Bu Blogda Ara

23 Şubat 2022

Tünelin Sonunda Yeni Tüneller Var

Binanın önüne konan test çadırı.

Bizim oturduğumuz binada yaşayan bir adamın yakın arkadaşının Covid19 testinin sonucu pozitif çıkmış. Adamın testi pozitif değil, bir gün önce görüştüğü arkadaşınınki pozitif. Buna rağmen bizim bina üç günlüğüne karantinaya alındı. Bizim binadan bir çocuk karşı binadaki arkadaşının evine gittiği için o bina da karantinaya alındı. Üç gün evden çıkamayacağız. Bina dediğime bakmayın, 32 katlı apartmanlar bunlar, her katında 5 daire var. Toplam 160 daire eder. Her birinde ortalama üç kişi yaşasa yaklaşık 500 kişi... 

Zaten şehrin sağında solunda patlak veren müfredit vakalar yüzünden okullar Çin Yeniyılı sonrasında yüzyüze eğitime açılamadı. İki haftadır okula gidiyoruz ama öğrenciler gelmiyor. Bilgisayarın başında ders veriyoruz sabahtan akşama kadar... Şimdi bir de eve kapandık. Apartmanın weixin (whatsapp gibi bir iletişim uygulaması) grubunda birisi "Tünelin sonunda ışığı görebiliyorum." yazmış. Ben de "Ben göremiyorum" yazdım. Birisi sormuş, "Neden?". Ben de yanıt olarak "Tünel çok uzun olduğu için" dedim. O da cevaben "Sadece 3 gün kalacağız, 30 değil." yazmış. Karşılık vermedim, çünkü benim tünel derken kastettiğim şeyin üç günlük süreç olmadığını anlamamış. Hem grupta 250 küsur kişi var, hemen hepsi de Çinli. Biliyorum ki bu ülkede resmi söylem dışında fikir beyan etmek kadar moral bozucu şeyler söylemek de yasak. Türkiye'de olduğu gibi burada da "vatan haini", "batının uşağı", "emperyalist" damgalarını yemek çok kolay. O yüzden sustum ve buraya geldim, kendi kendime konuşmak için. Evet, ya tünel çok uzun ya da tam bitti derken yeni tünellere girmekle geçiyor ömrümüz ve bu yüzden çoooook uzun bir tüneldeymişiz izlenimi ister istemez ruhlarımızı esir alıyor. 

Çin'in salgının başlangıcındaki normal karşılanabilecek bocalamasını saymazsak, son iki yılda salgınla mücadele adına yaptıklarını azımsayamayız. Ben tüm bu süreç boyunca Çin hükümetinin tam teşekküllü tedbirlerini hep destekledim, halkın bu tedbirlere koşulsuz itaat etmesine -halkın sağlığı ve huzuru için- hayranlıkla karışık saygı duydum. Gerçekten de bütün dünya hâlâ her gün binlerce insanı salgına kurban verirken Çin'de son iki yılda neredeyde tek bir kişi bile Covid19 yüzünden hayatını kaybetmedi. Tabii ki bu gurur verici sonuç fedâkarlık yapılmadan ve bedelini ödemeden gerçekleşmedi. Şu anda Çin'e uçan hava yolu sayısı bir hayli az, gelenler de çok seyrek geliyor. Bilet fiyatları fırlamış durumda. Uçuşlar sıklıkla iptal ediliyor. Başka bir ülkeden buraya gelmek için otuz ayrı koşulu yerine getirmeniz gerekiyor. Yok uçağın kalktığı şehirde en az yedi gün kalacaksınız, orada üç kere test olacaksınız, kendinizi karantinaya alacaksınız, uçağın durduğu tüm havaalanlarında tekrar test olacaksınız falan filan... Vize almanın zorluğundan hiç söz etmiyorum. Yurt dışından gelen kargo bile karantinaya tabi tutuluyor. Her yerde yeşil sağlık kodunuzu, son 48 saatte alınmış test sonucunuzu, aşı durumunuzu göstermek zorundasınız. Maskesiz metroya, AVM'ye, hatta bazen parka bile giremezsiniz! Bunları bırakın, sosyal medyada "Artık virüsle yaşamayı öğrenmeliyiz!" diye de yazamazsınız. Yazarsanız hapse girersiniz. Tamam, insanların hayatlarının kurtulması pahasına neşeli hayatımızdan, seyahat zevkimizden, ve hatta ifade özgürlüğümüzden vazgeçtik diyelim. Peki tüm bu vazgeçişler, sadece ve sadece, tünelin sonunda bir ışık hüzmesinin var olduğuna inanmakla anlam kazanmıyor mu? Yani, ben yaz ayları geldiğinde ülkeme dönüp ailemi  ve arkadaşlarımı göremiyorsam, bilimum tatillerde yaşadığım kentin dışına çıkamıyorsam, evde bilgisayarın başında her gün beş saat -250 dakika- ders verip, üzerine bir de onlarca sınav kâğıdını bilgisayar ekranında okumak zorunda bırakılıyorsam -gözlerimin ağrısı başıma vuruyor öğleden sonraları-, tüm bu yaptıklarımın bir sonu, bir bitiş noktası, bir mükâfatı olmalı. Yoksa neden katlanıyorum ben bunca sıkıntıya?

