Bu Blogda Ara

11 Aralık 2014

Ya Sonra?

Eylül ayında yazdığım "Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam" başlıklı öyküyü Arkitera'nın açmış olduğu "Ya Sonra?" temalı öykü yarışmasına göndermiştim. Öykü, 96 katılımcı arasından birinciliğe layık görüldü ve Alef yayınları tarafından "Ya Sonra?" adlı bir öykü derlemesinde ilk öykü olarak basıldı.

Yarışma sonucunun haberine buradan ulaşılabilir.

Kitabın kapağı

Ödül törenine doğal olarak ben katılamadım. Benim yerime ödülü abim aldı. Ödül töreninin haberi ve fotoğrafları burada.

Öykünün yayın hakları Alef yayınevinde olduğu için bloga koyamıyorum. Tadımlık olarak ilk iki paragrafı aşağıya ekliyorum. Uzun bir öykü zaten (5000 küsür kelime), internet üzerinden okunması zahmetli. Yine de okumak isterseniz bana (rizaarican@gmail.com) bir elmek gönderin, ben size pdf olarak öyküyü göndereyim.

                   YAĞMURUN DURMASINI BEKLEYEN ADAM

Hakikaten alığın önde gideniydi ya da yaşına göre fazlasıyla iyimserdi de bunu bir türlü itiraf edemiyordu kendine! Hoş, bu ikisinin aynı şey olduğunu iddia etsek bile kayda değer bir itiraz yükselmez insanlardan. Güzel havaya güvenmek de önüne çıkan her yakışıklıya güvenmek gibidir. Bunu kadınlar bilir ancak. Hele de Ç gibi güneşin yüzünü rüşvet karşılığında gösterdiği bir kentte, kim olsa şaşar böylesi bir maceraperestliğe.


Alıktı, iyimserdi, herkesle ve her şeyle iyi geçinirdi, düşmanı yoktu ama dostu da yoktu, hepsinden öte gençti, toydu, deneyimsizdi.   Böyle olmasaydı neden çıksındı sokağa koşarcasına, güneşin azıcık bir göz kırpışını görür görmez? Bilmiyor muydu kentin kapısında kara bulutların sıraya girdiklerini? Biliyordu da takmıyor muydu? Günlerdir evine tıkılıp, kitaplardan başını kaldırmayışıydı belki de içindeki yayı bu derece geren. Öyle ya, ne kadar sıkışırsa yay o kadar yükseğe sıçrardı, hem de en beklenmedik zamanda.

.....



Kitabın idefix kitap mağazasındaki ağbağı da burada. Okumak isteyenler kitabı buradan edinebilirler.






12 Ekim 2014

SPOR BAKANI BAŞÖRTÜLÜ ATLETLER KONUSUNDA DÜĞMEYE BASTI: ARTIK HERKES BAŞÖRTÜSÜ TAKACAK

Yalan Haber Ajansı

 Enes Başeğmez


Başörtüsüyle koştuğu için yurt içi elemelerde elli koşucu arasında kırk beşinci gelen ve bu başarısızlığı başörtüsüne bağlayan bayan atlet Hatice Korkmazbaş’ın açıklamalarından sonra spor bakanı Erdoğan Taşdelen bugün bir basın açıklaması yaptı. İkindi namazını müteakip, Fatih camisinin avlusunda verdiği demeçte Taşdelen şunları söyledi.

“Hatice kardeşimizin geçen hafta yapılan elemelerden sonra yapmış olduğu hazin açıklamalar hepimizi derinden etkiledi. Hem halkımızdan hem de spor camiasından yığınla telefon ve e-posta aldık. Anlaşılan şu ki halkımız sporcuların başörtüsü sorununu ciddiye alıyor ve bu konuda hükümetin adım atmasını bekliyor. Biz de bu beklentilere karşılık vermiş olmak için hafta sonu yaptığımız bakanlar kurulu toplantısında konuyu ele aldık ve bir karara vardık. Bundan sonra yurt içinde yapılan atletizm elemelerinde tüm bayan atletler başörtüsü takacak. Böylece hem atletler arasında eşitliği sağlamış olacağız hem de atletlerimiz zora alışmış olacaklar. Avrupa’daki elemelere gittiklerinde bir adım önde olacaklar.“

Bir gazetecinin “Sayın bakanım, böylesi bir karar başörtüsü takmak istemeyen atletlerin itirazına neden olmayacak mı?” sorusuna bakan Taşdelen şöyle yanıt verdi. “Sayın gazeteci kardeşim, bizim için eşitlik ve kardeşlik en önemli değerlerdir. İktidara geldiğimizden beri hep bu değerler için mücadele verdik ve bundan sonra da mücadele vermeye devam edeceğiz. Bir vatandaşımız dini inancı dolayısıyla yarıştan geri kalıyorsa, hükümet olarak o kardeşimize el uzatmak zorundayız. Kimse bunun arkasında art niyet aramasın. Kimseye zorla başörtüsü taktırmıyoruz. Yarışacaksan takacaksın diyoruz. Nasıl ki okulların üniformaları tüm öğrencileri eşit hale getirir, nasıl ki camiye şortla giremezsin, nasıl ki kütüphanede sesli konuşamazsın; bu durum da aynısı. Biz de yeni spor üniformasıyla tüm atletlerimizi eşit hale getiriyoruz. Başörtüsü takmak istemeyen atletler diskalifiye edilecekler, elemelere katılamayacaklar. Bunda yadırganacak bir durum yok. Bakanlar kurulunun kararı budur. Cumhurbaşkanımız da telefonla toplantıya iştirak etmiş ve kararı sevinçle onaylamıştır.”

Bir başka gazetecinin “Peki bu kararınız ülkedeki laik kesimi rahatsız etmeyecek mi?” sorusuna hafiften sinirlenen bakan Taşdelen, gazeteciyi sert bir dille uyararak “Size kim veriyor gazetecilik lisansını kardeşim? Halkın tepkisi var diyorum, bakanlar kurulu diyorum, cumhurbaşkanımızın onayı diyorum; siz halâ laik kesim diyorsunuz. Laiki, maiki kalmadı bu işin. Karar verilmiştir. Sizin gibi gazetecileri de bir sonraki bakanlar kurulunda konuşacağız. Bakanlara sorulması gereken soruları bakanlar kurlunun onayına bağlayacak bir kanun üzerine çalışıyoruz. Yakında çıkarırız. O zaman görürsünüz gününüzü. Ağzınızı açamayacaksınız, açtığınız anda kendinizi parmaklıkların arkasında bulacaksınız.”


İyice sinirlendiği anlaşılan bakanı yanındaki korumaları sakinleştirmeye çalıştıysa da bakan uzun süre soruyu soran gazeteciye tehditler savurmaya devam etti. Basın açıklamasının sonlarına gelindiği işaretini yardımcısından alan bakan Taşdelen, caminin avlusundan ayrılıyorken ABC'den bir gazetecinin “Kobani ve IŞİD hakkında bir karara varıldı mı?” sorusuna kısaca “Hayır, o konu hiç gündeme gelmedi.” diye yanıt verdi. 

                                                                                                       12. 10. 2014 / Çanco, Çin



13 Ağustos 2014

Tatil Aforizmaları (1)

Temmuz ayının başından beri Türkiye'deyim. Tatil dolayısıyla sürekli hareket halindeyiz, bir haftalığına Rusya'ya gittik, oradan gelince bir haftalığına köyde kaldık. Şimdi de İstanbul'da geziyoruz, eski(meyen) dostları ziyaret ediyoruz. Bu hareketlilik doğal olarak yazma performansıma negatif olarak yansıyor. Uzun süredir bir şey yazmadım, yazamadım. Yine de not almaya devam ettim. Bu aralar evde biraz daha fazla vakit geçirebildiğim için defterdeki notları yazayım dedim. Çin'e dönünce yine Çin üzerine yazmaya devam edeceğim ne de olsa. Kafamda tatil öncesinde ve sırasında beliren öyküleri Çin'e geri dönünce yazacağım. 

Metro Üzerine:

Metroları severim. Dünyanın neresine gidersem gideyim, metroya bindim mi kendimi olası tehlikelerden ve kaybolma korkusundan uzak hissederim. Hissettiğim güven ve rahatlık metroların düzensiz kentlere düzen getiren bir çeşit şablon olmalarına bağlanabilir. Bununla beraber metro, kente eklenmiş bir süs değildir, sağladığı şekilci performanstan çok daha fazlasını verir kente ve insanına. Kentleri insan bedenine benzetirsek, metronun dört bir yana açılan demirağları bedenin her yerine kan yoluyla besin ve oksijen taşıyan damarlardır. 

Güzellikleri salt kullanışlı olmalarına değil; görünmez olmalarına, karanlık olmalarına, hızlı olmalarına ve en önemlisi şaşırtıcı olmalarına bağlıdır. Kentin bir yerinden bir deliğe girip, kilometrelerde uzakta başka bir delikten çıkabiliyor olmak, bir köstebek gibi yerin altında yolunu bulabilmek ve bu işlemi hemen her gün, her saat yapabiliyor olmak şaşırtıcı değildir de nedir?

