Üçüncü İtiraz: Evrenin yasalarını Tanrı yapmadıysa kim yaptı?
Nature
and Nature’s laws lay hid in night:
God said, Let Newton be! and all was light.
Alexander Pope
Bu soruya haddimi aşarak yanıt
vermeye çalışacağımı belirteyim öncelikle. Ne teorik fizik konusunda ciddi
araştırmalar yapmış birisiyim ne de matematiğin son yıllarda hızla gelişmekte
olan karmaşık sistemler kuramına aşinayım. Okuduklarımdan öğrendiklerimin
dışında bu konulara kafa yormuş da değilim. Hoş, okuduğum bilimsel kitaplarda
da aradığım yanıtları pek bulamadığımı itiraf etmeliyim. Büyük bir olasılıkla
yanlış yere bakıyorum. Aradığım şey tatmin edici bir yanıttan ziyade biraz
hayal gücü ve bu hayal gücünün ürünlerini sade bir dille anlatabilen kıvrak bir
kalem. Bulamadığım için de aklıma yatan iki temel hipotezden söz edeceğim bu
yazıda. Bunlardan birincisi zaten
herkesin bildiği M-kuramı. Diğeri ise henüz emekleme aşamasında bir kuram olan Yakınsak Markov
Zinciri kuramı. Bu kuramların her ikisi de alabildiğine teknik bilgi
gerektiriyor. Benim bilgisizliğim, konuları basite indirgememe ve basit
örneklerle anlatmama yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Denemekte yarar var. Zor
olandan başlayayım.
Birinci Hipotez: Evren Yakınsak
Markov Zincirleri Toplamıdır?
Bomboş bir yolda araba sürdüğünüzü
düşünün. Arabanızın hızını kendiniz belirlersiniz. İsterseniz saatte 50 km
hızla gidersiniz, isterseniz saatte 150 km hızla. Zikzak yaparak, dur kalk
yaparak, motoru gürleterek, direksiyonun başında uyuklayarak… Yolda tek
başınıza olduğunuz için karışanınız olmaz. Kaza yapma olasılığınız düşüktür.
Hayatta kalma içgüdüsünden başka yolun bir kuralının olmadığını düşünürsünüz.
Böyle bir süre gittikten sonra sizinle aynı yönde giden bir arabaya
rastladığınızı düşünelim. O arabayı gördükten sonra mutlaka arabayı sürüş
şeklinizde bir değişiklik olacaktır. Ne de olsa yolu paylaşmak zorundasınız.
Yol çok geniş olsa da bu durum değişmeyecektir çünkü kaza yapma olasılığınız
önceki duruma göre bir hayli yükselmiştir. Biraz daha ilerleyince yolda başka
arabaların da olduğunu görürsünüz. Git gide daha temkinli, daha dikkatli
sürersiniz arabayı. Bir süre sonra arabaların yol üzerindeki yoğunluğu o kadar
artar ki artık istediğiniz zaman direksiyonu sağa sola kıvıramazsınız, sürekli
aynaya bakmak zorunda kalırsınız, hızınızı siz değil trafiğin kendisi ayarlar,
zikzak yapamazsınız, emniyet şeridine giremezsiniz. Kaza yapmamak için mecburen
trafiğin meydana getirdiği kurallara uymak zorundasınızdır. Başlangıçtaki keyfi
halinizden eser kalmamıştır. Artık her hareketinizi sağınızı solunuzu, önünüzü
arkanızı dolduran araçlar belirler. Yeri geldiği zaman yol verirsiniz –kavga
etmek istemiyorsunuzdur-, yeri geldiği zaman önünüzdeki araçla aranıza mesafe
koyarsınız –uykuya dalıp çarpmak istemezsiniz-. Buna rağmen kaşınan burnunuzu
kaşıyabilir, uzun süredir çalmakta olan CD’yi değiştirebilirsiniz. Özgürlüğünüz
arabanın içiyle sınırlanmıştır. Dışarıdan bakan birisi için arabanın içinde
istediğini yapan ama yol üzerinde varsayılan kuralları sonuna kadar uygulayan
bir şoförsünüzdür. Oysa yol üzerinde herhangi bir kural yoktur. Kurallar
arabaların sayısının artmasıyla evrilmiştir, kısa sürede şu anki halini
almıştır. Trafiğin debisiyle trafikteki araba sayısı arasındaki ilişki
döngüseldir. Artan araba sayısı debiyi düşürür, düşen debi araba sayısını arttırır.
