Bu Blogda Ara

24 Mayıs 2015

Bir Kan Tüccarının Hikâyesi - Yu Hua


Kitabın Çince baskısının kapağı
Romanın Çince adı, 许三观卖血记. Türkçeye doğrudan çevirisi “Kanını Satan Xu Sanguan” olarak yapılabilir. İngilizceye “Chronicle of a Blood Merchant (Bir Kan Tüccarının Hikâyesi) olarak çevrilmiş.  Ben romanı İngilizce çevirisinden okuduğum için bu adı kullanacağım. Her ne kadar roman, kan alıp satan bir tüccarın değil de mecbur kaldıkça kanını satan bir babanın hikâyesi olsa da.

Yu Hua’nın bir diğer romanı olan “Yaşamak”ta olduğu gibi, bu romanda da bir ailenin çile ve ıstıraplarla dolu hikâyesini izliyoruz. İzliyoruz diyorum çünkü yazar hemen hemen hiçbir yerde ahlaki ya da siyasi bir taraf tutmuyor, ders vermemeye özen gösteriyor. Yabancı bir ülkedeki olayları aktaran tarafsız bir gazetecinin sesi gibi metin boyunca duyduğumuz ses. Arka planda devrimler, isyanlar, açlıklar, itiraflar ve ölümler yaşanırken; okuyucu, yazarın yönlendirmesiyle, sadece Xu Sanguan’ın ailesinin dramı ile ilgileniyor. Çin’in çalkantılı tarihinin izlerini, gözümüzün önünde filizlenip yeşeren bu ailenin üzerinden takip ediyoruz. Yazar kendisine bilinçli ya da bilinçsiz olarak oto-sansür uyguluyor ve siyasi tarihi teğet geçiyor. Bunun yerine, ailenin tarihi üzerinden, ara ara arka plana ışık düşürüyor ve parça parça da olsa 1940-1970 yılları arasında gerçekleşen olaylara hafiften dokunduruyor. Örneğin İleriye Doğru Büyük Sıçrama Kampanyası (Great Leap Forward) sırasında yaşanan açlığı ve kıtlığı ailenin karşılaştığı bir zorluk olarak veriyor. Aynı şekilde Sağcı Karşıtı Kampanyayı (Anti-Rightist Campaign) da dört duvarın arasına sokup, oğulların annelerine karşı yarı utangaç yarı gaddar tavırlar takındıkları bir mikro-kozmos sahnesine dönüştürüyor. Kültür Devrimi (Cultural Revolution) ise anne babanın uzaklara giden oğullarını özlemeleri ve onları geri getirmek için ellerinden geleni yapmaları –Oğullardan birisinin şefine yoku yok bir sofrada ikramda bulunmak ve bunun için kan satmak gibi- olarak özetleniyor romanda.
İngilizce çevirinin kapağı. Kindle versiyonunun kapağı da bu şekilde tasarlanmış.
Romanın genel konusu adından da anlaşılacağı üzere kanını satan bir adam. Yalnız kanını kendi keyfi için satmıyor Xu Sanguan. Ne zaman ailesi –karısı ve adları Bir, İki, Üç olan oğulları- zor durumda kalıyor, ne zaman tüm umutlar yıkılıp çaresiz kalıyor, ne zaman tüm dünya karanlığa bürünüp onu yalnız bırakıyor; o zaman çok da uzun süre düşünmeksizin kendisini hastanede buluyor. Kanını satmadan önce bol bol su içiyor ki kanı incelsin, daha çok kâse doldurabilsin. Kanını verdikten sonra da adet haline getirdiği üzere, yakınlardaki bir lokantaya gidip kızarmış domuz ciğeri ve pirinç şarabı içiyor. Ritüel haline getirdiği bu alışkanlığı yıllar sonra kan satmaya yeni başlayan iki gence şu sözlerle izah ediyor.

“Domuz ciğeri kan yapar, şarap da ona hayat verir.”

Yaşı genç, sağlığı yerindeyken zorlanmıyor olsa da kanını satma kararını vermesi çevresinde hoş karşılanmıyor. Özellikle karısı Xu Yulan karşı çıkıyor.

