Bu Blogda Ara

28 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 76

28 Mayıs 2007 – 21:08 – Ev

Aklımda hakkında yazılacak hiçbir şey yok. Yarım saattir odanın içerisinde dönüp duruyorum. Biraz şınav çektim, ağırlık kaldırdım. Az kaldı bilgisayarı kapatıp, sabah başladığım Murakami’nin romanını okumaya devam edecektim. Ama sonra içimdeki sese kulak verip, olası tembelliğimi yendim. Azıcık da olsa, çok değeri olmasa da, her gün en az bir sayfa yazmalıyım. Üniversitede okurken namazın fıtrat olması diye bir kavramdan bahsedilirdi. Hani kaçırınca azap çekmek, yokluğuna dayanamamak gibi bir duygu. Yıllarca namaz kıldım ama bir türlü namaz fıtratım olmadı. Hep aynı tembellikle yanaştım namaza. Dersten çıkıp, camiye koşarken de, sınava geç girme pahasına Akşam namazını çabucak kıldığım zamanlarda da, koltukta televizyona bakarken uyuyup yatsı namazını alel acele kılıp yatağa atlarken de namaz fıtratım olmamıştı. Hep benden ayrı, hep yapılması, bitirilmesi gereken bir iş olarak göründü bana namaz. Orada bekliyordu işte! Kaçmanın bir yolu yoktu! Kaçırınca üzüldüm ama kahrolmadım, kazasını kıldım. Şimdiki durumum da o zamanki durumumdan farklı değil. Namazın yerini yazı aldı. Kaçırınca kazasını yapmaya çalışıyorum. Yazamayınca sinirleniyorum, dertleniyorum. Ama yine de kaçırıyorum!

Evet! Bitiremedim Naipaul’un “Among the Believers”ını. İran yolculuğu bittikten sonra okuma hevesim kırıldı. İran gibi dev bir kültüre sürekli yukardan bakıp, hiçbir şeyi beğenmeyen, kendisini darı tüm İranlıları tavuk zanneden bir yazar Naipaul. Alabildiğine korkak, alabildiğine cahil! Ve alabildiğine oryantalist! İran edebiyatı ve kültürü hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı da zaten tavırlarındaki bilmişlik, beğenmemişlik ve hakarete varan eleştirilerden anlaşılıyor. Üzerinden otuz yıl bile geçmemiş bir kitap olmasına rağmen içeriği açısından bana göre üçyüz yıllık kitaplardan daha demode. Çünkü yazarın sevdiği, bildiği, övdüğü tek bir uygarlık var. O da batı uygarlığı. Gözlüklerini çıkarmıyor ki görsün burnunun dibindeki doğuyu. Varsa yoksa demokrasi, bilim... Bunlara hepimizin saygısı var! Ama bir uygarlık içinde bulunduğu koşullar ile anlaşılır ancak. Fatma Özdirek hanım ne de güzel anlatıyor İran’ı sırf İran gezileri için hazırladığı sayfasında. Naipaul’dan daha inançlı olduğunu zannetmiyorum Fatma’nın. Onun en büyük farkı insanları sevmesi, onlara değer vermesi, anlamak için çabalaması. Naipaul sevmiyor, yargılıyor, bıçak gibi kesip atıyor kendi düşünce dünyasında mükemmel olarak tanımlanmış öğelere uymayan her şeyi. Oysa ne kadar da sevmiştim kendisini “A Bend in the River”ı okurken. Bir Afrikalı olsaydım beğenmezdim belki de! Zordur böyle şeylere karar vermek. İnsan dünyaya ikinci defa gelmiyor ki hissetsin Afrikalı olmanın ne demek olduğunu. Nasıldır acaba Afrikalı olmak? Yüzyıllardır sömürülen, kandırılan, yeri geldiğinde köle gibi satılan, öldürülen, sürgün edilen, her türlü zenginliği elinden alınan bir milletin çocuğu olmak çok farklı olsa gerek. Anlayabilir mi bir batılı bunu? Ya da bir Türkiyeli, bir Japonyalı?

Dün sabah Virginia Woolf’un “The Waves” adlı romanını aldım. Woolf’un “Kendine Ait bir Oda” adlı kitabını okumuştum yıllar önce. Üniversite hayatı boyunca kendisine ait bir odası hiç olmamış bir delikanlı için kaldırılamayacak kadar ağır gelmişti kitap. Ne demekti insanın kendisine ait bir odasının olması? Kapıyı kapattığında kendisi ile başbaşa kalması mı? İçindeki sesi dinlemesi, kendisini tanıması ve beğenmediği yanlarını yontup, kendini dış dünyaya hazırlaması mı? Kötülüklere, yani nefsine boyun eğmesi mi? Yoksa mucit olup çıkması mı? Ne olurdu yirmi yaşında bir insan tek başına bir odada kalsa, kendi kişisel dünyasında arzuları ile görevleri arasında denge kurmayı öğrense, yaşamını idare etmeyi kafasına koysa, dümeni eline geçirse ve gemiyi dalgalara doğru sürüp, dalgalarla boğuşmaya alışsa! Çok mu şey istemiş olurduk? Hayır! Olamazdı! Gençler damarlarındaki azılı kanın nereye akacağına karar veremeyecek kadar toy ve deneyimsizdi. O ancak büyüklerin yol göstermesi ile yolunu bulabilir, kendinden büyük abileri/ablaları ile kalarak yaşamayı, ayakta durmayı öğrenebilirdi. Hem sonuçta karar vermemeye karar vermek de bir çeşit karar değil miydi? Ölçü kesindi! Satın alacağın ayakkabının rengini bile soracaksın abine? Sorardık! Memleketimizde kaç gün kalacağımıza başkaları karar verirdi. Hangi kitabı okuyacağımıza, hangi evde kalacağımıza, hangi oda arkadaşı ile karşılıklı yataklarda uyuyacağımıza, hangi okulu seçeceğimize, okulu ne zaman bitireceğimize, okulda kimlerle arkadaşlık edeceğimize başkaları karar verirdi. Öyle ki zaman geldi, karar vermenin ne demek olduğunu unuttuk –ya da hiç öğrenmeye fırsatımız olmadı- ve kararların başkaları tarafından verilmelerine bir zamanlar şikayetçi olmamıza rağmen, azıcık büyüyüp, burnumuz suyun üstüne çıkınca, başkaları adına karar vermeye başladık. Salgın bir hastalıktı bu! Ya itaat edeceksin ya da başkaları sana itaat edecek. Kısır ama mutlu bir döngüydü. Fanusun içinde kaldığın sürece sorun yaşamazdın. Peki ya fanusun dışı? Var mıydı öyle bir seçenek! Örnekleri çoktu fanusun dışının! Beğenmez, eleştirir, kıyasıya yerden yere vururduk fanusun dışındakileri. Biz ve ötekiler vardı. Aradakiler, yani sallanan bir diş gibi sırıtan üçüncü güruh araftakilerdi. Onlar fanusun içini tatmış, beğenmemiş ya da beğenilmemiş ve soluğu dışarıda bulmuşlardı. Ehl-i araf genelde zincirini koparmış köpek gibi saldırırdı sağa sola! Onları okulda, bahçede, kantinde kızlarla konuşurken görür ve yadırgardık, ellerindeki sigaraya bir anlam veremez ve yadırgardık, uzayan saçlarına iğrenerek bakar ve yadırgardık. Onlar özgürlüklerini yaşar, biz biraz kıskançlıktan, biraz da adet olsun diye yadırgardık. Çünkü biz mükemmeldik, onlar düşmüşlerdi. Onlara yardım etmeliydik. Edemiyorsak yadırgamalıydık. İmanın en zayıf noktası bu değil miydi?

Gerçi son yıl bir odam olmuştu! Benim de sonunda burnum suyun üzerine çıkmıştı. Etraftakilerin abi dediği, ne yaptığını ne dediğini bilmeyen, ama deneyimli, çarklardan geçmiş, tabir yerindeyse ‘çekmiş’ birisi olmuştum. Hak ediyordum artık bir odayı. Çünkü kendisine güvenilen birisi olmuştum. Ne okusam yeriydi, ne söylesem bir yolunu bulup, ters takla atıp, kendimi haklı gösterebilmenin yolunu öğrenmiştim. Benden öncekiler de öyleydi. Bu yüzden suçluluk duymuyordum. Sonunda ben de bir odaya sahip olabilecektim. Kitaplarımı duvardaki raflara koyduğum, dolabımda Heidegger’i ve Marks’ı sakladığım bir odam olmuştu. Penceresi apartman boşluğuna bakan, ışığı açmadan 24 saat boyunca hiçbir şeyin okunamayacağı bir odaydı bu. Odamla gurur duyardım, çoğu zaman kapısını kitlerdim. Ben yokken kullanmalarına izin verirdim ama ben evdeyken kolay kolay boşaltmazdım. Bol bol okurdum... Hatta ilk yazı denemelerimi bu odada yazdığımı hatırlıyorum. YTÜ’de okuyan Matematikçi bir arkadaşa okutmuştum yazdıklarımı. Beğenmişti... Ne Heidegger’i ne de Marks’ı derinden okuyup, anlayabilmiştim ama onları dolabımda bulundurmak Zapotekvari bir isyan duygusu uyandırıyordu içimde. Gizli işler çeviriyor duygusu veriyordu o kitapları dolapta, elbiselerin arkasında saklamak, evde kimse yokken ya da akşam geç vakitlerde sessizce okumak. Oysa kimsenin taktığı yoktu Marks’a ya da Heidegger’e. Okuman gereken kitapları okuduktan sonra kimse ne okuduğuna karışmazdı. Ama önce en önemli kitapları okumalıydın. Yoksa başın döner, yönünü bulamazdın. Buna inanmazdın! Yürüdüğün yolun ne olduğunu bildiğini iddia ederdin. Kimsenin seni imanından edemeyeceğini söylerdin.

Şimdi bir odam değil, bir evim var. Dawkins’in kitabını başköşeye koyabildiğim ufak da olsa bir kitaplığım var. Yazılarımı yazabildiğim bir bilgisayarım var. Ne kitaplar, ne oda, ne de ben aynıyım artık. Yalnız aynı olan bir şey var ki ben halen neden bu aynı şeyden vaz geçemediğimi anlayabilmiş değilim. O zamanların Ali’si Abdussamed’den Meryem, Yusuf ve Isra dinlemeye bayılırdı. Şimdinin Ali’si de Abdüssamed’den Yusuf ve Meryem dinlemeye bayılıyor. –Isra’yı Mustafa Ismail daha iyi okuyor- Düşünceler, inançlar değişti ama Kur’an dinlemeye olan bağlılığım değişmedi... Kimbilir belki ilerde değişir... Ya da ölene kadar bir zevk olarak kalır Meryem’i dinlemek. Şu anda bile, bu satırları yazıyorken Yusuf dinliyorum... Ne buluyorum kuyuya atılan Yusuf’un hikayesinde bu kadar? Yoksa kendisini gönüllü olarak kuyunun dibine atmış birisi olarak kaderim mi kuyunun dibindeki diğer masumu sevmem ve hikayesini tekrar be tekrar bıkmadan dinleyebilmem?

27 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 75

27 Mayıs 2007 – 12:01 – Ev

BOMBA.JPG

Dün akşam eve geldiğimde yağmur yeni başlamıştı. Hemen balkona koşup sabah astığım çamaşırları topladım. Gömleklerin alt kısımları ile pantolonların paçaları henüz tam olarak kurumamıştı. Biraz daha kurusunlar diye evin içinde elbiseleri asacak yer aradım. Çok geçmeden de buldum! Elbise askılıklarının çengellerini asma katın demirlerine geçirdim. Böylece asma kattan aşağıya sarkan elbiseler açık olan fırıldağında yardımıyla kısa sürede kuruyacaklar, yarın sabahki ütü merasimine hazır olacaklardı. Bir süre odanın ortasında dikilip elbiseleri izledim. Giriş kapısının ve mutfağın ışıkları açık olduğu için havada asılı “pi bop”* gibi duran gömleklerin ve pantolonun gölgesi bir hayalet gibi perdenin üzerine düşüyordu. Fırıldağın oluşturduğu rüzgar ile dans eder gibi hareket eden elbiseler evin içerisinde gölgelerin hakimiyetini haykırıyorlardı. Gölgelerin varlığından korktuğumdan mı yoksa iki de bir hareket edip dikkatimi dağıtmalarından çekinmemden mi bilmiyorum, onlardan kurtulmak için çareyi evdeki tüm ışıkları kapatıp, sadece bilgisayarın tepesindeki çalışma lambasını açmakta buldum. Bu şekilde odada var olan tek gölge benimkisi oluyordu. O da tamamıyla benim kontrolümdeydi.

Bilgisayarı açtım. Birkaç gün önce Ankara’da patlayan bomba üzerine adamakıllı bir haber, suya sabuna dokunan yorumlar okumak istiyordum. Hemen tüm gazetelerde katilin güvenlik kamerasına yansıyan son resmi vardı. Resmi daha önce de görmüştüm ama nedense nispeten karanlık denilecek odada, belki de yalnızlıktan dolayı, o gencin kameraya son bakışında bir hüzün, tuhaf bir melankoli hissettim. Bir boşluğa bakar gibi bakmıştı kameraya! Bir boşluğa, belki birkaç dakika sonra yuvarlanacağı sonsuz derinlikteki lanetli kuyuya bakıyordu. Umut yoktu gözlerinde! Sanki anlamamıştı sorulan soruyu da “tekrar eder misiniz?” diyordu. “Bu hayata bir daha gelirsem” diye başlayan cümlelerle ilgilenmediği açıktı. Öyle boş fantezilerle ilgilenmeyecek kadar gerçekçi ve doluydu. Aramıyordu! Aramaktan bıkmıştı! Bulmak istemiyordu! Belki de bulduğuna inanmıştı. Hiçkimse olmamaktan korktuğu için bir katil olmayı yeğlemişti. Dava ne olursa olsun öldürülen masumlar olduğu sürece yapılan her eylemin katliam olarak sayılacağına inanmıyordu. İnandığı, inandırıldığı başka bir şeyler vardı: Ancak kanın bıraktığı iz ses getirebilirdi. Sonun geldiğini kabul etmişti. Kendisiyle birlikte altı masumun kanına girecek, ses getirecek, devrim şehidi olacak, kendisini oraya gönderen, bedenine bombaları bağlayan takım arkadaşları tarafından kahraman ilan edilecekti. Oysa bütün bir millet, kendi ailesi de dahil olmak üzere, lanet edecekti onun yaptıklarına. Birkaç dakika sonra öldüreceği, yaralayacağı insanlar pekâlâ arkadaşları olabilirlerdi, sevdiği kız olabilirdi, annesi ya da babası olabilirdi. Böyle bir durumda da çeker miydi bombanın pimini! Acaba sevmiş miydi bir kızı? Özlemiş miydi bir kızın sıcak ve yumuşak bedenini? Yoksa inandığı dava yasaklamış mıydı bir kızın bedenini arzulamayı! Öyle ya! İnsan iradeli olmalı, arzularına yenilmemeliydi. Kanın getireceği adalete inanmak akıllılık oluyordu da aşka inanmak iradesizlik...

Filistin’de ya da Irak’da işgalcilere karşı direnen canlı bombaların cennet vaadiyle cesaretlendirildiklerini, Kur’an’ın o akıllara durgunluk veren şiirsel musikisi eşliğinde kendilerini ölüme hazırladıklarını herkes biliyor. “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz.” diyen Kur’an şehitleri peygamberlerle aynı seviyede anarak onları cennetin en güzel imkânları ile müjdelemiştir. Dinin gücünün bu genç teröristlerin zihninde ne derece yer ettiğini anlamak için haberleri izlemek yeter. Ya da bu konuda hazırlanmış bir sürü kitap, film, haber programı bulmak zor değildir. Bunlardan bir tanesi geçtiğimiz ay izleme fırsatı bulduğum Hani Abus-Said’in yönettiği “Paradise Now”. Cennet düşüncesi ile cesaretlendirilen bu insanların yaptıklarını tasvip etmesem de –Sonuçta ardında yatan neden ne olursa olsun öldürmek kötüdür. Öldğrmek için bir davayı bahane olarak göstermek daha da kötüdür ve davanın adını kirlettiği gibi haklılığını da ortadan kaldırır.- eylemlerini anlamakta zorluk çekmiyorum. Çünkü onlar sona hazırlamıyorlar kendilerini, tam tersine yeni bir başlangıca, her şeyin daha güzel ve daha rahat olduğu yeni bir dünyaya gidecekler, orada kendilerine “Dünyada yemeyip sakındıklarınızı şimdi yeyin, için, afiyet olsun” diyen ilahi sese eşlik edecekler, ara sıra aşağıya, doğup büyüyüp, çocukken çelik çomak oynadıkları işgal edilmiş vatanlarına bakıp hüzünleceklerdi. Ama Ankara’da patlayan bombanın taşıyıcısının cennete inandığını düşünmek saflık olur. Bu durumda o son bakışın, bir boşluğa doğru olmasını yadırgamamak gerek. Öyle bir boşluk ki gerisi yok! Karanlık üzerine karanlık! Mutlak anlamda bir sessizlik, mutlak anlamda yokluk. Belki de katil cennete inanmasa bile cehenneme inanıyordu. Bu dünyanın cehennemin kendisi olduğuna inandığı için sonsuz boşluğu tercih etmişti. Belki de bilmiyordu cehennemi cehennem yapanların içindekiler olduğunu. Tıpkı kendi varlığının altı masumun hayatını bir hiç uğruna sonlandıracağını biliyor olmasının onu cehennemin varlığından sorumlu yapması gibi...

Gazetelerde ölen altı kişinin resimleri ve kısa hayat hikayeleri de vardı. Birisi askerden yeni gelmiş, diğeri evlenmeye hazırlanıyormuş, bir genç kız ailesinin geçimini sağlıyormuş, orta yaşlı bir memur beynindeki tümörü yıllar önce yenmiş, bir diğeri “tam takır” bir delikanlıymış. Hepsi de her zamanki doğallıklarıyla o günkü işlerini yapıyorlardı. Oysa ülkenin bağrında büyüyen, bir türlü iyileşmeyen tümör bu orta yaşlı memuru da yanındaki beş diğer masumla birlikte avlayacaktı o akşam girdikleri pasajda. Katliamdan sonra her zamanki gibi devlet büyükleri birlik ve beraberlikten bahsedecek, vatandaşlar yollarda yürüyecek, birkaç kişi hükümeti istifaya çağıracak, güneş gözlükleriyle halka yukardan bakan ve her şeyi olduğundan farklı görmeyi seven devlet erkanı tüm bu eleştirileri kulak ardı edecek, terörü bir daha lanetleyecek ve bir sonraki hain saldırıya kadar bizleri bu olayı unutmaya davet edeceklerdi. Bunlar hep bildiğimiz, gördüğümüz şeyler olduğu için şaşırmıyoruz artık. Bataklığı kurutmak yerine her fırsatta sivrisinek avına çıkan, genç ve deneyimsiz askerleri dağlarda şehit veren, otuz yıldır durmak bilmeyen bir salgın hastalık gibi ülkenin her yerine yayılan bu beladan kurtulmak için yöntemli çalışmayan yetkililerim hiç mi suçu yoktu bu altı masumun katliamında? Yoksa biz yine görünmeyen dış güçleri lanetleyip, Amerikanın uşaklarını yerden yere vurup, birlik ve beraberlik yeminleri edip yola devam mı edeceğiz?

Yine gazetelerde katilin geçmişi ve ailesi hakkında pek çok bilgi vardı. Daha önce farklı tarihlerde yasadışı gösterilerde bulunmuş, bir süre hapis yatmış, polisle çatışmaya girmiş. Ailesinden de dört kişinin intihar ettiğini yazıyordu bir başka haberde. Bu durum bana 15 Kasım 1959’da Kansas’da Clutter ailesinin dört üyesini canice öldüren Perry Smith ve Dick Hickock’un öyküsünü hatırlattı. Truman Capote’nin “In Cold Blood” romanıyla ölümsüzleştirdiği bu katillerden Perry Smith’in de ailesinden iki kişi intihar etmişti. Smith idam edilmek için darağacına çıkarıldığında son sözleri “Burada ailemden kimse var mı?” olmuştu. Yoktu! Kızkardeşi gelmemişti idamı izlemeye. Çünkü korktuğu şey kardeşinin ölümü değil, kardeşinin kendisiydi. Ondan nefret ediyordu! Smith de bir bakıma kızkardeşinden nefret ediyordu. Bunu sorgulama sırasında, Clutter’ların evine girdiklerinde kendi kızkardeşinin de orada olmasını ne kadar arzu ettiğini söylediğinde anlıyoruz. Yani kızkardeşi orada olsaydı onu da öldürecekti. Peki Ankara’yı kana bulayan bu katil de nefret ediyor muydu ailesinden ve herkesten? İnsan ya sevdiği için öldürür ya da nefret ettiği için. Gerçekten de inanmış mıydı pimini çektiği bombanın davasına hizmet edeceğine?

Bir süre daha haberler arasında gezinip, tekrar o siyah-beyaz resme takıldım. Nedenini bilmesem de umarsız bir çözüme ulaşmış gibi kameraya bakan o gözlüklü yüzü bilgisayara kaydetmek istedim. Resmi bilgisayara kaydetmek için, resmin üzerine fare ile yaklaştım, sağ tuşa tıkladım. Resmi nereye kaydetmek istediğimi soran pencere açılınca, gazetenin ya da resmi yayınlayan ajansın resim dosyasına verdiği ad ile karşılaştım. Resim dosyasının kayıtlı adı bomba.jpg idi. Belki de katile verilen son addı bu. Acaba hiç düşünmüş müydü adının bomba olarak sağa sola kaydedileceğini? Genç bir insan akilli.jpg ya da yakisikli.jpg ya da basarili.jpg olmak istemez miydi? Hadi bunlar idealist insanların basit gördüğü sıfatlar diyelim. Peki ya, mucit.jpg, sevgili.jpg, mezun.jpg, yazar.jpg, sair.jpg... Olamaz mıydı? Bal gibi de olurdu! Ama o bomba.jpg olmayı tercih etmişti... Ya da başkaları onun yerine kendisine bu adı uygun görmüştü. Kan ile barışın geleceğine inandırılmış, masumların canlarıyla kendi davasının bayrağını sancağa çekebileceğine ikna edilmişti. Açılan pencerenin ardından resme bir daha baktım ve “iptal” tuşuna basıp resmi kaydetmekten vazgeçtim.

Bilgisayarı kapatıp ışıkları tekrar açtım. Hayaletler ışıkları açar açmaz tekrar belirdiler perdenin üzerinde. Toplam altı gömlek ve bir de pantolon vardı havada sallanan. Tıpkı altı masum ve bir katil gibi bakıyorlardı birbirlerine. Gömlekler canlanmak istercesine dans ediyorlar, çırpınır gibi oldukları yerde kıprışıyorlardı. Geri gelmek istedikleri, kaldıkları yerden alışverişlerine devam etmek istedikleri açıktı. Geride kalan, ışıktan ve rüzgardan en az nasibini alan siyah pantolonun umurunda değildi gömleklerin çabası. Orada, her şeyin ve herkesin gerisinde, yapmış olduğu işin kirli gururuyla kendinden geçmiş, gözlüklerin arkasında gizlediği yaşama arzusunu kendi elleriyle öldürmüş, sonsuza kadar adıyla birlikte anılacak “bomba” kelimesini hak etmiş olmanın verdiği kin dolu bir yüzle bakıyordu etrafa. Pişman değildi çünkü pişman olmak zayıflığın göstergesiydi. O anda ben, gömleklerin bu çılgınca danslarını izlerken, neden bazen altı artı birin yedi etmeyeceğini anladım. Yapıldıkları malzemeler aynı olsa bile, iplikleri ve düğmeleri birbirlerine çok benzeseler bile, aynı makinede yıkanıp, aynı demirlerde kurumaları için asılsalar bile toplayınca altı artı bir yedi etmiyordu bazen. Manzarayı ve anımsattıklarını daha fazla devam ettirmemek için çamaşırları toplayıp, ütü masasının üzerine koymaya karar verdim. Gömlekler kurumuştu ama gerideki pantolonun paçaları halen ıslaktı. Belki de hiç kurumayacaktı. Gömlekleri topladım, ters çevirdim, ütüye hazır hale getirdim. Pantolon ise orada asılı kaldı. Sabaha kadar, açık kalan mutfak ışığının perdede meydana getirdiği kendi gölgesine mağrurca bakarak ait olduğu yerde sallanmaya devam etti...

* Pi bop: Tayland’da, insanların çoğunluğunun var olduğuna inandığı, sadece gövdesi ve başı olan, savunmasız insanların iç organlarını yiyerek beslenen bir hayalet.

25 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 74

25 Mayıs 2006 – 20:40 – Ev

Yabancı olarak size tuhaf gelen bir davranış hakkında o toplumun içinde doğup büyümüş birisiyle konuşsanız, sizi mutlaka o tuhaf davranışın ne kadar normal, hatta ne kadar gerekli olduğuna inandıracaktır. Bir davranış bize tuhaf geldiği için yanlış olamayacağına göre ya biz de bir yanlışlık vardır ya da ortada bir yanlışlık yoktur da biz öyle zannediyoruzdur. Böyle bir seçeneği kabul etmek tüm bir toplumu akılsız ya da ahmak saymaktan daha mantıklıdır. Mesela burada bir kahvehanede –kahve, çay, meyve suyu ya da bira içilen ve arkadaşlarla bir araya gelinen yer anlamında- size içeceğinizi getiren garson bardağı ya da fincanı masanın üzerine koyduktan sonra bir de avucunun içini yavaşça size doğru çevirip, size bardağı gösterir. Hani bardağın masaya konduğunu, içeceğin hazır olduğunu ve benim içme eylemine başlayabileceğimi belirtmektedir. Daha önce başka bir ülkede görmediğim için bana tuhaf gelen bu davranışa başlarda gülmüştüm. Sonra fark ettim ki bir tek ben gülüyorum. Çünkü Vietnamlılar için bu davranış, müşteriye saygının bir göstergesi. Sadece sıradan bir davranış değil, iyi bir mekanda olmazsa olmaz denilecek türden bir incelik, bir nezaket. Tuhaf değil, sıradan bile değil, gerekli!

Vietnam’a, özellikle de Hanoi’a ya da Ho Çi Min Kenti’ne gelen her ziyaretçinin, havaalanından çıkar çıkmaz farkedeceği en önemli özellik sanırım ne savaştan çıkmış bir ülkenin bezgin insanlarıdır ne de koloni döneminden kalma yıkık dökük Fransız mimarisini andıran binalardır. Eminim bu ve benzeri özellikleri görmeye, belgelemeye, fotoğraflamaya gelen pek çok sanatçı, gezgin ya da yazar vardır. Bunların çok da ötesinde bu iki kente damgasını vurmuş bir başka etkenden, insanların yaşamının hemen her karesine girmiş, gündelik yaşantının vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş bir olgudan söz etmek istiyorum. Trafik ya da hava kirliliği değil, gürültü ya da yağmur hiç değil anlatmak istediğim... Hepsinin ötesinde, farkedilmeyecek kadar içeride bir şey var insanların hayatında. Motorsikletlerden söz ediyorum! Bu ülkede motorsikletler bir yerden bir yere gitmek için kullanılan bir aracın çok daha ötesinde amaçlara hizmet edebilen, yeri geldiği zaman kahvehane, yeri geldiği zaman genelev, yeri geldiği zaman da aileyi birleştirici etken olabilen, evlerin baştacı denilebilecek araçlar.

Tuhaf değiller, sıradan bile değiller, gerekliler! Yolların her köşesini dolduran, yol dolduğu anda kaldırıma taşan, tümseklerin, tabelaların arasından yılan gibi kıvrılarak ilerleyen, her köşe başında yavaşlayıp etrafa baktıktan sonra dönüşü yapacakları yerde, dönüşü yaptıktan sonra ya kazayı son anda engellemek için zorlukla fren yapan ya da fren yapamadığı için diğer motorsiklete çarpan sürücülerin memleketi burası. Motorsikletler bedenin bir parçası gibi. Hani iki ayağımız yetmiyordu da şimdi bir de iki tekerimiz oldu. Böylece tamamlanmış olduk. Yalnız yaşayan bir insan için motorsiklet en iyi arkadaştır. Bir aile için motorsiklet şarttır. Az örneğini görmezsiniz beş kişilik bir aileyi motorun üzerinde. Baba önde, kendisiyle motorsikletin direksiyonu arasında kalan koltuğun uç kısmında bir çocuk. Babanın arkasında sıkışmış halde iki çocuk. Ve tabii onları sıkıştıran, en arkada, ayaklarını koyacak yer olmadığı için uçmak isteyen penguenin kanat çırpması gibi bacaklarını havada sallayan anne. Annenin arkada olmasının nedeni doğal olarak çocukların emniyeti. Öndeki ufaklık babanın kontrolünde. Arada kalan diğer ikisininde zaten düşme olasılıkları yok. Uyurlar bile çocuklar o sıcak ortamda. Bulmuşlar anne-babanın arasını.

Burada motor aynı zamanda meslek anlamına da gelebiliyor. İşi olmayan bir insan iyi-kötü bir motorsiklet aldığı zaman yeni bir işe başlayabilir. En basitinden motor-taksicilik yapabilir. Mafya tarafından kontrol edilse de, birilerine sürekli rüşvet vermek zorunda olsalar da motor-taksiciliğin kârlı bir iş olduğu ortada. Burası Tayland gibi de değil. Herhangi bir sürücü yoldan yürüyen birisini motoruna alıp, o kişiden üç-beş bin dong koparabilir. Hem bunun dışında, motorsikletle yük taşıma işi de yapabilirler. İnsanın aklı durur burada motorsiklet üzerinde taşınan şeyleri görünce. Ben bir keresinde buzdolabı taşıyanını görmüştüm. Öyle ufak tefek de değildi! Karyola ya da dev boyutlarda ayna taşıyanlarını da gördüm. Çimento, kiremit, beş metre boyunda boru ya da metal direk taşınan diğer şeyler. Ayrıca motoru olan bir vatandaş otellerin önünde bekleyip, otelden yalnız çıkan genç erkekleri genelevlere götürüp pezevekliğe de terfi edebilirler. Kente ilk geldiğimde çok çekmiştim bunlardan. Bir hafta boyunca her akşam peşime takıldılar ve her akşam adamı terslememe rağmen ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi aynı teklifle gelmeye devam etti. Ne zaman eşim yanıma geldi ve caddede birlikte yürüdük, o zaman rahatsız etmeyi bıraktılar. Kim demiş sadece kadınlar taciz edlir diye! Eğer pezevenklik mesleği ağır geliyorsa turist rehberliği de yapabilirler. Otelin girişinden aldıkları bir turisti, sabahtan akşama kadar kentin orasında burasında gezdirdikten sonra 20 dolar kazansa ve bir de benzin parasını ayrıyeten alsa fena iş yapmış sayılmaz. Bu da tutmazsa mariuana veya hap satabilirler ya da satıcılara müşteri ayarlayabilirler. Bu üç mesleği bir arada yapanlar çoktur Pham Ngu Lao civarında.

Motorlar o kadar doğaldır ki motorun arkasında oturan bacak bacak üstüne atmış, mini etekli, süslü kızları gördüğünüzde, onların hayattaki en sıradan işi yapıyor olduklarını sanırsınız. Sanki içinde bulundukları toz toprak umurlarında değildir, sanki yağacak olan yağmurdan, az ilerdeki kazadan, binlerce motordan aynı anda caddeye fışkırıp genizlerine yapışan karbonmonoksit gazından dolayı rahatsız olmamaktadırlar. Kuaförde, saçlarını makineye sokmuş, bir eliyle dergi okuyan, diğer eline de manikür yaptıran kadınlara benzerler bu halleriyle. Sabahları yazıhane kıyafetlerini giymiş, sabah duşundan kalma şampuan kokan ıslak saçlarını havalandırarak motorlarını süren genç kızların yerini akşamları, güneşin batımından sonra müşteri avlamak için çalıştıkları lokantalara, kafelere ya da karaoke barlara giden parlak giysili, aşırı makyajlı, uzun topuklu ayakkabılarıyla erkek sürücülerin yüreklerini hoplatan konsomatrisler alır. Bakmazlar bu kızlar sağa, sola! Tüm günü evlerinde uyuklayarak geçirmişlerdir. Şimdi dönüşüm zamanıdır. Kent bu değişime sessiz kalır. Tıpkı takım elbiseli iş adamlarının yerlerini, kıravatını çantasına koymuş, arkadaşlarıyla buluşmak için aceleyle motorunu her gördüğü deliğe sokmak isteyen genç kent delikanlılarının almaları gibidir onların dönüşümü de. Değişmeyen, değişemeyenler de var mıdır? Motor-taksiler gece yarılarına kadar aynı işi yaparlar. Ama akşamları çok müşteri bulamayınca onlar da pezevenkliğe ya da hap satıcılığına sarılırlar. Bir bulaşıcı hastalık gibi yayılır değişim kentin ara sokaklarına...

Motorların hayatın en sıradan parçaları olmasının bir başka göstergesi ise insanların motor kullanırken yaptıklarıdır. Bir eliyle sigarasını tüttürüp diğer eliyle gaz vererek motor kullananlar, telefonda konuşanlar, diğer motordaki arkadaşıyla konuşarak yanyana, aynı hızda gidenler –bunlar bazen kendilerini konuşmaya o kadar kaptırırlar ki arkalarından gelen arabaları kendilerini rahat bırakmamakla suçlarlar- , yeni doğmuş bebeklerini tırtıl gibi sarıp sarmalayıp taşıyanlar, motor hareket halindeyken öpüşenler, koklaşanlar, kız arkadaşının bacağına elini koyanlar, aynasını arkadaki araçları görmek için değil de arkasında oturan kızın yüzünü görmek için ayarlayanlar, buzlu kahve içenler, birbirine yemek yedirenler, yedikleri yemeğin artanını dökenler –ellerindeki poşeti ya da mısırın koçanını savururlar yolun kenarına ki çoğu zaman motorun hızını hesaba katmadıkları için attıkları çöp hedefledikleri noktanın çok ilerisine düşer, kimi zaman yolda yürüyen birisine çarpar.-, köpeklerini gezdirenler ve hatta saçlarını kurutanlar...

Motorlar bu kadar çok olunca motorların bakımları da ayrıca önemli oluyor. Yollarda süslü püslü motorlar görmek kolaydır. Üzerinde Che Guevera resminden –Acaba biliyor mu Che’nin hayatını upuzun bir motorsiklet yolculuğunun değiştirdiğini?- çizgi film kahramanlarının birbirini kovaladığı resimlere kadar her türlü estetik cerahi uygulanır motorlara. Hem her köşe başında seyyar benzinciler, motor tamircileri, lastik değiştiren yaşlı kadınlar/adamlar vardır. Benzin istasyonları zaten motorlar için düzenlenmiş olduğu için en çok onlar faydalanırlar. Öyle arabalaların girip çıkabileceği, girişi ve çıkışı olan benzin istasyonları yoktur kentte. Gelen dolduruyor motorunun deposunu. Şimdiye kadar ne zaman motorumun bir sorunu olsa birkaç adım ilerde birilerini buldum yardım edecek. Kendim bozulsam, yani bir yerlerim tutulsa da yürüyemeyecek olsam sanırım daha az yardım talebi alırım. Çünkü kimse yürümez buradaki yollarda. İnsanların motorları vardır. Yürümek ya yoksul inşaat işçilerine, ya ülkesine döndüğünde bronzlaşmıl teniyle hava atacak yabancı turistlere ya da dilencilere has bir iştir. Ya da motorunu uzağa park etmiş birisinin kısa süre sonlanacak yolculuğudur o yürüyüş. Yürümek o kadar tuhaftır ki kaldırımda yürürken ani hareketlerden kaçınmanız gerekir. Yoksa arkanızdan gelen bir motorsiklet üzerinize devrilebilir, yeni parkedilen bir motor önünüzü kestiği için iki motorun arasında sıkışabilir ya da karşıdan gelen bir motorla çarpışabilirsiniz. Başıma bu akşam geldiği için iyi biliyorum. Üçüncü bölgeden birinci bölgeye doğru kaldırımdan ağır ağır yürüyordum. İki gün önce dişim kırıldığı ve dolgu yaptırmayı geciktirmek istemediğim için bir dişçi görünce, hafif sağa yöneldim. Maksadım kliniğe girip, sormaktı neyi nasıl yaptıklarını. Tam yönümü değiştirmiştim ki arkamdan gelen bir motor hızını kesemediği için bana çarptı. Ardından da dengelerini kaybedince yere düştüler. İki saniye içinde kalkıp yollarına devam ettiler. Bense sinirden deliye dönmüştüm. Bir iki küfür ettim ama ettiğim küfürleri de anlamadılar. Ettiğim küfürleri anlamadıkları için bir daha küfrettim. Ne de olsa anlamıyorlar! Dişçiye gitmeyi bile unuttum o sinirle. Yoluma devam ettim...

Motorların inanların hayatındaki önemini ortaya koyan bir başka gösterge ise park ediliş şekilleri ve park edildikleri yerlerdir. İnsanların aylık gelirleri yüksek olmadığı için öyle zırt pırt motor alamazlar. Bir kere aldılar mı yıllarca kullanmaları gerekir. Bu yüzden motorları park edecekleri zaman emin ellere teslim ederler. Hemen her dükkanın ya da alışveriş merkezinin civarında bir motor park yeri vardır. Bu motor park yerine bakan birkaç bekçi de vardır. Bunlar bilet keserler ve motor başına ücret alırlar. Bu ücret karşılığında motorunuz emniyettedir, şanslıysanız gölgededir. Öyle ki yol kenarında yürüdüğünüz zaman hemen tüm gölgeliklerin motorlar tarafından kapatıldığını, bir yaya olarak size öğlen sıcağında, güneşin yakıcı ateşinin altında yürümekten başka çare kalmadığını fark edersiniz. Sonuçta motorlar yayalardan daha önemlidir. Pek çok kişi hırsız korkusundan motorunu evinin içine –önüne değil, salonunun ortasına- park eder geceleri.

Vietnam’da yağmur her an bastırabildiği için hemen herkesin motorunun altında bir, hatta bazen iki yağmurluk bulunur. Şemsiye taşımazlar çünkü trafikte şemsiyeler hem birbirine girer hem de rüzgardan dolayı motorun savrulmasına neden olabilirler. Yağmur bastırdığı anda sürücüler yol kenarında durur ve yağmurluklarını giyerler. Güneşin kolları ve yüzü iğne batırılıyormuş gibi acıtarak yaktığı zamanlarda ise bayan sürücüler önlemlerini baştan alırlar. Kollarına omuzlarına kadar uzanan, naylon çorap kalitesinde eldivenler takarlar. Bunların bir de ayaklara takılanları var. Tıpkı eldiven gibi, ayak parmaklarını geçireceğiniz uçları var. Sanırım başparmakla yanındaki parmak arasına takılıp kullanılan terliklere uyum sağlamak için icad edilmişler. Ayrıca yüzlerini de banka soyguncuları gibi bezle kapatırlar. Bu bezleri saçlarının bile arkasından cırt cırt ile tuttururlar. Kafalarında geniş şapkaları, gözlerinde de kara gözlükleri olduğu için tam anlamıyla görüntüler dünyasından soyutlanırlar. Böyle bir bayanın, bayan olduğundan başka bir çıkarım yapamayız motor üzerinde gördüğümüzde. Erkekler genelde kollarını örtmezler ama azıcık akıllı olanlar uzun kollu gömlek giyerler ve en azından ağızlarını tozdan ve gazdan korumak için maskeyle kapatırlar. Her iki cins de kask kullanımı konusunda çok ihmalkârdır. Polis kontrolü olduğu zamanlarda sürücülerin polisin bulunduğu yerin 500 metre gerisinden U dönüşü yapıp, ara sokaklara daldıklarını görürsünüz. Maksat polise görünmemek, kaskı takmamak, saçları ve havayı bozmamaktır. Çünkü motorlar kadar saçlar da önemlidir... Pek çok kadın saçları bozulmasın diye takmaz kaskı. Kask yerine şapka takarlar. Bir işe yaramayacaklarını bilseler de...

Ama sonuçta kent trafiğinde kimse hızlı gitmez, gitmeye gerek duymaz. Çünkü burada motor bir tutku değildir. Kimse olağanüstü şeyler beklemez motordan. Kız arkadaşlarına hava atmazlar motorla hız yaparak. Ya da arka tekerin üzerine bindirip şaklabanlıklar yapmazlar. Önemli olan gitmektir! Zaten trafik sürekli akar, durmak pek söz konusu değildir –kazalar ve trafik ışıkları hariç- motor sürücüleri için. Hız değildir önemli olan, çevikliktir. Suyun yolunu bulması gibi boşlukları doldurabilmek, akışa ayak uydurabilmektir amaç. Bir nehir gibi akar motorlar yol üzerinde. Bazen iki ırmağın ortada buluştukları yerde suyun bulanması gibi karışır ortalık ama kısa sürede denge haline ulaşır akıntı. Çünkü tüm sürücüler bir şeyin başka her şeyden önemli olduğunu bilirler. Hayatın devamıdır herkesin arzuladığı şey. Eve varmak, işe varmak, sevgiliye varmak, müşteriye varmak, evlada varmaktır hayatın ya da yolculuğun amacı... Bütün bunlara en emin ve çabuk bir biçimde eğer akıntıya kapılarak ulaşılabiliyorsa, bu durumda akıntının kendisi de tuhaf olamaz. Hatta sıradan bile olamaz... Gereklidir o! Tıpkı hayatın kendisi gibi...

24 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 73

24 Mayıs 2007 - 14:36 – HÇMK, Okul

Gece üçte uyandım maçı izlemek için. Hesabın neresinde hata yaptıysam maçın ikinci yarısına yetiştim. Oysa Honkong’da 2’de başlayacak maç burada 3’te başlamalıydı. Televizyonu açtığımda ikinci yarı yeni başlamıştı. Beklediğimin altında, vasat bir futbol oynadı her iki takım da! Hele ikinci yarıya 1-0 galip olarak başlayan Milan oyunu yavaşlatmak için elinden geleni –ya da savunmasının anlık bir hatasından kazandılar. Kalan dakikalarda kırmızılar bastırdı ama Milan beş dakikada iki gol yiyecek bir takım değil. Sonuçta şampiyon oldular. İki yıl önceki maçı kaybetmiş olmalarından dolayı, bu sefer kazanmalarını istiyordum. Huzurlu bir biçimde –bana ne oluyorsa!- tekrar yatağa gittim. Sabah 6:30’da uyandım. Sınav 9’da başlayacaktı.

Saat 7:30 gibi çıktım evden. Otele vardığımda önce park yeri bulmakta zorlandım. Nasıl olur da koca otel yapıp, otele park yeri yapmazlar, anlamış değilim. Sonunda kapıdaki görevli ikna oldu da motorumu girişin yanındaki lokantanın önüne park edebildim. Yoksa beni yolun karşısındaki sokağa, bulunduğum yerden görülemeyen bir park yerine gönderecekti.

Motoru park ettikten sonra lokantaya girip hızlı bir kahvaltı yaptım. Aç karna başım ağrır, kahvesizlikten beynim zonklar diye bir de koyu kahveyi az şekerli ve sütsüz içtim. Keşke içmeseydim. Tüm sınav boyunca paslı bir demiri yalamışım gibi bir tat kaldı ağzımda. Kahvaltıdan hemen sonra koşarak asansöre bindim. Hemen tüm öğrenciler benden önce gelmişler, heyecanla fısıladaşarak konuşuyorlardı. Sınavın başlamasına en az kırk dakika vardı. Bu genç topluluğun arasına balıklama dalınca içide tuhaf bir zıtlık, mahçubiyet derecesine varan bir eziklik hissettim. Büyük bir olasılıkla yaşım oradaki gençlerin yaş ortalamasının 10 yıl üzerinde idi. Sonuçta bu gençler ya uluslararası bir üniversiteye girmek için kendilerinden istenen 6 notunu almak için gelmişlerdi ya da ilk işlerine girmek için çabalıyorlardı. Her iki durumda da yaşları 17 ile 23 arasında değişiyordu. Ben içlerinde en yaşlı olan, en uzun boylu olan ve hatta en Avrupalı görünümlü olandım. Sınavdan hemen sonra okula, 1:30’daki toplantıya yetişeceğim için üzerimde açık yeşil gömlek, yeşil çizgili bir kravat, siyah bir pantolon ve yenı boyanmış pırıl pırıl ayakkabılar vardı. Belki de pek çoğu benim ajan olduğumu falan düşünmüştür. “Aslında İngiliz ama etrafı kolaçan etmek için sınava giriyor.” gibi düşünmemeleri için hiçbir neden yok. Hele ki duvarların bile kulaklarının olduğu Vietnam gibi bir ülkede… Fakat bu ajan olma fantezisi bile içimdeki mahçubiyeti azaltmamıştı. Rahat görünmek,onlardan farklı olduğumu göstermek için masanın üzerine yarım bir şekilde oturup, Naipaul okumaya başladım. Amacım gerçekten de okumaktı! Hava atmak değil yani! Hem kime, niye hava atayım. Bu öğrencileri hayatımda bir daha hiç görmeyeceğim. Ayrıca eğer günde elli sayfa okumazsam bu kitabın biteceği yok. Zaten kurgu olmadığı için bana zor geliyor. Okuyucuyu sürükleyen bir dinamizmi yok. Yazar Kum’da meşhur bir molla ile görüşmeye gitmiş. Zaten o kadar ödlek ki Naipaul, tüm İran halkını tavuk kendisini darı zannediyor. Molla ile buluşmaya gittiği yerde Pakistan’lı öğrencileri görünce kendisinin Hindistan kökenli olduğunu söylemek istemiyor. Ne olacak söylerse? Sanki Pakistanlı öğrenciler Naipaul’u yiyecekler Hindistanlı olduğu için. Yalan söylemek istiyor ama en sonunda yalanı eline yüzüne bulaştırıyor. Tiksindirici bir sahne! Kendisini başkalarından üstün görme hastalığı var adamda. Kente girerken anlattığı gözlemler de bunun kanıtı. Tutup çölün ortasındaki Kum’u Londra ile kıyaslamaya kalkışması, medeniyet yönünden mollaları eksik bulması… Bakalım daha ne kadar dayanacağım bu kitaba… Bir de böyle kötü bir huyum var. Bir kitaba başlarım ama ondan sonra okuyacağım kitabın hayaliyle okumakta olduğum kitabı kendime zindan ederim. Sanki zorla okutturuluyorum! Naipaul’dan sonra Murakami gelecek ya! Onun heyecanı bu sefer… 10 Haziran’a kadar bitirebilirsem bu kitabı, Tayland gezime Murakami’nin iki kitabını götürürüm. Petçabun’da dağları izlerken, “Dance Dance Dance” okumak zevkli olacaktır herhalde…

Orada, masanın üzerinde iğreti bir şekilde oturmuşken gençlerin çantalarına bakma fırsatım da oldu. Ne de olsa sınav salonuna kalem ve silgiden başka bir şey sokmamıza izin vermiyorlardı. Çantalar benim oturduğum masanın öteki ucuna konuyordu. Renk renkti hepsi de! Kimisi siyah deri, kimisi renkli örme, kimisi plastik, kimisi de okul çantasıydı. İnsanların karakterleri üzerine sırf çantalara bakarak bile bir şeyler söylenebilirdi aslında. Tabii fazla uçmamak kaydıyla. Mesela sınav için çok çalışan öğrenciler büyük bir olasılıkla basit, plastik bir çanta ile gelmişlerdi. Çünkü sınava hazırlandıkları dönem içerisinde alışveriş yapmaya vakitleri olmamıştı. Sınavdan sonra gidecek yerleri olanların çantaları ya işlerini belli edecek derecede ciddi ya da hayat tarzlarını yansıtacak kadar renkli idi. Makyajlı ve uzun boylu bir kızın çantası markasının parıltısı ile dikkat çekiyordu. Yalnız bu çantanın gerçek bir Fransız ya da İtalyan olmadığı aşikârdı. Öyle olsa dışarda bırakmazdı kız. Dong Koi’de ya da Le Loi’de üç-beş dolara alınabilecek, gerçeğinden ayırt edilemeyecek kadar güzel ve bakımlı taklit çantalardan birisiydi işte. Uzun kollu sarı gömleğini, Türkiye’deki dindar müslüman gençler gibi dışarı sarkıtmış bir genç delikanlının çantası ise çarşıdan aldığı gömleği ya da kitabı koyması için kendisine verilen türden, üzerinde firmanın adını taşıyan, beyaz bir plastik çantaydı. Anlaşılan genç delikanlının çantalarla pek arası yoktu. Belki de parası yoktu! Ya da ihtiyacı! Kısa boylu, yüzündeki koyu ciddiyeti ile diğerlerinden ayrılan bir genç kızın çantası ise yüzünden eksilen renkleri taşıyordu. Sınavdan dolayı çok mu endişe ediyordu? Yoksa kafasını kuralayan başka bir derdi mi vardı? Çantası otantik denilebilecek güzellikte, narin ve ufaktı. Hatta renkleri saymazsak çanta kızın kendisine benziyordu. Belki bir kermesten kimsesiz çocuklara yardım etmiş olmak için almıştı, belki de kuzey taraflarına gittiği bir geziden dönerken, yol kenarında çanta ve şapka satan etnik azınlıkların yaşadığı bir köyden. Gençlerin arasına karışmış, sanırım benden birkaç yaş küçük olan kravatlı bir adamın çantası tavandan gelen ışık hüzmelerinin etkisiyle parıldayan siyah deriden yapılmıştı. Herhalde sınavdan sonra işyerine gidecek, akşama kadar çalışacak, sınavın getireceği bulanık zihnini gündelik işlerle meşgul olarak dağıtacaktı.

Neyse, zaman çabucak geçti de sınav salonuna girebildik. Ben “listening” bölümünde gerçek bir öğretmenin metni okuyacağını düşünüyordum. Meğer kasetten okuyacaklarmış metni. Zaten ortada anadili İngilizce olan tek bir kişi bile yoktu. Vietnam’lı sınav görevlisinin dediklerini zorlukla anlayabiliyordum. Sonuçta hepsinden emin olamasam da tüm soruları yanıtladım. “Reading” bölümü ise sandığımdan zor oldu. Soruların bazıları bana öznel yorumlara açık geldiği için yine emin olamadan yanıtladım. “Writing” ise en güzel tarafıydı. Önce yorumlamam için üç tane grafik verdiler. Üç grafik üzerine, İstatistiksel ve Matematiksel iki sayfalık bir yorum yazdım. Umarım sınav kağıdını okuyacak olan öğretmenin azıcık da olsa matematik temeli vardır. Yoksa hiçbir şey anlamaz yazdıklarımdan. Ardından da teknolojinin yararları ve zararları üzerine üfürükten bir konuda kompozisyon yazmamız isteniyordu. Ben üç sayfa boyunca kelimenin Yunanca anlamından başlayıp, batı aydınlanmasına, oradan da Adorno’nun post-modern tutumuna kadar uzun tarihsel bir resim çizdim. Ardından da klasik laflarla yazıyı bitirdim. Yok eğitim tek kurtuluşumuzdur, yok küresel ısınmaya karşı elimizden geleni yapmalıyız. Bunların bir kısmını inanarak, bir kısmını da sınav kağıdımı okuyacak öğretmeni memnun etmek için yazdım.Sonuçta her iş gibi burada da kârımı göz ardı edemezdim. Çok uç noktalara uzanmadığım için ciddi anlamda kendi fikirlerimle çelişkiye düşmedim. Sadece normal bir zamanda söylenmeye değmeyecek, herkesin bildiği türden şeyleri birbiri ardına sıralamak bana biraz ters geldi. Ama olsun! Bizden de istenen bu değil mi? Öğretmenin işi daha çok dilbilgisini kontrol etmek olacak. Umarım hızlı yazayım derken kelimeleri yanlış yazmamışımdır.

Sınavdan sonra hemen motora atlayıp okula geldim. Bir ton ileti gelmişti kutuma. Çoğu da öğrencilerden! Beni görmek, projeleri hakkında sorunlarını hâlletmek istiyorlar. Hepsine saat 4’ten sonrası için randevu verdim. Toplantıya katıldım, öğlen yemeğini yedim… Birazdan damlamaya başlarlar. Onlar gelmeden bu yazıyı son bir defa başından sonuna okuyup, sayfaya ekleyeyim. Akşam bir sorun çıkmazsa ikini kitap için bir öykü düzelteceğim. Umarım sözüme sadık kalabilirim.

23 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 72

23 Mayıs 2007 – 14:51 – HÇMK, Okul

Yarın IELTS sınavına giriyorum. Sözleşmemin devam etmesi için bu sınavdan en az 7 almam gerekiyor. Sınavdan bir korkum yok! Kendimi bildim bileli kağıt-kalemle yapılan sınavlarda başarılı olmuşumdur. Gardner “Multiple Intelligence” adlı artık kült haline gelmiş kitabında sınavlarda başarılı olanları “Linguistic Intelligence” sınıfına koyar. Aynı zekaya sahip insanların kitapkurdu olduklarını, iyi hikaye anlatabildiklerini, şair ya da oyun yazarı olabildiklerini de savunur. Kitapkurdu olmakla sınavlarda başarılı olmanın nasıl bir ilişkisi var bilmiyorum ama nedense kendime bu zeka türünü ve bir de “Logical-Mathematical Intelligence”ı uygun görüyorum. İnsan bir yerlere ait olmak istiyor elinde olmadan. Zekamın ne tür olduğunu bilirsem onu beslemem kolaylaşır. Ya da tam tersi, bugüne kadar bilinçsizce beslemiş olduğum bu iki zeka türü bende diğerlerinin önüne geçmiş, hatta onları geride bırakmıştır. Mesela ben de “Musical Intelligence”ın güdük kaldığı aşikâr. Liderlik kabiliyetim de olmadığına göre “Interpersonal Intelligence”ım da düşük olmalı. Spor yapmayı sevmeme karşın hiçbir sporda iyi olmadığıma göre “Bodily-Kinaesthetic Intelligence”ım da yerlerde sürünüyor demektir. Neyse işte! Yarın sınava gireceğiz. İngilizce anadilim olmadığı için bu sınavla okul yöneticilerine, İstatistik ve Matematik anlatacak kadar yeterli İngilizcem olduğunu kanıtlayacağım. Böylece en az bir yıllık daha sözleşmem olacak. Bunu ne kadar istiyorum ben de bilmiyorum...

Bazen bu sınavdan bilerek düşük bir not almanın beni bu ülkenin dışına atacağını düşünüyorum. Ne olur sanki? Karar vermiş olmanın getireceği ağırlıktan kaçmış olurum. Abuk subuk bir kompozisyon yazar, konuşma sınavı sırasında bol bol kelimeleri yanlış telaffuz ederim. Sonuç 7’nin altında gelince de “Ne yapalım? Buraya kadarmış.” deyip ülkeme geri dönerim. Böylece birileri “Neden güzelim işi bıraktın da geldin?” derse, “Ben bırakmadım, atıldım” derim. Tabii bunun yan etkileri olacaktır. Böylesine basit bir sınavdan 7 bile alamadığım için ilerki iş başvurularımda zorluk yaşayabilirim. Hem ya okuldaki öğrenciler duyarlarsa aldığım notu? O zaman tüm havam söner, kocaman bir hiç olurum. Çok umurumda değil hiç olmak çünkü imajım hiç olduğunda ben burada olmayacağım. Bu yan etkilerden dolayı daha havalı, daha karizmatik bir istfa yöntemi düşünüyorum: Önce sınava asılıp, alabileceğim en yüksek notu alacağım. Mesela şöyle bir 8 ya da 8.5 fena olmaz. Ardından sınav sonuç belgesini istifa mektubuma ekleyip bölüm başkanına ileteceğim. Şöyle bir cümle fena olmaz: İstifa etmem için gereken 7 barajını aşmış bulunmaktayım. Saygılarımla... “

Her sabah evden çıkmadan önce o gün yapacaklarımı ajandamın sayfasına yazıyorum. Şimdiye kadar yazdığım işleri bitirdiğim günlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Güya dün ikinci kitap için bir öykü düzeltecektim. Olmadı! Tüm akşamı bilgisayar başında ya da kitap okurken esneyerek geçirdim. Hem ütü işi de bekliyor. Sabah bir pantolon ütüledim. Her gün bir pantolon bir gömlek... Halen geçen hatadan kalan gömleklerle idare ediyorum. Dün yarım gün giydiğim sarı gömleği de kirlenmemiştir diye salondaki elbise askısına astım. Birkaç gün sonra tekrar giyerim diye. Bekarlık insana neler yaptırıyor... Patatesin her türlüsünü yedim son iki hafta içinde. Bol bol da yoğurt tüketiyorum hazır Caruvan yanımda yokken. O geldiği zaman tatlı yoğurtlar alacak, beni hasta edecek. Hem buzdolabı beni zamanımda en kral dönemini yaşıyor. Malzemeleri günlük alıp, tüketiyorum. Böylece buzdolabına çok iş düşmüyor. Bir tek peyniri, yumurtaları bir de ufak tefek sebzeleri saklıyorum buzdolabında. Dolayısıyla Caruvan’ın doldurduğu o ağır kokulu balıklar hiçbir şeyi kokutamıyorlar. Evi temizlemek ise çok gerekli olmadığı için haftada bir, üç dakikalık bir süpürme ile geçiştiriliyor. Çamaşırları hakkıyla yıkıyorum. Sağolsun makine! Bulaşıkları da eksiksiz yıkıyorum. Ocağın silme işi ise iki aylık aralıklarla yapılabileceği için Caruvan’ı bekliyor. Hem ben evi pırıl pırıl yaparsam üzülür o. Benim ona ihtiyacım olmadığını düşünmeye başlar, krize girer. Kendisini gerekli hissetmesi için evde bir şeylerin yolunda gitmemesi gerekiyor. Onsuz bir hayatın imkansız olduğunu ona hissettirmeliyim. Bundan başka da bir amacım yok.

Bugün sabah Don ile kitap değiş tokuşu yaptık. O bana Murakami’nin “Dance, Dance, Dance”ını verdi. Ben de ona Pamuk’un “Black Book”unu. Geçen haftalarda “The Snow”u okumuş. Ben de ona "Yanlış yerden başlamışsın Pamuk’u okumaya" demiştim en son gittiğimiz Karaoke partisinde. Aman Z. Bey duymasın Karaoke partisine gidip, bir yandan içerken bir yandan da REM’den “Loosing My Religion” şarkısını söylediğimi. Yoksa beni paralar yine! Yoksa REM Alevilerin şarkısı mı? Oysa o partiye katılan sekiz kişiden üçü yazardı. Don’un eşinin yazdığı öyküler kendi ülkesindeki dergilerde ve antolojilerde yayınlanmış. Ben iki öyküsünü okudum. İnce, insanın içine işleyen bir tarzı var. Don da yazıyor. Ama bu insanlar yeri geldiği zaman eğlenmeyi de biliyorlar. Entellektüelliği hayatı karartma, karamsar olma, Kafka ile akraba olma, bir odaya kapanıp gece-gündüz düşünme ile eş anlamlı olarak gören aydın bizde çoktur. Kolay mı unutmam sevgili Uli’nin Tarkan şarkısına gösterdiği tepkiyi. Sırf onun bu tepkisi için öykü yazmıştım. Yakında yayınlanacak kitapta yer alacak bu öykü. Oh olsun! İyi intikamımı almıştım o zaman. Bahsettiğim aydın güruhuna göre pop müzik dinleyenler, futbol izleyenler, şarkı söyleyenler, çekirdek çıtlatanlar, nargile içip gevezelik yapanlar ve hatta ucuz aşk romanları okuyanlar aptallar sınıflamasını hak edenlerdir. Aydınlanma çizgisine dalan her yeni aydının bu aşamadan geçtiğini düşünüyorum. Hani biz Kundera okuyup, Calvino konuşuyoruz ya! Herkes öyle olmalı. Yok efendim ne alâkası var?

Ben evlendiğimiz yıllarda Caruvan’ı alıştırmak istedim güzel edebiyata. Ona Joyce, Kafka, Marquez aldım. Sıkıldı. Okuyamadı. Gerçekçilik yetişme tarzına ya da hayâllerine ters geldi. Ama en azından okuma alışkanlığı edindi. Artık benden fazla okuyor. Okuduğu kitapları ben beğenmiyorum ama laf da etmiyorum. Mesela son birkaç yılda hastası oldu Nicholas Spark’ın aşk romanlarının. Ne yapayım? O kitapları okuyan aptal olur, okuma mı diyeyim? Okusun! Hiçbir şey okumamasından iyidir. Herkes benim gibi Murakami delisi mi olmalı entellektüel olmak için? Geçenlerde bana da almış Spark’ın bir kitabını. Okuyacağıma söz verdim. İşkence gibi olacak ama okuyacağım.Hem onu ve onun gibilerini anlamam için iyi bir fırsat bu. Söz verdik bir kere.

Bir sonraki yazıda bu tür aydınlardan söz etmeye devam edeceğim. Hele şu sınavı kazasız belasız bir atlatalım...

Yarın devam ederiz...

22 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 71

22 Mayıs 2007 – 20:28 – HÇMK, Ev

Dün, akşam yemeği için köşedeki yeni lokantaya gittim. Yanıma kitap almadığım için garsondan rica ettiğim küçük bir kağıt parçasına ufak tefek notlar alıyordum. Tam yemeği bitirmiş, çıkmaya hazırlanıyordum, içeriye sarışın güzel bir kız girdi. Uzun boylu, Fransızlar’da görmeye alıştığım türden simetrik ve sivri bir burnu vardı. Kız içeriye girer girmez, benim karşımdaki masaya, yüzünü bana dönecek şekilde oturdu. Koca lokanta bomboştu. İstediği yere oturmak varken, neden benim tam gözümün önüne oturmayı seçmişti. Gözüm bu arada yüzüğümü takmadığım parmağıma ilişti. Bu bilinçli bir tercih değildi. Saatim ve cep telefonum da yoktu yanımda. Evden çıkarken tüm takılarımı evde bırakmıştım işte! Kadının yüzüne doğrudan bakmaya cesaret edemediğim için –kendime yakıştıramıyorum böyle bir şeyi- cama yansıyan yüzüne baktım. Dışarısı karanlık, içerisi de tam tersine ışık cenneti olduğu için görüntü alabildiğine netti. Masaya oturur oturmaz bilgisayarını açtı. Ne de olsa lokantada kablosuz internet var. Benim hiç de haz almadığım bir şey! Zaten her yanımız internet, zaten her yerde bağlıyız, bari yemek yerken bizi rahat bıraksın bu internet denen gönüllü sürgün aracı. Ama yok! Artık gençler hep birlikte kafelere doluşup, internetle haşır neşir oluşuyorlar. Hani sosyalleşme? Hani insanlarla iletişime geçme? MSN’de sohbet ediyor ya, yeter! Sanırım bu kız da internetteki arkadaşıyla sohbet ediyordu. Bir süre daha bilgisayarıyla oynadıktan sonra garsona pizza söyledi. Bu arada sürekli bilgisayarında bir şeyler yazdı. Garson yanından ikinci kez geçerken pizzayı iptal etmek istediğini belirtti ama garson kızın ne demek istediğini anlayamadı. Bir süre her ikisi de elleriye, gözleriyle bocaladılar. Ben tüm bu olanları penceredeki yansımadan, ara sıra yoldan geçen arabaların ışıklarının meydana getirdiği görüntü kopmaları eşliğinde izledim. Kahvemden son bir fırt daha çektim. Artık çıkmalıydım.

Bu sırada içeriye Gavin ve küçük kızı Rebecca girdi. Baba kız lokantanın ortasındaki geniş koltuklara kuruldular. Ben de onları görünce dayanamadım, yanlarına gittim. Gavin’i uzun süredir görmemiştim. İlk zamanlar birkaç defa okulda frizbi oynamıştık. Bir iki defa da spor salonunda koşarken ya da ağırlık çalışrken görmüştüm. Eşi Vietnamlı. Burada uluslararası bir okulda İngilizce öğretmenliği yapıyor. O geldikten sonra ben eve dönmekten vazgeçtim. Oturduk, onlar yemeklerini bitirene kadar edebiyattan, yazmadan, tiyatrodan, siyasetten konuştuk. Türkiye hakkında son gelişen olaylardan dolayı çok şey duymuş ama ne olup bitiğini tam çıkaramamış. Ben de gülerek, “Ne olup bittiğini ben de anlamış değilim, kimsenin anladığını da zannetmiyorum.” dedim. Kendisi de bir ara yazmaya çalışmış ama yürümemiş. Ona Orhan Pamuk’un romanlarından, Nobel konuşmasından, sevdiğim yazarlardan bahsettim. Bir dahaki görüşmemizde kendisine “Black Book”u ya da “White Castle”ı vereceğim. Ona Pazar akşamı gittiğim tiyatro oyunundan da bahsettim. Müsait olursa gelecek Pazar birlikte gideceğiz. Kaybedecek bir şeyim yok! Aynı oyunu bir daha görmekten zarar gelmez. O da bana Ho Çi Min’deki İngiliz Uluslararası Okulu’nun yakında bir tiyatro gösterimi olacağını söyledi. Bu sabah oyunun adını, yerini ve tarihini öğrendim. J. B. Priestly’nin “An Inspector Call” adlı oyunu, okulun öğrencileri tarafından sahnelenecekmiş. İlk fırsatta bilet alacağım.

Rebecca rahat dursaydı daha uzun konuşacaktık ama ufaklık hoplayıp zıpladığı, tuzluğu yere attığı ve elindeki suluğu ters çevirip koltukları ıslattığı için Gavin gitmenin zamanının geldiğine karar verdi. Annesi alışverişe çıkmış. Çocuğu babasına bırakmış. Bu arada ikinci bebeklerini beklediklerini öğrendim. Biraz kıskançlıkla –elimde değil- tebrik ettim. Biz çıkarken sarışın kızın erkek arkadaşı gelmişti. Kısa boylu, hafif şişman, büyük olasılıkla Vietnamlı bir adamdı. İçeri girince kızı alnından öptü. Sonra da karşısına oturup konuşmaya başladılar. Dışarı çıktığımızda yağmur yağıyordu. Hızlı adımlarla yürüyerek eve vardım. Yazma üzerine Gavin’le yaptığımız konuşma sırasında İngilizce olarak yazdığım iki öyküyü kendisine göndereceğimi söylemiştim. Eve varınca önce onları gönderdim. Tiyatro hakkındaki yazıya başlamadan önce biraz Naipaul okudum. Yazacağım şey ne olursa olsun, başlamadan önce ilintili ya da ilintisiz bir şeyler okuma alışkanlığımı seviyorum. Naipaul üzerine ciddi bir yazı yazmak gerek. İnsanların ruhlarına, kimliklerine ve sırlarına rahatlıkla hakim olabilen bir düşünür ama konu İslam olunca biraz yalpalıyor. Mesela daha kitabın başında İslamı rönesans doğurmamakla suçluyor. Sanki Hristiyanlık rönesansın nedeniymiş gibi. Batıda rönesans antik Yunan’ın ve Roma’nın hümanizmine dönmekle gerçekleşti. Yani aslında rönesans kiliseye sırtını dönmekle aynı şey. Yoksa kilisenin her türlü değişime karşı olduğu, dünya dönüyor diyen Galile’yi ev sürgününde tutup, matematikçi Bruno’yu ateşe attığını herkes biliyor. Hem ayrıca İslam medeniyetini tamamıyla görmezlikten gelmesi, İslam inancına yukarıdan bakması ve hatta hor görmesi beni hayli rahatsız etti. İslam medeniyetinin rönesansı Endülüs’te açıkça gözlemlenebilir. Bunun savunmasını yapacak değilim. Batıda yaşanıp da doğuda yağanmayan tek sıçrama bilimsel düşüncenin dogmalar karşısındaki zaferidir. Bu rönesansla sınırlamak ahmaklık olur. Daha önce Brian’dan Naipaul’un emperyalist çizgide bir yazar olduğunu duymuştum. Brian o yüzden okumazdı Naipaul. Daha önce “A Bend in the River”ı okurken, Afrika üzerine yazdıklarından ciddi anlamda oryantalist bir koku sezmemiştim. Belki de Afrikalı olmadığım içindi tepkisizliğim. Ben de diğerleri gibiyim işte! Kuyruğuma basılmadan çığlık atmıyorum. Hem benim Tayland ya da Vietnam hakkında yazdıklarıma ne demeli? Ben anlayabiliyormuyum bu insanları? Anlayıp mı yazıyorum yoksa yargılayıp mı yazıyorum? Özeleştirimi diri tutmam gerek. Bir yazar ancak özeleştirisi sayesinde yazı yazma sanatında ve düşüncelerinde berraklaşır, daha rafine ürünler vermeyi başarır. Mesela Naipaul’un İran’ı tanımlarken bir hiçten bahsediyor gibi konuşması, insanları üçkağıtçı ve dalevereci olarak betimlemesi rahatsız ediyor beni. İran’a hiç gitmedim ama sağolsun Fatma Özdirek sayesinde gitmiş gibi oldum. Şimdilik bu kitap hakkında çok şey söylememin pek bir anlamı yok. Kitabı okurken bir yandan notlar alıyorum. Bitirince etrafını cami, ağyarını mani bir eleştiri yazacağım.

Akşam yazıyı bitirip sayfama koyduktan sonra nedense kafamdaki düşünce kırıntıları bir türlü durmadılar. Soğuk suyla duş aldım, yatağa girdim ama uyku tutmadı. Sanırım gece ikiye kadar bundan sonra yazacaklarımı düşünüp durdum. Türkçe yazmaya başladığım için içimde tarifsiz bir heyecan var. En azından artık eskisi gibi hangi kelimeyi, hangi deyimi kullanacağım diye kafa yormuyorum. Türkçe yazarken hızım İngilizce yazarkenki hızımın neredeyse iki katı. Bu bile dönüşüm için yeterli bir gerekçe.

Sabah dokuzda üç saatlik bir derse girdim. Neredeyse 12’ye kadar aralıksız İstatistik anlattım. Bu arada öğrencileri uykudan ve sıkılmaktan uzak tutmak için bir sürü de şaklabanlık yapıp, onları güldürdüm. Bir ara derste motor kasketi bile taktım. Matraklık olsun! Yoksa geçer mi üç saat? Dersten sonra yemek yedim ve ardından öğrencilerin sorularını yanıtladım. Saat iki gibi gözlerimi açamayacak kadar uykusuz ve bitkindim. Motora atlayıp eve geldim ve iki saat uyudum. Kalkınca da T ile buluşmaya gittim. Güya bana Vietnamca öğretecekti. Bir şey öğrendiğim yok! Hem zaten her zaman geç geliyor. Bazen gelmiyor bile. Tayland’da olduğu gibi burada da insanlar saati bir süs eşyasından öte bir amaç için kullanmıyorlar. Buluşmaya gelmeyen arkadaş arama zahmetine katlanmıyor. Dün temizlikçi kadın gelip ütü yapacaktı. Ne geldi, ne aradı, ne de sordu! Ben temizlikçi şirketi aradım, yanıt veren olmadı. Öğrenciler bile farklı değil. Bugün bir öğrenciye 12:30’da yazıhanede buluşmak için randevu verdim. Ben öğrenciyi bekletmemek için yemeğimi hızlı hızlı yedim ve yukarı çıktım. Oysa sevgili öğrencim 15 dakika geç kaldı. Neden geç kaldığını sordun: Arkadaşlarıyla muhabbet ediyormuş. Ne kadar da geçerli bir mazeret... Bazen sinirlenmemek için kendimi zor tutuyorum...

T’nin yanından gelince meşhur “tavuklu erişte” yemeğimi yaptım ve yedim. Bu arada arka dişlerimden birisi kırıldı. Ufak bir parçasını az daha yutuyordum. Bir bu eksikti. Şimdi dilim iki de bir o kırık dişin, keskin kıyıcığına sürünecek. Oynaya oynaya dilimi acıtacağım... Bu da gönüllü işkence...



21 Mayıs 2007

Vietnam'dan Mektuplar 70

21 Mayıs 2007 – HÇMK, Ev

Dün öğleden sonra Tennessa Williams’ın “Summer and Smoke” adlı tiyatro oyununa gittim. Yıllar sonra bir tiyatro oyununa izleyici olarak gidecek olmam bende yeteri kadar heyecan uyandırmıştı. Hele bir de oyuncuların amatör olmaları, bu işi sırf zevk için yapıyor olmaları heyecanımı daha da kamçılıyordu. Çünkü ben de bir zamanlar, üniversitede okuduğum son yılda, Ebru adında bir arkadaşın arkasına takılıp, Beyoğlu’da sadece Bertolt Brecht’in eserlerini yorumlayan Tiyatro Mango’ya takılmıştım. Hiçbir zaman aşk derecesinde tiyatrocu olmak istemedim ama genç oyuncuların tiyatroya olan bağlılıkları, her şeylerini bırakıp, kollektif bir anlayışla kirasını ödeyip, çayları demledikleri o eski binada bir araya gelerek, oyun sergilemeleri beni çok etkilemişti. Onlar gibi idealist, onlar gibi dertli olmayı çok istedim ama biten okul, beni bekleyen uzaklar tiyatroya izleyici olarak bile uzun bir ara vermeme neden oldu. Öyle ki son yedi yıl içerisinde Ebru’yu bile bir kere gördüm. Oysa onun, güney kampüsteki revirin duvarına kafa üstü dikilip, şarkı söylediği zamanları unutmam imkansız. Rolüne hazırlanmak için her türlü deliliği yapıyordu. Hoplayı zıplıyordu çimlerin üzerinde. “Kafkas Tebeşir Dairesi” ne mi hazırlanıyordu. Oysa bildiğim kadarıyla tiyatronun yönetmeni, Halit Abi, ona rol vermemişti. O da benim gibi izleyici olmuştu. Eşittik işte! Her şeye rağmen eşittik...

Tiyatroya takılan, benim gibi Matematik eğitimi alan bir arkadaş vardı. Tiyatro aşkından derslerini salladığı için okuldan ümidini kesmişti. Bir rüyanın peşinden gitmeye hazır, gemileri yakacak kadar kararlıydı. Halit abi ona “tiyatro okula girdiğin anda başlar” demişti. O da binaya girer girmez matematiği unutur, oyuncu olurdu. Halit abi de dışarıda ekmek arası sosis satan bir emekçiydi. İki çocuğu, karısı vardı. Hafta sonlarını gençleri tiyatroya ısındırmakla harcıyordu. Deli gibi de okuyordu. “Don Kişot”un bir yatak odası başyapıtı olabileceğini ondan öğrenmiştim. Hem sonra yeldeğirmenlerinin kapitalizm canavarını temsil ettiğini, Sanço Pançez’i akıl, Don Kişotun duygu olduğunu... O da heyecanlıydı, azimliydi. Ne yaptığını biliyordu ve bildiği gibi davranıyordu. O okulda bildiği gibi davranmayan tek kişi vardı...

Neden ben de o Matematikçi arkadaş gibi olamadım? Çünkü beni bekleyen uzaklar vardı. Ne kadar o uzaklara inanamasam da gidilecek yerler benim geleceğime inanmışlardı. Ellerim, ayaklarım zincirli, çekip götürüleceğim uzaklara düşkündüm yalnızca. Bunu Ebru da biliyordu ama sesini çıkarmıyordu. Çünkü sesini çıkarsa beni gerçek anlamda tanımaktan korkuyordu. Sallanan bir diş gibi ağzın içinde varlığı ve yokluğu bir olan bir parazittim ben kentin yüreğinde. Ya bir sallantı, arafda olmaktan memnunmuş rolü oynayan bir aktör olacaktım ya da uzakları seçip yalnızlığıma çekilecektim. Ben ikincisini seçtim. Çünkü ikincisi kolay olandı. Kendinden kaçmanın sonu yoktu ve kaçabildiğin sürece rahattın. Oysa bu rahatlık içinde bir rahatsızlık vardı. İşte bu rahatsızlık beni yazmaya ve kendimi keşfetmeye yöneltti. İki kimliklilik ya da kimliksizlik... Aradaki farkı halen bilmiyorum.

Dün öğleden sonra evden çıktım. Çamaşırları balkonda bıraktım çünkü hava açıktı. Oysa kentin merkezine vardığımda kara bulutların beni takip ettiklerini fark etmem uzun sürmedi. Dong Koi’daki Bombay Lokantasına gidip önce karnımı doyurdum. Yolda Mongkol’un “my best friend” diye tanımladığı Amerikalı arkadaşı Paul ile karşılaştık. Gerçi karşılaştık pek doğru bir ifade sayılmaz. Ben köşeyi dönerken o beni oturduğu yerden görmüş. Hemen kafenin dışına fırlamış. Ayak üstü birkaç kelime edip yoluma devam ettim. Yemekten sonra yine yol üzerindeki eski kitapçıya gidip, son bir hafta içinde gelen kitaplara baktım. Murakami’nin “Kafka on the Shore” adlı romanını 50 bin Dong verip –böylesine güzel bir romanı daha ucuza almak ayıp olur diye pazarlık bile yapmadım- satın aldım. Hızlı adımlarla motorumu park ettiğim yere yürüyordum ki az önce beni yakaladığı noktanın birkaç metre ilerisinde Paul ile tekrar karşılaştım. O da motorunun park bekçileri tarafından getirilmesini bekliyormuş. Yine üçbeş kelime edip, koşarak motoruma ulaştım. Bundan sonra yapılacak iş tiyato binasını bulmaktı.

Sandığımdan da kolay oldu bulmak tiyatroyu. Yol kenarındaki bir parti görevlisine sormam yetti. Her sokağa en az bir tane düşen bu parti merkezlerinin etrafta olan biten her şeyden haberdar olduklarını yine Vietnamlı arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Onlardan habersiz bir genç evine kız bile getiremezmiş. Anlamadığım parti görevlilerinin etrafta olup bitenleri bilmekten başka bir iş yapıp yapmadıkları. Ne zaman görsem, kapının ağzında oturup, buzlu kahve içen asker kıyafetli bir güruh...

Ben tiyatro salonundan içeri girdiğimde benden önce gelmiş tek bir izleyicinin ön koltuklardan birinde oturduğunu fark ettim. Salon saat beşte dolmadığı için 5:25’e kadar bekledik. Zaten ufak olan salonda klima çalışmadığı için dev bir fırıldak girişin sol tarafına konmuştu. Ama ne kadar büyük olursa olsun fırıldağın gücü salonu serinletmeye yetmiyordu. Ben sahneye yakın bir koltuğa oturdum ve çantamdan Murakami’nin kitabını çıkarıp, ilk sayfasına adımı yazdım. Nedense bu işten tuhaf bir zevk alıyorum. Bir kitaba sahip olmanın –fiziksel anlamda kitap fetişizmi mi demeli?- dayanılmaz hafifliği. Bir kaç sayfasını karıştırdım, kokladım. Sabah Naipaul’un “Among the Believers” adlı kitabına başlamış olmamdan dolayı ufak da olsa bir pişmanlık duydum. Öyle olmasaydı şimdi ne güzel Murakami okuyor olacaktım. “The Wind Up Bird Chronicle” ve “Sputnik Sweetheart”ın yazarı beni hem üslubuyla hem de ciddiyetiyle hep şaşırtmıştır. Çaresiz Naipaul’un İran devrimi sonrası Kum’a yaptığı geziye yumulup, okumaya başladım. Bu sırada Fransızca şarkılar dinliyorduk. Bana nedense İkinci Dünya Savaşını hatırlatan bu eski Fransızca şarkılarda hüzne ve doğup büyüdüğüm kent olan İstanbul’a ait bir şeyler bulurum hep. Arada bir bağ olmadığı açık. Kadın şarkıcının ne dediğini bile anlamıyorum ama şarkının müziği ve arada sırada sese karışan plak cızırtısı Beyoğlu’ndan aşağı yalpalayarak yürüyen sarhoş bir kadın imgesini yaratıyordu zihnimde. Oysa Beyoğlu’ndan aşağı yürüyen sarhoş bir kadın hiç görmedim hayatımda.

Derken oyun başladı. Oyuncular Vietnamca konuşuyorlardı. Oyunun Vietnam toplumuna uyarlanmış İngilizce metni sahnenin üzerine asılmış beyaz bir ekrana yansıtılıyordu. Ama ekran küçük geldiği için çoğu zaman yazıların son satırlarını, ta sahnenin arkasındaki duvarda görebiliyordum. Projectörden yansıyan yazılar arka duvara varana kadar çözünürlüklerini yitirdikleri için de okunmaz duruma geliyorlardı. Bazen öyle oluyordu ki cümlede geçen “i” ve “j” harflerinin sadece noktalarını ekranda görebiliyordum. Yazının kalanı sahnenin arkasına vuruyordu. Bir başka zorluk ise ekranın çok yukarda olmasıydı. İnsanın boynunu rahatsız edecek derecede hareket gerekiyordu sahneyi ve yazıları aynı anda takip etmek için. Dikey oynanan bir ping pong maçı gibiydi açıkçası. Bütün bu zorluklara rağmen oyundan kısa sürede zevk almaya başladım. Boynumu sıklıkla aşağı yukarı oynatma sorununu ise şu şekilde çözdüm: Yazılar ekrana yansıyınca hepsini bir defada okuyor, ardından da sahneye bakıp, kimin hangisini diyeceğini basit bir tahminle çıkarsayıp, sahnedeki ayrıntılara bakıyordum.

Oyun güzeldi. Williams’ın orjinal sözleri incelikle Vietnam kültürüne uyarlanmıştı. Fakat sinemalarda olduğu gibi burada da Vietnam’lı gençlerin patavatsızlıkları –cehaletleri mi demeliyim?- sinirlerimi germeye yetti. Önce arkamda oturan kızın çekirdek çıtlatma sesleri geldi. Her iki saniyede bir kulağımın dibinde bir çatırtı. Sonra yanımda oturan çocuk elindeki kamerayla her beş saniyede bir fotoğraf çekmeye başladı. Ön çaprazımda oturan kız ise cep telefonuyla mesaj alıp vermekle meşguldü. Sonradan öğrendiğime göre bu kız, yanındaki uzun boylu diğeriyle birlikte sahnede önemli rollerden birisini oynayan arkadaşlarını görmeye gelmiş. Bu durumda arkadaşları sahnede olmadığı zamanlarda telefonla oynayıp durmaları hoşgörülebilir tabii... Burası Vietnam... Ayrıca insanların cep telefonları hiç susmadı. Neden sussun ki? Altı üstü bir oyun! Oyuncuya saygı duymaya gerek var mı? Bunca emeğe, bunca harcanan paraya ve zamana, bunca ayrıntıya!!!

Beni asıl rahatsız eden şey ise oyunun ortalarına doğru salona giren yaşlı adam, karısı ve torunu –herhalde torunuydu- oldu. Çocuk salona girdiğinden oyunun sonuna kadar oturduğu sandalyeyle oynadı, sağı solu gıcırdattı, oraya buraya yumruk attı. Durumdan rahatsız olan tek kişi ben değildim ama yaşlı adamın torununun yaptıklarından en ufak bir endişe duymadığı aşikârdı. Aynı yaşlı adam oyun bitip, oyunun yönetmeni ve oyuncularla yapılan soru-cevap bölümüne geçtiğimizde, aslan kesilip Vietnam kültürünün mutlak koruyucusu gibi konuşmaya başladı. Adamcağızı rahatsız eden ne oyunda geçen felsefi konuşmalardı ne de ruhun varlığını reddeden doktor. Kafasını taktığı tek bir şey vardı. Oyuncuların adları Vietnam’caydı. Yani olaylar Saigon’da geçiyordu. Bu durumda nasıl olurda bir Vietnamlı kız evli olmadığı bir erkek tarafından öpülebilirdi. Ben gülmemek için kendimi zor tuttum çünkü adamın önerdiği çözüm evlere şenlikti: İsimler İngilizce kalsaymış daha iyi olurmuş. Böylece öpüşen çiftlerin Vietnamlı olduklarını düşünmemiz gerekmezmiş. Düşünsek ne olur? Sanki Vietnamlı gençlerin dudağı yok öpmek için! Sanki parklara, bahçelere doluşan, yüzlerce, hatta binlerce “motorsiklet otellerde” –tabir bana ait- öpüşen, koklaşan, kucak kucağa oturan Vietnamlı gençlerin hepsinin adları Jessica ve Robert. Oyunun yönetmeni bu yoruma yanıt vermedi. İyi de yaptı. Ciddiye alınacak bir eleştiri değildi çünkü. Tiyatroya Saigon’da yaşayan, David ile Rebecca’nın akıl almaz aşk maceralarını izlemeye gelmedik biz. O da benim gibi gülüp geçiştirdi. Dinazorca bir çıkış olarak düşünmüştür herhalde yaşlı adamın söylediklerini... Başka ne olabilir.

Oyun bittiğinde, tüm bu olumsuz etkilere rağmen ben mutluydum. Oyuncuların gözlerindeki pırıltı görmeye değerdi. Hepsi yapmış oldukları işin hakkını vermişti. Hele başrolde oynayan kıza hayran olmamak elde değildi. Kız ailesinin zoruyla “Ticaret” okumuş ama içindeki tiyatro aşkı yüzünden başka bir üniversitenin “oyunculuk” bölümüne de kaydolmuş. Neden böyle yaptığını sorduklarında, “ailem ancak ticaret bölümünü bitirmem şartıyla, tiyatroculuğa devam etmeme izin verdi” dedi. İşte o anda aklıma yedi yıl önce Tiyatro Mango’da gördüğüm o Matematik bölümü öğrencisi geldi. Alkışladığım, alkışlayacağım bu oyuncunun rolünü güzel oynamış olması değildi sadece. Bu azmin, inancın ve hatta inadın zaferiydi. İnsan ancak aşık olursa böyle bir zaferi elde edebilirdi ve aşk ilerleyen yaşıma rağmen, kendisine şapka çıkartılacak önemli insani meziyetlerden birisidir benim için.

Her şey bittikten sonra, gidip bizzat oyunun yönetmenini tebrik ettim. Maalesef oyuncularla konuşma fırsatım olmadı çünkü İngilizce konuşmuyorlardı. Ben de Vietnamca’yı hâlen iki aylık bir bebeğinkinden daha yetkin bilmediğim için denemedim bile. Yönetmen oyunun ilerki seanslarına arkadaşlarımı getirmemi rica etti. Ben de söz verdim okuldaki arkadaşlara konuyu açacağımdan. Gerçi hemen herkesin oyundan haberi var ama sanırım kimsenin sanata ayıracak vakti yok. Belki benim tahşidatımla, gaza gelip birkaç kişi gider. Bugün denedim, Gavin gitmek istiyor. Belki haftaya Pazar birlikte gideriz.

Oyundan sonra koşarak merdivenleri indim. Motora atladım ve evin yolun ututtum. Ho Çi Minh Kentinin beni aptala çeviren bir özelliği hemen tüm yolların birbirine benzemesi. Bir yere giderken şans eseri kaybolmasam bile aynı yoldan geri dönerken kaybolabiliyorum. Biz tiyatrodayken yağmur deli gibi yağmıştı anlaşılan. Yol kenarlarındaki minik göllerden, tekerleklerin yarıçapı yüksekliğine gelen su birikintilerinden geçip, birkaç defa yanlış dairelerin –bir de bu Fransız usulü yuvarlaklar var- etrafında dönüp, yanlış sokaklara savrulduktan –merkazkaça uğrayan topaç gibi- sonra yolumu buldum. Eve vardığımda hemen balkona koştum. Gömlekler ve pantolonlar duvarın arkasında kaldığı için ıslanmamışlardı ama kenara yakın koyduğum iç çamşırları ve çoraplar çamaşır makinesinden çıktıkları durumdan iki kat daha ıslaklardı. Onları bir güzel elimle sıktım, odanın içine astım. Gelirken yolda aldığım mama’nın üzerine sıcak su döküp yedim. Ter içinde acılı mamayı yerken aklım yine yarım saat önce sahnede seyircilere pırıldayan gözlerle bakan oyunculara takıldı. “Ya” dedim kendi kendime, “ya ben de yedi yıl önce uzakları değil de gerçekle yüzleşmek anlamına gelen İstanbul’u seçseydim, bugün alkışlanılan, gözlerindeki pırıltıyla seyirciyi selamlayan bu oyuncular gibi olabilir miydim?”



20 Mayıs 2007

Vietnam'da Mektuplar 69

20 Mayıs 2007 – 13:21 – Ev, HÇMK

Ara verdikten sonra tekrar yazmaya başlamak kadar zor bir şey yok sanırım. Bilgisayarın başına her ne kadar büyük bir şevkle oturmuş olsam da başlamak hep o aynı zorluğu barındırıyor. Bugüne kadar yazmış olduğum yüzlerce sayfanın, öykülerin, denemelerin, kitap eleştirilerinin bile çok faydası yok. Aşırı yük bindirilmiş bir uçak gibiyim. Kalkışa geçmek her zaman için uçmaktan daha fazla enerji gerektiriyor. Uçağın daha önce yüzbinlerce kilometre kat etmiş olması bu gerçeği değiştirmiyor. İşte burnumu havaya kaldırdım, ön tekerleklerim yer ile bağlantısını kopardı, büyük bir gürültü ile sallanıyorum. İçimdeki karanlık ses “Dön geri, kitap oku ya da televizyon izle” diyor. Dinlemiyorum! Uçmak, kaybolmak, kısa bir süreliğine de olsa yerden uzaklaşmak istiyorum. İşte arka tekerlekler de kopardılar kendilerine vurulan çekim zincirini. Artık güvendeyim, tereddütten dolayı sasılmıyorum. Gideceğim yön belli, geri dönüşüm olamnaksız. Tüm enerjimi yükselmeye verip, bir an önce bulutların üzerine varmalıyım. Çünkü ancak bulutlar teselli edebilir tembellikten yorulmuş bir yüreği...

Bundan sonra güncemi Türkçe tutacağım. Vietnam’a geldikten sonra İngilizce yazmak gibi cesaret isteyen bir işe giriştim. Fena da olmadı! Yetmişe yakın günce sayfası yazdım. Bunların bir kısmını ben bile beğendim. Pek çoğu ise bir daha dönüp bakılmamak üzere internet denen dev evrenin karanlık dehlizlerinde var olmaya –ne demekse var olmak?- devam edecekler. Bazen kendime dönüp “Ne de olsa İngilizce yazıyorum. Bok kadar değeri olmayan şeyler yazsam bile kaçıp sığınabileceğim bir bahanem var” kolaycılığıyla saçmaladım. Ne de olsa kendi dilimde yazmıyordum. Yanlış yazsam, dilbilgisi kurallarının canını okusam kim ne diyecekti? Pek az insanın bildiği bir ülkede yaşıyor olmam da yazdıklarıma destek oldu. Zırvaladım, bilinen şeylere gereksiz yere parmak bastım, anlamadığım insanların anlamadığım kültürleri üzerine hükümler verdim, onları yargıladım ve hatta çoğunda sonucu bile beklemeden onları ayıpladım.

Bugün takvime baktığımda bu ülkeye ayak bastığımdan beri on bir ay on gün geçmiş olduğunu fark ettim. Bu süre içerisinde sadece beş öykü yazabildim. Eğer şu anda üzerinde çalıştığım öyküyü önümüzdeki yirmi gün içerisinde bitirebilirsem bir yılda altı öykü yazmış olacağım. İçler acısı bir durum! Hepsini toplasam 30 bin kelime ya eder ya etmez. Oysa arkadaş çevresi geniş olmayan, eğlence seçenekleri güdük kalmış bir insan eğer yazmayı seviyorum diyorsa daha üretken olmalı. Bu yönümle de kendimi tembel görüyorum. Bir işe yöneldiğimde nedense ufak tefek şeylerle dikkatim dağılabiliyor. 300-400 sayfalık romanı bir haftada ancak bitirebiliyorum. Eğer okuduğum kitap felsefe ya da toplumbilimi üzerine ise bu süre iki haftaya çıkıyor. Oysa daha hızlı olmalıyım. Ömür kısa, yapılacak işler çok... Önümde iki seçenek var: Kendime karşı yumuşak olup, ben böyleyim diyerek, işleri oluruna bırakmak. Ya da ciddi disipline sarılıp, kendi oluşturduğum kurallar cehenneminde yaşamaya alışmak. Birincisi kolay görünse de aslında kişiliğimi değiştirmem zor olduğu için uzun vadede daha sorunlu. Çünkü ben uzun süre yazıya ara verince kendime karşı düşman kesiliyorum. Saldırganlaşıyorum! Akıllı kararlar veremiyorum! Bir girdaba yakalanmış gibi sürekli dibe doğru çekilirken, bir yandan da karşı koyma kabiliyetimi kaybediyorum. Karşılıksız, kısır döngüden oluşan günler birbirini yok sayıp, beni arada bırakıyorlar. Serseri mayın gibi geziniyorum ortalıkta. Bu durumdan zarar gören sadece ben değilim. Durumun ciddiyetini anlayamayan eşim de acı çekiyor benimle birlikte. Onun ıstırabının kaynağı bana olan sevgisi. Benim ıstırabımın kaynağı ise bir türlü uçağımın burnunu kaldırıp, yerçekimine meydan okuyacak güce erişememesi. Ya da bunda çok ama öok zorlanmam. Kısır’ı yazdıktan sonra neredeyse iki ay geçti. O zamandan beri hiçbir şeye dokunamadım. Bir iki yazma denemem oldu ama hepsi heyecan eksikliğinden ya da malzeme yetersizliğinden yarıda kaldılar.

Ama artık dönüyorum. Uzun süre düşündüm ve kararımı verdim. Bir yıl sonra, Haziran ayında istifamı verip Türkiye’ye döneceğim. Doğup büyüdüğüm topraklara, sekiz yıl arada sonra geri dönmek beni hem mutlu ediyor hem de tedirgin. Mutlu olacağımı düşünüyorum çünkü insanlarla rahatlıkla iletişim kurabileceğim, dostlarım olacak, ailem bana destek olacak. Tedirgin oluyorum çünkü beklentilerimden çok farklı şeyler bulmaktan korkuyorum. Sekiz yıl azımsanacak bir süre değil insan hayatında. Çok şeyin değişmiş olduğunun farkındayım. Ama bu değişmişliklere alışabilecek miyim? Ya da ülkemdeki insanlar benim alışma çabalarıma müsahama gösterebilecekler mi? Bir de varır varmaz askerlikle bocalayacağım. Belki de saunadan çıkıp, doğrudan buzlu suya atlamak en iyisi! Kısa ve öz!

Beni tedirgin eden bir başka nokta ise kimilerine göre bencilce sayılabilecek kişisel bir tutum. Burada, Tayland’da ya da Vietnam’da farklı birisiyim ben. Uzaklardan gelmiş, buraların insanına benzemeyen bir yabancıyım. Rahatlıkla parmakla gösterilen, çoğu zaman ilgiyle karşılanılan, kendisine gülümsenen birisiyim. Sekiz yıl içerisinde sokaklarda bir yabancı gibi muamele görmeye alıştım, hatta bundan tadımsızbir zevk almaya başladım. Öyle ki yabancı olmak beni mutlu ediyor çünkü ancak bu şekilde gündelik hayatın kargaşasına bulaşmadan kendi dünyamı yaşayabiliyorum. Oysa ülkemde sıradan birisi olacağım. Milyonlarca gençten birisi. Sıradan olmak beni korkutuyor. Buna hakkım olmadığını bilsem bile içimde kaybedeceğim ayrıcalığın eksikliğini hissetmeme engel olamıyorum. Hoş artık genç sayılmam ama nedense geri döndüğümde kaldığım yerden başlamama izin verilecekmiş gibi bir his var içimde. Tekrar yirmi üç yaşımda olacağım, tekrar hayata atılmak için çaylak, yazmaya başlamak için amatör olacağım. Belki de daha güzel olacak, belki de bunca yıldır göremediklerimi görüp, yazmadıklarımı yazacağım. Yolda yürürken ilan panolarındaki yazıları okuyabiliyor ve anlayabiliyor olmak bana ayrı bir zenginlik getirecek. Dilencilerin şarkılarına eşlik edebilmek, futbol maçlarını kendi dilimde izleyecek olmak, dostlarla biraraya gelip çay içerken siyaset ya da edebiyat konuşmak, annem ile çarşıya çıkıp beyaz peynir almak, eşime Türkçe öğretmek, sabahları poğaça ve börek yemek, kütüphanelerde vakit öldürmek, Üsküdar sahilinde yürümek... Bütün bunlar güzel tarafı geri dönüşün... Peki ya işler yolunda gitmezse... Bu durumda benim dönüşüm gerçekleştikten kısa bir süre sonra yerini pişmanlığa bırakacak. Çitin öteki tarafındaki otları hep daha yeşil bulan inekler gibi ben de hep bana uzak olanı arzulayacağım. Burada mutsuz olduğum gibi orada da mutsuz olup, artık sorunun otlarda değil de ineklerde olduğunu çaresizce anlayacağım.

Yapacak bir şey yok... Bekleyelim ve görelim...