BALİ NOTLARI 1: Bali bizi kargaşa ve kaosla
karşılıyor. Pasaport kontrol noktasına girmeden önceki kapıya kocaman bir pano
koymuşlar. Bu panoda vize için başvurması gereken yolcuların uyruğu olduğu
ülkelerin adları yazılı. Listede Türkiye de var. Oysa gelmeden önce bakmıştım,
Endonezya TC vatandaşlarından vize istemiyor. Emin olmak için sıraya giriyorum.
Beş dakika kadar bekledikten sonra otuz günden az kalacağım için vize başvurusu
yapmama gerek olmadığını öğreniyorum. Eee, o kocaman pano ne peki? Gidip bir
daha bakıyorum panoya. Hiçbir yerinde otuz gün koşulu yok. Haklı çıkmanın
gururuyla –Ne kadar da tiryakisiyim bu duygunun- pasaport kontrolüne gidiyorum.
Çoktan uzamış olan sıraya giriyorum. Sorunsuz geçiyorum ama iş burada bitmiyor.
Bavullarımız neredeyse yarım saat beklememize rağmen ortada yoklar. Öylece
bekliyorum renkli bavullara bakarak; bavullara sığdırılmış, katlanıp
düzleştirilmiş hayatları düşünüyorum. Bir de sığmadığı için geride
bırakılanları… Saat akşam sekize yaklaşırken yükümüzün ilk yarısı görünüyor
ufukta, ardından da ikinci yarısı.. Yupeee! Artık girebiliriz Bali’ye. Yok ama,
kolay mı öyle? Hayır! Uçakta verilmesi gereken bir formun verilmemiş olduğunu
fark etmem çok zaman almıyor. Üzerimde taşıdığım paranın belli bir miktarı
geçmediğine ve herhangi bir malı satmak için getirmediğime, ceplerimde
uyuşturucu taşımadığıma dair bir belge bu. Normalde başka ülkelerde pek de
ciddiye alınmaz ama burada uzun uzun listelemişler her şeyi. Formu doldurup,
imzalayıp sıraların bulutsu bir hal aldığı başka bir salona geçiyorum. Başka
ülkelerde böyle bir salon da olmaz, zaten bu form pasaport kontrolünde alınır
ve iş biter ama burada uygulama farklı… Bu salonda insanlar, bavullar, çocuklar
ve üçtekerler akşamüstü okuldan çıkıp toplu halde otobüse binmiş liseli
öğrenciler gibi bir hava oluşturmuşlar. Yağmur sonrası kurbağaların serenadını
andıran bir gürültü var duvarların sıkıştırdığı kalabalıkta, bağrışmalar
konuşmadan çok kavgayı anımsatıyor. Sıra falan yok, daha çok sarmal ya da
gemici düğümü var denilebilir. Kim nereye burnunu sokarsa, kim kime “biz zaten
beraberiz” yalanını yutturabilirse… Yine de doğal süreciyle, yavaş yavaş da
olsa önümdeki kalabalık azalıyor, belli bir noktadan sonra ister istemez rafine
olup ipe dönüşüyoruz. Görevli kadın benim verdiğim forma bakmıyor bile. “Geç”
diyor eliyle. Hemen döviz bürosuna gidip Singapur’dan cebimde kalan 50 doları
bozduruyorum. Sonrasında mecburen taksicilerin elindeyiz –Bali’de metro yok.
Otobüs servisi de ya yok ya da işe yarar bir şey değil. Oysa ben ne de çok
severim işlerimi konuşmaksızın halletmeyi. Burada mecburen konuşacağız.- ama
orada da sıra yok. Aralardan sıvışıp turuncu gömlekli görevliye gideceğim yeri
söylüyorum. Bir bilete iki üç harflik bir şeyler karalayıp bana uzatıyor. Adama
benden istediği miktarı veriyorum. Kalabalığı yarıp orada bekleşen diğer
turuncu gömleklilere gidiyorum. Bir tanesi –uzun boylu, şişman ve bıyıklı bir
adam- “beni takip et” diyor, anlaşılır bir İngilizceyle. Havaalanından çıkana
kadar konuşmuyoruz, bu sessizliğin takside yaşanacak uzun bir şikâyetnamenin
habercisi olduğunu ayırdına varamadan…
BALİ NOTLARI 2: Taksi şoförümüz deneyimli. Kendisini
tanıtarak başlıyor muhabbete, borçlu bırakıyor bizi. Memleketlerimizi, Bali’ye
ilk defa geldiğimizi hemen oracıkta itiraf ediyoruz. Sonrasında uzun bir
sessizlik oluyor. Taksi havaalanını terk ediyor ve şehrin keşmekeşine karışıyor.
“Eskisi gibi değil Bali” diyerek uzun sessizliği sonlandırıyor Balili olduğunu
üzerine basarak tekrarlayan şoför. “Eskiden çok Ozi (Avustralyalı) vardı.
Şimdilerde her yer Çinli turist kaynıyor.” Anladım tabii ne demek istediğini
ama tecahül-ü arife verip –biz de 17 yıllık öğretmeniz yani, az deneyimli
sayılmayız- derdini ondan dinlemek için sordum. “Neden?, Çinli turistler iyi
değil mi?”. Arabanın karanlığıyla dışarıdan gelen ışık cümbüşünün kesişim
noktasında kafasının siluetini görüyorum, kayıtsızca sağa sola sallanıyor, cık
cık diyen bir halet-i ruhiyeyle başlıyor konuşmaya. “Yok, kesinlikle aynı
değiller. Oziler para harcamaya geliyorlar buraya. İçmeye, sarhoş olmaya,
eğlenmeye, su sporları yapmaya… Taksiye de ihtiyaçları oluyor. Çinliler büyük
gruplar halinde geliyorlar, kocaman otobüslerle her yere grup halinde
gidiyorlar. Kalacakları otellerden, yemek yiyecekleri lokantalara kadar her şey
önceden ayarlanmış ve bu yerlerin çoğu Çinli yatırımcılara ait kurumlar. Çin
lokantasında yemek yiyip, Çinli yatırımcının otelinde kalıyorlar. Sağa sola
giderlerken de tur otobüsleriyle gidiyorlar. Dolayısıyla Çinli turistten büyük
yatırımcılardan başka kimseye para kalmıyor. Hem Çinliler de yerel dükkânlardan
pek alışveriş yapmıyorlar, dedim ya taksiye bile binmiyorlar.” Ne diyeceğimi
bilemediğim için sessizlikte oturuyorum bir süre. “Haklısın.” diyorum ve ona
Tayland örneğini veriyorum. Benzeri bir durum Tayland’da da var çünkü .
“Sıfır-Baht Tur” (Zero-Baht Tour) deniliyor buna ve büyük bir çoğunluğu Çinli
turistlerden kaynaklanıyor. Hatta yerel halkın protestolarına yanıt vermiş
olmak için Tayland Turizm Bakanlığı bazı girişimlerde bulundu geçtiğimiz
aylarda. Bir takım kısıtlamalar getirdi bu tür organizasyonlara. Çok bir şey
değişeceğini sanmıyorum. Ayrıca burada sormak lazım, seyahat için en ucuz yolu
arayan turist mi suçlu yoksa halkına turizm gelirinden başka bir gelir
sunamayan hükümetler mi? Tayland, Endonezya, Kamboçya, Laos –listeye Türkiye de
eklenebilir- gibi ülkeler elde edilen turizm gelirini ağır sanayiye, artı
değeri yüksek olan ürünlere, eğitime ve altyapıya yönlendirmediği sürece
kırılgan bir ekonomiye sahip olacaklardır. Doğru olan yöntem turizm gelirini
turizm dışı –yani diğer ülkelere bağımlı olmayan- alanlara kaydırıp, elde
edilen kapitalle ekonomiyi geliştirmektir. Turizm yine var olsun ama bir
turisti kapmak için on tane taksi şoförü kavga etmesin birbiriyle mesela! Ya da
yol kenarlarında incik boncuk satacağım diye bütün gün sıcakta beklemesin yaşlı
kadınlar… Turizm bağımlılığını azaltmadıkları sürece en ufak bir olaydan
etkilenecek ve maddi anlamda ciddi kayıplarla karşılaşacaklardır. Ve yine en
çok cefayı ve ezayı halkın kendisi çekecektir. Bali’de birkaç yıl önce patlayan
bomba onlarca gencin hayatını almakla kalmadı, binlerce Balilinin işsiz
kalmasına ve yine pek çok işyerinin kapanmasına da neden oldu. Yıllar geçmesine
rağmen durumun düzelmemiş olması şaşırtıcı değil. Benzeri bir örneği Türkiye’de
Rus uçağının düşürülmesi olayıyla yaşadık biz. Her ne kadar politikacılar el
ele tutuşup kameralara gülümseyen poz verme yarışına girseler de otellerin
doluluk oranı geçen yıl %50’yi bile geçememiş… Bu düşüncelerle; motosikletlerin,
bisikletlerin, at arabalarının arasından geçe geçe otele varıyoruz. Arabadan
inince şoföre biraz bahşiş verip teşekkür ediyorum. Şaka maka, artık güney
yarımküredeyim ve hayatımda ilk defa bu kadar güneye indim. Öyleyse tadını
çıkarmalıyım…
BALİ NOTLARI 3: Bazı kadınlar alınlarına birkaç tane
ıslak pirinç (bija) yapıştırıyorlar ve günlük meşguliyetlerine bu şekilde devam
ediyorlar. Kutsanmış ve paklanmış olmanın bir göstergesi bu. Tapınakta yapılan
tören sırasında, kutsal bir temizlik yapılıyor ve ardından bu temizliğin
yapıldığının kanıtı olarak alına birkaç tane pirinç yapıştırılıyor. Bir çeşit
muska, kötülüklerden korunmak ve iyi şans sahibi olabilmek için. Erkeklerde
neden hiç görmedim bilemiyorum. Belki gözümden kaçmıştır. J
Benzeri bir durum Hindistan’da da vardı. Orada da kırmızı / siyah bir boya
(bindi) sürülürdü alınlara. Tayland’da ise dualar / iyi dilekler eşliğinde
bileğe takılan ip (say sin) vardır. Genelde anne baba, öğretmen ya da
tapınaktaki rahip takar bu ipleri ve takılan kişi uzun süre taşır onu. Buradaki
nüfusun çoğu Hindu olduğu için yollarda yürürken Hindu tanrılarını ve onlara
sunulmuş temsili hediyeleri (Adının canang olduğunu Hristiyan resepsiyon
görevlisinden öğreniyorum.) görmek mümkün. Yuvarlak ya da kare şeklindeler, muz
ya da palmiye ağacı yaprağına sarılılar ve içlerinde pirinç, meyve parçaları,
limon, şeker, tütsü gibi her gün tüketilen ürünler var. Canangları şehrin her
yerinde görmek mümkün. Bazı kadınlar on – on beş adet canangı tepsiye dizmiş, kafalarının
üzerinde taşıyarak, bir çeşit canang dağıtım hizmeti görüyorlar. Kaldırım
boyunca sağa sola koyuyorlar birer ikişer tane. Caddenin ortasına bile
koymuşlar birkaç tane, üzerinden arabalar ve motosikletler geçiyor. Dükkânların
önlerinde, arabaların camlarının dibinde, Ganeş sunaklarında, evlerin
kapılarında, yüksek duvarların üstünde, kısacası şehrin her yerinde varlar ve
tütsüleri bitene kadar dumanlar çıkararak etraflarını nazardan / belalardan
koruyorlar. Canangları o kadar çok görüyorum ki boş bir vakitte dayanamayıp
Wikipedia’ya bakıyorum, neymiş, neyin nesiymiş diye! Cananglar, Sanghay Widi
Wasa (kısa adı Acintya ya da Atintya) adı verilen ve Endonezya Hinduizm’inde
bütün tanrıları bünyesinde toplayan bir “en yüce” Tanrı’ya sunuluyormuş.
Gerekçesi dünyadaki barışı (Hangi barışı? Dünyada ne zaman barış olmuş? İç
huzur demek daha doğru olur sanırım.) devam ettirdiği için Atintya’ya teşekkür
etmekmiş. Evde ya da komşularda cenaze varken Canang sunulmuyormuş. İçeriği katmanlarla
ve farklı tanrıların temsilleriyle dolu olduğu için ilgimi pek çekmiyor ama
Atintya’nın tarihi ya da evrimi bir hayli ilginç. Sözlük anlamı “düşünülemeyen, hayali
edilemeyen” olan bu kelime, daha önceleri Agama Hindu Darma olarak biline en
yüce Tanrı’nın Bali’deki adıymış. Boşluk, evrenin başlangıcı, güneş tanrı gibi
özellikleriyle de en üstün Tanrı konumunu güçlendiriyormuş. Diğer tanrılar
Atintya’nın birer gölgesi ya da temsili konumundaymış. Hinduizm’deki Brahma’nın
karşılığı olması bir yana Wikipedia’ya göre Hinduizm’deki son yüzyıllarda
görülen tektanrıcı yönelimin önemli göstergelerinden birisiymiş. Bu noktadan
sonrası ise din ile siyasetin ilişkisini göstermesi açısından daha da çığır
açıcı. Endonezya Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra kurulan Endonezya Cumhuriyeti
halka din özgürlüğünü tanıyor ama din tanımına sadece tektanrılı (Her yerde ve
her şeye kadir olan) olma koşulunu da ekliyor. Haydaaa! Devlet tarafından
tanınan beş din şunlar: İslam, Budizm, Katolik Kilise, Protestan Kilise ve
Hinduizm. Balili Hindular da tektanrılı olma koşulunu sağlamak için inanç
sistemlerindeki tektanrıcı (en güçlü olanı say, diğerlerini onun temsilcisi
yap) öğeleri öne çıkarmak zorunda kalıyorlar. Zaten yukarıda sözünü ettiğim Sang Hyang
Widhi Wasa (Kadir-i Mutlak olan Tanrı) adı da Protestanların 1930’lu yıllarda
Hristiyan Tanrı’sı için kullandıkları addan alınmış. Sadece din ve siyasetin iç
içe girmişliği değil, dinler arası etkileşimi göstermesi açısından da önemli
bu. Bizde de benzeri durum İbrahimi dinler arasındaki benzerliklerle
gözlemlenebilir. Neyse, Bali’den iyice uzaklaştım, Ali’ye yaklaştım. Burada
keseyim. Meraklısına kaynak: Cananglar https://en.wikipedia.org/wiki/Canang_sari
BALİ NOTLARI 4: Çocuk
denize girilsin diye çevrelenmiş alanın dışında bir yerde yüzüyor. Ördek gibi,
dalıp dalıp çıkıyor suya. Arada da bağırıyor “Baba, babaaaa”, ilgi çekmeye
çalışıyor her çocuk gibi. Belki bir hareket gösterecek, belki onu da suya
çağıracak... Babası kumsalın az berisinde, turistlere hediyelik eşyalar satan
dükkânı işletiyor, meşgul tabii ki, para kazanması lazım. Çocuk da sıkılıyor
dükkânda. Bırakıyor yüzsün gözünün önünde. Çok uzak değil çocuğa, en fazla yirmi
adım, belki de bu yüzden pek ses etmiyor. Peki ya dalgınlığına gelirse, ya bir
müşteriyle pazarlık ederken oğlunun sessizliğini fark etmezse, ya dükkânın arka
tarafına gittiği bir anda çocuk boğulma tehlikesi yaşarsa… Çocuk kendi başına
eğlenmeye devam ediyor. Kulaç atıyor, sırtüstü yatıyor, suyun içinde elleri
üzerinde amuda kalkıyor. Arkadaşsız olunca su bile sıkıcı, ne kadar serin ve
kuşatıcı olsa da! Boyunu geçen yerlere gitmemeye özen gösteriyor gibi görünse
de suyun o kısmında derinlik çabucak değişir, zaten yüzmeye kapalı olması da bu
yüzden. Bir adım atarsın ve ayakların kesilir yerden. Yüzme bilmiyorsan çeker
dalgalar seni içerilere. Çırpınır durursun olduğun yerde, çırpındıkça da daha çok
batarsın. Benim endişelerimi babası da paylaşıyor olacak ki elinde normal
boyutlarda bir canangla (bkz Bali Notları 3) çıkageliyor. Çocuğunun denize
girdiği yere, suyun ulaşamayacağı bir noktaya, sarı kumların üzerine canangı
koyuyor, tütsüyü yakıyor. Yakarken, hafif hafif esen meltemi engellemek için
elleriyle koruyor alevi, tıpkı rüzgârlı havada sigarasını yakmaya çalışan
tiryakiler gibi. Ardından ellerini birleştirip bir şeyler mırıldanıyor.
Tütsünün yandığından emin olduktan sonra çocuğuna bir şeyler söylüyor -uzaklara
gitme, kıyıda oyna diyordur kesin- ve huzur içinde dükkânına geri dönüyor.
BALİ NOTLARI 5: Otelin ücretini ödemek için resepsiyona
iniyorum. Peşin ödememiz gerekiyordu
ama üzerimde rupi yoktu geldiğimiz akşam.
Ertesi sabah öderim demiştim. 100.000’lik banknotları farkına varmadan dışımdan
Türkçe bir, iki, üç diye sayıyorum. Saymayı bitirip parayı görevli kıza
uzatınca bana Türkçe “Teşekkür ederim.” diyor.
Ben şaşırıyorum tabii. Hem kızın Türkçe teşekkür edebilmesine hem de
benim Türkiye’den geldiğimi anlamasına. Gerçi ikincisini otel kayıtlarından
öğrenmiş olabilir. Sonuçta pasaportumun fotokopisini çekmişlerdi giriş
yaparken. Peki ya Türkçe teşekkür ederim diyebilmesi! Soruyorum tabii, “Nereden
biliyorsun Türkçe konuşmayı?”. “Bilmiyorum diyor. Sadece birkaç kelime
biliyorum.” Birkaç kelime de olsa ilginç değil mi? Ben tek kelime bile
Endonezyaca bilmiyorum. “Buraya gelen Türkiyeli turistlerden mi kaptın?”
diyorum. “Yok”, diyor. “Elif’ten öğrendim”. Ben iyice meraklanıyorum. “Elif
kim? Öğretmenin mi?”. “Televizyon dizisi.” diyor özürlü bir gülümsemeyle. Beni
aptal yerine koyduğu için gülümsüyor besbelli. Ben tabii iyice afallamış
haldeyim. Elif diye bir dizi mi var? Kim ne zaman çekmiş? “Bilmiyor musun?”
diye sanki bilmemek çok büyük bir ayıpmış gibi soruyor bana. “Yooo, nereden
bileyim. Ben pek televizyon izlemem. Hatta hiç izlemem.” diyorum. “Elif bir
Türk dizisi.” diyor. Benim cehaletimi kanıksamış artık, öğretmen moduna geçmek
üzere. “Çok heyecanlı bir dizi. Kime sorsan bilir Endonezya’da…” Gülümsüyorum
ağzımı açmadan. Ne diyeyim, bilmem ki! Aklıma o anda gelen ilk şeyi söylüyorum.
“Ben bir tek Behzat Ç’yi bilirim. Sen de onu bilmezsin.” Teşekkür edip
ayrılıyorum lobiden. Ben giderken “Hoşça kal” diyor. Odaya çıkınca hemen
bakıyorum Elif’e. Özetini okuyorum Wikipedia’dan. Beklediğim gibi var olan tüm
klişelerin birbiri ardına sıralandığı bir dizi çıkıyor. Kadının çocuğu olur,
kocası kadını ve çocuğu terk eder. Çocuk yokluklar içinde büyür. Kadın zengin
bir adamın evine hizmetçi olarak girer. Meğer bu zengin adam bu kadının
çocuğunun gerçek babasıdır. Bu arada bu zengin adamın şımarık kızı alabildiğine
gıcık ve kötüdür. Tabii, gerçek bir türlü açığa çıkmaz. Kötüler neden kötülük
yaptıklarını bilmeden kötülük yapmaya devam ederler. İyiler de asla kötülük
yapamayacak melek ruhlu kişiliklerdir. Dünyanın herhangi bir yerinde
yapılabilecek ve hatta defalarca yapılmış bir film senaryosu. Tayland’da bu tür
dizilerden onlarca var. Ama benim aklıma bu dizinin nasıl olup da Endonezya’ya
ihraç edilebildiği sorusu takılıyor. Müslüman ülke olduğumuz için bizim
dizilerimize daha çok mu güveniyorlar acaba? Ya da çok klişe olduğu için
“Bundan bir zarar gelmez.” deyip almışlardır. Öyle ya, yeni bir şey söylememek,
yeni bir şey söylemeyeceğine dair işaretler vermek otoriter ve korkak rejimler
için bulunmaz fırsattır. Tehlikeli olan sanat yapma dürtüsüyle söylenmemişi
söyleyenlerdir, var olanı yıkıp yenisini inşa etme çabasıdır, statükoya
başkaldırandır. Öyle bir dizi yapmış olsaydık, onu ihraç edemezdik. Kendi
ülkemizde de yayınlayamazdık. Dizi bir süre sonra yasaklanır, kanala ya yüklü
bir ceza gelir ya da kanala hükümet tarafından el konulup birkaç ay sonrasında
yandaş bir işadamına satılırdı.
BALİ NOTLARI 6 (SON): Bali hakkında eminim çok şey yazılabilir ama
ben nedense burayı sıkıcı ve bunaltıcı buldum. Bu durum Bali’nin bir ada
olmasına verilebileceği gibi benim on iki yıllık Güneydoğu Asya deneyimime de
verilebilir. Bali’de gördüğüm kültürel özellikler daha önce yaşadığım (Tayland
ve Vietnam) ve gezdiğim (Hindistan, Kamboçya, Malezya, Singapur, Laos)
ülkelerinkinden pek de farklı değil. Hatta şöyle bir benzetme yapsam bu iki
ülkeyi tanıyanlar beni haksız bulmayacaklardır: Pattaya’da görülen ve açıktan
reklamı yapılan seks turizmini çıkarıp, bir de Budizm’in yerine Hinduizm’i (her
ikisinde de alt-kültür olarak varlığını sürdüren Animizm’i koruyarak) koyarsak,
iki turistik bölge arasında ciddi bir fark kalmayacağını görürüz. Bali’de seks
turizmi yok mu? Olmasaydı, akşam hava karardıktan sonra döviz bürosundan otele
tek başına dönerken neden sordu motosiklet sürücüsü bana “Do you want lady
sir?” diye? Hatta bir akşam otelin olduğu sokağa eşimle birlikte girerken,
köşede müşteri bekleyen motor taksicilerden birisi viagra isteyip istemediğimi
bile sordu. Hayır, viagraya ihtiyacım varmışım gibi mi duruyorum? Teessüf ettim
tabii ki J Bali’de
turistler dolandırılmıyor mu? 70.000 Rupi’ye satılan priz adaptörünü pazarlıkla
20.000 Rupi’ye nasıl aldım o zaman? Bali’de plaj kirlenmiyor mu? Her sabah
kepçeli iş makinalarıyla temizliyorlardı plaja bırakılan plastik bardakları,
şişeleri… Bunun yanında Bali’de de tıpkı Pattaya’da olduğu gibi bir sürüngenler
parkı var. Timsahlar, piton yılanları falan… Kuş parkının bir farklılık olduğunu
ve görülmesi gerektiğini itiraf edebilirim. Ben hayatımda böyle cıvıl cıvıl ve
rengârenk bir ortama daha önce girmemiştim, bir daha da gireceğimi sanmıyorum.
Her gün yağan yağmurlarıyla, yağmur öncesi ve sonrası hiç eksilmeyen bunaltıcı
sıcağıyla, şaşkın turistlerden para kazanmak için her türlü yöntemi deneyen kurnaz
halkıyla, içip içip sarhoş olan ve başlarını belaya sokan beyaz (çoğunlukla
Ozi) turistleriyle, her yere beş kişilik bir kafileyle –anne, baba, çocuk,
büyük anne, büyük baba- giden Çinli aileleriyle, yemek yediğimiz yerlerde
bakışlarıyla turistleri kesen çoğu başka şehirlerden gelmiş fahişeleriyle,
menülerin sayfalarının diplerine küçük harflerle “%10 servis ücreti ve %10
vergi yukarıdaki fiyatlara dâhil değildir.” yazdıran lokantalarıyla, Şiva’nın
temsillerinden birisi olan erkeklik organı figürünü gazoz kapağı açacağı haline
getiren tüccar kafalı insanlarıyla, Vişnu ve Krişna temalı park yapıp
tanrıların üzerinden para kazanmaya çalışan hükümetiyle ve en çok da kayaları
döven ve dövdükçe köpüren dalgalarıyla bildik bir tatil kenti Bali. Ben şahsen
bir daha gitmem, insanları güler yüzlü ve sıcak kanlı olsalar da kat edilen
mesafeye değmeyecek gibi geliyor bana. Tabii ki Avustralya’da, Endonezya’da ya
da Singapur’da yaşıyorsanız ve içmeye, dans etmeye, geç vakitlere kadar
eğlenmeye; sabah olunca da sörf yapmaya, su kayağına binmeye, muz botların
üzerinde hoplayıp zıplamaya meraklıysanız Bali sizin için pek çok unutulmaz
ânın kapısını aralayacaktır. (Bu son cümle reklam gibi oldu. Olsun, silmeyeceğim.
Biraz da reklam olsun.)
İnternet bağlantımın hızlı olduğu bir gün resimleri de ekleyeceğim.
:D güzel bir yazıydı, gezmişsiniz ne güzel.
YanıtlaSilEvet gezdik. Hak ettiği derinlikte yazılar yazamadım Bali için. Biraz hayal kırıklığı biraz da yorgunluk sanırım. Bir gün döner, belki Bali'de geçen bir öykü karalarım. Aklıma bir şeyler gelmiş, notlar almıştım. Zamanı gelince yazılır elbet... Sen nasılsın bu arada? Yazıyor musun? Yanıtını buraya yazma, e-postayla gönder.
Sil