Tanrı kanıtlamaları içinde
diğerlerine göre pek sık olmasa da sosyolojik ve antropolojik tartışmalarda sıklıkla
öne çıkan bir tanesi de ahlâk kanıtıdır. Bu kanıta göre insan ahlâklı olmak
için değişmeyen bir referans noktasına muhtaçtır. Mutlak iyiyi ve doğruyu ona
telkin edecek bir yol gösterici olmadan toplumsal varlığını devam ettiremez,
iyi olamaz, iyilik yapmak için bir gerekçeye sahip olamaz. Demek ki mutlak
iyiyi ve mutlak doğruyu temsil eden bir Tanrı vardır. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta ahlâk kanıtının ahlâkın kaynağını değil, Tanrı’nın varlığını
kanıtlama amacı güdüyor olmasıdır. Aynı düşünce silsilesini tersinden
yürütürsek, yani Tanrı vardır öncülünden başlayıp Tanrı’nın mutlak iyi olması
gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Böylece de ahlâkın kaynağının Tanrısal bilgi
olduğu sonucuna varırız.
Bu kanıtın en büyük sorunu baştan
sona sorunlu olmasıdır. Daha önce incelediğim iki kanıtta nesnel bir takım
öncüllere dayandırılan sonuç önermelerine yaptığım itirazları yazmıştım. Bu
kanıtta öncülün kendisi de yanlış olduğu için kanıt baştan sona sorunludur.
Önce mantıksal bir silsile olarak çıkarımı görelim.
1.
İnsan iyi olmak
için mutlak bir iyiye muhtaçtır.
2.
İnsan iyi olmak
zorundadır ya da içinde iyi olmak için yanan bir kıvılcımla yaşar.
3.
O halde içimize
bu mutlak iyi düşüncesini koyan mutlak iyi bir Tanrı vardır.
Şimdi de itirazlar:
Birinci İtiraz: Ontolojik olarak Tanrı mı yoksa İyi mi önce
gelir?
Bu çok önemli bir itirazdır çünkü
birazdan da göreceğimiz üzere bu soruya verilebilecek iki yanıt da bizi
kaçınılmaz bir çelişkiye götürmektedir.
Birinci Yanıt: Tanrı, İyi’den önce gelir ve dolayısıyla Tanrı
İyi’yi yaratmıştır: Eğer bu yanıtı
kabul edersek iyi düşüncesinin Tanrı’nın herhangi dayanak noktasına gerek duymadan,
rastgele var edildiği sonucuna ulaşırız. Çünkü eğer ontolojik olarak Tanrı
önceyse, bu, Tanrı’nın eylemlerini ve söylemlerini bağlayan bir iyilik
sınırlaması yoktur demektir. Bu da “Karşıdan karşıya geçen yaşlı amcaya yardım
etmek iyidir” demekle “İyidir çünkü onu Tanrı öyle istemiştir” demekle aynı
şeydir. Bu durumda eğer Tanrı “Öldürmek iyidir.” demiş olsaydı, Tanrı böyle
dediği için öldürme eylemini iyi olarak kabul edecektik. Bu ise iyilik kavramının içini boşaltmaktan
başka bir şey değildir. Bu çelişkiden kurtulmak için şu söylenebilir. “İyi ama
Tanrı mutlak aklıyla iyiyi ve kötüyü bildiği için asla kötüyü emretmeyecektir.”
Böyle bir kaçış bizi ikinci seçeneğin kollarına bırakır.
İkinci Yanıt: İyi, Tanrı’dan önce gelir ve Tanrı iyidir: Bu yanıtı kabul
ettiğimiz anda başka bir çelişkinin içinde buluruz kendimizi. Eğer ontolojik
olarak İyi önceyse, Tanrı’nın, söylemlerini ve eylemlerini, kendisinden önce
var olan İyi kavramının sınırlarına göre seçmesi gerekirdi. Bu ise Tanrı’nın her
şeye gücü yeten ve kimseye hesap vermeyen kimliğiyle çelişmektedir. Karşımızda,
İyi’nin kurallarına uymak zorunda kalmış, eli kolu bağlı bir Tanrı resmi vardır
ki bu baştan sonra İbrahimi dinlerin önerdiği Tanrı anlayışına terstir. Tanrı
iyidir demek Tanrı’yı kendi tanımıyla çatıştırmaktır.
Tanrı iyiyse eğer iyi olmak için
referans aldığı İyi kavramını kim yarattı diye sorabiliriz. Eğer bu iyi kavramı
Tanrı’dan bağımsız olarak varsa zaten vermiş olduğumuz yanıtın yanlış olduğu
sonucuna varırız. Yok eğer İyi kavramını Tanrı yarattıysa birinci çelişkiye
dönmüş oluruz. Kısacası her halükârda Tanrı ile İyi arasında mutlak gücü
garanti altına alan bir bağ kurulamamaktadır.
İkinci İtiraz: İnsan iyi olmak için mutlak iyiye muhtaç
mıdır?
James Rachel, “The Elements of
Moral Philosophy” başlıklı kitabının on dokuzuncu sayfasında ahlâkı şu şekilde
tanımlamış: Minimalist bir tanım verecek
olursak, ahlâk, bir insanın herhangi bir eylemi gerçekleştirirken aklını
kullanıp, kişinin hem kendisinin hem de eylemden etkilenecek olan diğerlerinin
çıkarlarını eşit şekilde gözeterek, eylemi gerçekleştirmesini sağlayan kurallar
bütünüdür.
Bu tanımda eşit derece ifadesinin
altını çizdim çünkü işin en zor kısmı bu eşitliği sağlamakta. Şöyle bir örnek
verelim. Bir kamyonun frenleri patlamış ve yokuş aşağıya iniyor. Önünde bir
panayır var ve panayırda on kişilik bir grup alışveriş yapıyor. Şoför panayıra
girmek istemiyorsa direksiyonu sağa kırmak zorunda kalacak ama bu durumda da
kaldırımda bekleyen bir adamı ezecek. Böyle bir durumda şoförün ne yapması
gerekir? Panayıra dalıp on kişiyi öldürmemek için yol kenarında duran bir
kişiyi öldürecek. Bir kişiyi öldürmek on kişiyi öldürmekten daha iyidir
diyorsak yukarıdaki tanımdaki eşitlik ilkesini çiğnemiş oluruz.
Benzer bir çelişki dilenciye para
verme konusunda da çıkar karşımıza. Dilenciye para vermek iyi midir ya da
dilenciyi görmezden gelmek kötü müdür? “Dilenciye para vermek iyidir çünkü
yardıma muhtaç birisine yardım etmek evrensel anlamda iyidir.” diyebiliriz. Ya
da “Dilenciye para vererek aslında iyilik yapmıyorsun, onun dilenci olarak
kalmasını sağlıyorsun.” da diyebiliriz. Ya da “Aslında dilenciye para vererek
dilenciye değil kendine iyilik yapmış oluyorsun çünkü sırf kalbindeki suçluluk
duygusunu bastırmak için yardım ediyorsun dilenciye.” de denilebilir. Ya da
“Her insan istediğini yapmakta özgürdür ve insanlar genelde kendilerini mutlu eden
eylemleri gerçekleştirirler. Sen kendini mutlu etmek için dilenciye para
veriyorsan bunun neresi iyiliktir.” denilebilir. Kısacası onlarca farklı açıdan
yaklaşabiliriz dilenciye para verme sorununa.
Çalıştığım okulda Yeni Zelanda’lı
bir arkadaş var, kadın öğlen yemeği arasında dışarı çıktığı her gün alt geçitin
merdivenlerinde bekleyen dilencilere para verir. Bunu büyük bir içtenlikle
yapar, onlara selam verir, gülümser, “Bugün nasılsın, iyi misin?” diye sorar.
Bozukluğu yoksa 10 Yuan verir (yaklaşık 4 TL), bazen elindeki yemeği paylaşır.
Şimdi böylesi bir samimiyetle davranan bir insana “Sen bunu suçluluk
duygusundan kurtulmak için yapıyorsun. Aslında sen de bencilin tekisin. Sırf
daha iyi hissetmek için, gösteriş için dilencilere iyi davranıyorsun.” diyebilir
miyiz? Bence diyemeyiz. Sonuçta dilencinin karnı doymaktadır, kucağındaki
çocuğunun boğazından sıcak çorba geçecektir. Bütün bunları görmezden gelip,
dilenciye yardım eden insanı bencillikle suçlayarak nereye varırız? Bana göre
lafazanlık dışında hiçbir yere! Yalnız burada benim ne düşündüğümün pek bir
önemi yok çünkü büyük bir olasılıkla dilencilere para veren birisi olduğum için
ve kendi davranışımı haklı çıkarmak için böyle düşünüyorum. Buradaki asıl
sorun, dilenciye para vermek gibi basit bir gündelik bir eylemin bile ahlâki
açıdan tek bir çıkış noktasının olmamasıdır.
Ahlâk felsefesi kitapları bu tür
örneklerle doludur ve aynı soruya verilen onlarca farklı yanıt vardır. Kimisi
psikolojik egoizm prensiplerine dayanarak yanıt verir, kimisi utilitarianist prensiplere
göre, kimisi Kant’ın evrensel imperatiflerine göre. İstediğin prensibe
dayanarak yanıt ver, sonuç değişmeyecektir. Bir şekilde birilerinin hakkı
yenecektir, bir şekilde birileri bencil damgasını yiyecektir, diğerleri iyi
kalpli diye göklere çıkarılacaktır. Gerçek hayatta bu kadar dramatik olmasa da
benzer durumlarla sıklıkla karşılaşırız. Genelde bir karar verir, “Ölen öldü,
kalan sağlar bizimdir” deyip yola devam ederiz. Mutlak bir doğru arayarak
geçiremeyiz ömrümüzü çünkü mutlak bir doğru çoğu zaman yoktur. Pratik olmak
zorundayızdır ve klişe bir söylemle ifade edecek olursak “Hayat her şeye rağmen
devam etmektedir”.
Bu örneklerden şu sonuca varmak
istiyorum. Hayatımızı sorunsuz bir biçimde devam ettirmemiz için mutlak iyiye
ve mutlak doğruya muhtaç değilizdir. İyi ve doğru olan eylem çoğu zaman
toplumlara, kimi zaman da bireylere göre değişebilen bir kavramdır. Bu
görecelilik mutlak olma zorunluluğuyla açıklanamayacağına göre daha insan
merkezli bir hipoteze gereksinim duyarız. İnsanın idealden uzak olması yönüyle
eksik olması gibi onun ahlâki değerleri de eksiktir. Ahlâki değerler değişkendir
ve coğrafi, iklimsel ve ekonomik koşullara göre şekillenir. Nasıl ki biyolojik
bir evrimin sonucunda canlılar içinde bulundukları ortama uyum sağlıyorlar,
ahlâk yasaları dediğimiz prensipler de aslında insanın toplumsal yaşama uyum
sağlamasının bir sonucudur. Farklı toplumlarda farklı yasaların olması da bu
toplumlardaki koşulların farklı olmasından dolayıdır.
Örneğin Eskimolar, yaşlanan insanları,
yerleşim merkezlerinden uzaklarda bir yerde ölüme terk ederlermiş. Düşünsenize;
nineniz yaşlandı, iş yapamaz hale geldi. Bu yüzden ninenizi öldürüyorsunuz.
Bizim toplumumuzda cinayet diye adlandırılabilecek bir eylemdir bu. Peki, aynı
şeyi soğuk havaya, şiddetli kar fırtınalarına, tarım arazisinden yoksun hayat
koşullarına karşı direnen Eskimolar için söyleyebilir miyiz? Nine, ekonomik
olarak aileye ve topluma bir yarar getirmediği gibi tüketmeye devam ettiği için
topluma zarar vermektedir, yeni yetişen neslin boğazındaki lokmayı çalmaktadır.
Bir insan olarak zaten hayatının amacını gerçekleştirmiştir. Çocuklarını
büyütmüş, genlerini yeni nesillere aktarmıştır. Bundan sonra yaşaması için çok
da bir neden yoktur. İnsanın birey olarak var olamadığı Eskimo kültüründe
ninenin ölüme terk edilmesi ahlâksız bir davranış olarak görülmez. Hatta tam
tersine, nineyi öldürmeyip yeni doğan bebeklerin yemeğini nineyle pay yaparak
ahlâksızlık yapmış oluruz.
Kaynakların sınırlı oluşuna çözüm
olarak üretilmiş bu ahlâki yasa / geleneksel töre, kaynakların bollaştığı zaman
ortadan kalkacaktır ya da başka formlara bürünecektir. Değişen zamana direnemez
hiçbir töre. Tabii ki değişim kolay değildir ve kurbanlar verecektir. Özellikle
dünyanın gittikçe küçüldüğü günümüzde, ekonomik olarak güçlü olan toplumların
zayıf olanlara yardım edebileceklerini hesaba katarsak, böylesi yasaların bir
an önce ortadan kalkması için insanlık el ele verip, sorunları kökünden
kazımalıdır. Örneğin namus cinayetleri, örneğin Hindistan’da ölen kocalarıyla
birlikte yakılan kadınlar, örneğin din değiştirdi diye idama mahkûm edilen
insanlar, örneğin Afrika'da sünnet edilip sakat bırakılan kız çocukları… Bilimin ve nesnel bilginin yaygınlaşmasıyla insanlar daha ortak bir
ahlâki bütünlüğe doğru yol almaktadırlar. Dünya küçüldükçe, iletişim ağlarıyla
daha bir donatıldıkça; farklar ortadan kalkacaktır.
Yukarıda ahlâk yasalarının tıpkı
biyolojik evrimle gelişen canlılar gibi geliştiğini ve değiştiğini iddia
etmiştim. Bunu da bir örnekle izah edeyim. Kelam kanıtında verdiğim örneğin
aynısını vereceğim. Geniş bir yolda tek başınıza araba kullanıyorsanız sizi sınırlayan
bir yasa yoktur. Ne zaman ki yolda başka arabalar belirir, o zaman mecburen
arabanızın hızını, yönünü, şeridini diğer arabalara göre ayarlamak zorunda
kalırsınız. Kendinize ve diğerlerine zarar vermemek gibi basit “hayatta kalma”
prensibinden başka bir prensibiniz yoktur ama zamanla bu basit prensipten
karmaşık kurallar doğar. Örneğin, şerit değiştirirken sinyal vermeniz gerektiği
sonucuna varırsınız ya da yolun ortasında kafanıza göre duramayacağınızı
bilirsiniz. Trafiği var eden siz ve arabanız, yarattığınız trafiğin
kurallarının esiri olursunuz. Döngüsel bir süreç vardır. Süreç döngüseldir ama
yerinde saymaz, bir spiral gibi düzensizden düzenliye göre entropinin tersine
bir yönde ilerler. Çünkü sisteme dışarıdan enjekte edilen enerji (insan ömrü ve
rasyonalitesi) uzun erimde sistemin içerisindeki entropiyi azaltır.
Buradan yola çıkarak
“öldürmeyeceksin” ya da “çalmayacaksın” gibi ilkelerin kaynağına ulaşabiliriz.
Öldürmeyiz çünkü öldürürsek bir başkası da bizi öldürebilir. Oysa hayatta kalma
ve üreme dürtüsü hayatın en dinamik kuralıdır. Hayatta kalmak zorunda olduğumuz
için öldürmeme kuralına sahibizdir, Tanrı on emire “öldürmeyeceksin” diye
başladığı için değil. Aynı şekilde mülkiyetin kutsal olarak kabul gördüğü
toplumumuzda çalmayız çünkü biz çalarsak ve çalmayı meşru sayarsak birilerinin
bizim malımızı çalmasını engelleyemeyiz. Toplumsal barış uzun erimde bireylerin
huzur içinde yaşamalarını sağlamak için vardır ve bu varlığını sürdürmesi için
herkes tarafından kabul gören ahlâki prensiplere dayanmak zorundadır.
Kant’ın “Ahlak Metafiziğinin
Temelleri” kitabında sözünü ettiği ve günümüzde de geçerliliğini koruyan
ilkesini anımsayalım: “Öyle davranmalısın ki seçtiğin eylemin aynı zamanda
evrensel bir doğru olarak kabul görmesini istiyor olmalısın.” Bu ne demektir?
Eğer kırmızı ışıkta geçiyorsan, kırmızı ışıkta geçmenin evrensel bir doğru
olduğunu kabul ediyorsun demektir. Yok eğer bunu kabul etmiyorsan kırmızı
ışıkta geçmenin ahlâki anlamda yanlış olduğunu kabul ediyorsun demektir. Çünkü
Kant’ın yukarıdaki ilkesine göre kırmızı ışıkta geçerek eyleminin
evrenselliğini onaylıyorsundur. Onaylamıyorsan zaten ahlâksızsındır. Burada Kant’ın kullandığı “evrensel” sözcüğünü
çıkarıp “toplumsal sözleşme” ifadesini koyarsak daha modern bir ahlâki ilkeye
ulaşmış oluruz. Öyle davranmalısın ki seçtiğin eylemin aynı zamanda toplumsal
sözleşmeye uygun bir doğru olarak kabul görmesini istiyor olmalısın.
Üçüncü İtiraz: Ahlâkın kaynağı Tanrı’ysa tüm tanrıtanımazlar
ahlâksız, tüm tanrıtanırlar ahlâklıdır.
Böyle bir iddianın doğru olmadığını
hepimiz biliyoruz. Tarih bunun aksini kanıtlayacak örneklerle dolu. Ne Tanrı’ya
inanmak bir insanı iyi yapar ne de Tanrı’ya inanmamak bir insanı kötü yapar.
Tanrı’ya inanç pratik bir sorunun yanıtıdır. Hayatı düzenlemede çok ciddi bir
rolü yoktur. Tanrı inancının İnsanlara belli davranışları telkin etmesi yönüyle
güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu iddia edebiliriz. Örneğin, savaşlarda
insanları cepheye göndermek için dinsel inanç eşi bulunmaz bir araçtır. Aynı
şekilde bağış yapmak istemeyen bir insanı ikna etmek için cennet mükâfatını öne
sürmek büyük bir olasılıkla işe yarar bir yöntemdir. Her iki durumda da ahlâklı
davranışın kuramsal bir temelini savunmuş olmuyoruz aslında. Pragmatik bir
araçtır din ve yeri geldiği zaman tersi yönde de kullanılabilir. Örneğin, Haçlı
seferlerinde amaç doğunun kıymetli hazinelerini ele geçirmek olduğu halde
Avrupalı halk cennet rüyasıyla kandırılmış ve sefere gönderilmiştir. Oysa
tarihteki tüm savaşlar gibi Haçlı seferlerinin arkasında da ekonomik nedenler
yatmaktadır.
İnsanlar iyi ya da kötü
davrandıklarında bunun arkasında yatan nedeni inancında değil de onu bu
davranışı yapmaya sürükleyen ekonomik ve toplumsal nedenlerde aramalıyız. Bir
tanrıtanımaz cinayet işlediğinde bunu Tanrı’ya inanmadığı için değil, öldürdüğü
kişinin parasını çalmak için yapmıştır. Aynı şeyi bir tanrıtanır da
yapabilirdi. Cinayetin nedeni inançsızlık değildir; parasızlıktır, hırstır,
açgözlülüktür…
Uzun uzun yazdım ama daha estetik
kanıta gelemedim bile. Aslında estetik kanıtın ahlâk kanıtından pek farkı yok.
İnsandaki güzellik algısının bir kaynağının olması gerektiği ve bu kaynağın
Tanrı olması gerektiği üzerine kuruludur estetik kanıt. Ahlâk kanıtına
getirilen tüm itirazlar estetik kanıta da getirilebilir. Sonuç olarak estetik
ölçütlerimiz de tıpkı ahlâki ölçütlerimiz gibi toplumdan topluma değişen,
insanın doğayla ilişkisinden kaynaklanan, evrimsel süreçle gelişen değerlerden
oluşur. Örneğin kıtlığın hakim olduğu bir ülkede kilolu kadınlar güzel kabul
edilirken (Yirmi otuz yıl öncesine kadar Hindistan, Türkiye, Çin), yiyecek
sorunu olmayan bir ülkede zayıf kadınlar güzel olarak görülebilir. Ayrıca,
estetik kavramının da tıpkı ahlaki doğruluk kavramı gibi siyasi bir yanı
vardır. Siyasi, ekonomik ve askeri yönden baskın olan kültürlerin sanat
formları, aynı yönlerden pasif olan kültürlerin sanat formlarını bastırır. Bu
durumda güzel kavramı güçlünün tarafına doğru kayar.
İkinci dünya savaşı sonrasında
oluşan post-modern akımın dünyaya bir yararını sayacaksak herhalde kültürler
arası geçişkenliği ve göreceli eşitliği sağlamış olmasını sayabiliriz.
Post-modernizm bu noktada büyük işler başarmış olsa da bu sadece insanların
farklı kültürlerin sanat formlarına saygı duymalarını sağlamıştır, onları anlamalarını
değil. Örneğin, Çin’de bir sanat dalı olarak çok rağbet gören kaya figürleri,
Çin kültürünü özümsememiş insanlarca anlamsız bulunacaktır. Aynı zamanda Çin
ekonomik ve siyasi gücünü arttırdıkça günümüzde sadece Çinlilerin sevip hayran
kaldığı sanat dalları diğer ülkelere yayılacak, bu ülkelerdeki insanlar
tarafından da güzel olarak nitelendirilecektir. Çünkü güzele olan hayranlık o
kadar basit bir iş değildir. Eğitim, kültürel özümseme ve anlama gayreti
gerektirir. Gelelim konunun bizi ilgilendiren kısmına.
![]() |
Amorfik bir kaya parçası mı yoksa güzelliğiyle göz kamaştıran bir sanat eseri mi? |
İnsanda bulunan güzel olana duyulan
eğilimi Tanrı’nın varlığına kanıt olarak görenler olabilir. “Madem güzel olana
yönelik bir hayranlık besliyorsun, bu hayranlığın bir kaynağı vardır? Bu
kaynağı evrende bulamadığımıza göre bu duygu bize evrenin dışından verilmiş bir
yetenektir. O halde Tanrı vardır.” şeklinde özetlenebilecek bu tez Paley’in
saati örneğinde de karşımıza çıkmaktadır. Çölde gezen adam sadece mekanik
olarak mükemmel şekilde çalışan bir saat bulmakla kalmamıştır, aynı zamanda bu
saatin, çok değerli taşlarla, çok kabiliyetli olduğu sanatından belli olan bir
sanatçı tarafından, özene bezene süslendiğini gözlemlemiştir. Bu durumda saati
yapan saatçi aynı zamanda renklerin uyumlarını bilen, değerli taşların
dengesini anlamış, doğadaki ahengi çözmüş bir sanatçıdır.
Öncelikle şunu ifade edeyim.
İnsanların sanat adı altında ürettikleri eserlerin hepsi duyulara hitap
ederler. Beş duyumuzu ve aklımızı kullanarak güzel olan bir esere hayranlık
besler, onu yapan sanatçıyı tebrik ederiz. Resim sanatı görme yetimize hitap
eder, müzik sanatı duyma yetimize. Eğer bedenimiz termal kameralar gibi ısıyı
algılama olanağına sahip olsaydı, termal kameraların ekranlarında oluşan
görüntülere benzer resimler yapar, bunları sergilerdik müzelerde. Çünkü termal
kamera görüntüleri aşina olduğumuz algısal dünyada yaşıyor olurduk.
Dolayısıyla, güzellik algımızın beş duyumuzla sınırlı olduğunu ifade
edebiliriz. Güzel bulduğumuz şeyler beş duyumuzla algılamaya aşina olduğumuz
şeylerdir.
Uzayın başka bir köşesinden ve
evreni bizim beş duyumuzdan çok daha farklı duyularla algılayan dünyadışı
varlıkların güzel anlayışı bizimkinden çok farklı olacaktır. Benim saatlerce
bakıp da hiçbir şey anlamadığım biçimsiz kayalar, Çin’de fahiş fiyatlarda alıcı
buluyor. Tıpkı Andy Warhol’un milyon dolarlık tablolarının bana saçma gelmesi
gibi. Ahlâk yasalarında olduğu gibi estetik ölçütlerimiz de doğayla ve içinde
yaşadığımız toplumla olan etkileşimimizden kaynaklanır. Evrenin kendisi ne
güzeldir ne de çirkin. Toplumsal koşullanmışlığımızın sonucu olarak masmavi bir
denizde parıldayan yakamozları görünce “Ahh ne güzel!” diyor oluşumuz
manzaranın kendiliğinden güzel olmasından değildir. Bizim böylesi bir manzaraya
duyduğumuz özlemdir içimizdeki hayranlığın kaynağı, mavinin çocukluğumuzdan
beri özgürlükle özdeşleştirilmesindendir, suyun serinliğine duyduğumuz aşk
derecesinde hissettiğimiz tutkudur.
Geçenlerde izlediğim bir Kazak filminde
filmin başkahramanının en büyük hayali kız kardeşinin yakınında bir yere
yerleşmek ve hayvancılık yapmaktı. Oysa bunu yapmak istediği yer çölün ortası,
bildiğimiz Orta Asya stepi. Hiçbir şeyin ortası, kum fırtınalarını ve susuzluğu
saymazsak. Benim gibi kentte doğup büyümüş bir insan için alabildiğine çirkin
(zor, çetrefilli, anlamsız) olan bu hayat tarzı filmdeki kahraman için en güzel
hayal niteliğinde. Bu basit örnek bile güzellik kavramının içinde doğup
büyüdüğümüz koşullar tarafından nasıl şekillendirildiği sorusuna verilebilecek
güzel bir yanıttır sanırım. Öyle gökten zembille inen bir güzellik kavramı
yoktur. Mutlu olmak, hayatına anlam katmak isteyen insanlar vardır. Güzellik de
hayata anlam katan renklerden birisidir.
---
Böylece Tanrı kanıtlamaları
yazılarının sonuna gelmiş oldum. Şaka maka yaklaşık 16.000 kelime yazmışım.
Umarım okuyanlara bir faydası olur yazdıklarımın. Son olarak şunları da
ekleyeyim.
Bu dünyayı bir gemi gibi düşünün.
Bizler de o gemideki yolcularız. Yolculuk sırasında yapılması gereken en önemli
şey huzuru bozmamak ve elimizden geldiğince yardıma muhtaç olanlara yardımcı
olmaktır. Amaç yolculuğu kazasız belasız atlatabilmektir. Kimseye zarar
vermeden, kimseye kötülük yapmadan, kimsenin hakkına tecavüz etmeden yolculuk
tamamlanmalıdır. Geminin bir kaptanının olması ya da olmaması bizim iyi bir
yolcu olarak tutumumuzu değiştirmemelidir. Kaptan varsa ve siz onun varlığına
inanmamışsanız, size sırf bu yüzden bir ceza vermesi mantıklı değildir. Kaptan
yok deyip diğer yolculuklarla iyi geçinmek, onların ihtiyaçlarını gidermek,
gemiye katkıda bulunmak mümkündür. Aynı şekilde kaptan vardır deyip gemiye
zarar vermek, birilerinin hakkını yemek de mümkündür. İkinci durumun birinci
duruma göre çok daha esaslı bir cezayı gerektirdiği aşikârdır. Kaptan, siz onun
varlığına inanmıyorsanız, en kötü olasılıkla sizi gemiden aşağıya atar. Böylesi
bir durumda bile ceza sonsuz değildir. Bir süre bocalarsınız, ya boğulursunuz
ya da balıklara yem olursunuz. Sonuçta acınız sonludur. Kaptan size sonsuz bir
ceza vermez. Niye versin ki? Böylesi bir cezanın kime ne yararı vardır? Bunun
yanında, kaptanın varlığına inananlar, bu inanca rağmen gemideki düzeni
bozdularsa, gemiye zarar verdilerse, onların cezası ne olacaktır? Onların
sizinkine kıyasla daha hafif bir cezayla cezalandırılmaları kaptanın “adil”
vasfına zarar vermiyordur de ne yapıyordur? Geminin bir sınav meydanı olması da
bu cezayı gerekçelendiremez çünkü gemideki yolcuların gemide olmama şansları
yoktur. Seçerek gelmemişlerdir oraya, zorla getirilmişlerdir. Getirildikleri
gibi de sınava sokulmuşlardır. Siz okulun ilk günü yapılan sınavda başarısız
olan çocukların okuldan atıldığını gördünüz mü hiç?
Örnekler çoğaltılabilir, sorular
sonsuza kadar arttırılabilir. Bütün bu sorular bir Tanrı’nın var olduğunu kabul
etmekle aslında soruların bitmediğini, bilakis katlanarak arttığını gösterir. TB’ye
mektuplar dizisindeki tüm çabam klasik Tanrı kanıtlamalarına itiraz etmekten
ibaretti, gerisini kurcalamaya pek niyetim yok. Kanıtların geçersizliği Tanrı’nın var olmadığı anlamına gelmez, yok
olduğu anlamına da gelmez. İnsanların büyük bir çoğunluğu herhangi bir kanıta
ihtiyaç duymaksızın, toplumsal veya ailevi geleneklerden dolayı inanırlar
Tanrı’ya. Gerisini pek düşünmezler. Amacım Tanrı vardır diyenlere yanıt vermek
değildi, tam tersine Tanrı var olmayabilir diyenlerin boş olmadıklarını
göstermekti. Eğer tanrıtanırlar kendi inançlarına saygı bekliyorlarsa aynı
saygıyı tanrıtanımazlara karşı göstermek zorundadırlar. Tanrıtanırlar nasıl ki
kendilerince Tanrı’nın var olduğuna dair kanıtlar ortaya koyabiliyorlarsa,
tanrıtanımazlar da aynı şekilde karşı-argümanlar geliştirebilirler. Tanrı’nın
varlığı hipotezi bilimsel bir hipotez olmadığı için ne varlığı ne de yokluğu
bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir. İnsanların inanma özgürlükleri gibi
inanmama özgürlükleri vardır. Aynı şekilde, inandıklarını ifade etme
özgürlükleri varsa inanmadıklarını ifade etme özgürlükleri de vardır. Kimsenin
inançsız olduğu için bir insanı hor görmeye, haklarından mahrum etmeye, işinden
atmaya hakkı yoktur.
Birileri bana “Gel bu görüşlerini
televizyonda tartış, karşında da ünlü tanrıtanır XYZ olsun.” dese ben
kesinlikle reddederim çünkü ortada tartışılacak bir konu yoktur. Benim bu
yazılara başlarkenki isteksizliğimin nedeni de biraz buydu. Tanrı’ya inanan bir
insan inandığı dinin tüm ilkelerini Tanrı’nın sonsuz hikmetiyle izah
edebilecektir çünkü Tanrı’nın varlığı sadece doğrulanamayan değil, aynı zamanda
yanlışlanamayan bir hipotezdir. Dolayısıyla ben desem ki “Madem Tanrı var,
neden adaletsizlik var dünyada?”, karşımdaki insanın her zaman dayanacağı son
direk “Tanrı’nın sonsuz hikmetini sorgulayamayız. Her şeyin en iyisini o bilir.
Senin adaletsizlik olarak gördüğün şey aslında sonsuz adaletin ta kendisidir.”
olacaktır. Eeee, yapacağım her itiraza böylesi bir ad hoc hipotezle yanıt
verilebilecekse ben neyi tartışacağım?
İnsanların bir Tanrı’ya
inanmalarının farklı nedenleri olabilir ama tanrıtanırların büyük bir çoğunluğu
kolaylarına geldikleri için inanmaktadırlar. Tanrı hipotezi öylesine güçlüdür
ki tüm soruları basit bir yanıtla geçiştirir ve bu geçiştirme insanların hoşuna
gider. Hayat zaten zordur, geçim derdi, çocukların eğitimi, kazalar, ölümler,
acılar… Bunlarla baş edebilmek için kafanın sağlam olması gerekmektedir.
İnanmak insana bu yararı sağlar. Bir kere inanırsın ve yoluna devam edersin.
Tanrıtanımazlık ise zor yolu seçmektir. Evrendeki yalnızlığımıza, hayatın
kendisinin dışında bir anlamının olmamasına inanmaktır. Bu yüzden tanrıtanımaz
hayata anlam katmak için sanata, bilime, eğitime, insanlara yararlı olacak
eylemlere sarılmak zorundadır. Hayatın kendisinin dışında bir anlamı yoktur ama
hayatın içine anlam enjekte edecek olan bizlerizdir. Hayatı anlamlı yaşamak,
arkamızda güzel eserler bırakmak, sonlu da olsa arkamıza güzel anılar saçarak
ilerlemek hayatının amacıdır. Tanrıtanırın cennetle, Tanrı’yla hallettiği anlam
verme işini tanrıtanımaz çok daha çetrefilli bir yolla halletmek zorundadır.
İşi zordur ama yapılamayacak bir şey değildir. Tarih bunun örnekleriyle
doludur. Gelecekte de aynı örneklerin tekrar etmeyeceğine inanmamız için bir
neden yoktur.
Bu satırları okuyan genç zihinlere
tavsiyem Tanrı var mıdır yok mudur sorusuyla hayatlarını zehir etmemeleri
olacaktır. Yanıt öyle birkaç okumayla, üç beş günde karşınıza çıkmaz. Yıllar
sürer. Bol bol okuyun, düşünün, hayatın içine dalın, tartışın. Tanrı’ya inanmanız ya da
inanmamanız hiç önemli değil etrafınızdaki insanlarca. Önemli olan iyi bir
insan olmaktır, anlamlı bir hayat yaşamaktır. Tanrı sorusu bir gün
kendiliğinden çözülecektir. Vereceğiniz yanıt her ne olursa olsun, önemli olan
bu yanıta kendi başınıza; okuyarak ve düşünerek ulaşmış olmanızdır. Toplumsal
baskılardan uzaklaşıp, kendi kimliğinizle baş başa kaldığınızda vereceğiniz
yanıt sizi tatmin ediyorsa başkalarının ne dediğinin bir önemi yoktur. Ayrıca,
soruya vereceğiniz yanıtı kimseyle paylaşmak zorunda değilsinizdir. Zaten sizler iyi ve üretken bir insan
olduğunuz sürece neye inandığınız hakkınızda sorgulanacak en son şeydir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder