktor, neredeyse azarlayayazan, kütük gibi kalın Rus aksanıyla.
Işığı yaktım, doğruldum. Uzun ve sıradışı olacağını tahmin ettiğim bir günün başlangıcı bu kadar sıradan mı olmak zorundaydı? Ufacık otel odasında yataktan iki adım uzağa gidince mini-mutfağa varıyor insan. Su ısıtıcısını çalıştırdım ve ardından yatağın köşesine oturup suyun kaynama sesini dinledim. Aklıma, eski zamanlarda, su sesiyle akıl hastalarını tedavi ettiklerine dair bir bilgi kırıntısı düştü. Fokur fokur, fıkır fıkır, deli de eder bu ses adamı, veli de! Neyse ki su kaynar kaynamaz ısıtıcının düğmesi attı, durdu alet, beni deli etmeden. Dünden kalma bir lipton poşetine sıcak suyu boşalttım. Suyun renginin değişmesi uzunca vakit aldı. Bu kadar tasarruflu olmak zorunda mıyım? Otelde bile çay poşetini iki, hatta bazen üç defa kullanıyorum. Oysa tepside bir tane daha çay poşeti var, hiç kullanılmamış, tertemiz. İkisini de kullansam, otel, kullanılanların yerine yenilerini koyacak ne de olsa. Ama ben alışmışım tüketmemeye, ihtiyacından fazlasını talep etmemeye, öyle köşede oturup verilenle yetinmeye. Yokluklar içinde yetişen Anadolu çocuğunun varlığa alışamaması budur işte! Eee, ne demişler, alışmamış götte don durmaz. Biz koyun boklarını zeytin sanıp, ağzımıza yüzümüze bulaştırarak büyüdük yaylalarda, kolay mı bize piyangodan çıkan bal-peyniri ekmeksiz yedirmek?
Çayı çabucak içip banyoya dalıyorum. Su ısınmıyor bir türlü. Beklemekten usanıyorum, giriyorum soğuk suyun altına. Fena da olmuyor, çayın beceremediğini soğuk su beceriyor, bedenimin, kolllarımın bacaklarımın farkına varıyorum birer birer. Değdikçe soğuk su tirtir titreyen tenime, kanım akmaya başlıyor daralan damarlarımda; uyuşan, mayışan kaslarım geriliyor düşmanı vurmaya hazır bir yay gibi. Banyodan çıkınca bir bisküvi atıyorum ağzıma; bir de muz, dünden kalma. Sonra dişlerimi fırçalayıp, giyinmeye başlıyorum. Koşuya daha iki saat var ama saat 5’de buluşacağım şirketten gelen arkadaşlarla. Bizi Vietnam’dan getiren otobüsle gideceğiz koşunun yapılacağı Angkor parkına. Sağolsun, şoförümüzün ağzı var dili yok. Biz koşacağız diye o da kalkacak bu sabah saat dörtte. Ama en azından, biz koşarken o uyuyabilir otobüste, şöyle sallar bacaklarını pencereden diğer meslektaşları gibi, sarkıtır çıplak ayaklarını dikiz aynasından aşağıya, yatırır ön koltuğunu, kapar gözlerini Angkor tapınağının tam karşısındaki parkta. Ohh, değmeyin keyfine!
Numaramı ilikliyorum tegömleğimin arkasına. Numaram 1729, sevdiğim bir sayı, fakir Hindistanlı muhasebecinin, ünlü İngiliz matematikçiye öğrettiği sayılardan birisi. Emine’nin telefon numarasının son dört basmağı da 1728’di. Hayat işte, kimilerine piyango vurdurur sayılarla, kimilerine unutulası acıları anımsatır kafaya inen ani bir darbe gibi. Neyse, kapattım o konuyu artık, kapatayım artık, üzerinden aylar geçti ama dün olmuş gibi acıtıyor usuma düşen kırıntılar, tırnağıma batan kıymık gibi. Bazen öyle bir yanılgıya kapılıyorum. “Neden koşuyorum ben bu yarı-maratonu?” diye soruyorum kendime. Kendim için mi Emine için mi? Emine’yi unutmak için vurmulştum bedenimi bedensel acının yalçın kayalıklarına ilk zamanlarda. Yemeden içmeden kesilmeler, işkence haline gelen uzun suskunluklar, evde tek başına içip sarhoş olmalar... En azından başlangıçta öyleydi. İşin tuhafı terkeden benim, terk edilen o, ağlatan benim, ağlayan o. Göreceli düşününce fark yok ikisi arasında ne de olsa. Oysa bu bile, yani bir işi başka bir acıyı unutmak için yapıyor olma güdüsü, yetiyor aslında amacıma ulaşamadığımı kanıtlamaya. Kayıtsız olmalıydım Emine’ye, onun azarlayan gözlerine. Kendim için koşmalı, kendim için çekmeliydim onca sıkıntıyı. Neyse, çabuk davranmalıyım. Yoksa yetişemeyeceğim diğerlerine.
Ayaklarımın arkasına bant yapıştırıyorum ki daha önce ayakkabının yara ettiği yerler bir daha aşınıp, kanamasın. Testereyle kesilmiş gibi acıtıyor ayağımı, su toplayan deri kabarıkları. Eskimiş ayakkabımı giyiyorum, yeni çorapların üzerine. Yeni aldığım ayakkabıyı ayağımı sıktığı için evde bıraktım. Ne işe yarar ki yeni olmaları, tırnaklarımı yerlerinden sökecek derecede ayak parmaklarımı hırpaladıktan sonra? Çantadan iki ağrı kesici alıp, suyla birlikte indiriyorum mideye. Ne olur ne olmaz, diz kapağındaki ağrı geri gelecekse en azından ilk on kilometrede gelmesin. Sonlara doğru başlarsa ağrı, dayanabilirim; ama daha onuncu kilometreye varmadan diz vazgeçerse gövdeyi taşımaktan, durmak ve yürümek zorunda kalırım. Oysa benim bu yarışta amacım belli. Tek rakibim kendim ve kolumdaki saatim, fethedilmesi geken tek kale kendi bedenim. Bir adım bile yürümeden, bir saniye bile durmadan, iki saat içinde bitireceğim yarı maratonu. Oldu oldu, olmadı ver elini yeni bir başarısızlık. Tanımadığım, tanışmadığım bir şey değil ne de olsa...
Odanın ışığını kapatıp kapıyı kilitliyorum. Sabahın serinliği bıçak ağzı gibi vuruyor tenime. Kulağımdaki müzikçaları açmıyorum, nemelazım pili biter, melodisiz bırakır beni yolda diye. İyi yaptım diyorum içimden, asansörün düğmesine basarken, Kasım ayıyla beraber o melankolik şarkıları da geride bıraktığım çok iyi oldu. Sildim hepsini müzikçaların hafızasından. Artık ne Sezen Aksu’ya yer var kulaklarımda ne de Zeki Müren’e. Dinlemeyeceğim artık o “gözü körolasıca şarkıları”. Hüzünlenmeyeceğim durduk yere “gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde” diyen sesi her duyduğumda. Çünkü ben ne “gökyüzünde yalnız gezen bulutlar kadar yalnızım” ne de “seni kimler aldı, kimler öpüyor” diyecek kadar müzmin umarsızım. İşim var, yeni tanıştığım arkadaşlarım var, şirkette işe başlayan Norveç’li kız var. Doldurdum müzikçaları Ahmet Kaya’yla, Cem Karaca’yla, Grup Yorum’la, üç-beş yabancı rakçıyla. Bundan sonra varsa yoksa isyan, varsa yoksa başkaldırı. Ancak o tutabilir fersiz bedenimi ayakta, ancak düşmana bilenerek soluk alabilirim bundan sonra... “Yalan da olsa mutlu olacağım” ve gidemeyeceğimi bile bile “kapıyı söker giderim” diyeceğim, bitmeyen ıssız yollarda. İçki ve sigarayla birlikte mahzunluğu ve mustaripliği de geride bırakıyorum bu sabah. İşte ben bu yüzden koşuyorum, yeni bir başlangıç için, eskinin üzerini kalın bir toprak tabakası ile kapatabilmek için, kendim için, artık var olmayan birisi için değil, hayır kesinlikle Emine için değil, kesinlikle ondan intikam almak için değil...
Resepsiyona inince benden başka kimsenin henüz gelmemiş olduğunu fark ediyorum. Oturuyorum bir koltuğa, masanın üzerine elimle hafiften dokununca, masanın ayaklarının dengesiz olduğunu hissediyor parmak uçlarım. Her yerde vardır böyle masalardan, bir ayağı havada kalan, beşik gibi sallanan. Kimi zaman kendimi onlara benzetirim, dengesini bir türlü bulamayan, ya zemindeki pürtüklerden dolayı ya da masanın bir bacağının diğerlerinden kısa yapılmış olmasından dolayı, hareket etmese bile yakınındaki insanı varlığıyla rahatsız eden, çevresine güvensizlik yayan, üzerine bir şey koymaya yeltenemeyeceğiniz masalar. Tıpkı en çok muhtaç olduğunuz zamanlarda yanımızdan tüyen, sırra kadem basan dostlar gibi... Koltuğun yanındaki sehpanın üzerinden bir gazete alıp, reklamların olduğu bir sayfayı yırtıyorum. Sayfayı katlayıp, masanın havada olan ayağının altına sıkıştırıyorum. “Bu bir süre idare eder.” diyorum kendimin bile duyacağım bir sesle. O sırada fark ediyorum grup liderimiz Chris’in masanın öteki ucundan bana baktığını. “Ne o, oteldeki masaları mı tamir ediyorsun şimdi de? Ofistekilere elini sürmezsin ama.” diyor gülerek. Keyfi yerinde herhalde. Akşam içtiler tabii, karbon yükleme bahanesiyle en az dört bira götürmüşlerdir. Ben ikiden sonra durdum, korktum açıkçası, mide fesatına uğrarım da sabahleyin karın ağrısıyla uyanırım diye.
Birlikte otelin önüne geçip şoförle konuşuyoruz. Bu arada diğerleri geliyor, herkes neşeli, umutlu. Otobüse atlayıp maratonun başlayacağı noktaya gidiyoruz. Otobüste takılıyorlar numaramı arkama iliştirmiş olmama. Herkes önüne koymuş numarayı, benim aksime. “Ben geri geri koşacağım diyorum.” Gülüyoruz, şoför de dahil. Onlara Nasreddin Hoca’nın eşeğine ters binme fıkrasını anlatasım geliyor bir ara ama sonra zahmet çekmeye değmez diyorum, hevesim kaçıyor numaraların önde olması gerçeğinin bana yaşattığı hayalkırıklığıyla. Oysa ne güzel tasarlamıştım ben koşarken neye yoğunlaşacağımı. Önümde koşan koşucuların numaralarına bakıp, onları asal çarpanlarına ayıracak, bu şekilde zamanı ve bedensel acıyı unutacaktım. Şimdi tüm tasarım tozla buz oldu. Şarkılara kaldık gene. Keşke silmeseydim Zeki Müren’i diyorum içimden ama sonra kızıyorum kendime. Sonra kızgınlığıma kızıyorum. Tanju Okan’ı da silmiş miydim acaba? “Öyle sarhoş olsam ki” yi birkaç kere dinlesem, ilk beş kilometreyi göz açıp kapayıncaya kadar biyonik Hüsnü gibi koşardım.
Yarışın başlayacağı yer ana-baba günü gibi. Kimileri ufak tefek bir şeyler atıştırıyor, kimileri upuzun bir tuvalet sırasının sonunda kendilerine sıra gelmeyeceğini bildikleri halde bekleşiyor, kimileri de ısınıyor kalabalıktan kalan boşluklarda. Hopörlörlerden yükselen ses pek anlaşılmasa da eğlenceli bir şeylerden sözettiği açık, gülüyor, güldürüyor sunucu genç başına üşüşenleri. Ben tuvalete gitmeyeceğimi bildiğim için ısınmaya başlıyorum, biraz su içiyorum, gruptakilerin şikayetlerini dinliyorum. Herkesin en az bir arızası var. Kimimiz dizden mustarip, kimimiz bacak kaslarından, belden, ayak bileğinden, tırnaklardan... Bir yerde bir arıza çıkmadan koşabilenler sadece profesyonel olanlardır herhalde. Yoksa bizim gibi akşama kadar bilgisayar başında program yazan, gün boyunca fiziksel hareketleri otur ve kalkla sınırlı, çoktan göbek bağlama yaşını geçmiş orta yaşlıların becereceği iş değil yarışı şikayetsiz bitirmek.
Aslında bir işesem, bir rahatlasam iyi olur diyor içimden bir ses ama tırsıyorum, ya o koşmaya ilk başladığım zamanlardaki acı deneyim tekrar ederse? Ya daha onuncu kilometreye varmadan böbrekteki aşırı sürtünmeden dolayı ortaya çıkan kanama başlarsa? Dolu torbayla koşmak çok mantıklı değil ama torbayı boşaltıp da ardından kan işemekten iyidir. Ağır adımlarla yarışın başlangıç noktasına varıyorum. İçimde bir korku, büyüyor her nefes alış verişimde. Ya bitiremezsem! Bizimkilere bol şans dilyorum teker teker, koşarken birbirimizi zor görürüz ne de olsa. Saatin kronometresini sıfırlıyorum. Kulaklıklarımı takıyorum ama açmıyorum müziği. Sunucu genç basbas bağırıyor birkaç metre ileride: Ar yu rediiiiii? Ar yu rediiiii for Angkor helf-maraton? Ten, nayn, eyt, sevın, siks, fayf, foor, tırii, tuu, van, sıtaaaaartt...