Araba sayısı arttıkça trafik belli kurallara yakınsamıştır. Bu yakınsamanın tek
bir kuralı vardır, o da hayatta kalma içgüdüsüdür.
Şimdi bu örnekten çıkıp evrene
bakalım. Evrendeki yasalar da bu şekilde evrilmiş olabilirler. Biliyoruz ki
evrene hakim olan yasaların hepsi matematiksel ifadelerle yazılabiliyor. Bu
kolaylık aslında bize evrenin yasalarının fiziksel (bu evrenle ilişkili) değil
de matematiksel (bu evrenden bağımsız) olabileceği konusunda bir fikir
verebilir. Biliyoruz ki matematiksel cümleler evrenin her yerinde, hatta
evrenin olmadığı bir ortamda bile geçerli olacaktır. Örneğin, 2+2 olası tüm
evrenlerde 4’e eşittir. Çünkü 2+2’nin 4’e eşit olmadığı bir evren rasyonel
olarak mümkün değildir ve en azından biz insanlar için evren olarak
tanımlanmayı hak etmiyordur. Einsten’ın deyimiyle bu evrenin en anlaşılmaz yönü
evrenin anlaşılabilir olduğu gerçeğidir. Anlaşılamayacak bir evrenin evrenlik
vasfını yitirebileceğini, ontolojik açıdan olmasa da, epistemolojik açıdan
iddia edebiliriz.
Matematiğin çok-evrenselliği
konusunda daha kapsamlı ve ilginç bir örnek vereyim. Elimizde herhangi bir
yerden toplanmış 1000 tane sayı olsun. Bu sayılar herhangi bir değişkenin almış
olduğu 1000 değer olabilir. İsterseniz gezegenler arası mesafeyi ölçün,
isterseniz mahalledeki çocukların boylarını. Fark etmez. Bu 1000 değer içinden rastgele
50 elemanlı bir örneklem (sample) seçelim. İstatistiksel bir kuram olan Merkezi
Limit Kuramı (Central Limit Theorem) bize der ki olası tüm 50 elemanlı
örneklemlerin aritmetik ortalamalarının frekans dağılımı Normal Dağılıma
yaklaşacaktır. Burada unutulmaması gereken bir şey olası tüm örneklemlerin
sayısının 1000 üzeri 50 gibi çok büyük bir sayı olmasıdır. Sayının çok büyük olması
bizi çok ilgilendirmez çünkü kuram sayılardan bağımsız olarak, tüm olası
popülasyonlar için kanıtlanmıştır. Asıl dikkat etmemiz gereken nokta bu kuramın
evrenden bağımsız olarak geçerliliğini sürdürebiliyor olmasıdır. Yani, ister bu
evrenden topladığınız değerleri koyun bilgisayar programına, isterseniz olası
başka bir evrenden topladığınız sayıları. Sonuç değişmeyecektir. Örneklem
dağılımı normal dağılıma o kadar yakın olacaktır ki olasılıkları hesaplarken
basit bir normal dağılım tablosundan alacağımız değerleri kullanabileceğizdir.
Bu örneği şu yüzden verdim. Evrenin
yasaları rastgele var olan değerlerin belli dağılımlara yakınsamaları sonucu
oluşmuş olabilirler. Kısacası yasayı var eden iki önemli kavramdan söz
edebiliriz. Matematiksel kesinlik ve rastgele değerler. Bu ikisinin de evrende
bol miktarda bulunduğunu söyleyebiliriz. Tanrıtanırların argümanlarına destek
olarak sundukları düşük olasılıklar da aslında bu noktada çözümlenebilir. Bu
düşük olasılıkların büyük bir çoğunluğu bilgi yoksunluğunun sonucudur. Eksik
olarak öne sürdüğümüz modellerde doğal olarak bilgi filtrelemesi yapmamız belli
bir noktadan sonra olanaksız hale gelmektedir. Örneğin, bir torbada 1’den
1000’e kadar sayılar olsa ve ben rastgele bir sayı seçsem, bu sayının 500’den
büyük olma olasılığı 0,5’dir. Sayının
400’den büyük olduğu bana söylenmişse bu durumda bir bilgi filtremesi
uygulayabilirim. Sayının 400’den büyük olduğu biliniyorken, 500’den de büyük
olma olasılığı 0,83 civarındadır. Sayının 450’den büyük olduğunu biliyorsam, bu
durumda sayının 500’den büyük olma olasılığı 0,9’un üzerinde olacaktır.