Son zamanlarda bu soruyu sıklıkla sormaya başladım. Bu virüs eninde sonunda girecek ülkeye. Gördüğüm kadarıyla da istediğin aşıyı ol, istediğin kadar ilaç kullan, tedbirli davran, bir şekilde kapacaksın bu virüsü ve kaptığında da, aşılar sayesinde ölmeyeceksin belki ama ciddi anlamda sürüneceksin. Yani, kurtuluşu yok gibi. Herhalde vücudumuzda yaşayan pek çok başka virüs ya da bakteri gibi bir şey olacak Covid 19 da. Onunla savaşmaya ve onunla yaşamaya alışmamız gerekecek. O da mülayimleşecek, bizimle yaşamayı öğrenecek. Evrim her zamanki görünmez ve sabırlı mekanizmasıyla uzun erimde sorunu çözecek, dengeyi bulmamızı sağlayacak. Peki Çin bu savaşa ne zaman hazır hale gelecek? Sınırları hep böyle kapalı mı tutacak? Ya da bu durumu politik bir üstünlük olarak sunmaya on yıllarca daha devam mı edecek? Ben açıkçası tünelin sonunu da sonundaki ışığı da göremiyorum. Büyük bir plan var da benim mi haberim yok acaba! Bir vakitte bir şeylerden vaz geçip, bu kadar yeter deyip, insanlara "Artık ülkeye gelebilirsiniz!" diyecektir herhalde. O zaman ne olacak? 1 milyar 400 milyon insan sormayacak mı "Madem sonunda bu virüse kapıları açacaktık, neden baştan beri bu kadar sıktık dişimizi?" Şimdiki haliyle Çin ölümsüzlük iksirini içtikten sonra hayatta hiçbir risk almayan, karşıdan karşıya bile geçemeyen, araba kullanmayan, elektrikli eşyalara dokunmayan birisine benziyor. Kaybedeceğin sonsuz bir hayatsa her risk sonsuz pahalı hale gelmiş demektir. 

Kafam son zamanlarda bir hayli karıştı. Biraz da yoruldum açıkçası. Bu yaz da Türkiye'ye gelemeyeceğim. Ailemi, dostlarımı, köyümü, bahçemi, boğazı, martıları göremeyeceğim. Çin'de yaşayan pek çok öğretmen / yabancı çalışan gibi benim için de bu ülkenin ve mesleğimin en güzel yanı uzun tatillerde civar ülkere veya memleketime gidip rahat bir nefes alabilmektir. Çinliler bu yasaklardan pek etkilenmiyor olabilirler ama yabancılar bıkmaya başladılar bile. -Ya sev ya terk et seslerini duyuyorum- Haksız mıyım ama? Yazın rahatlayıp güzün başında hafiflemiş bir halde işimin başına dönemiyorsam neden çalışıyorum ben bu ülkede? Neden katlanıyorum bu kadar mesafeye ve yalnızlığa? Tayland'da ya da Türkiye'de de yaşayabilirim bu yaştan sonra. Öteki yandan, etrafımda kimsenin ölmemesi, insanların sağlıklarından olmaması da sevindirici bir durum. Yani, her zamanki gibi iki köy arasında gidip geliyor zihnimin kıvılcımları. "Sarı Çizgili Mehmet Ağa" öyküsü bu ikircikli hallerin bir uzantısıydı. Belki başka öyküler de çıkar bu durumdan. Çok da yazmak istediğim bir konu değil aslında, işin politik yönü beni ürkütüyor. 

Neyse, iki kelime yazayım dedim, bir sürü yazdım. Yetsin bu kadar. Bilgisayar ekranına daha fazla bakamayacağım. 