Metroyu bana çekici kılan önemli bir özelliği de dış dünyaya olan fiziksel yakınlığına rağmen onunla duyusal anlamda tüm bağlantılarını koparmış olmasıdır. Biliyorum ki az yukarıda yollar var, insanlar var, kediler ve köpekler var; belki deniz var yakamozlarıyla göz kırpan, belki eli yüzü kapkara olmuş aç bir dilenci var elleri havada. Bunları görmemek iyi midir kötü müdür tartışmasına girmeyeceğim bu yazıda. Yalnız, okuma ve düşünme vakitleri sürekli dışarıdan gelen imge bombardımanlarıyla delik deşik olmuş modern zamanların modern bir vatandaşı olarak ben fazlasıyla muhtacım böylesi bir göreceli inzivaya. Kara pencerelerin ışıltılı yansımalarına bakarak geçirilmeyecek yolculuk beni mecburen bir kitaba, bir gazeteye yöneltir. Yarım saate varan yolculuk esnasında, başımı bir kere bile kaldırmadan okuyabilirim metrodayken. Ne durağa bakmam gerekir ne de pencereden dışarıya! Başım önümde, pür dikkat okurum, düşünürüm, dalıp giderim kitabın sayfalarından beynimin derinliklerine doğru yayılan bulutsu dünyaya.

Hoş, İstanbul’da var olan yer altı sistemine metro demek pek doğru olmaz. İnsan Şanhay’ı, Moskova’yı, Seul’ü görünce bizdekine ister istemez “eksik” gözüyle bakıyor. Hadi, Güney Kore gelişmiş bir ülke olduğu için kendimizi onlarla kıyaslamayalım; peki ya Moskova’nın, Şanhay’ın gerisinde kalışımıza ne demeli? Bu kentlerdeki sistemlerin kullanım kolaylığı ve ucuzluğu da cabası. Şanhay’da ve Seul’de ulaşım ücretini sisteme girerken değil, sistemden çıkarken ödersin. Böylece, gittiğin mesafeye göre eksilir kartından para. Moskova’da ise tüm transferler ücretsizdir. Bir kere metroya girdin mi varacağın noktaya kadar yapacağın hiçbir transfere para vermezsin. Bu hem zaman kaybını engeller hem de turnikeler önündeki gereksiz yığılmaları. Bizde ise belediye para kazanmayı kendisi için ilk hedef olarak belirlediği için halkın huzuru ve ulaşımın kolaylığı ikinci plana atılır. Örneğin, Maltepe’deki evimden Taksim’e teorik olarak metroyla gidebiliyorum. Bunun için iki defa hat değiştirmem gerekiyor. Buraya kadar sıkıntı yok. Modern bir kentte olması gereken de budur. Hat değiştirmeye razısındır metroya girerken çünkü tek bir hattın seni kentin her yerine götürmesi olanaksızdır. Yalnız, bir hattan diğerine geçerken hem sürekli turnikelerden geçmem gerekiyor, hem de sürekli ödeme yapmam gerekiyor. Zaten sırf bu fazladan ödemeler insanlara mantıklı gelsin diye hatların adları birbirinden farklı yapılmış. Örneğin; Kartal metrosundan inip Marmaray metrosuna biniyorum, Marmaray’dan inip Taksim metrosuna biniyorum. Oysa bunlar birbirlerinden ayrı metrolar değildir, İstanbul metrosunun hatlarıdırlar. Hat değiştirmek metro değiştirmek değildir. Her bir hatta ayrı bir renk verirsin, olur biter; karışıklık önlenmiş olur. Mavi hattan inerim, yeşil hatta geçerim. Yeşilden iner, kırmızıya binerim. Böylece her seferinde para ödemek zorunda kalmam.

İstanbul metrosunda gerçek anlamda transfer birkaç noktada mevcut. Örneğin; Seyrantepe sapağı, ileride açılacak olan Boğaziçi sapağı –ücretsiz olacağını umuyorum- , Kirazlı sapağı. Bunun dışındakiler transfer değil, ulaşım modunu değiştirme eylemidir, adı yanlış konmuştur ve asıl amaç vatandaştan para toplamaktır. Dünyanın neresinde 75 saniyelik bir tünel yolculuğu için 1 Amerikan doları ödersiniz Allah aşkına? Bu konuda şikâyetler alınca İETT’nin tavrı genelde şöyle oluyor: Eee, aktarmalarda fiyatı düşürüyoruz ya! Daha ne istiyorsunuz? İyi ama fiyattaki düşüş oranı en fazla %30. Bir insan iki aktarmayla A noktasından B noktasına gidiyorsa toplamda en az 4 TL ödemek zorunda kalıyor. Bu Moskova’da ödeyeceğinizin 2 katı. Şanhay’da en pahalı metro bileti bile –istediğin kadar transfer yap- 2 TL’yi geçmez. Rusya’nın ve Çin’in kişi başına düşen gelirleri Türkiye’ninkine yakın olduğu için bu ülkeleri örnek veriyorum. Madem aşağı yukarı aynı gelir düzeyine sahibiz, neden biz iki kat fazla ödüyoruz toplu taşımaya? Çok mu enayiyiz, yoksa gönlümüz mü zengin?

2. Modern Dünyada Gezme Fetişizmi

Gezmenin hakkını veren, yola saygıda asla kusur etmeyen Fatma Özdirek'e... 

Geçen gün on iki yaşındaki yeğenim sordu, “çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir” diye. Sanırım ilkokul öğrencilerine sorulan evrensel sorulardan birisi bu. Su molekülünü oluşturan atomların hidrojen ve oksijen olduğunu, çıkarmanın aslında bir çeşit toplama olduğunu, yarasanın ve balinanın memeliler sınıfına dâhil olduklarını, karenin özel bir dikdörtgen olduğunu bildiğin gibi bu soruyu da bileceksin. Yanıtı hakkında hiçbir fikrin olmasa da büyüklerine ha bire soracaksın ki okulda öğrenci olduğun, öğretmenlerin tarafından ilk fırsatta böylesi bir soruya maruz bırakıldığın bilinsin.

Soruyu duyunca gülümsedim tabii, kendi okul yıllarımda bu soruyu tartıştığımız günler geldi aklıma. Sınıf ikiye ayrılır, şuursuz fanatikler gibi bağıra çağıra birbirimize saldırır, hiçbir sonuca ulaşamadan zilin çalmasıyla teneffüse çıkardık. O zamanki aklımızla ve bilgi birikimimizle hiçbirimiz “Doğru yapıldığı takdirde her yolculuğun bir kitap, her kitabın bir yolculuk” olduğunu kestiremezdik. Hem kestirsek bile o yaşlarda düşündüklerimizi dile getirecek edebi kabiliyetten fersah fersah uzak olduğumuz için ne düşündüğümüzün pek bir anlamı olmuyordu.

Şimdilerde yirmiye yakın ülke görmüş, ömrünün üçte birini doğup büyüdüğü toprakların uzağında geçirmiş ve az çok düşüncelerini kâğıda dökebilecek kadar yazıyla iştigal etmiş birisi olarak, bu soru çok daha manidar geliyor bana. Soruya tek bir cümleyle yanıt vereceksek şöyle demek gerekir: Kitap okur gibi gezen mal mal gezenden, gezer gibi okuyan da mal mal okuyandan daha çok bilir. Argo tabirlerimi bağışlayın ama neden argoya kaçtığımı yazının ilerleyen satırlarında değişen tondan da anlayacaksınız.

Artık herkes gezebiliyor. Yüzyılın getirdiği en büyük olanaklardan birisi de orta sınıf insanına kazandırdığı hareketlilik (mobility) kabiliyeti. Öyle eskiden olduğu gibi çok zengin olmaya, burjuva takılmaya gerek yok. Gezip geldikten sonra “Almanyalara da gittim ben” diyerek hava atmak bile artık “görmemişin oğlu olmuş, tutmuş …” tepkisiyle karşılanıyor. Çantasını sırtına atan, eline rehber kitabını alan; azıcık da parası varsa bir şekilde yolunu buluyor ve yaşadığı semtten, ilçeden, ilden uzaklara doğru yola çıkıyor. Yolculuğun illa yurt dışına olması gerekmez. Bir İzmirli için Bitlis, Yunanistan’dan daha farklı/ufuk açıcı bir deneyim olabilir örneğin.

Gezmenin en güzel yanları yolcu olabilme, yolcu olmayı tatma ve yolcu olmuşluğun getirdikleriyle yüzleşme olarak sıralanabilir. Görülecek yerlerden çok daha önemlidir yola çıkma cesaretini gösterebilmek. Çünkü yol öğretir insana; şekillendirir ve değiştirir. Yola çıkmadan önceki sen ile yoldan geldikten sonraki sen aynıysa o yolculuk olmamış demektir. Yolcu, yol ile birleşir, bir aşığın maşuğuna kavuşması gibidir aralarındaki ilişki. Varılacak yerden çok, alınacak yol önemlidir. Sevgiliyi düşündüğünde çarpan yürek, kaşınan dudak gibidir yolcunun yola çıkmadan önceki durumu.

Yolun en öğretici yanı ise insana verdiği kaybolma özgürlüğüdür. Kentlerde yaşayan insanların böyle bir özgürlüğü yoktur. Dakikaları sayarak yaşarız kentlerde, saniyelerle yarışırız boyuna. Beş saniye geç kalırsak treni kaçırırız, on saniye geç kalırsak vapur iskeleden kalkar. Bu yüzden en kısa yolları, en çabuk araçları bir kere keşfetmeli ve daha iyisi bulunana kadar onları kullanmalıyız. Farkına varmasak bile katı bir disiplin içinde yaşarız kentlerde, mekanik bir verimlilik ilkesiyle yürütürüz işlerimizi. Öğrenmek bile fire vermemek üzere inşa edilmiş bir sistemin dâhilinde gerçekleşir. Okullarda derslerin saatleri vardır, öğretmenleri vardır, net sınırları vardır. Kısacası kent yaşamı sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş bir çeşit kafestir. Bu yüzden gezmek kent insanı için özgürlüğe açılan birkaç alternatif kapıdan birisidir. Verimliliği, kârı, parayı en elverişli şekilde kullanmayı bir kenara bırakıp; salt gitme içgüdüsüyle hareket etmenin yeridir yolculuk. 

Yolcu kaybolandır, kaybolma hakkını elinde bulundurandır, kaybolmuşluğu kafaya takmayandır, kaybolabilmenin bir hak olduğunu düşünendir. Çünkü kaybolma hakkı elinden alınmış bireyin özgürlüğü de elinden alınmıştır. İnsan ancak kaybolduktan sonra gerçek anlamda keşfedebilir. Eliyle koymuş gibi bulduğu her şey aslında bir keşiften ziyade, kendisine verilen vazifeyi yerine getirebilmiş olma mutmainliğidir. 

Kaybolamayan yolcunun elinde rehber kitaplar vardır, üzerlerinde kocaman harflerle “must-see” ya da “off-beat” yazan müze ve saray resimleri vardır. Yolcuyu gerçek anlamda yolcu olmaktan çıkaran da bu popülist, bir ya da iki sözcükten oluşan yargı ifadeleridir. Öyle ki; ceplerindeki kısıtlı bütçelerle, sırt çantalı pek çok genç, gezmek yerine ellerindeki rehber kitaplardaki “must-see”lere “check” atmakla geçirir gezilerini. “Rehber kitapta yoksa gitmem”, “must-see değilse gitmem”, “orası off-beat bir yer, görmeye gerek yok” tavırları maalesef yolculuğun felsefesini yok saymakla eşdeğerdir.

Bir de şimdilerde akıllı telefonların gündelik hayata büyük bir oranda yerleşmesi var. On saniyede indiriyorsun programı. Haritalar gözünün önünde, oraya daha önce gitmiş olanların yorumları parmaklarının ucunda. Etrafındaki yerel insanlarla tek kelime bile etmeden yolculuğunu tamamlayabiliyorsun. Kimseyle tanışmaya gerek yok, kimseyle iki dakika muhabbet edip yeni dostluklar kurmaya vakit yok. O kadar çok “must see” var ki otelden çıktığın gibi rehber kitabın önerdiği doğrultuda hemen müzeye gitmelisin, oradan çıkıp nehir boyunca yürümelisin, sonra şu eski kilise var görülmesi gereken, ardından eski bir cami, sonrasında yol üzerinde bir heykel, son olarak da opera binası. Plan hazır, aksaklığa neden olacak hiçbir şey yok, olmamalı da. Telefonumu kaybetmediğim sürece ya da telefonun pili çalıştığı sürece güvendeyim. Bu güvende oluş düşüncesi ise aslında yolculuğun tüm anlamını yerle bir ediyor. Evinde güvendesin, odanda güvendesin, yatağında güvendesin. Yollarda da aynı güvenceyi arıyorsan yola hiç çıkmamışsın, fiziksel olarak yolda olsan bile düşünsel anlamda yolcu olamamışsın demektir.

Belki biraz gericiyim –geriyorum evet!- bu konuda ama benim için gezmek bir ânın zevkine varmak demektir. Örneğin, büyük bir ağacın gölgesine oturup serinlemek, krallardan kalma saraylardan daha eğlenceli olabilir. Bir yokuşun sonuna soluk soluğa varıp çantanızdan çıkaracağınız elmayı dişlemek ya da orada yerel bir içecek satan yaşlı kadınla gülüşmek –konuşamadığınız için!- en değerli müzelerden daha ufuk açıcı olabilir. 

Nasıl ki bir lunaparka belli duyguları –korku, heyecan, kaygı vb- hissetmek için gideriz, aynı şekilde gezmeyi de bu amaçla yapmalıyız. Önemli olan yolculuk sırasında hissettiklerimizdir, fotoğraf makinesiyle çekip seyahat torbamıza koyduğumuz binlerce resim değil. Sonuç olarak mutluluğun resmini çekemeyiz, onu yaşarız ve unuturuz. Unuttuğumuz için de bir sonraki mutluluk ânı güzeldir, yaşamaya değerdir. Sonsuza kadar hep aynı mutluluk duygusunu yaşasak mutluluk durumunun diğer durumlardan farkı kalmayacaktı.


Kısaca özetlemek gerekirse, bilinçli gezildiği zaman yolculuk gerçek anlamda öğretici olur. Rehber kitaplardaki “must-see”lerin peşinde üç dört gün geçirip evinize dönüyorsanız, aslında evinizi hiç terk etmemişsiniz demektir. Yolculuk özgürlüktür, kaybolabilme hakkını kullanmaktır, kent yaşamının baskısından uzaklaşmak ve saatin tik-taklarını umursamamaktır. Bunu yapabilen gezgin gittiği yeri bir kitap gibi okur, kentin sokaklarında defalarca kaybolur ve her kayboluşunda yeni bir şey keşfeder. Kimsenin gitmediği yerlere gider, kimsenin görmediklerini görür ve hepsinden önemlisi o kentin insanlarıyla tanışır, konuşur –konuşamazsa gülüşür!-, onları anlamaya çalışır. Bir rehber kitabın yanınızda olması iyidir ama o kitabı kutsal bir metin gibi satır satır takip etmek, orada yazılanların dışına çıkmamak ve karşılaştığınız her yeni şeyi rehber kitabın penceresini kullanarak gözlemlemek, rehber kitaba sadık bir okuyucu yaratır. Gerçek yolcu ise yolun hakkını verendir, yol ile hemdem olan ve onun kıvrımlarında yaşamın sırlarını –bunu beklemese bile- keşfedebilendir. Yolu hedef yapmayan, yolun kendisini kendisine rehber edinmeyen insan, ömrünün sonuna kadar deryada yaşayıp deryayı bilmeyen balıklar gibi dolanır durur. 

Sonraki aforizmalar:

3. Bir Aşırı Özgüven Hikâyesi
4. Evrensel Müze Gezme Rehberi
5. Aradeğerler ve Uçlar
6. Araya Adam Sokmak

21 Haziran 2014

Çin Mektupları 28 - Çin Şı Huang Di


          Ölümsüz İmparator ve Toprak* Ordusu

                                    History is that certainty produced at the point where                                                              
          imperfectios of memory meet the inadequacies of the documentations.
                                                                                        Patrick Lagrange

Ölümsüzlüğün bir adı da yaşamamaktır. Yaz bunu bir kenara güzel kız; unutacaksın yoksa! Ölümsüzlük ölümün yokluğu değil, yaşamın yokluğudur. Büyük imparator ölümsüzlük iksirini bulmaya çalıştığı için değil, hiç yaşamadığı için ölümsüz oldu. Sadece o mu? Ben ve burada gördüğün binlerce asker de yaşamamış olmamıza borçluyuz bin yılları aşan ömrümüzü. Hikayem uzun, ama tüm diğer uzun hikayelerde olduğu gibi benimkinde de aşk var, hırs var, tutku var, intikam var, ölüm var. Zannediyor musun ki iki bin küsur yıl önceki insanların korkuları ve o korkulara siper olması için ürettikleri çözümleri bugünkülerden farklıydı?

Unutma ki duvarları örenlerle kitapları yakanlar hep aynı kişiler olmuştur. Kitap yakarak geçmişi yok ederler, duvarları örerek geleceği kontrol altına alırlar. Hem şöyle bir bak etrafına? Senin etrafında da yok mu örülü duvarlar, dikenli teller, yol bitti diyen levhalar? Sana ve yaşıtlarına okullarda öğretilen kitaplar kendilerinden öncekilerinin yanlış olduğunu iddia etmeden var olabiliyorlar mı? Tarihin sıvasıdır yalan. Bunu da yaz bir kenara, unutma. O elindeki kitap ne, Sima Çian’ın tarihi mi? Onun bir Hanlı olduğunu biliyorsun değil mi? Han hanedanından bir tarihçinin savaşta bozguna uğratıp, kendi topraklarına kattıkları Çin hanedanı hakkında doğru şeyleri yazabileceğini mi sanıyorsun? Bir de beni dinle, içeriden bir sesin, binlerce yıldır susmuş bir dilin anlatacaklarına kulak ver. Belki farklı bir şeyler söylerim.

Çin Şı Huang Di
Han hanedanından Çang Lian (Cang Liang) tuttu beni, itiraf ediyorum. Yüzyıllardır sustum ama artık konuşma zamanı. Madem buldunuz beni ve benimle birlikte gömülmüş binlerce diğer toprak askeri; gerçekleri birinci elden dinlemeyi hak ettiniz. Çang Lian tutuşturdu elime o 120 cinlik balyozu. “Hadi vur” dedi, saklandığımız yerden imparatorun konvoyu görünür görünmez. Ölümden korkan ve ülkesini bu korkuyla idare eden bir imparatordan ne beklersin? Daha önce iki suikast girişiminden ve bir askeri darbeden sağ kurtulmuş olan imparator tabii ki hazırlıklıydı olası bir saldırıya. En önde giden süslü arabaya saldırdım ben, Çang Lian’ın sözüne inanıp. Oysa; siyah atların çektiği, imparatorluk bayrağıyla donatılmış, çatısı imparatorun yazlık sarayının çatısını andıran bu araba değildi Çin Şı Huang Di’yi taşıyan; arkadakiydi. Arabanın üzerine elimdeki balyozla bir akbaba gibi inip, ahşap yapıyı kağıt gibi parçalara ayırdığımda pişman olmak için artık çok geçti. İmparatorun olması gerektiği yerde olmaması bir yana Çang Lian da kaybolmuştu ortalıktan. Suikast başarısız olmuştu. Artık yakamızı imparatorun askerlerinden kurtarma zamanıydı.

Görebiliyor musunuz beni? 
Heyecanlandın mı? Yüzünden belli. Sakin ol, ağır ağır anlatıyorum. O kaos ortamında ayrı yönlere kaçmak zorunda kalmıştık. Kolay değil, peşimizde yüzlerce asker, imparator ölümden dönmüş, ateş saçan gözlerle sağa sola emirler yağdırıyor. Bir kılıç darbesiyle kafamızı uçuracak olsalar neyse, kanımızı damla damla dökerek öldürürler benim gibileri. Neyse ki başardık kaçmayı. O gün bu gündür görmedim Çang Liang’ı. Bana söz verdiği parayı da alamadım tabii. Oysa tarla satın alıp, geçimimizi başkalarının eline bakmadan sağlayacaktık o parayla. Hepsi hayal oldu.

Tarih bunları yazmaz tabii; o imparatorları yazar, imparatorların arkasından işler çeviren karılarını, cariyelerini, hadımlarını yazar. Saray entrikalarını, o entrikaların sonucunda dökülen mavi kanı yazar. Benim gibi garibanı neden yazsın, bileğimin gücünden, pazularımın direncinden başka neyim var ki benim? Oysa sarayları harekete geçiren halkın durdurulmaz sesi değil midir? Asıl etkin olan, sürekli kaynayan, kaynadıkça tarihi hem üreten hem tüketen halkın sinesi değil midir? Saray erkânının yaptığı kazanın altındaki ateşin ayarıyla oynamaktan başka nedir ki?
Bunlar da kadim dostlarım. Geceleri konuşuruz birbirimizle, hikayelerimizi anlatırız. 
Ne güzel de gülüyorsun! Benim karım da böyle gülerdi. Onun seninkisi gibi sarı saçları yoktu ama, gözleri de yeşil değildi. Bu topraklara ait olmadığın belli. Rüzgârın başka türlü estiği, güneşin başka türlü doğup battığı coğrafyalardan geliyorsun, biliyorum. Diğerlerinden farklısın ama, onlar şöyle bir bakıp, iki üç fotoğraf çekip gidiyorlar. Sen takıldın bana, diktin gözlerini gözlerime, yarım saattir toprağa bulanmış yüzümü inceliyorsun. Değişmeyecek merak etme, iki bin yıldır değişmeyen bu toprak yüz iki dakikada değişir mi? Buzun bile üşüdüğü yerdeyiz biz. Şian’ın kışları ne soğuk olur bilir misin? Zaman bile donar burada, öyle olduğunun en büyük kanıtı değil miyiz bizler? Bu yüzden yazları ve kışları sıcaklığı pek değişmeyen, mağarayı andıran atölyelerde yaptılar bizleri. Aksi halde dayanamaz, çatlardık soğukta. Çatlar ve paramparça olurduk. Öyle bir günde yapılmadık ki, tam on bir yıl sürdü bunca toprak asker, hayvan, araba, araç gereç...Hayatı kopyeledi resmen, hayatın içindekileri. Ölümden korktuğu için ve bir sonraki hayatında yalnız kalmamak için yaptığını yazar kitaplar.

Komutanlar / Rütbeliler
Bana nedense pek inandırıcı gelmiyor bu iddia. Öyle olsaydı o da atası Çin Cin Gon (Qin Jing Gong) gibi canlı canlı gömerdi askerleri. Çin Cin Gon tam 186 askerini gömmüştü kendisiyle beraber. İstese Çin Şı Huang Di yapamaz mıydı aynı şeyi? Yasakları çiğneyenleri gözünü kırpmadan canlı canlı toprağa gömen imparator, ölünce mi merhamete erecekti? Yaşarken yanında tuttuğu onca bilgin ona yardımcı olamamışken, bizim gibi toprak askerlerden mi medet umacak koca imparator? Buna kargalar bile güler. Bizler, bir hiç uğruna öldürdüğü ve vicdanına dev bir kaya gibi oturan masumların simgeleriyiz. Kendi annesinin sevgilisinden olma çocuklarını öldürten bir adamdan bahsediyoruz. Babasını sürgüne gönderen, annesini ev hapsinde tutan, en yakın yardımcılarını kollarından ve bacaklarından atlara bağlayıp dört yana çektirten ve parçalayan bir adamdan. Kitapları yasaklayan ve yasaklı kitapları evlerinde bulunduran bilgeleri idam ettiren, yüz binlerce zavallıyı ölümüne çalıştırıp ülkenin etrafına set çeken bir çılgından. Bugün turistlerin üzerine çıkıp, gülücükler saçarak fotoğraflar çektirdiği o set için kaç yüz bin insan öldü biliyor musun? Çok mu abartıyorum? Konudan mı saptım? Kendimi mi anlatayım? Mutlu şeylerden bahsedeyim. Tamam, madem öyle istiyorsun. Devam edeyim kaldığım yerden.

İşte ben, soldaki mütevazi asker. 
Can Lian imparatora Yin Cen (Ying Zheng) derdi. Anne babasının ona verdiği ad buydu sonuçta. 250 yıldır birbiriyle savaşan ve savaşmaktan ilerlemeye vakit bulamayan yedi hanedanı birleştirdiği için verdiler ona İlk İmparator anlamına gelen Şı Huang Di adını. Neden bu kadar kızgındı Can Lian, söylemedi bana. Duyduğuma göre Han sarayında önemli bir konumu varmış, sözü geçermiş. Çin hanedanının hükümranlığı sırasında kimse onu takmaz olmuş; vezirken rezil durumuna düşmüş senin anlayacağın. İnsan bu, bilge de olsa şerefiyle oynandı mı intikam alma arzusu tüm diğer erdemlerin önüne geçer. Başka zamanlarda bahar çiçeklerine ev sahipliği yapan yürek, intikam duygusunun esiri olduğunda sadece zehirli dikenler yetiştirir. Tüm bilgelikler bir köşeye atılır eskimiş pabuçlar gibi.

İmparatorun adamları çok aradı bizi suikasttan sonra ama iyi saklandım ben. Aylarca dağda kaldım, dönemedim karımın ve çocuklarımın yanına. Bulduğum iri bir ağaca sırtımı dayayıp uyuklarken, yakaladığım bir tavşanın etini çiğ çiğ yerken, çayırlardan topladığım mantarları zehirli olanlarından ayırırken hep imparatoru ve zulmünü düşündüm. Onun zihnine girmeyi istedim, onun gibi düşünmeyi, onun arzularına sahip olmayı. Neydi ona yetmeyen? Başbakan diye atadığı Li Sı’nın çılgın heveslerine kurban ettiği insanların sayısını hesap etmiş miydi hiç?

Yoksa kabullenemediği şey tıpkı etrafındaki diğer insanlar gibi doğmuş olması mıydı? İlk olma arzusu Tanrı olma arzusudur aynı zamanda. Doğmamış, doğurulmamış, geçmişe sahip olmamış, nedeni olmayan bir başlangıç değil midir Tanrı? İmparator Çin Şı Huang Di de Tanrı olmak istiyordu bir bakıma ve bunu sadece ölümsüzlük iksirini yudumlayarak başaramayacağını biliyordu. Çünkü ölümsüzlük geleceği garanti altına almaktı, geçmişi değil. Tanrı'nın öncesi var olamazdı. Bu yüzden yaktırdı Çin Sı Huang Di kendisinden önce ne yazılmışsa. Kendisinden bahsetmeyen tarihin tarih olarak ne önemi vardı? Tarih onunla anlam kazanmalıydı, onun adını andığı için değerli olmalıydı, sadece Çin hanedanından söz etmeliydi. Bu yüzden Çin tarihi dışındaki tarih kitaplarını yasakladı. 460 tane bilge insanı sırf yasak olan şarkılar ve tarih kitaplarını bulundurdukları için canlı canlı gömdüğünü söylerler. Ne kadar inandırıcıdır bu bilinmez. Saray içinde dönüp duran entrikaları biz sıradan insanlar pek duymayız. Ancak dedikoduları gelir kulağımıza, o da kulaktan kulağa ya pireyken deve olur ya da deveyken pire.

Tarih böyle bir şey işte, uzak diyarlardan ziyaretime gelmiş güzel kız. “Yenenlerin yazdığı yalan” klişesine sığınmayacağım merak etme. Değil zaten, yenilenlerin uydurduğu bir laf o. Tarih bir bulmaca, bir çeşit yapboz oyunu. Parçaların büyük bir çoğunluğu eksik olduğu için boşlukları tarihçilerin hayal gücü dolduruyor. İstedikleri gibi ya da içinde bulundukları ideoloji neye izin veriyorsa, ona göre dolduruyorlar boşlukları. Bak şöyle düşün; mutlaka ayrıldığın bir sevgilin olmuştur geçmişte. Seversin, olmaz, ayrılırsın. Olur böyle şeyler.Çok gördüm kalbi kırık genç buralarda, ölü askerlerden medet umarlar içlerindeki yarayı kapamak için. Ayrılırsın ama unutmak kolay değildir. En olmadık zamanlarda aklına gelir sevdiceğinle bir zamanlar yaşadığın güzel anılar. Ne bileyim; birlikte tutup sonra acıdığınız için serbest bıraktığınız bir balık düşer aklına örneğin. Bir başka gün, gözünü gözüne değdirip seni sevdiğini söylediği an belirir aklında. Birkaç gün sonra ansızın elini elinde hissedersin, buruk bir mutluluk doldurur içini. Bütün bunlar olur ama asla sevgiliyi ya da onun yaşattığı aşkı tekrar inşa edemezsin.Parçalar vardır, birbirinden uzak, birbirinden bağımsız. Aradaki boşluklar hayatın devamını mümkün kılar.

Anılar ve onların geride bıraktıkları ayna kırıklarına benzerler. Aynanın tüm parçalarını birleştirsen bile ortaya parçalı bir gerçeklik resmi çıkar, pürüzlü ve kırılgan. Tarih de böyle işte. Tüm parçalar elinde olsa bile olaylar dizisini olduğu gibi kuramazsın. Bakma Sima Çian hakkında atıp tuttuğuma. Başka şansım yok, ben de söylediklerimin çoğunu ondan öğrendim. Bak çıktı işte foyam. Bu kadar çabucak! Neyse! Konu o değil.

Çin Şı Huang Di’yi en çok korkutan şey kendi ölümünden sonra aynanın başkalarının eline geçmesiydi belki de. Bu yüzden kendinden öncekileri karanlığa boğup, başlangıç noktasını belirlemek istiyordu. Peki ya dışarıdan gelenler imparatorluğunu ele geçirir ve adının hükümranlığına son verirse? Bu yüzden birleştirdi kendisinden önceki dört yüzyıl boyunca parça parça yapılmış setleri. Nasıl ki yedi hanedanı kılıcının ucuyla hizaya getirmiş ve kendi adı altında toplamıştı, duvarları da birleştirerek onsuz tamamlanamayan bir işi tamamlama yarışına girişti. Ömrünü verip kurduğu imparatorluğu kuzeyden gelecek barbarlara bırakamazdı.

Duvarı örerken ölen insan sayısı, duvar olmasaydı olası saldırılarda ölecek olan insan sayısından çok daha fazlaydı aslında ama maksat insanların değil, imparatorluğun bekasını sağlamaktı. O kadar çok insan öldü ki ölenleri mezarlığa gömme ihtiyacı bile görmediler. Duvarın içine gömdüler pek çok işçiyi. Analar babalar yıllarca çocuklarını sakladılar imparatorun adamlarından. Çünkü biliyorlardı çocuklarını gönderirlerse bir daha göremeyeceklerdi. İmparatorun umurunda değildi ölen yüz binlerce insan. İnsanlar bugün vardı, yarın yoktu. Kendisini başlangıç olarak ilan ettikten sonra, duvarı örmesi bir seçenek değildi, zorunluluktu. Hem duvar, sadece barbarları dışarıda bırakmakla kalmıyordu, Çinli halkı içeriye kilitleme işini de görüyordu. Bir bakıma kuzeydeki göçebelere "Siz orada kalın, koyun ve at yetiştirin. Yurtlarda yaşayıp, yak sütü için. Biz burada uygarlığı geliştirelim. Kentler kuralım, yasalar yapalım." İşte bu yüzden başlangıç çizgisi korunmalıydı, sonsuza kadar referans noktası olarak kabul edileceği için yıkılmasına izin verilmemeliydi. Ancak duvar ile mümkündü geçmişin yokluğunu devam ettirmek. Bunun için elinden geleni ardına koymayacaktı.

Altı uğurlu sayısı mıymış? Kitapta mı yazıyor? Ben duymadım öyle bir şey. Sima Çian’ın uydurması olabilir. Çok şey uydurmuştur o, güzel şeyler yazacağım diye. Bir da Hanlı o, biliyorsun. Ne kadar güvenebiliriz ki söylediklerine? Bak gene başladım, ben kim oluyorum ki! Şunu dememe izin ver yalnız. Ölümsüzlük peşinde koşan birisi varsa o da Sima Çian’dır. Belki de hadım edildiği için ölüm karşısında başka bir çaresi yoktu. Yazarları, sanatçıları anlamak zordur. Her şey kendilerinin etrafında dönsün isterler, sürekli ilgi alaka talep ederler. Zordur böylelerinin iştahını doyurmak. Uzak durmak lazım, insanlara değil de insanlığa yarar sağlamak isteyenlerden.

Su Fu'nun beş yüz erkek beş yüz kızla yola çıktığı gemi. 
Bırak şimdi Sima Çian’ı. Büyük tarihçiydi deyip geçelim şimdilik. Ben aylar sonrasında köyüme döndüğümde imparatorun askerleri gençleri topluyorlardı evlerden. Yok, savaş için değil. Ölümsüzlük iksirini almaya doğuya doğru yolculuk ederken Taoist simyacı Su Fu’ya yol arkadaşlığı etmeleri için. Sakladım çocuklarımı haberi duyar duymaz. Sezmiştim gidenlerin bir daha dönmeyeceğini. Bazılarına göre o gidenler Japonya’ya varmışlar. Dönmemek için daha iyi bir neden olabilir miydi?  Dönseler bile ellerinde ölümsüzlük iksiri olmadığı için yaşatmazdı imparator onları. Gidip de dönmemeleri bundandı belki de! Hem zaten imparator üç defa Çi Fu adasına gitmişti bin adet genci gemilere bindirip, bilinmez sulara göndermeden önce. Çi Fu dağındaki ölümsüzlük dağına çıkıp, ölümü yenmekti amacı. Üç defa başarısız olduktan sonra, üzerine bir de kocaman bir gemi dolusu genç tarafından ahmak yerine konunca iyice çıldırmış olmalı.
İmparatorun mezarı o tepenin altında. Henüz açılmadığı için ziyaretçiler pek bir şey göremiyorlar. 
Bundan sonraki hayatı ölümü düşünmekle, simyacıların kendisi için hazırladığı içinde cıva olan o karışımları yutmakla geçti. Yine saraydaki şarlatanların tavsiyesine uyup önüne gelenle yatmaya başladı. Seksin ölümsüzlüğe giden en kolay yol olduğuna inandırılmıştı bir kere. Tüm bu çabalarına rağmen, kırk dokuz yaşında, ülkeyi teftişe çıktığı bir yolculuk sırasında öldü. Ölmeden önce çok konuştuğu, saldırganlaştığı ve iyice paranoyak olduğu söylenir. Bu kadar genç yaşta ölmesinde tükettiği cıvanın etkisi var tabii ki! İroniye bakar mısın? Ölümsüz olacağım diye hayatını harca, löp löp içi yut cıva dolu hapları ve sonunda kendi hevesinin kurbanı ol. Benim karım basit bir hayat yaşadı ama yetmiş üç yaşında, torunlarının ve torunlarının çocuklarının yanında, huzur içinde can verdi.

İmparatorun öldüğünü hemen ilan etmedi başbakan Li Sı. Uzun süre sakladı ölüm haberini halktan. İsyan çıkar, imparatorluk dağılır diye birkaç hadım ve başbakan Li Sı dışında herkes imparatoru yaşıyor bildi. Sıradan günlerde yaverler nasıl imparatorun arabasına girip çıkıyorsa, aynı şekilde girip çıkmaya devam ettiler, mühürler aldılar, imparatora yemek götürdüler. Başkente iki ay mesafe vardı daha. Bu yüzden imparatorun arabasının arkasında balık taşınmasını emretti Li Sı. Böylece imparatorun yaz sıcağında çabucak çürüyen bedeninden yayılacak koku balıklardan yayılacak iğrenç koku tarafından bastırılacaktı. İşe de yaradı yöntem. Kimsenin haberi olmadı ölümden, kafile başkente varana kadar.

Çin Şı Huang Di'nin heykeli. 
Kendisi öldü ama efsanesi ölümüyle bitmedi Çin Şı Huang Di’nin. Ölümünden on bir yıl önce başlattığı toprak askerler ve dev türbe projesi bitmişti. Etrafı cıvadan ırmaklar tarafından çevrilmiş bir mezara gömüldü bedeni. Nasıl ki yaşarken cıvanın kendisini ölümsüz yapacağına inanıyordu, ölünce de ruhunun cıvadan denizler tarafından korunacağına inanmıştı. Yaşarken canlarına aldığı insanların acı içindeki ruhları kendisini ölümden sonra rahat bırakmaz diye topraktan maketleri türbesinin birkaç kilometre uzağına gömdürttü. Böylece ruhu rahat edecekti gideceği yerde. Adalet yerini bulmayacaktı belki ama gerçek bir imparator gibi etrafı askerler tarafından çevrilmiş türbesinde istirahat edecekti.

İmparatorun mezarının etrafından alınan toprak örneklerine göre topraktaki cıva yoğunluğu dağılımı. Efsaneyi doğrular bir yanı var gibi.  Yine de mezar açılana kadar bilinemeyecek işin aslı. 
Aklına takılmıştır. Ben nasıl geldim buraya. Hem imparatora suikast düzenle hem de onun yaptırdığı toprak orduda yer al. Zor olmadı. Toprak askerler yapılırken yakınlarda bir tarladan kil çekiliyordu ve güçlü adamlara ihtiyaç vardı. Gittim ve çalıştım orada. Bu sırada yetmiş sekiz numaralı ustanın gözüne girdim. Mankenleri yaparlarken toplamda sekiz tane yüz maskesi kullanıyorlardı. Kalıplardan çıktıktan sonra her bir yüz için yaşayan bir askerin yüzü toprak heykellere işleniyordu. Hem kollar ve bacaklar da ayrı yerlerde yapılıyordu. Bir çeşit fabrika gibi yani, parçalar ayrı ayrı yapılıyor ve ardından bitmiş parçalar montaj atölyesinde birleştiriliyor. Ardından da bireysel detaylar ekleniyor. Her biri iki metre boyunda, üç yüz kilogram ağırlığında, sayıları sekiz bini bulan bunca toprak insan başka nasıl yapılırdı ki zaten?

Neyse, dedim ya, yetmiş sekiz numaralı ustayla -toplamda seksen yedi usta vardı- arkadaş olduk. Bizim köydendi zaten, uzaktan da olsa akraba sayılırdık. Bir gün yüz hatları kopyalanacak askerlerden birisinin öldüğü haberi geldi. Bir haftadır ateşler içinde yatıyormuş, yüzü gözü şişmiş, tanınmaz haldeymiş son nefesini verdiğinde. Onun yerine acele birisi konmalıydı çünkü aksi takdirde üretim aksayacak, işler ertesi güne sarkacaktı. Böylesi bir ertelemeyi engellemek içi beni çağırdı usta. Hem zaten askerlere yakışan bir bedenim varmış onun dediğine göre. İri omuzlarım, geniş bileğim, yaba gibi ayaklarım varmış.Asker olmamam büyük bir ayıpmış. Tek eksiğim rütbemmiş. Onu da ölen askerden ödünç alıp beni oracıkta asker yaptı. Kimse de anlamadı asker olmayan birisinin araya kaynadığını.

İşte o gün bugündür buradayım ben. Bugün seninle konuştuk, yarın bir başkasıyla. Dinleyenlere anlatıyorum kendimi, iki bin iki yüz küsur yıl önce olanları. Çoğu dinlemiyor, yarıda bırakıp başka sayfalara geçiyor. Ne diyeyim, sizin de işiniz zor. Bu zamanda bir şeye yoğunlaşmak neredeyse olanaksız. Elinizde o telefonlar, dünyayı taşıyorsunuz her daim yanınızda. Arkadaşların çağırıyor bak. Hadi git şimdi, ülkene selamlarımı götür. Beni unutma…

---

* İngilizcede Terracotta Soldiers deniyor. Terracotta, Latince bir bileşik kelime, Pişmiş Toprak anlamına geliyor. Türkçe Wikipedia Terracotta Soldiers için Toprak Askerler çevirisini uygun görmüş. Ben de oradan aldım. 

Kaynakça:




Fotoğrafların hepsi wikipedia'dan. Kendi çektiğim resimleri kullanmadım, kalite yönüyle iyi olmadıkları için. Bir kısmını aşağıya ekliyorum.

Meraklısına aşağıdaki filmi tavsiye ederim. Oyunculuk çok iyi değil ama imparatorun hayatını özetlemesi açısından güzel bir yapım. Yukarıdaki cıva yoğunluğu dağılımı grafiğini bu filmden aldım.









20 Haziran 2014

Chitchats in Heaven (in Thai)

สวรรค์
สรวงสวรรค์ชั้นฟ้าตามเรียกขาน
ตำหนักน้อยใหญ่บ้างนางสนม
ผู้ใดใคร่ครองเขตให้ได้ภิรมย์
ข้าฯขอเพียงมีเจ้าสมดวงหทัย

โดย: ยูนูส เอมเร่ ศตวรรษที่ ๑๓ กวีมุสลิม ชาวตุรกี

มันช่างเป็นวันที่สวยงามที่สุดของสัปดาห์ และเป็นช่วงเวลาที่สวยงามที่สุดของวันนั้นด้วย ภาพงดงามที่พระผู้เป็นเจ้าประทานมาหาให้โผล่พ้นยอดเขาที่รายรอบตัวเมืองขึ้นมา ราวกับพระอาทิตย์ขึ้นในฤดูใบไม้ผลิ เหล่ามวลชลผู้ภักดีต่างรอคอยวันนี้มาทั้งสัปดาห์เพื่อเฉลิมฉลองความงดงามที่หาซื้อไม่ได้ที่พระผู้เป็นเจ้าประทานให้ที่กำลังฉาบทาบอยู่บนใบหน้า ผู้คนนับพันล้านต่างปิติยินดีที่ได้เห็นพระองค์ในลักษณะไม่มีผ้าคลุมหน้ามาปิดกั้นระหว่างเขากับพระเจ้า

ด้วยอารมณ์ขณะนั้นมีความเป็นไปได้สุงที่จะเกิดการระเบิดความรู้สึก แทบทุกคนปณิธานกับตนเองว่าจะไม่ยอมพรากจากนาทีสำคัญนี้ พายุแห่งความสันติสุขแผ่ซ่านทั่วท้องนภา ในช่วงเวลาแห่งความรื่นรมย์อันล้นพ้นนั้นสายตาของอาห์เหม็ดไปสะดุดที่เพื่อนที่คบหากันตั้งแต่ครั้งวัยเยาว์ อาเด็มกำลังปลีกตัวออกจากฝูงชนที่หนาแน่นนี้ไปหาที่สงบให้ตัวเอง อาห์เหม็ดจึงรุกตามไปอย่างง่ายดาย

-         ว่าไงเพื่อน สบายดีไหม ไม่ได้เจอกันเป็นอาทิตย์แล้วนะ ถ้าไม่ใช่วันศุกร์เราคงไม่ได้พบกันเลยในแดนสวรรค์นี้

เขารู้ว่ามาว่าพักหลังมานี้อาเด็มประสบปัญหาอย่างหนัก แต่เขาไม่รู้ว่าจะเริ่มบทสนทนาอย่างไร จึงเลือกเปิดประเด็นแบบเพื่อนกันฉันท์มิตรจากเมื่อครั้งยังอยู่ในโลกมนุษย์ อาเด็มไม่สู้จะเต็มใจเปิดปากพูดมากนัก ถ้อยคำออกมาช่างยากเย็นราวกับกำลังปั่นจักรยานขึ้นยอดเขา

-         เราสบายดี นายก็น่าจะรู้เราไม่มีปัญหาอะไรอยู่แล้ว เราอยู่ในสวรรค์กันนะ ที่นี่ไม่มีคำว่า “ปัญหา” นายก็รู้นี่

อาห์เหม็ดเข้าไปจ้องเขาชิดมากขึ้น พวกเขารู้จักกันมาตั้งแต่สมัยมัธยมต้น แม้จะแยกไปเรียนมัธยมปลายคนละโรงเรียนแต่ความเชื่อมั่นศรัทธานำพาให้เจอกันอีกครั้งในมหาวิทยาลัยคณะเดียวกันคือ วิศวะกรรมศาสตร์ และนับตั้งแต่วันนั้นเป็นต้นมาพวกเขาก็เป็นเพื่อนรักแยกกันไม่ออก จนแม้ความตายก็มิอาจทำให้เปลี่ยนแปลงไปมากนัก

-         นายมีอะไรบางอย่างปิดบังฉัน เรื่องนางสนมอีกแล้วใช่ไหม ฉันได้ยินมาว่านายไล่นางสนมออก แล้วมันจริงไหมที่ว่าบ้านนายไม่มีแม้แต่เสนารับใช้สักคน ฉันไม่เข้าใจนายเลย ตอนอยู่โลกมนุษย์เราต่างมีความอดทนไม่ยอมให้ความกดดันทำอะไรเราได้ ตอนนี้เราสมควรได้รับผลตอบแทน นายอย่าไปกังวลใจกับเรื่องของคนอื่นเลย ขอบคุณพระเจ้าที่เราข้ามสะพานมาสู่สวรรค์ได้อย่างฉลุย ฉันไม่เข้าใจว่าทำไมนายจึงยังทำให้ตัวเองยุ่งยากอยู่อีก ดูสิตอนนี้ฉันมีนางสนมถึง ๗๐นาง เสนารับใช้อีก ๒๐ นาย พอวันศุกรฉันก็มาร่วมพิธีนี้ ฉันมีความสุขกับชีวิตในสวรรค์ นายก็ทำได้

อาเด็มยิ้มเจื่อนเมื่อได้ยินตัวเลข ๗๐ พยายามกลั้นหัวเราะ เพราะหากเขาหลุดขำออกมาก็เท่ากับว่าเขาสนับสนุนความคิดของอาห์เหม็ดที่มีนางสนมถึง ๗๐ นาง

-         ฉันทนไม่ได้กับความจริงที่ว่าสนมและเสนาพวกนั้นทำงานให้ฉันทั้งวันเปล่าๆเปลี้ยๆโดยไม่ได้อะไรตอบแทนเลย ฉันรู้สึกผิดและความรู้สึกนี้กัดกร่อนจิตใจฉัน ฉันอดคิดไม่ได้ว่าพวกเขาเองก็มีสิทธิเสรีภาพที่จะเป็นอิสระและมีชีวิตที่ดีอย่างพวกเรา

อาห์เหม็ดลูบเคราที่เขาปล่อยยาวไว้หนึ่งปี

-         นายพูดจาไร้สาระนะอาเด็ม นายก็รู้ข้อนี้ดีแต่นายทำเป็นดันทุรังเพราะรับไม่ได้ พวกนั้นถูกสร้างมาเพื่อรับใช้เรา ความหมายของการมีอยู่ของพวกนั้นคือมีไว้เพื่อสร้างความสุขความพอใจให้เราไงหละ หาใช่เหตุผลอื่นใดไม่ ไม่มีการบังคับกดขี่ข่มเหงอย่างแน่นอน ยิ่งปรนนิบัติเอาอกเอาใจจนเราพอใจมากเท่าไรพวกนั้นก็ยิ่งยินดีทำเท่านั้น เชื่อฉันเถอะนะเพื่อน ฟังนะ นายรู้ไหมว่าฉันคิดอะไรออก นายให้ฉันส่งสนมของฉันสัก ๑๐นางไปบ้านนายนะ คืนนี้นายมีความสุขกับพวกนางให้เต็มที่ ปล่อยจิตใจให้ล่องลอยเบาสบาย แล้วพรุ่งนี้ค่อยไปเลือกสนมดีดีด้วยกัน

อาเด็มจ้องหน้าเพื่อนเพื่อดูว่าอาห์เหม็ดจริงจังกับสิ่งที่เสนอมาหรือไม่แค่ไหน แล้วมันก็ทำให้เขาประหลาดใจ อาห์เหม็ดเอาจริงกับเรื่องนี้ จากประสบการณ์ตลอดระยะเวลาที่เป็นเพื่อนกันมายาวนานทั้งชีวิต เขานับว่าอาห์เหม็ดเป็นคนประเภทชอบโรยเกลือบนแผลของเพื่อนมาโดยตลอด และมันไม่เคยเปลี่ยนไปเลยสักนิด

-         อย่าเลย ฉันสบายดีกับสิ่งที่เป็นอยู่ เย็นนี้ฉันว่าจะอ่านอะไรสักหน่อย อีกอย่างนะนั่นมันจะกวนใจฉันมาก ความสุขที่สุดที่ฉันยังคงต้องการคือการได้อ่านหนังสือและคิดตาม

หน้าของอาห์เหม็ดเผยรอยยิ้มแหยๆที่แสดงถึงความผิดหวัง เขาไม่อยากจะเชื่อว่าอาเด็มจะปฏิเสธข้อเสนอ บางทีเขาคงต้องเบี่ยงประเด็นเสียแล้ว

-         นายรู้ไหมว่าอะไรทำให้ฉันมีความสุขได้ ฉันดีใจที่เราต่างก็หย่าเรียบร้อยก่อนตาย ไม่เช่นนั้นคงต้องมาทนฟังเสียงหนวกหูน่ารำคาญของบรรดาเมียๆ ที่จริงนายได้อยู่ต่ออีกหลายปีหลังจากนายหย่า ส่วนฉันเจออุบัติเหตุทันทีในวันที่ศาลอนุมัติให้ฉันหย่า ตายวันนั้นเลย พระเจ้ารักฉันทำให้ฉันหนีมาได้ทันท่วงที ตอนนี้ฉันจึงแสนจะสบาย เมียฉัน อืมฉันหมายถึงเมียเก่าฉันหนะไปอยู่อีกมุมหนึ่งของสวรรค์ ไม่ต้องเจอกันอีก ลูกๆของเรามาเยี่ยมบ้างเป็นบางครั้ง ลูกฉันมาเมื่อไรฉันก็ให้สนมออกไปอยู่ข้างนอก ฉันไม่อยากให้ลูกๆเข้าใจฉันผิด นายก็รู้ฉันเป็นพ่อของพวกเขา บางครั้งฉันก็ละอายใจแต่พอพวกเขาไปเราก็จัดปาร์ตี้หฤหรรษ์ในสวรรค์ชั้นฟ้ากันอีก เอาน่าเพื่อน อย่าปฏิเสธข้อเสนอฉันเลย เอาไปสัก ๑๐นาง สมองจะได้โล่ง และตัวนายจะได้สบายขึ้น

-         อย่าเกลี้ยกล่อมฉันให้ยากเลยอาห์เหม็ด ฉันไม่มีทางตกลงหรอก ครั้งสุดท้ายที่ฉันมีอะไรกับสนมนั่นมันทำให้ฉันรู้สึกแย่ไปหลายเดือน ฉันทุกข์ทรมานราวกับพกหินไว้ในท้องแล้วเดินไปบนธารน้ำผึ้งเหนียวหนืดนั่น ฉันไม่มีทางจะสำราญใจจากการเบียดเบียนคนอื่นได้หรอก

-         อ้า นายเฉไฉไปเรื่อยแล้วเพื่อน ใครเบียดเบียนใคร พวกนั้นทำงานตามหน้าที่ต่างหาก นายก็ต้องทำตามหน้าที่ด้วย หน้าที่ของนายก็คือมีความสุขไงหละ เมื่อครั้งตอนอยู่ในโลกนายก็เป็นแบบนี้ นายต้องขอบคุณฉันที่ไม่ปล่อยให้นายทำไปตามวิธีของนาย ไม่อย่างนั้นจิตนายคงดำมืดจากความคิดอันตรายพวกนั้น และนายคงไม่ผ่านการทดสอบชีวิตมาแน่ เราข้ามสะพานมาได้เพราะฉันแท้ๆ

-         ถูกแล้วอาห์เหม็ด ฉันจะขอบใจนายอย่างไรดี แต่ถึงอย่างไรนี่ก็ไม่ได้ทำให้ฉันเปลี่ยนใจเรื่องสนมกับเสนาได้ ฉันไม่อยากให้พวกเขามีตัวตนด้วยซ้ำ เราจะได้ทำอะไรของเราเอง

อาห์เหม็ดหัวเราะร่วน

-         นายพูดไม่คิดเลย มันไม่ใช่แค่เรื่องงานการนะ ความจำเป็นในชีวิตของเราหละ เราจะทำสิ่งต่างๆเองให้เรียบร้อยเข้าที่เข้าทางจนสมใจเราได้เองหรือ พูดไม่เข้าท่าเลย พระผู้เป็นเจ้าประทานความเมตตาให้เราอย่างไม่มีที่สิ้นสุด เราผู้เต็มไปด้วยความศรัทธา ไม่มีสิทธิปฏิเสธความเมตตาที่พระองค์ประทานให้

อาเด็มเบิกตากว้างเมื่อได้ยินคำว่า “ไม่มีที่สิ้นสุด” บางทีนี่อาจเป็นเพียงโอกาสเดียวในวันนี้ที่เขาได้ เขาอยากไหลไปตามน้ำ

-         นายบอกว่าไม่มีที่สิ้นสุดซึ่งมันทำให้ฉันสับสนมาหลายวันแล้ว ฉันเข้าใจและเคารพนะที่พระเจ้าของเรามีพลังอำนาจไม่มีที่สิ้นสุด และงดงามอย่างหาที่สุดมิได้

-         ใช่แล้ว ในที่สุดนายก็พูดจาเข้าท่า

-         เปล่าฉันยังพูดไม่จบ แล้วพลังอำนาจกับความงดงามอย่างหาที่สุดมิได้นี้มาจากไหน

-         อาเด็มเพื่อนรัก นายกำลังสับสนกว่าที่ฉันคิดไว้ ถ้านายยังเป็นแบบนี้ต่อฉันจะไม่คุยกับนายอีก ไม่อย่างนั้นนายจะทำให้ฉันเดือดร้อนไปด้วย นายมันบ้า นายได้ยินที่ตัวเองกำลังพูดอยู่ไหม

-         ใจเย็นสิอาห์เหม็ด ไม่เห็นจะต้องกังวลเลย เชื่อฉันสิฉันก็แค่คิดๆดู

-         ไม่อ่ะ นายไม่แค่คิดๆดู นายกำลังมุ่งไปสู่การนอกรีตไร้ศาสนา การคิดวิเราะห์คำนึงนั้นสร้างสรรค์ให้สูงขึ้น แต่นายกำลังจะลงต่ำ

-         ทำไมนายคิดอย่างนั้น มาช่วยกันสิ เราต่างก็รู้ดีว่าไม่มีแนวคิดใดที่ว่าด้วยการไม่มีที่สิ้นสุด ตามหลักการแล้วกล่าวได้ว่ามีจำนวนนับไม่ได้ไม่มีที่สิ้นสุดของจำนวนอันหาที่สุดไม่ได้ อย่างเช่น มีจำนวนที่นับไม่ได้อยู่ระหว่าง กับ ๑ แต่ว่าก็ยังมีจำนวนที่นับไม่ได้ระหว่าง ๑ ไปถึงหาที่สุดไม่ได้ด้วยเช่นกัน เราเรียกสองอย่างนี้เท่ากันได้ไหม ก็ไม่ได้อีก อันหลังสิที่ยิ่งใหญ่กว่าอันแรก

-         แล้วยังไงหละ นายต้องการอะไร นายทำให้ฉันกระหายใคร่รู้ขึ้นมาซะแล้ว อยู่ดีดีนายก็เพาะเมล็ดความสงสัยใส่ในหัวฉัน เอาเถอะ ว่าไงต่อ

-         ไม่ต้องห่วงหรอกไม่มีอะไรเลวร้ายเกิดขึ้นกับนายแน่ๆ เราไปเฝ้ารอพระเจ้าในวันศุกร์ เราชื่นชมบารมีอันไม่มีที่สิ้นสุดของพระองค์ ชื่นชมความปราดเปรื่องรอบรู้และความงามอันหาที่สุดมิได้ของพระองค์นะ
-         แล้วยังไงต่อ

-         ถ้าหากว่ามีพระเจ้าอยู่อีกองค์หนึ่งหละ ที่ไม่มีที่สิ้นสุดยิ่งกว่าพระเจ้าของเรา เราจะพิสูจน์ว่าไม่มีได้ไหม

-         เราก็ไม่มีข้อพิสูจน์ว่ามีเช่นกัน

-         นายพูดถูกอาห์เหม็ด ฉันแค่สงสัยหนะ แค่คิดๆวิเคราะห์ดู

-         ฉันว่านายทำให้เป็นเรื่องใหญ่ไปนะ นายไม่เห็นรึเราอยู่ในสวรรค์กันนะเพื่อน การคิดแบบนั้นคงดีถ้าเรายังอยู่ที่โลก เราไม่ต้องเอามาคิดอีกต่อไปแล้ว นายรักใครสักคน หรือให้คนมารักตามแต่ใจจะใฝ่หาสิ ที่นี่มีลำธารสายน้ำผึ้งและน้ำตกไวน์ ถ้านางสนมทำให้นายมีความสุขไม่ได้ก็ลองหาความสนุกเพลิดเพลินจากพวกนางงามไป

-         อาห์เหม็ดแต่ว่า...ฉันสนุกกับการคิดวิเคราะห์ มันทำให้ฉันสำราญยิ่งการนางสนมหรือธารน้ำผึ้งเป็นไหนๆ ก็เหมือนกันทุกๆคนที่เลือกทำในสิ่งที่ตนเองชอบและมีความสุขกับมันฉันก็เช่นกัน ฉันผิดด้วยหรือ

-         ได้ได้อาเด็ม นายอยากทำอะไรก็ทำไปแต่อย่าเอาฉันไปเกี่ยวข้อง บอกฉันด้วยถ้านายมีความสุขตื่นเต้นกับเรื่องอื่นอีก

-         ไม่ต้องห่วงเราเราอยู่ในสวรรค์ นายเคยบอกฉันไม่ใช่รึว่าถ้าเราได้มาถึงที่นี่แล้วเราก็อยู่ที่นี่ได้ตลอดไป ฉันจะยกตัวอย่างนึง นายเองก็เรียนวิศวะกรรมศาสตร์มาน่าจะเข้าใจได้ไม่ยาก ลองคิดฟังชั่น f(x) = ln(x) มันมีการผันแปรเพิ่มขึ้นทีละน้อย คราวนี้ให้นึกฟังชั่น g(x) = ex   นี่ก็ผันแปรเช่นกันแต่เพิ่มจำนวนครั้งอย่างรวดเร็วไม่มีที่สิ้นสุดไปจนหาที่สุดมิได้ ฉันหมายถึงไม่ว่าอัตราส่วน g(x) หรือ f(x) ต่างนับไม่ได้เช่นกัน ตอนที่เราอยู่โลกเราพอจะเชื่อได้ว่ามีบางสิ่งที่นับไม่ได้แต่ตอนนี้ฉันสงสัย ถ้าหากพระเจ้าที่เราเห็นทุกวันศุกร์เป็น f(x) แล้วมี g(x) ที่มีพลังอำนาจความงามความรู้อย่างหาที่สุดมิได้ยิ่งกว่าหละ หากเป็นเช่นนั้นในสรวงสวรรค์ของ g(x) ก็คงไม่มีนางสนมและเสนาอยู่ สิ่งที่มีอยู่จะมีค่าเท่าเทียมกันตามธรรมชาติของมัน

-         โธ่อาเด็ม นายติดแหง่กกกับเรื่องความเท่าเทียมความไม่เท่าเทียมนั่นเอง ฟังฉันนะ นายจะเท่าเทียมและมีอิสระภาพมากไปกว่าที่นายมีในสวรรค์นี้ไม่ได้แล้ว ไม่มีชีวิตหลังจากนี้แล้ว ชีวิตนี้ที่เราได้รับสิ่งต่างๆมามันงดงามยอดเยี่ยมที่สุดเท่าที่จะเป็น แสดงความกตัญญูสิ นายอาจลงนรกในที่สุด หรือนายอาจไม่มีตัวตนด้วยซ้ำ

-         นายรู้ได้อย่างไรอาห็เหม็ด

-         รู้อะไร

-         นายรู้ได้อย่างไรว่าที่นี่คือสวรรค์ไม่ใช่ด่านทดสอบ บางทีทั้งหมดทั้งมวลที่เราเห็นและสัมผัสอาจมีอีกพลังอำนาจหนึ่งอยู่ ที่เราเห็นและสัมผัสอาจสร้างมาจากอีกพลังอำนาจนั้น ฉันกำลังพูดถึง g(x) บางทีเขาอาจต้องการให้เราตามหาเขา ให้เราคิดวิเคราะห์ใคร่ครวญดูและเข้าถึงเขาด้วยการคิดแบบนี้

-         ฉันจะกลับบ้านแล้ว อาเด็มนายไม่ใช่แค่คิดมากแต่นายยังพูดมากอีกด้วย ถ้านายยังเป็นแบบนี้ นายจะทำให้สวรรค์ของนายกลายเป็นนรกเสียเอง ฉันจะแนะนำว่าให้นายหาอะไรทำได้แล้ว

-         ได้สิ นายกลับไปเลย แต่ขอให้ฉันถามอีกข้อหนึ่ง นายจำตอนที่เราอยู่คณะฯได้ไหม ฉันเคยอ่านปรัชญาเยอะมากและตั้งคำถามถึงความหมายของชีวิต ในตอนนั้นนายช่วยเหลือฉันให้ผ่านมาได้และให้ฉันได้รู้จักกับพลังอำนาจอันไม่มีที่สิ้นสุดของพระเจ้า นายรู้ไหมว่าฉันคิดอะไรในวันนี้ ฉันสงสัยว่าพระองค์เองก็คงถามตัวเองว่ามีไว้ทำไมเหมือนที่ฉันเคยถาม ฉันหมายความว่าเขาจะเคยถามตัวเองไหมว่าเขามีไว้ทำไมหรือทั้งหมดนี้มีความหมายว่าอะไร เขาจะเคยสงสัยไหมว่าจะมีพลังอำนาจอีกหนึ่งที่ยิ่งใหญ่กว่า ถ้าใช่เขาก็น่าจะมาสู่บทสรุปเดียวกันกับที่ฉันมาถึง โดยยึดกฎและตรรกะเดียวกันกับที่ฉันใช้ ใช่หรือไม่

ทันทีที่อาเด็มพูดจบพื้นดินเบื้องล่างที่เขายืนอยู่ก็ไหวสั่นเกิดเสียงดังสนั่นหวั่นไหว เกิดรอยร้าวจากข้างหลังเขาและขยายใหญ่ขึ้นในเวลาอันรวดเร็ว มันพุ่งผ่านเข้ามาระหว่างขาสองข้างของเขาจนยากที่จะทรงตัว เพียงไม่กี่วินาทีเท้าทั้งสองข้างก็เกาะเกี่ยวขอบที่แตกร้าวเอาไว้อย่างยากเย็น หนทางเดียวที่จะหนีจากตรงนั้นได้คือปล่อยให้ตนเองตกลงไปข้างล่างเท่านั้น มันเกิดขึ้นรวดเร็วมากอาห์เหม็ดได้แต่จ้องมองดูเพื่อนพูดอะไรไม่ออก ในช่วงเวลาแสนสั้นจนเขาไม่มีแม้โอกาสยื่นมือไปช่วยหรืออ้อนวอนพระเจ้าให้อภัยแก่เขา อาเด็มหายวับลงไปในความมืดที่เยียบเย็นในรอยแตกนั้นอย่างไร้ร่อยรอย พื้นดินกลับสู่ความสงบเงียบอีกครั้ง

ในขณะนั้นอาเด็มพบว่าตนเองอยู่ในบ่อโคลน ท้องฟ้าสดใส อากาศสดชื่น เขามองเห็นม้าลายจำนวนหนึ่ง ยีราฟและกวางอีกด้านหนึ่งของบ่อ ฝูงนกสีสันสวยงามบินข้ามหัวเขาไปพร้องส่งเสียงร้องของยามเช้า อีกฝั่งหนึ่งของบ่อเขามองเห็นนกกระจอกเทศกำลังเดินออกห่างจากไข่ของมันเพื่อไปหาอาหาร ไม่มีมนุษย์หรือแม้กระทั่งร่องรอยว่ามีชุมชนมนุษย์อาศัยอยู่เลย เขาค่อยๆเคลื่อนตัวเข้าไปใกล้ไข่นกกระจอกเทศคาดว่าจะหยิบไปไว้กินสักใบ พลันเขาก้าวออกจากบ่อโคลนนั่นโคลนที่ติดตามตัวเขาก็แห้งและหลุดหล่นลงตามพื้น แล้วก็พบว่าตัวเองกำลังเปลือยตั้งแต่หัวจรดเท้า จึงรีบวิ่งไปข้างต้นมะเดื่อ อย่างไม่ทันคิดด้วยซ้ำว่าไม่มีมนุษย์หน้าไหนจะมามองเห็น แล้วเขาก็เด็ดใบไม้มาหนึ่งใบเพื่อมาปกปิดของลับเขาไว้
--------------------------------------------------------------------------------

Written by Alirıza Arıcan
 Translated into Thai by Jaruwan Arıcan

For English version, click HERE

For Turkish (original) version, click HERE