Kısacası, bilgi arttıkça daha önce çok küçük olan olasılık artacaktır. Bu
filtreleme işlemi uzun süre devam ettirilince olasılığın 1 (%100) gibi bir
kesinliğe yaklaşabileceğini kestirebiliriz. İşte bu noktada işin içine Markov
Zincirleri girmekte.
Yine basit bir örnekle izah edeyim.
Diyelim ki bir kasabada bugün yağmur yağarsa yarın da yağmur yağma olasılığı
0,6’dır. Bugün yağmur yağmazsa yarın yağmur yağma olasılığı 0,2’dir. Kolaylık
açısından bu olasılıkların sabit olduklarını kabul edelim. Bu durumda, örneğin
pazartesi yağmur yağarsa, salı günü yağmur yağma olasılığını biliyorumdur. Hatta çarşamba ve perşembe günlerinin yağmur
olasılıklarını da basit bir ikili ağaç (binary tree) yardımıyla
hesaplayabilirim. Örneğin pazartesi günü yağmur yağmışsa çarşamba günü yağmur
yağma olasılığı 0,6*0,6 + 0,2*0,4 = 0,44’dür. perşembe günü yağmur yağma
olasılığı ise 0,6*0,6*0,6 + 0,2*0,4*0,6 + 0.6*0,2*0,4 + 0,6*0,8*0,4 = 0,376’dır.
Bu hesaplamaları kolaylaştıran ikili ağacı aşağıya ekliyorum.
Çerçeve içine alınmış sayıları çarpıp, dört çerçevenin sonucunu toplarsak sonuca ulaşırız. |
Buraya kadar ilginç bir durum yok.
Basit bir olasılık hesabından başka bir şey yapmadık. İlginçlik pazartesinden
ileriye doğru gittiğimizde ortaya çıkıyor. Pazartesi yağmur yağdığını
biliyorsam, ileriki günlerde yağmur yağma olasılıklarının gitgide düştüğünü
(0,6 à 0,44 à 0,376 à …) gözlemleyebilirim. Ayrıca bu azalma oranın düştüğünü de
gözlemleyebiliyorum. Dikkat edilirse sayılar arasındaki fark düşmektedir. Bu
durumda şöyle bir soru sorabilirim: Bu sayılar belli bir sayıya yakınsıyor mu?
Yani, pazartesi yağmur yağdığını biliyorsam, beş bin gün sonra yağmur yağma
olasılığını hesaplayabilir miyim?
Yanıtımız evet. Evet, çünkü bu
örnek tipik bir Yakınsak Markov Zinciri örneğidir. Eğer yukarıdaki her bir
ikili ağacı bir geçiş matrisine (transition matrix) çevirirsem, hesapların
basit bir matris çarpımına indirgendiğini görürüm. Bu matrise T diyeyim. Eğer,
bu matris uzun erimde yakınsayacaksa bir limiti olmalıdır. Aşağıdaki resimde,
yağmur örneğinin geçiş matrisini ve bu matrisin yakınsadığı limitin nasıl
hesaplandığını görebilirsiniz.
Resimde de görüldüğü gibi bugün
yağmur yağıyorsa sonsuz gün sonra yağmurun yağma olasılığı 0,33 gibi bir sayıya
yakınsamaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi filtreleme
işleminin tersini yapıyor olduğumuzdur. Yani, sonsuzdaki günden bir önceki gün
yağmur yağdığını bilsem, sonsuzdaki günde yağmur yağma olasılığı yine 0,6
olacaktır. Tabii ki 0,33 olasılığına ulaşmak için sonsuza kadar beklemek
gerekmez. Yirmi gün sonra olasılık 0,33’e o kadar yakın olacaktır ki farkı
ihmal etmemek abes kaçacaktır.
Şimdi bu örnekte verdiğim 2x2
matrisin yerine 10000x10000 bir matris düşünün. Evrenin büyüklüğü ve sayısal
değerlerin çokluğu göze alındığında çok daha büyük bir matrise ihtiyacımız
olacağını varsayabiliriz. Yalnız bu matriste bol bol sıfır olacaktır çünkü
olası tüm olayları sıraladığımızda pek çok olay birbiriyle çelişeceği için
bunların birbiri ardı gelme olasılıklar sıfır ya da sıfıra yakın olacaktır.
Böyle bir matrisin de uzun erimde tıpkı benim yukarıda ifade ettiğim matris
gibi artık değişmeyen bir limite yakınsayacağını söyleyebiliriz. Bu değişmeyen
matris de aslında bizim evren yasaları dediğimiz yasaları içeren matristen
başka bir şey değildir. Limit matristeki sıfır sayısı, ilk matristekinden daha
çok olacaktır ve bu durum bizim işimize yarayacak bir sonucu getirecektir.
Sıfırların bol olması, örneğin herhangi bir satırda bir tane
0,999999999999999999999999999999999999999999999 gibi bir sayının olmasını
gerektirebilir. Bu durumda şimşek çaktıktan sonra neden göğün gürlemesi
gerektiğini çözmüş oluruz. Gök gürlemesi gerektiği için değil, diğer tüm
olasılıklar sıfıra yaklaştığı için gürlemektedir. Aynı şekilde bir odada
bulunan oksijen atomları kafa kafaya verip odanın bir köşesine toplanabilir ve odada
yaşayan canlıların ölümüne neden olabilirler. Böyle bir şeyle karşılaşmayız
çünkü bizim entropi dediğimiz yasanın tersine işleme olasılığı sıfıra çok
yakındır. Bu sıfıra yakınsama herhangi bir yasa koyucunun elinden çıkmış
olabileceği gibi salt matematiğin rastgelelik üzerinde işleyen kuralları
doğrultusunda da gelişmiş olabilir.
Tüm bu yazdıklarımın bir hipotezden
ibaret olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yalnız Tanrı’nın varlığı da bir
hipotez olduğuna göre, rakip bir hipotez üretmiş sayılabilirim. Ayrıca
Tanrı’nın varlığı gibi sınanamayacak bir hipotez değildir benim ortaya koyduğum
argüman. Örneğin, 1980’lerde bir matematikçi (Conway) tarafından ortaya atılan
Hayat Oyunu (Game of Life) benim
yukarıda taslağını çizdiğim evrenin yakınsak bir Markov Zinciri olabileceği
hipotezine benzer sonuçlar vermiştir. Conway’in oyunu çok basit iki ilkeye
dayanmaktadır. Sonsuz uzunlukta ve ende bir satranç tahtası düşünün. Bu tahta
üzerindeki kareler için iki durum söz konusudur: Canlı veya Ölü. İki ilke ise
şunlardan ibarettir:
1.
Canlı bir kare
eğer iki ya da üç canlı komşusu varsa canlı kalır. Üçten fazla komşusu
olduğunda aşırı nüfus yoğunluğundan dolayı ölür. (Hayatta kalma ilkesi)
2.
Ölü bir kare üç
tane canlı komşuya sahip olduğunda canlı hale gelir. Canlı komşu sayısı sıfıra
ya da bire düştüğünde, kare yalnızlıktan dolayı ölür. (Doğum ilkesi)
Başlangıçta çok basit olan bu ilkeler
oyun başladıktan kısa süre sonra çok karmaşık, önceden tahmin edilemeyen
sonuçlar doğurabilmektedir. Tıpkı trafik örneğinde izah ettiğim gibi akla
hayale gelmeyecek örüntüler oluşup, bu örüntüler arasında karmaşık kurallar
belirmektedir. Oyunu burada uzun uzun anlatmak yerine aşağıdaki videoları izlemenizi
ya da http://www.emergentuniverse.org/#/life
sayfasındaki oyunu bizzat oynamanızı tavsiye ederim. Beş-on dakikanızı alacak
bir iştir ama hayat oyununun tam olarak ne anlama geldiğini kavramak açısından
internetin sağladığı olanakları kullanmak, kelimelerle oyunu izah etmekten hem
daha öğretici hem de daha zaman kazandırıcı bir yöntem.
Videolardan ilk ikisi ayrık
(discrete) zaman dilimlerini kullanarak ilerleyen sistemler. Oyunun orijinal
versiyonu da böyle. Üçüncüsü, aynı oyunun sürekli (continuous) zamana
uyarlanmış hali. Dördüncü video ise wolfram
alpha arama motorunun kurucusu, aynı zamanda fizikçi olan Stephen Wolfram’ın üniversite
öğrencilerine verdiği doksan dakikalık bir ders. Bu ders sırasında Wolfram,
uzun uzadıya basit algoritmalardan nasıl çok kompleks örüntülerin
oluşturulabileceğini anlatıyor.
Ayrık zamanlı Hayat Oyunundan Farklı Kombinasyonlar
Ayrık zamanlı Hayat Oyunundan Farklı Kombinasyonlar
Sürekli zamanlı Hayat Oyunundan Farklı Kombinasyonlar
Stephen Wolfram'ın verdiği bir buçuk saatlik ders.
Peki, Hayat Oyunu bize tam olarak
ne anlatmaktadır? Tam olarak ne anlatmakta olduğunu henüz çözmüş değiliz. Matematikçiler
ve bilgisayar programcıları, özellikle son yıllarda, yoğun bir şekilde bu ve
benzeri oyunlar üzerinde kafa yoruyorlar. Amaçları hayatın ya da daha büyük
ölçekte evrenin başlangıcı konusunda ip uçları elde etmek. Daha geniş anlamda
evrenin çok basit birkaç kuralın sürekli kendisini tekrar etmesi sonucu (recursive)
oluştuğunu, yeryüzündeki hayatın da yine buna benzer bir yolu izleyerek oluştuğunu
kanıtlamak. Böyle bir hipotez sanıldığından çok daha iddialıdır çünkü elimizde
ne evrenin ilk koşulları hakkında yeterli bilgi vardır ne de evrenin sahip
olduğu enerjiyi laboratuvara sokma yetimiz mevcuttur. Sonlu beyin gücümüzle,
sonlu bilgisayarlarımızla çok büyük ölçekte kombinasyonları taramak zorundayız.
Bunun vakit alacağı, pek çok seferde bizi yanıltıp başa döndüreceği aşikardır.
Bu demek değildir ki sonuç bize çok uzaktır. Başta da dediğim gibi bilim iğneyle
kuyu kazma işidir. Ucunda garanti olsaydı herkes bilim insanı olurdu. Belki
böylesi bir çözümü bizim neslimiz göremeyecek. Belki 300-500 yıl alacak
sağlıklı sonuçlara ulaşmamız. Yine de denemekten bıkmayacağız; aramaya,
sorgulamaya, her düşüşümüzden sonra bir dahakine daha iyi düşmek için ayağa
kalkmaya devam edeceğiz.
Çünkü bilime inanan insanlar
evrenin doğumu ve yasaların oluşumu üzerine kafa yormayı bırakırsa ortamın
kimlere kalacağı aşikardır. Kolay çözüm evreni kendi dışında bir bilince
bağlamaktır ki bu bilinç ne bilimsel olarak kanıtlanabilir ne de herhangi bir
araştırmanın konusu olabilir. Bir önceki yazıda da dediğim gibi Büyük Patlama’nın
(BP) niçin oluştuğuna bilim herkesin kabul edeceği bir yanıt veremeyecektir.
Çünkü BP başlamadan önce ortada zaman yoktu ve bilimsel çalışmalar için zamanın
olmadığı yerde fizikten bahsetmek yersiz olacaktır. BP’nin ötesinde ne vardı
sorusuna akıllı bir bilim insanı “BP’nin ötesi yoktur.” şeklinde yanıt
verecektir. Başlangıçta BP vardı, derken zaman ve mekan oluştu, derken rastgele
dağılan milyar kere milyar kere milyar sayıdaki parçacıkların dağılımları
matematiksel dağılımlara yakınsadı. Yakınsayamayanlar bir çeşit doğal seçim
sonucunda ya kayboldu ya da olasılıkları sıfıra çok yaklaştı. Bu yakınsama
sonucunda bizim bugün evreni mümkün kılan birimsiz sabit sayılara ulaşıldı. Bu
açıklamayla tatmin olmayan tanrıtanıra, bilim insanının yapacağı başka bir şey
yoktur. Bilim insanının görevi tanrıtanırı inancından vazgeçirmek değildir
zaten. İnanmak isteyen kişi her halükarda inanmak için bir gerekçe üretecektir.
İkinci Hipotez: M-kuramı
M-kuramı ya da çoklu evrenler
kuramı denilen bu kuram son yıllarda fizikçiler ve evrenbilimciler arasında
rağbet görmeye başlamıştır. Özellikle ip kuramının (string
theory) matematikçiler tarafından ele alınıp, topolojik simetride incelenmeye
başlamasıyla, M-kuramı daha bir popüler olmuştur. Bu kurama göre atom altı
parçacıklar, tek boyutlu birbirlerine farklı formlarda iplerden oluşmakta ve bu
iplerin farklı konumlarını izah etmek için on bir boyut gerekmektedir. İşin fizik
boyutu beni aşmakta olduğu için detaya giremeyeceğim ama anladığım kadarıyla bu
yazıyı ilgilendiren kısmı şu şekilde özetlenebilir.
İçinde yaşadığımız evren olası pek
çok evrenden sadece birisidir. Burada “pek çok” derken, birkaç demek
istemiyorum. Stephen Hawking, en son yayınlanan “The Grand Design” kitabında bu
sayının 10500 (1’in yanına konan 500 tane sıfır rakamı düşünün)
civarında olduğunu söylüyor. Yani yaşadığımız her saniyede milyarlarca evren
sıfırdan var olup yaşayamadığı için tekrar yok oluyor. İçinde yaşadığımız evren
bu 10500 tane evrenden birisi ve gördüğümüz kadarıyla yaşayabilmiş.
Evrenimiz yaşadığı için de içinde gezegenler, yıldızlar oluşabilmiş. Bizimkisi
gibi yaşayan başka evrenler de var olabilir, onlarda da “canlı” olarak
adlandırılabilecek varlıklar yaşıyor olabilirler.
M-kuramı benim yukarıda anlattığım
ilk hipoteze göre çok daha kolay bir yol öneriyor evrenin oluşumu sorusunu
yanıtlamak için. Kolay derken bu fizikçiler için var olan bir kolaylık değil,
evrenin nereden geldiğini düşünen ama işin bilim kısmına pek de bulaşmak
itemeyen benim gibiler için bulunmaz bir yanıt sunuyor. Eğer içinde yaşadığımız
evren, olası 10500 evrenden birisiyse, bu durumda bunların içinden en
az bir tanesinin hayatı barındırma olasılığı hiç de sandığımız kadar düşük
olmayabilir. Bu da ince ayar ya da ilk başlatıcı sorusuna yanıt olabilir.
Bütün bunları yazmışken değinmeden
geçemeyeceğim. M-kuramı ya da İp Kuramı henüz fizikçiler tarafından doğrulanmış
kuramlar değillerdir. Daha çok matematiksel temelleri olan, bir takım
matematiksel tutarlılık testlerini geçebilmiş hipotezler olarak anılmaktadır.
Dolayısıyla bilim dünyasında da tanrıtanır çevrelerde de henüz pek rağbet
görmediğini söyleyebiliriz. Hatta bazı Hristiyan çevreler, benim bir
önceki yazımda da iddia ettiğim gibi, M-kuramı kanıtlansa bile bu Tanrı’nın
olmadığını kanıtlamaz demektedirler. Bu da bizi en başa, Tanrı’nın varlığını
kanıtlama sorumluluğunun kimde olduğu sorusuna götürür.
Başta da dediğim gibi bilim insanın
ya da tanrıtanımazın Tanrı ile bir alıp veremediği yoktur. Keşke Hawking kitabı
boyunca Tanrı’nın varlığından hiç söz etmeseydi –bu durumda satışlar büyük
oranda düşecektir- ve salt fizikten ve matematikten söz etseydi. Çünkü tanrıtanımazlar
bilimsel kuramların yardımıyla yeni hipotezler ortaya atıp, Tanrı’yı her
seferinde biraz daha köşeye sıkıştırınca –ya da sıkıştırdıklarını sanınca-,
tanrıtanırların eleştirilerine maruz kalıyorlar. Bu eleştiriler genelde iki
yönde oluyor. Birincisi bilimin de yanılabileceği, tüm bu yazılıp çizilenlerin tanrıtanımaz
bilim insanlarının taraflı görüşleri olduğu eleştirisi. Bu eleştiride
tanrıtanırlar tamamıyla yanılıyorlar diyemeyiz ama zaten bilim insanları
yanılabiliyor olduklarını saklamazlar kimseden. İkincisi ise bir önceki yazıda
da dediğim gibi “Eeee, en baştaki madde nereden geldi?, En baştaki enerjinin
kaynağı neydi? BP neden durup dururken gerçekleşti?” gibi bilimin –ve başka hiçbir
makamın- yanıtlayamayacağı sorularla kafaları karıştırıp, yanıtın olmamasından
yola çıkarak Tanrı sonucuna ulaşmak.
Bu yazdığım iki hipoteze yenileri
de eklenebilir ama acizane kanaatimce hiçbirisi tanrıtanırın “Hepsi nereden
geldi?” tavrına –artık sorusuna demiyorum- tatmin edici bir yanıt
veremeyecektir. Bunun en büyük nedeni de bu tavrın mantıksal değil de
psikolojik bir tavır olmasıdır. Eğer bir insan kendisini güvende hissetmiyorsa
ve bu hayatın bir gün gelip de sonlanacağı gerçeğine katlanamıyorsa, inanmak
işine gelecektir. İnanç onu rahatlatacak, uykusuz gecelerden kurtaracak, sonsuz
sorulardan arındıracaktır. Böylesi bir rahatlığı kim bırakmak ister?
Tanrıtanımazlık cesaret işidir, risk almaktır. Evrende yalnız olduğumuz, bu
hayatın tek fırsat olduğu, bir gün sadece kendi hayatlarının değil evrenin
hayatının da sonlanacağı gerçeğine alışmak, bunu kabullenmek kolay değildir.
Dolayısıyla böylesi bir cesareti gösterebilen insanın, bu cesareti göstermek
yerine kolaya kaçarak sırtını kutsal bir güce dayayan insanlar tarafından
anlaşılması doğal olarak zordur.
Tanrıtanırla tanrıtanımaz
arasındaki tavır farkını şu örnekle izah edeyim. Bir çocuk düşünün. Annesi onu
lunaparka götürmüştür. Çocuk o kadar eğlenir ki akşam eve dönmek istemez.
Annesi bir ton dil döker. “Oğlum, hadi hava kararacak. Baban eve gelecek. Biz
de gidelim, babandan önce eve varalım, akşam yemeğini hazırlayalım.” diyecektir.
O akşam eve giderler ama çocuğun aklı lunaparkta kalmıştır. Her fırsatta parka
gitmek, oynamak ister. Çünkü var olan zevkin sonlanacağı gerçeğine çocuğun
alışması kolay değildir. İşte tanrıtanır bu çocuğa benzer. Bu dünyaya
gelmiştir, güzel güzel yaşamıştır. Baktı hayat bitiyor, perde kapanıyor.
İçindeki çocuk uyanır. Bitsin istemez, burada bitse bile başka bir yerde devam
etsin ister. Bu yüzden de önüne hazır konan inanç şerbetini içer, rahatlar.
Böylece gönlü rahat olur, sıkıntılarından kurtulur. Tanrı var ya da yok, o
dünya hayatında huzura kavuşmuştur. Hep alıntıladığım bir roman cümlesiyle
bitireyim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz, bir akrabası olan
Suat’a sorar “Neden inanmıyorsun?” diye. Suat’ın yanıtı hafızalara kazınacak
cinstendir: “O saadetten mahrumum.“
Peki inanmak bu derece saadetse,
insanı sıkıntılardan kurtarıyorsa neden inanmayanlar inanmamakta ısrar
ediyorlar? Bu da iki ya da üç sonraki yazının konusu olsun. Bir sonraki yazıda
estetik ve/veya ahlâk kanıtlarını ele alacağım.
* Bu yazıyı yazmadan önce iki kitap
okudum. Bunların birincisi William Poundstone’un The
Recursive Universe kitabı. Beni Conway’in hayat oyunuyla o tanıştırdı.
İkinci kitap ise yazıda da sözünü ettiğim Stephen Hawking’in “The
Grand Design” adlı kitabı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder