Bu Blogda Ara

11 Mart 2015

İki

“Hadi şimdi de güneşe arkamızı dönüp gölgelerimizi sayalım!”

Dün gibi hatırlıyorum o günü; sahilde dalgaların kıyıyı hafif darbelerle dövdüğünü, güneşin kırmızı bir portakal gibi ağır ağır suya battığını gözümün önüme getirmem hiç de zor olmuyor geçen bunca yıla rağmen. Arkadaşlarla tüm öğleden sonra yüzmüş, sonrasında kasabaya inen son otobüsü kaçırmamak için, alelacele toplanmıştık şezlongların arkasında. Güneş batmadan yola çıkalım ki çok geç olmadan kasabaya varalım diyorduk. 

“Bir iki üç dört … “

Sayan kimdi? Arka sıralarda kola şişesine koyduğu birayı hocalara çaktırmadan yudumlayan Ayyaş Yaşar mıydı yoksa üniversiteye giriş sınavında ful çekip Boğaziçi’nde endüstri mühendisliği okuyan Sivri Kemal mi? Nedense o kısmı kalmamış aklımda. Ne kadar zorlasam yüzler belirmiyor o laciverdi boşlukta. Sadece anlık duygu boşalımları; nereden geldiği belli olmayan yüz kızartıcı hatalar ya da yürek hoplatıcı sevinçler var karanlığın biçim tutmayan boşluğunda. 

“Yediiiii”

“Ne yedisi olum, biz altı kişiyiz!” 

“Beğenmediysen sen say olum, yedi gölge var işte.”

“Bu salak saymayı bile beceremiyor. Dur bir de ben sayayım. Ayrılın bakim azıcık!”

“Bir iki üç…”

Böyle başlamıştı maceram. Farklı olduğumu anlamam için başkalarından uzaklaşmam gerekiyordu. Birlikteyken gölgeler birbirine karışıyor, tek bir kütleymiş gibi hareket ediyordu. Ancak yeteri kadar sürede, yeteri kadar mesafede kendi başıma kalırsam farkına varabilecektim aslında kim olduğumu, tam olarak ne istediğimi.

“Altı, yedi!, valla yedi çıktı yine”

“Olum kim o iki gölgesi olan, çıksın piyasaya. Söz dövmeyeceğim. Sen misin yoksa Dobi? O ikinci de göbeğinin gölgesi mi?”

“Biraz daha ayrılın, herkes bir köşeye çekilsin. Kendi gölgesine baksın. Kim hile yapıyorsa çıkar şimdi ortaya.”

İşte o anda fark edebilmiştim uzun yıllar boyunca beni takip edecek olan, nedenini değil de sonuçlarını idare edebileceğim gölgemin varlığını. 

“Olum Ziya, bu ne hal?”

Bir bana bir yere bakıyordu. Sanki altıma etmişim de donumdan aşağıya ıslanan kısmımı gösteriyordu parmağıyla. Utanmalı mıydım? Yoksa olağan bir şeymiş gibi mi davranmalıydım?

“Ne olmuş ki?”

Ayyaş Yaşar bana bakıp pis pis gülüyordu. Bir yandan da diğerlerini çağırıyordu eliyle işaret ettiği yere.
“Ne o lan, yoksa şeyin de mi iki tane senin?”

Gülüşme sesi; gençliğin, takmamanın, muhabbetin sesi dalgaların yalın çığlıklarına karışıyor sahilin bu ıssız köşesinde.

“İnkar mı edeceksin olum! Baksana iki tane!”

“Hepimiz aynı anda çift görüyor olamayız ya!”

“Neden sende iki tane var? Başka neyin iki tane lan?”

“Nasıl yapıyorsun böyle bir hileyi anlat!”

“Seni hilebaz? Nerenden çıkıyor lan o ikinci gölge”

Beş ayrı polis tarafından aynı anda sorguya çekilen bir suçlu gibiydim. İşin kötüsü, suçumu inkar edebilecek durumum hiç mi hiç yoktu. Evet, cinayeti işlemiştim, silahı da gömmüştüm ağacın dibine. Ayağımın altında iki gölge, saatin merkezi gibiydim adeta. Nereye dönsem iki tane ben!

“İki gölge olması için ya iki Ziya olması lazım ya da iki güneş. Ha ha ha, bu durumda ikisi aynı şey. Güneşin Ziyası var karşımızda.”

Bu espriyi yapan Kemal olmalıydı. Kimsenin anlamadığı laflar edip, kendi kendine gülmesi, sonrasında arkasındaki ordunun isteksizliği karşısında dumura uğrayan komutanın bozgunluğu.

“Ne diyon Kemal yaaa, çekil şöyle ayakaltından da çıkaralım bu adamın foyasını.”

“Foya moya yok olum, baktım ben her tarafına. Adamın iki gölgesi var işte.”

“Saçmalama olum, kimsenin iki gölgesi olamaz. Hem aramızda birimizin iki gölgesi olacaksa neden Ziya’nın oluyor, benimkisi olsun.”

“Bırakın şimdi şamatayı ya! Otobüsü kaçıracağız. Beş dakika sonra kalkıyor.”

Bu son lafı söyleyen Zilli Yıldırım’dı. Sınıfta zile kaç dakika kaldığını saniyelerine kadar her daim bilir, sorulduğu anda yanıtlardı. Önceleri adı Zilci’ydi ama sonra zamanla Zilli’ye dönüşmüştü.

“Hadi o zaman koşalım olum. Otobüsü kaçırdık mı gece burada kalırız. Cebimde on lira var, onu da leş gibi kokan bir otel odasına veremem.”

Hep birlikte koşmuştuk sonrasında, gölgelerimiz önlerimizde, sanki onları yakalamaya çalışır gibi. Ne koşarken ne otobüsteyken ne de kasabaya varır varmaz girdiğimiz dönercide aklımıza gelmemişti öğleden sonra yaşadıklarımız.

Akşam arkadaşlardan ayrıldıktan sonra, tek başıma eve giderken bir sokak lambasının az ilerisinde durup; ayağımın altında ezilmiş de feryat edercesine yardım dilenen ikinci gölgemi fark etmemiş olsaydım, büyük bir olasılıkla ben de unutacaktım o gün sahilde gerçekleşen tuhaf gölge olayını.

-- Devam edecek (Belki...) --