---

Dip notu: Az önce grupta yazıldı. Dün akşam binanın karantinaya alınacağını öğrenen birisi akşam evine gelmemiş, otelde kalmış. Eee, ne anladım ben bu işten. Sormazlar mı adama "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diye? Ya bu adam pozitifse ve şimdi oteldeki yüzlerce kişiyi enfekte etmişse... Böyle çelişkiler çok aslında. Bir başka örnek de otobüslere binerken yeşil kod sormamaları. Otobüs kapalı alan değil mi? Parka girerken bile soruyorlar oysa, açık alan olmasına rağmen...

Dip Notu 2: Bu sabah 3:50'de kapımıza geldiler. Beyaz hazmatlı sağlık görevlileri, zaten hep kabile halinde geziyorlar, kapımıza da o şekilde gelmişler. Neymiş hemen aşağıya inip test olmalıymışız. Haydaaaaa! "Neden sabahın 4'ünde?" diye sorsak da yanıt alamadık tabii ki! Aşağıda insanlar, pijamalı dedeler, battaniyelere sarılmış bebekler, titreyen kadınlar... Neyse ki çok uzun sürmedi. 4:20 gibi yatağa geri dönmüştüm. Uyku tutmadı hemen. Sabah da uyanamadım bu yüzden. Sabah altıda kalkmam gerekirken 7:35'te uyandım. Alarm mı çalmadı, çaldı da ben mi duymadım!  


 




20 Şubat 2022

Denize Düşen Tarkan'a Sarılır

Neymiş efendim, Tarkan gerçek bir sanatçıymış, dik duruşuyla ve tarafını belli etmesiyle Türk halkının kalbinde yerini etmişmiş, her yerde çalınmalı ve sesi göklere yazılmalıymış... Yok daha neler! Sormazlar mı adama "Ayol, bunca yıllık muhalefetiz, Tarkan'a mı kaldık?" diye? Düne kadar şıkıdım şıkıdım diyen, kız hepsi senin mi diye sokaktan geçen genç kızlara laf atan -fakir diyorsa sözlü taciz, zengin diyorsa flört diye kategorize edilen- erkek ağzıyla ortalığı yıkan, senin gibi fındık kıraaaaaaan gibi saçma sapan liriklere müzik yapan popçu tek bir şarkıyla Ahmet Kaya gibi, Tarık Akan, Ruhi Su gibi muhalif sanatçı mı oldu? Muhalefet, ya neseb-i gayri sahih bir zafer sarhoşluğundan ya da savaş (siyaset) sanatından* hiç anlamadıklarından olsa gerek saçma sapan saiklerle kendisini rezil etmekle meşgul. Ben Tarkan'ı ne severim ne de sevmem. Genel olarak pop şarkıcılarına karşı herhangi bir tavır takınmam, onları dinlemem, dinleyenleri de anlayışla karşılar ve sesimi çıkarmam. Eğlencedir, ter atmaktır, stres azalmaktır... İnsanların müziğe atfettiği görevler farklı farklıdır, karışmayı doğru bulmam. Bu sefer dinledim, bangır bangır tüm haber kanallarında "Geççek" üzerine methiyeler düzüldüğüne göre bir şeyler vardır dedim. Her zamanki gibi umudum boşa çıktı. 

Bir kere şarkının siyasi bir amaç güttüğünü söylemek imkânsız. Muhalefete değil de iktidara yardım etmek için de yazılmış olabilir. Uzun zamandır yoksullukla, salgınla, terörle, baskıyla ve zulümle yönetilen bir halka "bugünler de geççek, accık sabredin!" demiş. Nasıl geçecek, neyle geçecek, kiminle geçecek... Bunları dememiş! Şıkıdım  şıkıdım eller havada, kıçımız bir o yana bir bu yana oynayarak geçmeyecek herhalde? Tarkan'ın kendisinin de çok memnun olduğunu sanmıyorum ortaya çıkan bu tablodan. Yani, siyasi yelpazenin bir kutbuna çekilip, bir tarafın övgüsüne diğer tarafın tehditkâr nefretine mazhar olmayı beklemiyordu büyük olasılıkla. Bekliyorduysa ne ala! Bunu onun naifliğine, siyaseti anlamamasına, Türkiye'nin hemen her alandaki sert kara iklimlerine uzak oluşuna verebiliriz. Peki ya siyasiler, onları neyle aklayacağız?

Bir yıl sonra seçime girecek olan muhalefetin projelerle, geleceğe dönük siyasi ve ekonomik planlarla, halkın boş cüzdanlarını ve aç midelerini rahatlatacak çözümlerle gelmesi, bunları her yerde anlatması, insanları ikna etmesi beklenmez mi? Yani, son yirmi yıldır AKP'ye oy vermiş ve bugün artık yıllardır sırtını dayadığı siyasi partiye sırtını dönmeye hazırlanmış bir kitleye ne sunuyor muhalefet? Neyin sözünü veriyor? Ne değişiklikler öneriyor? Hangi parayla hangi dönüşümleri yapacağını iddia ediyor? İktidarı eleştirmek bir şeydir ama iktidara namzet olmak başka bir şeydir. Oy kullanacak bir vatandaş olarak -ki AKP'ye hiçbir zaman oy vermedim- ben bile bu soruların yanıtlarını bekliyorken, yukarıda sözünü ettiğim ve yönelecek cenah arayan kitle hayli hayli bu sorularla meşguldür. Sokak röportajlarına bakarak "bu maçı alacağız" havasına girmek hem çok yanlış -Hafta içi gündüz vakti sokakta yürüyen vatandaş Türkiye'nin seçmen nüfusunu temsil edebilir mi Allah aşkına!- hem de çok tehlikelidir. 

Uzun yazmanın bir anlamı yok. Çok bilgili ve iddialı olduğum konular değil bunlar. Sadece durumu can sıkıcı ve alarm verici bulduğum için, günlük yazı programımdan biraz sapıp bu satırları yazma ihtiyacı duydum. Yarın yine bu aralar üzerinde çalıştığım öyküye dönerim.   

Sevgiyle ve umutla kalın,

* Çinli askeri stratejist Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı" adlı kitabında şöyle bir cümle geçer. Kitap yanımda yok, İngilizcesinden kabaca çevireyim: Bütün savaşlar kandırma sanatına dayanır. Saldırıya hazır olduğumuzda, hazır değilmişiz gibi görünmeliyiz. Kuvvetlerimizi cepheye sürerken, bir şey yapmıyormuş gibi görünmeliyiz; yakındayken onların bizim uzakta olduğumuzu düşünmelerini, uzaktayken de yakında olduğumuzu düşünmelerini sağlamalıyız.



12 Şubat 2022

Kulaklık (1)

  Tık tık tık…


Adımlarını yeşil ışığı ilk gördüğü 50 metre geriden hızlandırmış olan Yi Xiong, ışık kırmızıya dönerken yola atlamış ve arabalarının içinde sabırsızlıkla bekleyen sürücülerin sabırsız bakışları eşliğinde caddeyi koşar adımlarla geçmişti. Kazandığı birkaç saniyeyle ne yapacağını bilemese de soluk soluğa diğer kaldırıma adımını attığında bu başarısından dolayı kendisini tebrik etti. “Aferin sana, Yi Xiong. Zamanını verimli kullanarak hayattan alınabilecekleri maksimize etmede üstüne yok!” düşüncesi tam olarak bu sözcüklerle aklından geçmemiş olsa da bu düşüncenin tortusu denilebilecek bir ferahlık ve serinlik tepesinden tırnağına kadar yayılmıştı. Çocukluğundan beri böylesi ufak tefek kazançlardan mutluluk anları çıkarmaya ve bu anları kişisel bir ego bayramına dönüştürmeye alışmıştı; kimseyi kırmayan, hiçbir canlıya zarar vermeyen, genel kurallar ve kabul görmüş uygulamalar dahilinde yapılan, küçük hesapların küçük kârlarını elde etmek ona hep ne kadar da zeki ve iyi kalpli bir insan olduğunu hatırlatmış, bu şekilde hem başkalarına iyi örnek olduğunu hem de dünyanın toplam iyilik küfesine olumlu anlamda katkıda bulunduğunu düşündürmüştü. Kurmuş olduğu küçük prensliğin ezeli ve ebedi hükümdarıydı o, kimseye hesap vermek zorunda olmadığı gibi çoğunlukla etrafındakilerin takdirini de kazanırdı. Keşke herkes onun gibi, kimseyi rahatsız etmeden, sadece ve sadece daha çok çalışarak ve aklın önerdiği yöntemleri kullanarak mükemmele giden yolun müdavimi olsalardı. O zaman ne yoksulluk kalırdı dünyada ne de savaş! Adaletsizlik, zulüm ve gözyaşı silinirdi yeryüzünden bir daha hortlamamak üzere. Ama nerede? İnsanların akılları fikirleri ya hak ettiğinden fazlasını istemekle ya da asla elde edemeyecekleri bir güzelliğin kapısında mızmızlanmakla meşgul. Bir de herkes duygularının esiri olmuş bu devirde, kısa erimli hazların peşinde helâk olmayı uzun erimli huzura tercih ediyorlar. Yalan mı? Her gün tanık oluyordu sabırsızlığın ve akılsızlığın doğurduğu elim sonuçların örneklerine, her gün, her saat, her dakika! Ama o farklıydı, farklı olduğu için de kendisini tanıyanların gıpta ettikleri basit, sakin ve istikrarlı bir hayatı vardı.Emin adımlarla tırmanıyordu başarı merdivenlerini, bir gün gelecek başarısının sırrını soran gazetecilere anlatacaktı hayatını üzerine inşa ettiği üç kolonun disiplin, çalışkanlık ve iyilikseverlik olduğunu. O güne daha çok vardı, şimdilik gün batımına az kala çıktığı akşam yürüyüşünü bitirmesi gerekiyordu. Hem zaten içinde kendisini duyurmak için hoparlörün üzerindeki toz zerreciği hibi zıpzıp zıplayan ikinci bir ses daha vardı. Bu ses tüm bu aklından geçenlerin, öz gayretiyle göğsünü şişirip aynaya bakma alışkanlığının, başkalarının gözüne şirin görünmek adına yapılan şaklabanlıkların ne kadar yalnız ve sefil bir hayatı olduğunu unutturmak için uydurulmuş bir bahaneler zinciri olduğunu söylüyordu. Bu ikircikli durumdan kurtulmak için duraksadı, derin bir nefes aldı. Hangi yöne gideceğine karar verdi. 


Ara yola dalmadan önce kendi etrafında tam bir tur yapıp çevresini gözlemledi. Ağaçların dallarına asılmış irili ufaklı yüzlerce kırmızı fener, dükkânların camlarına yapıştırılmış şişman kaplan resimleri, binaların önlerine konmuş saksılar içindeki mikroskop altında bakılan sinek gözünü andıran mandalina ağaçları, telefonundan videolar izleyerek akşamın gelişini hızlandırmaya çalışan bir bekçi, bomboş cadde boyunca kendinden emin adımlarla yürüyen tasmasız bir köpek… Yüreğinde az önce beliren anlık memnuniyet saman alevi gibi sönüvermişti bu son görüntüyle. Şu sahipsiz köpek kadar sert adımlar atamıyordu ya, ona yanıyordu içten içe. O bile nereye gideceğini biliyor, hedefine kilitlenmiş, oyalanmıyor etrafıyla, güm güm güm, yavrularına yemek götüren bir anne ya da yolun sonundaki inşaat sahasında arkadaşlarıyla buluşacak bir delikanlı… Peki ya sen! Sen nereye gidiyorsun? Denize düşmüş ve dev dalgaların esiri olmuş ufacık bir oyuncaktan farkın ne? Yapacak bir işin olmadığı için, tüm arkadaşların şehirden ayrılmış olduğu için,  en çok da yalnızlığını kendine unutturmak ve sabah yüze çalınan soğuk su gibi şehrin ıssız caddelerini suratına vurup ayılmak için… Oysa beklediğinin tam tersi gerçekleşmek üzereydi.  Akşamın alacakaranlığında gözüne takılan her şey, böylesi önemli bir günde bu koca şehirde cadde kenarına bırakılmış bir zavallı yavru kediden farksız olduğu duygusunu köpürttükçe köpürtüyordu göğsünde. 


Şirketin verdiği parayı kabul edip, bu yılbaşında annesini ve babasını görmekten vaz geçmişti Yi Xiong. Ne uğraşacaktı bu zamanda seyahat etmenin onca ceremesiyle. Otur oturduğun yerde, salgın bitince gidersin, hava biraz yumuşayınca, önlemler azaltılınca. Böyle düşünmüştü parayı kabul ederken ama şimdi görüp hissettikleri taş gibi oturmuştu midesine. Gerçeklik böyleydi işte, acı bir şurup gibi vaat ettiği güzel geleceğin ücretini peşinen tahsil ediyordu.  Banka hesabı kabarmış, seneye almayı düşündüğü arabaya bir adım daha yaklaşmış ama aynı oranda ayakları karıncalanıp karnı ağrımaya başlamıştı. 


Tık tık tık…


Neyin sesiydi bu. Annesinin telefonda konuşurken tırnaklarıyla sehpanın üstünde tutturduğu ritmik melodinin mi? “Bu yılbaşını da bensiz geçirin anneciğim. Teyzelerim, dayım var orada, onların çocukları var. Yeter size. Ben bu yıl gelmeyeyim. Salgın bitmedi henüz, şimdi geri dönüşte sıkıntı çıkmasın. Bak şirket para verdi Shenzhen’den ayrılmayanlara. “Yeter ki bir yere gitmeyin, işler aksamasın” dedi patron. O paranın bir kısmı senin, banyonun kırılıp dökülen fayanslarını yenileyeceğiz. Tamam mı anneciğim? Anlaştık mı?” Böyle mi demişti? Babasına da alet takımını yenileyeceğine dair söz vermişti. Ne fark eder ki, unutacaklardı zaten. Yılbaşında biricik oğullarını göremedikten sonra kim ne yapsın yeni fayansları ya da pilli matkabı! Seneye dillerinde bir tek “Geçen yıl gelmemiştin, bu yıl ne iyi ettin de geldin” cümlesi olacaktı. O, “gelmemiştim değil gelememiştim” diye düzeltmeye çalışsa da beceremeyecekti. “Aman canım ne fark eder” deyip soymakta olduğu sarımsaklara dönecekti annesi. Sessizliğiyle, iç çekişiyle, en çok da et kesme tahtasının üzerinde sessizce hareket ettirdiği bıçakla tüm dünyadan intikam almasını bilen annesinin solgun yüzü belirdi zihninde. Kafasını dağıtmak için etrafında gördüğü şeylere odaklanmaya karar verdi Yi Xiong. Uzun saplı faraşa dayandırılıp kaldırımın ortasında bırakılmış bir süpürgeyi görünce şaşırdı. Etrafta belediyenin temizlik görevlilerinden birisi yoktu. Ne yapmıştı adam; süpürgesini, faraşını kaldırımın ortasına bırakıp yemeğe mi gitmişti? Yılbaşı akşamlarında dışarıdaki hayatın bu derece yavaşladığını, hatta donma noktasına geldiğini ilk defa gözlemliyordu Yi Xiong. Birbiri ardına gelen onlarca kapalı dükkân serisini bozan açık bir tuhafiyeci kalmıştı. Onlar da zabıtaların yokluğunu fırsat bilip dükkânda ne varsa kaldırıma sermişler, yoldan geçen tek tük vatandaşa gocuk ve yelek satmaya çalışıyorlardı. Çırılçıplak soyulmuş bir mankenin kafasına konmuş kırmızı bere, yolun karşı tarafında geç kalmışlığın verdiği acelecilikle kâğıttan bir evi yakmaya çalışan yaşlı bir kadın, streç filmle kaplanmış saksıda mandalina ağacı, kepenklere yazılmış anlamsız resimler ve karakterler, cadde boyunca ilerleyen irili ufaklı kırmızı fenerler ve onların altlarından sarkan püsküller… Bütün bu gördükleri ona tek bir soruyu sorduruyordu: 15 milyonluk bu şehirde neden bu kadar yalnızdı? Şirkette kendisi gibi memleketine dönmemeyi tercih eden onlarca kişi vardı. Belki de şimdi lüks bir otelin lobisinde bir araya gelmişler, birazdan yiyecekleri açık büfe yemeğin tartışmasını yapıyorlardı. Neredeydi tüm bu insanlar? Lüks bir otelin 32. katındaki 360 derece dönebilen lokantada yemek yemeye karar veriyorlardı da neden ona haber vermiyorlardı? İçlerinde kadınlar da vardı muhakkak. Su damlasını andıran gümüş küpeler takan sekreter de katılmış mıydı yemeğe acaba? Ya da çok nadiren de olsa asansörde karşılaştığı o burnu hızmalı kız? Bu kızı ve burnundaki hızmayı ne zaman aklına getirse yüreğinde sinsi bir çığlık belirirdi, bir türlü yüzeye çıkamayan kocaman bir kava kabarcığı gibi bu dev çığlık uzun süre sağlıklı düşünmesinin önüne geçerdi. Öyle ya, noktadan hallice bu ufacık metal nasıl oluyordu da sıradan bir genç kızın çehresini bu derece çekici hale getirebiliyordu. Defalarca rüyasını görmüş, parmak uçlarıyla dokunup sertliğini ve soğukluğunu hissetmiş, eğilip tam öpecekken nefes nefese uyanmıştı. Hele bir de kız gülümsediğinde, yanakları şişip dudakları büzüldüğünde, tavandan gelen ışık hızmadan yansıyıp zehirli bir ok gibi onun bezik gözlerine saplandığında… Böyle anlarda bacakları çözülür, asansörün halatları kopmuş gibi bir boşluk duygusu midesine hücum eder, nereye saklayacağını bilemediği mahçup yüzünü aşağıya çevirirdi. 


Tık tık tık… 


Belki de babasının balkondaki masayı tamir ederken yere düşürdüğü vidanın sesiydi bu. Hani şu masanın göbeğini bir türlü tutamayan, iki-üç haftada bir kendiliğinden gevşeyip düşen, babasının da sanki dev bir makineyi onarıyormuş gibi eski alet çantasıyla balkona çıkıp birkaç başarısız denemeden sonra yerine yerleştirdiği ve iyice sıktığı vida. Bu düşünce zihninde belirir belirmez sol eli istemsizce kulağına dokundu. Bir anda göğsünden karnına doğru inen bir sıcaklık hissetti. Ayağı yaş betona saplanmışçasına olduğu yere mıhlandı. “Lanet olsun!” dedi duyabileceği bir sesle. Sonra devam etti kendisine hitap etmeye, “Lanet olası kulaklık, aptal şey, ne ara düştün de bana haber vermedin, zaten bekliyordum senden böyle bir ihanet!”. Dönüp arkasına baktı, kaldırıma serdiği gocukları toplayan ve dükkânını kapatmaya hazırlanan kadından başka kimseyi göremedi. Dinlediği motivasyon arttırıcı kitabının ne zaman durduğunu hatırlamaya çalıştı ama olmadı. En son, “Nihayetinde bebeğin kafası görünmeyecekse çektiğiniz acılar boşuna yaşanmıştır.” gibi bir şeyler demişti. Evet, bunu demişti kitabı kulağına okuyan ses, kendisi de hafiften gülümsemişti bunu duyunca. Bu cümleden sonrasını hatırlamıyordu. Yürürken kitap dinlemek ona göre değildi, bunun farkına çoktan varmıştı ama yine de vazgeçemiyordu bu yeni edindiği huyundan. Ne yapsındı? Birbirinin aynı sözleri tekrar edip duran saçma sapan müzikleri mi dinleseydi? Müzik dinlemeyi kendini bildi bileli sevmemişti, insanların müzik dinlerken neden zevk aldıklarını, neye dayanarak kontrolü kaybettiklerini, hangi gizemli dünyaların kapılarını aralayıp kısa bir süreliğine de olsa oralarda cirit attıklarını ne anlayabiliyordu ne de anlamak istiyordu. Kitap dinlerken, dikkatini her daim kitaba veremese de, en azından bir şeyler öğreniyor, değerli vakti boşa geçmemiş oluyordu. Hem bu devirde vakitten daha değerli, daha kıt ne vardı ki zar zor elde ettiği bu değerli mücevheri har vurup harman savursun? Doğru olanı yaptığından emindi, doğru ve verimli olanı. Gerçi, bu kablosuz kulaklıkları kullanmaya başladığından beri ikircikli bir kaygı doldurup taşırıyordu yüreğini. Kulakları mı çok ufaktı, kulaklıklar mı çok iriydi, yoksa adımlarını daha mı aheste atmalıydı?. Neden aklının bir köşesinde hep onların düşeceği düşüncesine yer vermek zorundaydı? İşyerindeki arkadaşlarının hiçbirisinde böylesi bir kaygıyı gözlemlememişti. Bir tek kendisi vardı koskoca dünyada kulakları düşecek diye endişelenen ve bu yüzden dinlediklerine odaklanamayan. Hoş, görünen o ki bunca hafakan da bir işe yaramamıştı, düşen düşmüş ona da haber vermemişti. En azından bir yönden şanslıydı. Kulaklık yılın en sakin, en sessiz, en yalnız akşamında düşmüştü. Eğer yürüdüğü yolu gerisin geriye takip ederse kulaklığa ulaşması zor olmayacaktı. 


Kaldırım çok kalabalıkmış da diğer yayalara yol açıyormuş gibi yaparak kenara çekildi. Düşündü, kaba bir plan yaptı. Yere bakarak yavaş yavaş yürüyecek, en azından hafif suçlar işlemiş gençlerin tutulduğu eğitim merkezine -kulaklıkları bu binanın önünden geçerken takmıştı- kadar adımını attığı her yeri didik didik edecekti. Yollar tenha olduğu için kulaklığı birinin görüp de almış olma olasılığı düşüktü. En kötü senaryo birisinin farkına varmadan ayağıyla vurması ve kulaklığın ya yola ya da yol kenarındaki çalıların arasına savrulması ihtimaliydi. Bunu da göze alacak, en azından kaldırım kenarındaki çimenlere göz gezdirerek ilerleyecekti. Yeşilin içine dalmış bembeyaz bir nesnenin akşamın alacakaranlığında kendini belli etmesi ve ben buradayım demesi çok zor olmasa gerekti.   


10 Şubat 2022

Sabahları Yazmak

İnsan bir kere yirtirdi mi günlük rutinini, eski momentumuna tekrar kavuşması vakit alıyor. En azından, benim gibi yazma eylemini hiçbir zaman kolay bulmayan, yazmayı lastikleri patlak bir arabayı yokuş yukarı itmekten farksız gören amatör yazarlar için bu durum böyle sanıyorum. Eski okulumdayken 2 saatlik öğlen paydosu çölde bulunmuş vaha misali hayati bir değere sahipti benim için. Şimdiki okulumda ne bir öğlen paydosum var ne de gün içinde iki kelime yazacak kadar vaktim. Beş ayrı dersim var her gün, her bir sınıfa farklı bir şey öğretiyorum. Akşama kadar deli danalar gibi dolanıyorum ortalıkta. Gerçi denemedim diyemem. Okulun kütüphanesinde yazmayı denedim ama olmadı. Çok öğrenci var, soru soruyorlar, rahatsız ediyorlar. Hiçbir şey yapmasalar bile, birbirleriyle İngilizce konuştukları için -anlamadığım bir dil konuşsalar rahatsız olmazdım- yazdıklarıma odaklanamıyorum. Akşamları yazmayı denedim birkaç kere ama yine olmadı. Hem çok yorgun oluyorum -bedenen ve zihnen cılkım çıkmış oluyor eve geldiğimde- hem de akşamları J ile birlikte bir şeyler yapabileceğimiz tek zaman dilimi olduğu için sürdürülebilir bir çözüm değil bu. Dışarıya yürüyüşe çıkıyoruz, sitedeki kedileri besliyoruz, parkta oturuyoruz, arkadaşlarla buluşuyoruz falan... Bunları yapmasak bile evde oturup birlikte film ya da belgesel izliyoruz. Akşama kadar zaten yalnız J, bir de ben eve gelip yemek yedikten sonra kendimi odama kapatıp iki saat yazıyla mı uğraşayım? Haksızlık olur ona! Bu yüzden geriye kalan tek zaman dilimine, sabahlara sığındım. Son üç sabahtır iyi gidiyor. Bir aksilik çıkmazsa hafta içi hafta sonu demeden bu rutini her gün devam ettirebilirim. Sonuçta, her sabah 6'da kalkıyorum yataktan. Okulda ilk saat dersim olmadığı için biraz geç gitsem sorun çıkmıyor. Zaten kimsenin karıştığı yok bana. They need me much more than I need them. Sabah 6 ile 7:15 arasında 500 kelime yazmak zor olmuyor. Kalkıp tuvalete gittikten ve elimi yüzümü yıkadıktan sonra hemen oturuyorum masanın başına. İlk kırk beş dakikada kahve içmiyorum. Beş dakika ara verip kahvemi yapıyorum ve sonrasında devam ediyorum kaldığım yerden. Ev sabahları sessiz oluyor. J uykuda, kediler uykuda. Bir tek Boncuk uyanık oluyor. Onu da kapıya -daireler arasındaki boşluğa, merdivenlere ya da asansöre girişi yok- çıkarıyorum birkaç dakikalığına. Hevesini alıp geri geliyor, uykusuna kaldığı yerden devam ediyor. Ben de en azından bir paragrafı bitirene kadar yazıyorum. Önceki yazdıklarımı düzeltiyorum. Vakit dolu dolu geçmiş oluyor. Tatmin olacak kadar yazdıktan sonra da duş alıp okula gidiyorum. Okulda neşem yerinde oluyor çünkü günlük yazı sorumluluğumu yerine getirmişim, artrık her türlü çılgınlığı ve tembelliği yapabilirim. Üzerimden büyük bir yük kalkmış oluyor, insanlığa karşı ahlaki ve vicdani ödevimi yerine  getirmişim gibi bir hafiflikle günü geçiriyorum. Başka şeylerle -kitaplar, youtube videoları, matematik vb- ilgilenirken ne bir suçluluk duyuyorum ne de kafam ikide bir "bugün ne zaman yazacağım?" sorusuna saplanıyor. Tabii, işin sürdülebilirliği en önemli yanı. Üç sabah yazıp sonrasında devam edemeyeceksem boşuna hevesleniyorum demektir. Onu da zaman gösterecek. İlk üç günde verimi ya da kaliteyi düşüren bir unsura rastlamadım. Belki ileriki günlerde akşamları daha erken yatmayı -10:30 mesela- ve haftada bir gün -Pazar sabahları?- ara vermeyi düşünebilirim. Bekleyelim görelim... Au revoir :)