Yaraya sürülen merhemin serinliğiyle gelir sabah Çanco’ya. Tedirgin
ve korkaktır yollar. Geceden kalma dürülmemiş hesapların artıkları kaldırımlara
taşan sarhoş kusmuğu tadındadır. Islak yolların güneşi kıskandıran sükûneti
elbette yerini kentin dağdağasına bırakacaktır birazdan. Apartman girişlerinde,
tatlı uykularından kaldırılan bekçilerin hiç şaşmayan öngörüsüdür bu. Onların
gözlerinde başlar sabah ilk, yaranın kabuğunu kaldırır gibi karşılarlar günü ve
ateşi. Sonra yayılır hayat kentin her yerine, sıcak suya düşen çay yaprağının
battıkça arkasında bıraktığı iz gibi. Bekçinin gözünde kent apartmanın
girişinden gözlenebildiği kadardır. O, kenti ve içindekileri oturduğu yerden hatmeder,
baştan sona süzer, ezberler. Kapıdan girip çıkan her yüzde kentin yeni bir
ayrıntısını keşfeder. İnsanların yüzleri değil midir tarihin en büyük şahitleri?
Yaşadığımız her saniyeyi şakaklarımızda biriken çizgilere yazmaktan başka
çaremiz var mıdır? Kent; yaşayan, soluk alıp veren, büyüyüp gelişen, yeri geldiğinde
hırçınlaşıp kavga eden, yeri geldiğinde suskunlaşıp köşesine çekilen bir
canlıdır sonuçta. Kentin canı tarihidir, mazgalların altında akıp giden istenmeyen
geçmişidir.
|
Yağmurlu günlerde camdan görünen manzaramız. |
Kırık dökük kaldırımlarda kentin sırlarının gizli olduğunu,
Halk Park’ında sabah akşam oturup, canları sıkıldıkça Tay Çi yapan yaşlılar
bilir en iyi. Onların yavaşlığa övgü diye de anılabilecek hareketsizliklerinde
Çanco’nun durgunluğu ve suskunluğu vardır. Az ileride akıp akmadığı bile belli olmayan
nehrin suyu kentin ruhudur. Kan ne kadar yavaş akıyorsa, kalp o kadar seyrek
atıyordur. Kahverengi suyun, dalgasız bir durgunlukta akışında yaşlı amcaların
ve teyzelerin can sıkıntısı okunur. Sıkıştırılmış oldukları park alanından
dünyaya bakarlar onlar. Ne kart oyunları keser içlerinde biriken arzuyu ne de
yanlarında taşıdıkları çay mataraları. Çember her geçen gün biraz daha daralmaktadır.
O daraldıkça Tay Çi’nin anlamı artar. Çin’in dünyaya yeni armağanı olacaktır o.
Dışarıda alabildiğine hızlı bir şekilde akıp giden hayata verilecek bir
yanıttır. Tarihin en muallak sorularından birisidir bu. Neden bir kimlik ancak
daralan çemberin boğduğu insanlar tarafından yaratılır?
|
Üniversite kampüsündeki küçük havuz. |
Parkın yanında, tatlı uykusundan vaz geçememiş bir kedi gibi
uzanan Gong Yuan yolu vardır. Yorgun bacaklarla pedallara yüklenen işçi
kızların umutları saçılır yolun her yerine. Sabah yıkayıp, kurutmadan yola düzüldüğü
için ıslaklığını ağır ağır yitiren saçlarının arasından süzülerek düşer
arzuları bir bir. Büyük bir otelin resepsiyonunda çalışan kız için umutları iş
yerine taşımak acıdan başka bir şey getirmez çünkü. Akşam eve dönerken
toplayacaktır yine sabah döktüklerini. Bir evim olsun, bir arabam, beni seven
bir kocam, benim her zaman yanımda duracak bir çocuğum… Hayaller tek boyutlu ve
basittir ama istenen şeyler herkesin istedikleri olunca fiyatlar katlanır. Oysa
yollarda gördüğü arabalar ne kadar da kolay kazanılmıştır. Ne iş yapmaktadır şu
güzel arabayı süren takım elbiseli adam?
|
Her sabah bisiklet sürerek okuluma gittiğim Kuzay Yang Ling Caddesi. |
Gong Yuan yolunun bitip Kuzey Yang Ling yolunun başladığı
yerde birikir üç beş e-bisiklet ve araba. Sağda bulutların karnını delip çıkmak
isteyen güneş vardır, solda ise yüzsüz bir gök. Kırık kaldırım taşlarının
olduğu yerlere uyarı levhası konmuştur, ”Sakın Düşmeyin Bu Dipsiz Kuyuya” diyen.
Onların dipsiz kuyu dedikleri kentin bağırsaklarıdır aslında; istenmediği için
gözün önünden uzaklaştırılan, mümkün olduğunca ışıklardan uzak tutulan, derin
dehlizlere terk edilen. Tıkandıkça anlaşılır kentte nelerin istenmediği,
nelerin çöpe atıldığı. O dipsiz kuyuya girerseniz sizi insanların korkuları bekler;
plastik poşetler ve ayakkabı kutuları. İçine daha önce nudıl konmuş bir kap,
kullanılmamış bir kondom, kırık cam parçaları ve çürümeye başlamış bir çorap.
Bir kent yukarıda varsa bir kent de burada vardır. Bu ikinci kentin üzerinde
kuruludur bizim yaşadığımız, yaşattığımız kent. Birini öldüresin ki diğeri
yaşasın…
|
Havanın açık olduğu günlerde camdan görünen manzara. |
Güneşin utangaç bir kız gibi perde arkasından eve gelen
misafirlere baktığı zamandır sabahın ilk saatleri. Çuvala sığmayan bir mızrak
gibi delip geçmek ister pamuktan bulutları. Oysa bulut değildir önündeki engel,
insan ürünü siyah çelenklerdir göğü
kapayan. Çanco insanı için iki seçenek vardır. Ya kentin rahatını kabullenip,
güneşsizliğe razı olacaktır ya da kentten umudu kesip göğün mavisinin henüz
kirlenmediği uzaklara gidecektir. Çanco, bağrında beslediği insanlardan bu
şekilde bedel almaktadır. Beş yıl daha az yaşayabilirsin, hayatının sonuna
kadar Milton’unkine benzer kaybedilmiş bir cennetin hayalini kurabilirsin, iyi
bir okul için çok şeyi feda edebilirsin. Bunların hepsini hayatın seni öldürme
pahasına yaparsın.
|
Çanco müzesinden bir harita. Eskişehir kardeş kentimizmiş. |
Sarı kasklarını salla pati bir şekilde kafalarına geçirmiş
mavi tulumlu inşaat işçileri geçer önünden. Her birinin elinde ayrı bir alet,
sanki dünyayı tamire gidiyorlar. Az ileride, yeni başlamış metro inşaatında
çalışıyor bu işçiler; sabahtan akşama kadar elde kazma, kolda güç, yürekte kor.
Kimi zaman durup gözlerinin önünde tıkanan trafiğe bakıyorlar. Asla parçası
olmayacakları trafiğe çıplak elleriyle çözüm üretirlerken, hayat onlara ne
kadar da yabancı. Oysa kentin en mutluları da onlar, kendileri farkında
olmasalar da. Çünkü beklentileri az, bir parça ekmek boğazlarından geçti mi,
çocuğu eve neşeli bir yüzle geldi mi, karısı evin sorunlarından şikâyet etmedi
mi mutlu oluyor. Parayla değil ya gülümsemek, parayla değil hayata bir anlam
katmak.
|
Üniversite kampüsündeki havuz ve nilüfer yaprakları. |
Güneş doğuda yaralı bir geyik gibi debelenirken gözlerini
bir anlığına binalara dikersin. Her biri otuz kırk katlı bu binalarda ofisler
vardır. Her bir ofiste bir an önce zengin olmayı hayal eden beyaz yakalı
işçiler. Öyle yüksek yerlerde çalışıyor olmaları aşağıdakilerden farklı yapmaz
onları. Çünkü enlemesine genişleyemeyen kentler mecburen diklemesine
büyüyeceklerdir. Babil Kulesi gibi üst üste, alt alta yaşayarak öğreneceğiz
kentin tabakalarının birbirinden farksız olduklarını. Hatta yere yaklaştıkça
değerin artacak büyük kentlerde, toprağa değen bir evin varsa kendini şanslı
hissedeceksin. Çocukların çıplak ayak çimenlere basabiliyorsa milyonları
kıskandıran bir servete konmuşsun demektir.