“Kanını satacağına bedenini sat daha iyi. En azından bedenin sana ait. Oysa kanını satmak atalarını satmaktan farksızdır. Xu Sanguan, sen atalarını sattın.”

diyor kocasının kanını sattığını öğrenince. İlk başlarda bu şekilde karşı çıksa da ileriki zamanlarda çok itiraz etmiyor kocasına. Zamanla o da öğreniyor başka çarelerinin olmadığını. Bir kere kanını satmaya başlamışsan eğer, tıpkı kumar alışkanlığına yakalanmış bir müptela gibi, bir daha bırakamayacaklarını geç de olsa fark ediyor.
Yu Hua, ABD'de bir üniversitede düzenlenen edebiyat günlerinde konuşma yaparken. 
Romanda doğrusal bir hikâye anlatımı var. Sahneler uzun, sahneler arasında bazen yıllar geçiyor. Romanın olumsuz olarak görülebilecek bir yanı tekrarların çok olması. Dönüp dönüp aynı konuları tartışıyor yazar, bir türlü hallolmayan eski hesaplar ikide bir su yüzüne çıkıyor. Bunu büyük bir olasılıkla bilinçli bir şekilde yapıyor, çünkü Çin’in çalkantılı dönemlerinin aile üzerindeki yansımalarını ve bu yansımaların farklı frekanslarını okuyucuya bu şekilde vermeye çalışıyor. Bu tekrarların gerekçesi ne olursa olsun, roman boyunca toplamda sadece iki ana temanın olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Birinci tema; bir erkeğin babası olmadığı bir çocuğa babalık yapması. Babasız kalan bir çocuğa üvey babalık yapması gibi basit bir olay değil bu. Xu Sanguan, evlendikten sonra doğan ilk oğlunun aslında ondan olmadığını öğrenince doğal olarak hem karısıyla hem de oğluyla arası açılıyor. Oğlunu defalarca reddetmeye çalışıyorsa da her seferinde merhamete geliyor. Hatta, ilk başlarda kanını satarak elde ettiği parasını ilk oğluna harcamamaya ant içiyor olsa da romanın sonlarına doğru görüyoruz ki, ilk oğlunun hayatını kurtarmak için üst üste defalarca kan satıp, hayatını tehlikeye atmaktan bile çekinmiyor. Burada merhametin ve sevginin; geleneksel kan bağı ısrarına galip geldiğini görüyoruz. Xu Sanguan, kendisi geleneksel zihniyette bir insan olsa da bunu aşıyor ve kendisinden olmayan oğluna kendi oğluymuş gibi muamelede bulunmayı öğreniyor. Bize de bu konuda büyük bir ders veriyor. Tabii ki geleneksellikten kopup, yeniliği kabul etmesi kolay olmuyor.

Baba ve Birinci Oğul arasında yaşanan çatışma, roman boyunca sürekli su yüzüne çıkıyor. Xu Sanguan, İleriye Doğru Büyük Sıçrama Kampanyası sırasında kanını satıp, öz oğullarını etli nudıl yemeye götürüyor ama üvey oğlunu yanına almıyor. Sağcı Karşıtı Kampanya sırasında, karısı boynuna tahtadan bir levha takılıp yerel tiyatronun sahnesinde aşağılandığında sesini çıkaramıyor. Hatta; karısının eve geldiği bir akşam, çocuklarıyla birlikte karısından hesap soruyor. Bunu Mao’nun emri olduğu için –Devrime inanmış olan Birinci Oğul'un ağzından- yapıyor olsalar da Xu Sanguan çocuklarının anneleri karşısında ağır suçlamalar yapmasına izin vermiyor. Birinci oğulun “Madem tecavüze uğradın, neden ısırmadın? Demek ki isteyerek yaptın.” isnadı ise erkek egemen toplumun, ister devrim öncesi ister devrim sonrası olsun, kolay kolay erkek yanlısı retoriğinden kurtulmadığının bir göstergesi olarak okunabilir. Aynı şekilde Xu Yulan’ın başlarına gelen felaketler için karmayı suçlaması ve kendisini bir önceki hayatında kötü bir kadın olduğuna inandırması, yine yirminci yüzyılın ilk yarısında doğup büyümüş Çinli kadının bireysel sorunlar karşısında takındığı tavrı özetlemesi yönüyle önemli.

Romanın ikinci teması ise Xu Sanguan’ın kanını satması ve bu uğurda hayatını tehlikeye atmasıdır. İnsanın kanını satması burada simgesel bir anlam eşliğinde okunabileceği gibi simgesellikten bağımsız olarak da düşünülebilir. İnsanın emeğini –yani terini, zamanını, enerjisini- verip tükettikten sonra, elinde verecek bir şey kalmayınca ruhunu satmasıdır aslında kanını satması. Bir çeşit sınır çizgisine varmak ve o çizgi üzerinde ileri geri gezinmektir. Bir adım sonrasında ölüm vardır ve roman, okuyucu birkaç defa o sınır çizgisine yaklaştırır. Xu Sanguan, ileriki yaşlarında kan satınca ciddi anlamda zorlanır; başı dönmeye, çabucak yorulmaya, gözleri kararmaya başlar. Hatta, ilk oğlu hastalanıp ailecek ciddi bir parasal sıkıntının içine girdiklerinde Xu Sanguan ikişer üçer gün arayla kanını satmaya yeltenir. Buz gibi nehir suyunu içip, bayılana kadar kan verir. Oysa, kendi bedenine sahip olamadığı toplumda hasta oğlu için ölmesine de izin yoktur. Doktorlar aldıkları kanı Xu Sanguan’a geri verirler, bir de üzerine başka kan eklerler. Para alacağım diye girdiği hastaneden para kaybederek çıkar romanın kahramanı. Bunun en büyük nedeni ise kan verip ölen bir insanın doktorların, hemşirelerin hatta tüm hastanenin başını belaya sokacak olmasıdır.  Kısacası kan satabilirsin ama bu işin de kuralları vardır, tıpkı diğer ticari metalarda olduğu gibi kan alıp satmak da ticari yasalarla korunmaktadır.

Yu Hua’nın romanı tarihsel ve toplumsal arka planlarından soyutlandığında oldukça hümanist bir resim çizer. Yazarın üslubu sadedir. Uzun betimlemelerle okuyucuyu sıkmaz. Hemen hemen her sayfa konuşmalar, kavgalar ve kavgaların sonuçlanmasıyla doludur. Komedi sıklıkla baş vurulan bir yumuşatma yöntemidir. Konu her ne kadar ağır ve iç burkucu olsa da Yu Hua, okuyucuyu nasıl rahatlatacağını bilir ve karakterler arasında geçen konuşmalara bol bol gülünç laflar ekler. Xu Sanguan'ın kan verdikten sonra bacaklardaki uyuşmayı cinsel ilişki sonrası yaşadığı yorgunlukla eş tutması, üşüdüğü için domuz yavrularına sarılıp uyuması, karısını kırık bir testiye benzetirken kendisini ölü bir domuza benzetmesi, Bir Numara'yı çatıya çıkartıp ölmekte olan babasının ruhunu geri çağırmaya zorlaması gibi sahneler; hemen her okuyucunun yüzüne tebessüm getirecek derecede samimi ve insancıldır.

Roman boyunca neredeyse hiç iç çatışma yaşanmaz, yaşansa da biz okuyucular bu çatışmayı ancak dışarıya vurduğunda, karakterler arasındaki tartışmalarda öğrenebiliriz. Karakterler derinlemesine analiz edilmez, tek boyutlu ve tek renklidirler. Hatta hemen her karakter tek bir cümleyle özetlenebilir. Ailesi –kendisinden olmayan oğlu da dâhil- için her şeyini yapacak bir baba, kocasını bir kere aldatmış –aslında tecavüze uğramış- ve pratik zekâsıyla işleri yoluna koyan bir anne, adları Bir, İki ve Üç olan üç tane oğul.  Hikâyeye ara sıra dâhil olup, işleri bitince kaybolan komşular, arkadaşlar ve hastane görevlileri.

Bir Kan Tüccarının Hikâyesi, son yıllarda Çin’de en çok okunan romanlardan birisidir ve bu popülerliğini aile kurumunu kutsayışına, yoksulluğa rağmen birbirine sarılıp mutlu olabilen aileyi resmedişine, merhameti kan bağının önüne koyuşuna ve en çok da Çin’in yakın tarihine ufaktan dokunduruşuna borçludur. Tarihi konularda detaylara derinlemesine dalsaydı bu roman da tıpkı Yan Lianke’nin romanları gibi yasaklanır ve sadece yurt dışında bilinirdi. Türkçe’ye çevrildi mi ya da çevrilir mi bilmem ama ben bir okuyucu olarak bu romanın Türkiye’de de çok okunacağından, hatta edebiyat çevrelerinde ses getireceğinden emin olduğumu söyleyebilirim.

19 Mayıs 2015

Çin Seddini Koşmak

“Acı kaçınılmazdır ama ıstırap seçenektir.*” Koşmayı, hatta sabır ve metanet gerektiren pek çok işi özetleyen bir cümledir bu. Mutlaka acıyacak bir yerlerin, ikide bir bırakmayı geçireceksin aklından, gördüğün her işaretten sonra “Biraz daha, biraz daha.” diyeceksin enerjisini yitiren bedenine, arkada bıraktıklarından gurur duymayıp önündekilere gıpta edeceksin, son kilometreye varana kadar inanamayacaksın yarışı bitirebileceğine. Bir romanı, bir bitirme tezini yazmak gibidir koşmak da. Bildiğin tek şey yolun varlığı ve seni bitiş çizgisine götüreceğidir. Her koşu farklıdır, her yarış kendine has dikenler barındırır yollarında, her adım yarışın tamamına ait izler taşır. Kırılan bir aynada güneşin yüzlerce yansımasının oluşması gibi koşan insan için de her adım koşulası tüm maratonların potansiyelini barındırır.  Yaşam gibi değildir koşu; sonuç odaklıdır, bitirmeye yöneliktir. Öyle “Önemli olan denemekti”, “Yolun kendisidir öğretici olan” gibi beylik laflara gelmez. İki tür insan vardır; koşup bitirenler ve koşmayıp bitirmeyenler. Koşmayıp bitirmeyenlere, yarışa katılmayan diğer yedi milyar insan da dâhildir.
Daha önce beş tane yarı-maratona ve sayısız antrenman koşusuna katılmış birisi olarak, Çin Seddi Maratonunda beni endişelendiren şeyin mesafe olmadığını biliyorum. Çıkılacak, tırmanılacak, sonrasında inilecek bir set var önümde. Aşağıdan bakınca, dağların yeşile çalan yamaçlarında yılan gibi süzülerek ilerleyen set; kolay yoldan elde edilecek bir ödülden çok, kendisine âşık gençleri yolunda tüketen bir Mehlika Sultan’a benziyor. Alay eden, takmayan, hor gören bir hâl var bir görünüp bir kaybolan kıvrımlarında. “Sıkıysa yakalayın beni” diyor adeta, güneşin ağır ağır ısıttığı yollara düzülen yüzlerce koşucuya.
Yarışın başlayacağı yer ufak bir meydan, hava soğuk, güneş kızgın yüzünü henüz göstermemiş. Dağların tepelerine vuran ışık henüz bizden çok uzak. Gökyüzü apaçık, seddin dağların arasında kıvrılarak ilerleyişinde kendisine bir pay çıkardığı belli. Sanki, o seddin üzerine çıktığımızda göğün mavisine de karışacağız, paklanacağız şehrin üzerimize bıraktığı pisliklerden, sanki biz de mavi olacağız gökyüzünün karnına parmaklarımızla dokunup, onunla birlikte güldüğümüz zaman.

Yarışın başlayacağı meydan.
Üzerimizde gövdemizi sıcak tutacak spor ceketler var ama pek fayda etmiyorlar. Soğuk işliyor içimize, tıpkı bitiş çizgisinin çoktan ruhumuza işlemiş olması gibi. Meydan kalabalık, rengârenk ve alabildiğine umutlu. Isınmak için dans edenler, buldukları elbiselere sarınıp yarışın başlama vaktini bekleyenler, çantalarında getirdikleri enerji verici yemişleri tıkıştıranlar, tuvaletin önündeki sırada bekleşenler, geçen yılki koşuda tanıştıkları arkadaşlarıyla karşılaşanlar… Tipik bir maraton öncesi gözlerimizin önünde cereyan eden, ne fazlası var ne eksiği.
Koşucuların çoğu Amerikalı, Avustralyalı ya da Avrupalı. Koşu, Asya’da popüler bir spor olamadı henüz. Bunda biraz da maraton düzenleyicilerin katılım ücreti olarak yüksek meblağlar talep etmesinin etkisi var. Gittikçe elit bir spor olmaya başladı maraton koşmak. Ayakkabısı, şortu, müzik çaları, GPS takip edicisi, suluğu, ter tutmayan giysileri derken fiyat katlanıyor durduk yerde. Tezata bakınız ki dünyanın en iyi koşucuları; Kenya, Etiyopya gibi ülkelerden çıkıyor. Çünkü işin özünde teknoloji değil; hırs var, inat var, hedefe kilitlenmek var.
Çin Seddi maratonu şimdiye kadar katıldıklarım arasında hem en zorlusu hem de en pahalısı. Kalabalığın büyük bir çoğunluğunun zengin ülkelerden olması gayet mantıklı bu noktadan bakınca. Kafamızı azıcık kaldırdığımızda tepeleri çevreleyen Çin Seddini görmesek, Çin’de olduğumuzu kanıtlamamız bir hayli güç olacak. Etrafa Türkiye’den olduğunu belli eden birisi var mı diye bakıyorum ama göremiyorum. Avustralyalılar, Amerikalılar ve Danimarkalılar büyük takımlar halinde koşuyorlar. Brezilyalılar, Venezüellalılar, Almanlar, Fransızlar, Japonlar ve Çinliler genelde bireysel takılanlar. Birkaç Afrikalı koşucu görüyorum, birkaç da Hindistanlı. Sporun sınırları yıkan; din, dil, ırk gibi yapaylıkları ortadan kaldıran gücüne inanmamak elde değil bu resmi görünce. Yine de üzülüyor insan bazı ülkelerin, bazı renklerin dünyadaki ağırlıklarınca kendilerini temsil edemiyor oluşuna. Öyle ya, nerede Afrikalı kardeşlerimiz, Güneydoğu Asyalılar? Nerede Araplar?
Herkes, tek bir hedef için gelmiş bu meydana. O sedde çıkılacak, sonrasında inilecek, sonrasında da bitiş çizgisine kadar koşulacak. Tam maraton koşanlar otuz küsur kilometreden sonra sedde ters yönden bir daha çıkacaklar, bir daha inecekler. Bunun dışında bir amaç yok, olmamalı, varsa da bile bu amaçlar hiçbir şekilde asıl olana gölge düşürmemeli. Üç farklı kategori var. Siyah numaralı tam maraton (42 km) koşucular, kırmızı numaralı yarı-maraton (21 km) koşucular ve yeşil numaralı, sadece 8 kilometrelik Çin Seddi kısmını koşacak olan “Fun Run”cılar. Doğal olarak nüfusun dağılımı da mesafelerle ters orantılı. Nereye baksam yeşil numara görüyorum uzun süre. Zaten aldıkları tur paketinde Fun Run olan pek çok turist var Amerika’dan ve Avustralya’dan. Bu yüzden yarış üç dalga halinde başlıyor. İlk dalgada iddialı yarı-maraton ve maraton koşucuları çıkıyor yola. İkinci ve üçüncü dalgalar bitirmekten başka amacı olmayanların. Ben ikinci dalgadayım. Aynı okulda çalıştığımız ve yarışa birlikte katıldığımız iki Amerikalı arkadaş üçüncü dalgaya düşmüşler. Onlardan ayrı koşacak olsam da tek başıma olmayacağımı biliyorum. Kulağımda koşu için hazırladığım bir liste var. Ahmet Kaya, Cem Karaca, Grup Yorum ve birkaç yabancı sanatçının parçalarından oluşan, beni en az üç saat götürecek uzun bir liste.
Başım belada, tabancamı unutmuşum helâda
Saat 7:30 gibi patlıyor silah, yavaş yavaş kıpırdıyoruz yerimizde.  Alkışlar ve ıslıklar eşliğinde çıkıyoruz yola. Yarışın en başında, seddin girişine kadar olan koşulması gereken beş kilometrelik dik bir yokuş var. Bayır yukarı çıkıyoruz ha bire, sokakların ve evlerin arasında, Pamplona caddelerinde sağa sola koşturan boğalar gibi dolanıyoruz. Yer yer ağaçların arasında buluyoruz kendimizi, yer yer evlerin arasında. Çam ağaçlarının yanı başlarında, bembeyaz çiçekleriyle koşu yolunu düğün alayına çeviren meyve ağaçları var. Hava hafiften sıcak ama ağaçların yaptığı gölgelerden olsa gerek henüz pek bunaltıcı değil. Ara sıra esen rüzgârla salınan ağaçların, tiril tiril dans eden yaprakları unutturuyor bana, uzun bir yarışın başında olduğumu. Yol kenarlarında bize moral vermek için alkışlayan ve el sallayan yerel halka ve iki tarafımızı çevreleyen ağaçların serinliğine rağmen çok uzun sürmüyor ilk fireleri vermemiz. Beş dakika içinde nefesi tükenip yürümeye başlayanlar, başları döndüğü için oturup soluklananlar, durup durup başlamayı bünyeleri için daha uygun görenler, ikide bir yolun kenarına yönelip çiçek açmış ağaçların fotoğraflarını çekenler… Ben kesilen nefesime rağmen durmaksızın koşuyorum çünkü kendime koyduğum bir hedef var. Üç saatten önce varmalıyım bitiş çizgisine. Sıradan bir yarı-maratonu iki saatten önce bitirebiliyorsam, bunu üç saatten önce bitirmeliyim.
11013238_709176822561182_2566051645540615341_n
Sedde giriş yaptığımız yer. Yaklaşık 5 kilometrelik bir yokuşu çıktıktan sonra.
Bana bir şeyler anlat,  canım çok sıkılıyor.
Yokuş yukarı çıkarken mesafeler uzuyor doğal olarak, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor insana. Nefesimi dinliyorum kimi zaman, soluk alıp verme hızımı ritme sokmaya çalışıyorum. Alnımdan aşağıya süzülen ter dudaklarımda tuz tadı bırakıp, testiden sızan su gibi iniyor çeneme doğru. Bacaklarımda hafif bir yanma olsa da biliyorum bunun geçici olduğunu. Her yarışın ilk beş kilometresi işin en zor kısmıdır ve bu zorluk daha önce kaç yarış koştuğuna bakmaz. Başlamak hep zordur, cesaret gerektirir. Gerisi biraz inat, biraz hırs biraz da inançla halledilebilecek türden mekanik bir tekrardan ibarettir. M C Escher’in meşhur “Never Think Before You Begin” tablosu geliyor aklıma. Elindeki küçük fenerle önündeki kocaman karanlığın çok azını aydınlatabilen zavallı adamın durumundan ne farkımız var bizim? Belki de o kadarı gerekli herkese; birkaç metre ötesini görmek yeter de artar, kilometrelerce uzunlukta yolları ayaklarının altında ezmek isteyen insan için. Yolun tamamını görmenin kimi zaman dezavantaja dönüşmesinin nedeni de budur. Ağaçlardan dolayı ormanı görememek değil, ormana bakacağım derken ağaçları ihmal etmektir bu.
Yazarken de durum aynıdır aslında. Bir hikâyeyi anlatmaya başlamak zordur. Çünkü hikâyeyi anlatmaya başladığın anda bir hikâyenin varlığını ilan etmiş olursun. Daha önce var olmayan bir şey, sen anlatmaya başladığın anda var olmaya başlar. Yol sana hikâyeyi anlatacaktır, yapman gereken yola güvenmek ve yoldan ayrılmamaktır. Unutulmaması gereken şey şudur: Başlamak hikâyenin sadece senin için var olduğunu ilan eder. Başkalarının da aynı inancı paylaşabilmesi için hikâyeyi bitirmen şarttır. Çünkü bitmemiş bir hikâye okunmaya layık değildir. Okurun zamanına ve enerjisine değmez.
22226_709177032561161_381961408092502838_n
Vardığımız tepe noktalardan birisinden görünen manzara.
Yalan da olsa hoşuma gidiyor…
Gök, Çin’de görüp göreceğim en mavi gök; havada yağmur sonrası taze toprak kokusu, etrafımda nefesleri metrelerce öteden işitilen bir yığın insan; yokuşun düzlüğe evrildiği bir yerde görüyorum bana doğru yaklaşan giriş kapısını. Kapıdan girince yavaşlıyorum mecburen, bundan sonra koşmak neredeyse imkânsız. Merdivenler dar ve yüksek, geniş bir yoldan koşarak gelen kalabalık daracık merdivenin başına üşüşünce şişe boynu etkisi yapıyor ve mecburen duraklıyoruz. Bundan sonrasında seddin üzerindeyiz. Durup fotoğraf çekenler, konuşarak yürüyenler, merdivenlerin köşesine oturup su içenler… Ben de manzaranın güzel olduğu birkaç yerde dayanamayıp fotoğraf çekiyorum. Hayatımda ilk defa koşu sırasında durup, gereksiz gördüğüm bir işle meşgul olduğum için kendimden utanıyorum biraz ama elimde değil. Çin Seddi burası, dile kolay. İnsan hayatı boyunca kaç defa böyle bir manzarayla karşılaşır ki?
11040504_709176825894515_441486306013657008_n
Dragonun başını kesmeye giden minik kahramanlar…
Birkaç fotoğraf çektikten sonra hızlı adımlarla dönüyorum yarışa,  annesinin elini kaybedip, telaşla kaybettiği ele doğru koşan bir çocuk gibi kalabalıktaki yerimi alıyorum tekrar. Basamakların yükseklikleri sabit değil. On santimetrelik basamaklar da var kırk santimetrelik olanlar da. Basamakları bitirince yokuş başlıyor, sonra iniş, sonra bir daha yokuş, bir daha iniş… Bir dragonun üzerinde ilerliyoruz adeta, canavarın başına ulaşıp boğacağız onu, boğup dize getireceğiz bu koca bedeni. Önümde bir insan seli var, ne kadar çok insan geçsem de önümdeki insanlar azalmıyor. Kendimi çok da zorlamamaya çalışıyorum çünkü seddin bittiği noktadan sonra on üç kilometre daha koşacağım.  Merdivenler, tıpkı yokuş aşağı koşmak gibi dizlere büyük zarar veriyor. Aşağıya doğru atılan her adım dize vurulan bir darbe gibi, gittikçe birikiyor ağrı, gittikçe dayanılmaz hale geliyor.
Beni burada arama, arama anne
Seddin üzerinde koşarken ister istemez ayaklarımın altındaki taşların kanlı tarihi geliyor aklıma. Anaların erkek çocuk doğurmaya korktukları bir dönem seddin inşasına başlandığı dönem. Erkek çocuk doğurunca saklıyor analar, çünkü askerler gelip alacaklar oğullarını. Alıp seddin inşaatında çalıştıracaklar zorla. Nice oğullar gidecek ve dönmeyecek geriye, nice analar ömürlerinin kalanını oğullarının yollarını gözleyerek geçirecek. Kimi analar hamile kaldığını saklayacak, kimileri oğullarına kız adı verip kız gibi yetiştirecek. Uzun saçlı oğullarına kız kıyafetleri giydirip, gereksiz yere sokağa çıkarmayacak. Yeter ki almasınlar yavrusunu anasının evinden, alıp götürmesinler; gömmesinler bilinmez yerlere, kemiklerinin bile bulunamayacağı topraklara.
11114204_709177022561162_5711686748870657634_n
Yeşilliklerden maviliklere doğru salınmanın yorgun resmi.
Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor
Seddin son kısmı en zor kısmı çünkü sürekli aşağıya doğru iniyoruz ve kimi yerlerde merdiven bile yok. Kayaların arasını betonla doldurmuşlar. Adımını attığın yere iyi bakmazsan kayıp düşmek gayet mümkün. Önümdeki bir kadın koşucu tam düşecekken yanındaki arkadaşı tutuyor kolundan ama arkamdaki adam o kadar şanslı değildi. Kayıp düşüyor uzun boylu bir genç ama ciddi bir şey olmuyor, kalkıp devam ediyor yokuş aşağı inmeye. Bir süre sonra dik merdivenler başlıyor. Uzadıkça uzuyor basamaklar, indikçe iniyoruz taht-el arz yolcuları gibi.
11241024_709176882561176_7711416020176630938_n
Hayat bu, bir merdivenden bir başka merdivene. (U B Gezgin)
Bırak da dolanayım ayaklarına
Merdivenlerin bittiği yerden yarışa başladığımız yere iniyoruz. Fun Run koşanların çığlıkları duyuluyor karanlık pasajdan geçerken. Bir buçuk saat önce geçtiğimiz başlangıç çizgisinden tekrar geçip devam ediyoruz. Bu sefer yokuş yok önümüzde. Düz bir asfalt yolun kenarında koşuyoruz. Hava iyice ısınmış, güneş gittikçe yükseliyor kafamızın üzerinde. “Bundan sonrası kolay.” diyorum içimden. On üç kilometre boyunca, çok da yokuş barındırmayan bir parkurda koşacağız. Daha ne isteyebilir ki bir koşucu? Her şey mükemmel; dizimdeki ağrı sabitleniyor, bacaklarımda ciddi bir acı yok, nefesim ritmik ve topuğuma yapıştırdığım yara bantları işlevselliğini koruyor. Tek sorun yolun trafiğe kapatılmamış olması. Arabalar geçiyor yanımızdan, bazı sürücüler o kadar yakınımızdan gidiyorlar ki –sevgi gösterisi yapıyorlar belki de-, ne önümüzdekini geçebiliyoruz ne de arkamızdakiler bizi geçebiliyorlar. Sabit bir hızla, hava alanlarındaki taşıyıcı bantların üzerindeki bavullar gibi ilerliyoruz. Ta ki toprak yola girip, köylerin arasına dalana kadar.
10407716_709177055894492_6949197260554805872_n
Duvar ve ayırdıkları
Belki yaslanırdın bana, mahpusta duvar olsaydım
On ikinci kilometreyi geride bıraktıktan sonra sola sapıp, toz toprak bir yola giriyoruz. Yolun bir yanında inşaat makineleri çalışıyor, diğer yanında koşucuların attıkları pet şişeleri toplayan yaşlı kadınlar ve adamlar. Birden; broşürlerde gösterilen o tertemiz, yepyeni, pırıl pırıl dünyanın sonuna geldiğimizi anlıyoruz. İşte size gerçek bir Çin köyü, gerçek bir Çin köylüsü! Yol kimi yerde daralıyor, tek kişinin koşabileceği bir patikaya dönüşüyor. Bazen bostanların arasında, bazen kirli bir derenin kenarında, bazen de taştan yapılma evlerin avlularının kesiştiği yerde koşuyoruz. Yol çoğu zaman düz ama yer yer yokuş çıkmak zorunda kaldığımız da oluyor. Bostanlarda çalışan köylüler durup bize bakıyorlar ara sıra. Büyük bir olasılıkla “İşiniz gücünüz yok mu sizin? Terleyecekseniz faydalı bir iş için terleyin. Ne diye yoruyorsunuz kendinizi?” diyorlar içlerinden.  Yol inşaatının olduğu bir yerden geçerken önümdeki koşucuların kaldırdığı toz gözüme kaçmış olacak ki toprak yolun bittiği yerden ana caddeye kadar gözüm acıyor. Bir süre tam açamıyorum gözümü ama akıttığım yaşlarla çıkarıyorum toz parçalarını.
Doğarken ağladı insan, Bu son olsun bu son
Köy yollarında bir süre dolanıyoruz, aynı yerlerden geçtiğimi fark etsem de hangi yönde koşmam gerektiğini hep önümde koşan kırmızı numaralılardan öğreniyorum. Köyden tam çıkacakken kalabalık bir köylü güruhuna rastlıyorum. Omuzlarına beyaz bir pelerin takmış herkes. Bunun bir tören olduğunu anlıyorum ama gerekçesini kavramam için siyah bir minibüsü geçmem gerekiyor. Minibüs çok ağır hareket ediyor. Önünde üç yaşlı kadın var yürüyen. Ortadaki kadın ağıtlar yakarak ağlıyor, diğer ikisi onu omuzlarından tutmuş; yürümesine, ayakta durmasına yardımcı oluyor. Evet, bu bir cenaze töreni. Kadın, ailesinden birisini kaybetmiş olmalı. Cenaze bir kaplumbağa hızıyla ilerliyor, ben yolun bittiği yerden sağa dönerken son bir defa daha bakıyorum yaşlı gözlerle cenazeyi uğurlayan insanlara.
Hadi gel, Ay karanlık
Asfalt yola çıktıktan sonra biliyorum son düzlüğe girdiğimi. En son gördüğüm kilometre taşı on beş kilometreyi gösteriyor. Altı kilometre daha var. Artık hiçbir şey durduramaz beni. Bundan sonra ne acı var ne ağrı. Hatta önümdekilerin, arkamdakilerin, yanımdan geçip gidenlerin, benim yanlarından geçip arkada bıraktıklarımın birer birer kaybolduklarını fark ediyorum. Artık sadece koşan iki bacak var koca evrende. Yol ayaklarımın altında kayıyor yağlı bir iplik gibi. Hareket ettiğimin, nefes alıp verdiğimin bile farkında değilim artık. Sürtünmesiz ortamda salınım yapan bir sarkaç gibiyim adeta, dışarıdan bir kuvvet beni tutmadıkça durmam imkânsız. Kendimi kimi zaman müziğe veriyorum kimi zaman sayılara. Tam kareleri sayıyorum otuza kadar: 1, 4, 9, 16, …. 900. Bitince asal sayılara başlıyorum: 2, 3, 5, 7, 11,…. 101. Sıkılıyorum, o sırada başlayan parçayı söylemeye başlıyorum.
It’s My Life
It’s Now or Never
I ain’t gonna live forever
I just wanna live when I am alive.
It’s My Life.
Uzun süre kilometre işaretlerini görmüyorum. Aklımda hep son beş kilometreyi koştuğum düşüncesi var. Sonsuza kadar koşmayacağımı biliyorum. Bir yerde bitecek elbet. Ben koşmaya devam edeyim yeter ki, gerisi yolun karar vereceği şey. Budist rahiplerin “sat-hi” dediği bir halde, bir sonraki adımımdan başka bir şey düşünmeyerek ilerliyorum. Bir ara kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda yirmi kilometre işaretini görüyorum. “Evet” diyorum içimden, “bir yarış daha geldi geçti. Ahir ömrümüzde Çin Seddini de koştuk.”
And the pain will make you crazy. You are the victim of your crime
Bitiş çizgisini geçtikten sonra hafif bir baş dönmesi yaşıyorum ama birkaç yudum su içince geçiyor, yerin at sırtını andıran devingenliği. Uzun bir uzay yolculuğundan dünyaya geri gelmişim gibi hissediyorum bir süre. Etraf cıvıl cıvıl, buldukları gölgeliklere sığınıp dinlenen koşucularla dolu her yer. Çantamı ve öğlen yemeği adına dağıtılan sandviçleri alıp, gölgelik bir yere oturuyorum. Sevdiğim bir şiirin sevdiğim bir dizesini ters çevirip kendime okuyorum.
Yakın yerde soluklanacak gölge bana var.
Uzun yolun mahkumiyetinden yeni kurtuldum.**  
Şanhay’da tam marathon koşacağım kasım ayına kadar, uzun bir antrenman yolculuğunun benim için kaçınılmaz olduğunu kendime hatırlatarak, elimdeki su şişesinden büyük bir yudum alıyorum…
* Haruki Murakami, What I Talk About When I Talk About Running.
** İsmet Özel’in Mataramda Tuzlu Su şiirinden devşirme. Dizelerin aslı: Yakın yerde soluklanacak gölge bana yok / Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
DN: Fotoğraflara ne oldu bilemiyorum. Çok da önemli bir günün fotoğraflarıydı. Bulabilirsem tekrar koyarım buraya. Neyse ki şu video duruyor. https://www.youtube.com/watch?v=NuY0BBcG0zg