|
Amorfik bir kaya. Kimilerine göre sanat, kimilerine göre çöpe at. |
Darwin’in canlılar için söylediği “Öl, Göç et ya da Uyum
sağla” üçlüsü cansızlar için de geçerlidir. Bilim canlılar ile cansızlar
arasındaki farkı her geçen gün biraz daha siliyorken kentlerin milyonlarca
insan tarafından beslenen, milyonlarca insan tarafından aynı anda hem tahrif
hem de tamir edilen bir bünye olmadığını iddia edebilir miyiz? Kentlerin ağızları
vardır dışarıdan umut dolu işçileri, köylüleri, göçmenleri yiyen. Bu
zavallıları öğüttüğü dişleri vardır, öğütmediklerini tükürüp atmak için
salgıladığı tükürüğü vardır. Kalbi vardır geceleri herkes uyuduğunda güm güm
atan. Böbrekleri vardır hazımdan kalanları süzen, akciğerleri vardır her iniş
kalkışında kara bir öksürükle buluşan. Kör bağırsağı vardır bina önlerinde,
parklarda bahçelerde vakit öldüren. Kolları vardır insanı sarıp sarmalayan,
bırakmayan.
|
Üniversite kampüsünde yürüme patikası. Bana Boğaziçi'ndeki Kuzey kampüsle Hisar kampüsü arasındaki patikayı anımsattı, her ne kadar bu çok kısa ve temiz olsa da! |
Çanco’nun sıkıntının başkenti diye anılmasını sağlayacak pek
çok yanı vardır ama burada yaşayanlar, burada doğmuş büyümüşler için Çanco
candır, biriciktir, dünyalara değiştirilmeyendir. Belki de sırf bu yüzden var
olmaya devam etmelidir. Bulutları delecek üç yüz katlı binalar yapılır belki
burada bir gün. O zaman, binanın en üst katında daire alan insan için
güneşsizlik de sorun olmaktan çıkar. Ne yağmur yağar camlarına ne fırtına
titretir çelik pervazları. Onların Çanco’sundan aşağısı görünmez olacağı için
kendilerini Çanco’dan kurtulmuş hissederler. Kömür yakan elektrik santrallerinin
saldığı siyah dumanlar erişemez onlara. Böylece yeni bir kent kurulur
gökyüzünde. Bakkallar açılır; sinemalar, fuarlar, alışveriş merkezleri takip
eder. Kentin üzerinde yeni bir kent kurulur. İlkinde çalışanlar ikincisini
mümkün kılarlar. İkincisinde yaşayanlar ise ilkine dönüp bakmazlar. Kent
doğurarak sürdürür varlığını, doğurup yeni bir nesil ortaya koyarak.
|
Kentin ortasından geçen kanal (nehir). Pekin - Hanco kanalının bir uzantısı. |
Not: Bu yazı herhangi
bir amaca hizmet etmek için yazılmamıştır. Neredeyse üç haftadır hafta içi hava
açıyor, etraf günlük güneşlik oluyor, içimiz ısınıyor. Hafta sonları hava kararıyor, yağmur
yağıyor. Zaten kirli olan hava yağmur yağmaya başlayınca iyice çekilmez oluyor.
Sabah uyanıp, camdan bakınca yaşadığım hayal kırıklığını kâğıda dökeyim dedim. Karışık
bir yazı oldu ama olsun. Okuyup düzeltmeyeceğim, bilgisayara kaydetmiyorum bile. Hatalar varsa okuyucular affetsin. Birazdan bir kafeye gidip din felsefesi üzerine yazmakta olduğum yazı dizisinin yeni bölümünü yazacağım. Bu yazı da bir küskünlük abidesi olarak blogun hafızasına kazınsın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder