Tık tık tık…
Adımlarını yeşil ışığı ilk gördüğü elli metre geriden
hızlandırmış olan Yi Xiong, ışık kırmızıya dönmeden birkaç saniye önce yola
atlamış, sayıları bir hayli azalmış olan arabalarının içinde sabırsızlıkla
bekleyen sürücülerin bitkin bakışlarına aldırmaksızın koşar adımlarla caddeyi
boydan boya geçmişti. Kazandığı birkaç saniyeyle ne yapacağını bilemese de
soluk soluğa diğer kaldırıma adımını attığında bu başarısından dolayı kendisini
derin bir içtenlikle tebrik etti. “Aferin sana, Yi Xiong. Zamanını verimli
kullanarak ve hep daha iyisini hedefleyerek hayattan alınabilecekleri maksimize
etme konusunda üstüne yok! Keşke herkes senin gibi olsa…” düşüncesi tam olarak
bu sözcüklerle olmasa da bu sözcüklerin tortusu denilebilecek bir ferahlık ve
serinlik esintisi olarak tepesinden tırnağına doğru ılık bir meltem gibi
yayılmıştı. Çocukluğundan beri böylesi ufak tefek kazançlardan mutluluk payları
çıkarmaya ve bu payları kişisel bir özbenlik şişirme bayramına dönüştürmeye
bayılırdı; kimseyi kırmayan, hiçbir canlıya zarar vermeyen, genel kurallar ve
kabul görmüş teamüller dahilinde yapılan, küçük alışverişlerin küçük kârlarını
elde etmek ona hep ne kadar da zeki ve iyi kalpli bir insan olduğunu
hatırlatmış, bu şekilde hem başkalarına iyi örnek olduğunu hem de dünyanın
toplam iyilik ve güzellik küfesine pozitif anlamda katkıda bulunduğunu
düşündürmüştü. Kurmuş olduğu mütevazi prensliğin ezeli ve ebedi hükümdarıydı o,
kimseye hesap vermek zorunda olmadığı gibi çoğunlukla etrafındakilerin
takdirini de kazanırdı. Keşke herkes de onun gibi, rahatsızlık yaratmadan,
sadece ve sadece daha çok çalışarak ve aklın önerdiği yöntemleri kullanarak
mükemmele giden yolun müdavimi olsalardı. O zaman ne yoksulluk kalırdı dünyada
ne de savaş! Adaletsizlik, zulüm ve gözyaşı bir daha hortlamamak üzere
silinirdi yeryüzünden. Ama nerede? İnsanlar ya hak ettiklerinden fazlasını
talep ederek akıllarını yokuşa sürüyorlardı ya da asla elde edemeyecekleri bir
güzelliğin kapısında mızmızlanarak naçiz bedenlerini heba ediyorlardı… Bir de
herkes duygularının esiri olmuş bu devirde, yalan mı? Kısa erimli hazların
peşinde helâk olmayı uzun erimli mutlak huzura tercih ediyorlar. Her gün tanık
oluyordu sabırsızlığın ve akılsızlığın doğurduğu elim sonuçların örneklerine,
her gün, her saat, her dakika! Ama o farklıydı, farklı olduğu için de kendisini
tanıyanların gıpta ettikleri yalın, sakin ve istikrarlı bir hayatı vardı. Emin
adımlarla tırmanıyordu başarı merdivenlerini, bir gün gelecek başarısının
sırrını soran gazetecilere anlatacaktı hayatını üzerine inşa ettiği üç kolonun
disiplin, çalışkanlık ve vicdan olduğunu. O güne daha çok vardı, şimdilik gün
batımına az kala çıktığı akşam yürüyüşünü hava iyice kararmadan bitirmesi ve
adım sayısını on beş bine tamamlaması gerekiyordu. Öyle ya, günlük hedeflerini
tamamlayamayan bir insandan daha sefil, daha güvenilmez, daha zavallı ne
olabilir bu dünyada! Bir de bütün bu aklından geçenlerin yanında, beyninin iç
çeperlerinden merkeze doğru sızmak ve aykırı fikirlerini ona duyurmak için
hoparlörün üzerindeki toz zerreciği gibi zıpzıp zıplayan ikinci bir ses daha
vardı yüreğinin derinliklerinde. Bu ses tüm bu aklından geçenlerin; öz
gayretiyle göğsünü şişirip aynaya bakma alışkanlığının, başkalarının gözüne
şirin görünmek adına yapılan şaklabanlıkların ne kadar yalnız ve sefil bir
hayatı olduğunu unutturmak için uydurulmuş bir bahaneler zinciri olduğunu
söylüyordu. Bu ikircikli durumdan, kafasının içinde ağır ağır yükselen o sesten
kurtulmak için duraksadı, sağındaki ve solundaki binaları çevreleyen parlak
ışıklara ve yazılara baktı, içini yıkamak istercesine derin bir nefes aldı,
burnunun üzerinden kayıp ikide bir dudaklarına dokunan maskesini düzeltti.
Ardından da hangi yöne gideceğine karar verdi.
Ara yola dalmadan önce kendi etrafında tam bir tur
yapıp çevresini gözlemledi. Ağaçların dallarına asılmış irili ufaklı yüzlerce
kırmızı fener, dükkânların camlarına yapıştırılmış şişman kaplan resimleri,
binaların önlerine konmuş saksılar içindeki mikroskop altında bakılan sinek
gözünü andıran mandalina ağaçları, salgından korunma yöntemlerini listeleyen
bir pano –en yakın test merkezlerinin ve hastanelerin adresleri de vardı
listenin altında-, telefonundan videolar izleyerek akşamın gelişini
hızlandırmaya çalışan bir bekçi, bomboş cadde boyunca kendinden emin adımlarla
yürüyen tasmasız bir köpek… Yüreğinde az önce beliren anlık memnuniyet saman
alevi gibi sönüvermişti bu son görüntüyle. Şu sahipsiz köpek kadar sert adımlar
atamıyordu ya, ona yanıyordu içten içe. O bile nereye gideceğini biliyor,
hedefine kilitlenmiş, oyalanmıyor etrafıyla, güm güm güm, yavrularına yemek
götüren bir anne ya da yolun sonundaki inşaat sahasında arkadaşlarıyla
buluşacak bir delikanlı… Peki ya sen! Sen nereye gidiyorsun? Denize düşmüş ve
dev dalgaların esiri olmuş ufacık bir oyuncaktan farkın ne? Yapacak bir işin
olmadığı için, tüm arkadaşların kentten ayrılmış olduğu için, en çok da
yalnızlığını kendine unutturmak ve sabahları yüze çalınan soğuk su gibi kentin
ıssız caddelerini suratına vurup ayılmak için… Oysa beklediğinin tam tersi
gerçekleşmek üzereydi. Akşamın alacakaranlığında bakışlarına takılan her
şey, cadde kenarına bırakılmış gözleri çapaklı zavallı bir yavru kediden
farksız olduğun duygusunu köpürttükçe köpürtüyordu.
Şirketin verdiği parayı -kimileri bu paraya rüşvet
demişti ama o itiraz etmişti bu adlandırmaya- kabul edip, bu yılbaşında
annesini ve babasını görmekten vaz geçmişti Yi Xiong. Ne uğraşacaktı bu zamanda
seyahat etmenin onca ceremesiyle. Otur oturduğun yerde, salgın bitince
gidersin, hava biraz yumuşayınca, önlemler azaltılınca. Bak her yerde vaka
pırtlıyor. Bir yerde tutuyorlar, başka yerden hortluyor. Ne malum gideceği
yerde hastalığı kapmış birilerinin olmadığı. Sonrasında al başına bela! Geri
döndüğünde en az üç hafta karantina, testler, aşılar… Bir de üstüne maaş
kesintisi, geri döndüğünde sen yokken işe bakanların yarattığı keşmekeşi
temizleme çabası, dedikodular, kıskançlıklar, bilerek yapmış diyenler, yüzüne
gülümseyip sırtını döndüğün anda bıçağını bileyenler. Aklın sesini dinlemek
lazım, her daim sakin, ihtiyatlı ve tutarlı olmak lazım. Böyle düşünmüştü
parayı kabul ederken ama şimdi görüp hissettikleri, gözlerinin önünde
gerçekleşen bu buz gibi beton yığınları ve soluk ışıklı caddelerin ıssızlığı
dev bir mıknatıs gibi yapışmıştı göğsüne. Gerçeklik böyleydi işte, acı bir
şurup gibi vaat ettiği güzel geleceğin ücretini peşinen tahsil ediyordu
ondan. Banka hesabı kabarmış, seneye almayı düşündüğü lüks arabaya bir
adım daha yaklaşmış ama aynı oranda ayakları karıncalanıp karnı ağrımaya
başlamıştı. Yine de halinden memnundu. Babasının %30’luk peşinatı ödemesi
sayesinde evini almış, eşyalarını yerleştirmiş, yaşı otuzu bulmadan o dertten
kurtulmuştu. 29 yıl daha taksit ödeyecekti ama olsun, kirada olmaktan,
başkasının evinde oturmaktan iyiydi. Değil mi? Öyleydi tabii ki! Etrafındaki
herkes bunun iyi bir gelişme olduğunu söylediğine göre bildikleri bir şey
olmalıydı.
Tık tık tık…
Dönüp arkasına baktı. Neyin sesiydi bu. Annesinin
telefonda konuşurken tırnaklarıyla sehpanın üstünde tutturduğu ritmik melodinin
mi? “Bu yılbaşını da bensiz geçirin anneciğim. Teyzelerim, dayım var orada,
onların çocukları var. Yeter size. Ben bu yıl gelmeyeyim. Salgın bitmedi henüz,
şimdi geri dönüşte sıkıntı çıkmasın. Bak şirket para verdi Shenzhen’den
ayrılmayanlara. “Yeter ki bir yere gitmeyin, işler aksamasın” dedi patron. O
paranın bir kısmı senin, banyonun kırılıp dökülen fayanslarını yenileyeceğiz.
Tamam mı anneciğim? Anlaştık mı?” Böyle mi demişti? Babasına da alet takımını
yenileyeceğine dair söz vermişti. Ne fark eder ki, unutacaklardı zaten.
Yılbaşında biricik oğullarını göremedikten sonra kim ne yapsın camgöbeği
fayansları ya da pilli matkabı! Seneye dillerinde bir tek “Geçen yıl
gelmemiştin, bu yıl ne iyi ettin de geldin” cümlesi olacaktı. O, “gelmemiştim
değil gelememiştim” diye düzeltmeye çalışsa da beceremeyecekti. “Aman canım ne
fark eder” deyip soymakta olduğu sarımsaklara dönecekti annesi. Sessizliğiyle,
iç çekişiyle, en çok da et kesme tahtasının üzerinde sessizce hareket ettirdiği
bıçakla -bıçağın ucunu tahtadan kaldırmaz, sapını aşağı yukarı hareket
ettirirdi- tüm dünyadan intikam almasını bilen annesinin vakur yüzü belirdi
zihninde. Kafasını dağıtmak için etrafında gördüğü şeylere odaklanmaya karar
verdi Yi Xiong. Uzun saplı faraşa dayandırılıp kaldırımın ortasında bırakılmış
bir süpürgeyi görünce şaşırdı. Etrafta belediyenin temizlik görevlilerinden
birisi yoktu. Ne yapmıştı adam; süpürgesini, faraşını kaldırımın ortasına
bırakıp yemeğe mi gitmişti? Yılbaşı akşamlarında dışarıdaki hayatın bu derece
yavaşladığını, hatta donma noktasına geldiğini ilk defa gözlemliyordu çünkü
hayatında ilk defa bir yılbaşı akşamını ailesinin sıcak ve samimi ortamından
uzakta geçiriyordu. Bu kadar zor olacağını, yalnızlığın üstüste yenmiş baozılar gibi içine bu derece oturacağını hiç hesaba katmamıştı.
Birbiri ardına gelen onlarca kapalı dükkân serisini bozan
açık bir tuhafiyeciyi görünce şaşırdı, Yi Xiong. Onlar da zabıtaların yokluğunu
fırsat bilip dükkânda ne varsa kaldırıma sermişler, yoldan geçen tek tük
vatandaşa gocuk ve yelek satmaya çalışıyorlardı. Çırılçıplak soyulmuş bir
mankenin kafasına konmuş kırmızı bere, yolun karşı tarafında geç kalmışlığın
verdiği acelecilikle kâğıttan bir evi yakmaya çalışan yaşlı bir kadın, streç
filmle kaplanmış saksıda sergilenen mandalina ağacı, kepenklere yazılmış ve
sonrasında kısmen silindiği için anlaşılmaz hale gelmiş resimler ve
karakterler, cadde boyunca ilerleyen irili ufaklı kırmızı fenerler ve onların
altlarından sarkan ateş sarısı püsküller… Bütün bu gördükleri ona tek bir
soruyu sorduruyordu: 15 milyonluk bu kentte neden bu kadar yalnızdı? Şirkette
kendisi gibi memleketine dönmemeyi tercih eden onlarca kişi vardı. Belki de
şimdi pahalı bir otelin lobisinde bir araya gelmişler, birazdan yiyecekleri
açık büfe yemeğin tartışmasını yapıyorlardı. Neredeydi tüm bu insanlar?
Futian’deki uluslararası otelin 32. katında yeni açılmış olan ve 360 derece
dönebilen lokantada yemek yemeye karar veriyorlardı da neden ona haber vermiyorlardı?
İçlerinde kadınlar da vardı muhakkak. Su damlasını andıran gümüş küpeler takan
stajyer avukat da katılmış mıydı yemeğe acaba? Ya da çok nadiren de olsa
asansörde karşılaştığı o burnu hızmalı kız? Hangi bölümde çalıştığını bile bir
türlü öğrenemediği bu kızı ve burnundaki hızmayı ne zaman aklına getirse
yüreğinde sinsi bir çığlık belirirdi, bir türlü yüzeye çıkamayan kocaman bir
hava kabarcığı gibi bu dev çığlık beynini dumura uğratır, aklını bulandırır,
sağlıklı düşünmesinin önüne geçerdi. Öyle ya, noktadan hallice bu ufacık metal
parçası nasıl oluyordu da sıradan bir genç kızın çehresini bu derece çekici
hale getirebiliyordu! Defalarca rüyasını görmüştü; parmak uçlarıyla dokunup
sertliğini ve soğukluğunu hissetmiş, karanlık mekânlarda bir yıldız gibi parıldayışına
şaşırmış, eğilip tam öpecekken nefes nefese uyanmıştı. Hele bir de kız
gülümsediğinde, yanakları şişip dudakları büzüldüğünde, tavandan gelen lambanın
ışığı hızmadan yansıyıp zehirli bir ok gibi onun bezik gözlerine saplandığında…
Böyle anlarda bacakları çözülür, asansörün halatları kopmuş gibi ani bir boşluk
duygusu midesine hücum eder, nereye saklayacağını bilemediği mahcup yüzünü kar
fırtınasında büzüşen bir penguen gibi gövdesine gömerdi.
Tık tık tık…
Belki de babasının balkondaki masayı tamir ederken yere
düşürdüğü vidanın sesiydi bu. Hani şu masanın göbeğini bir türlü tutamayan,
iki-üç haftada bir kendiliğinden gevşeyip düşen, babasının da sanki dev bir
makineyi onarıyormuş gibi eski alet çantasıyla balkona çıkıp birkaç başarısız denemeden
sonra yerine yerleştirdiği ve iyice sıktığı vida. Bu düşünce zihninde belirir
belirmez sol eli istemsizce kulağına dokundu. Bir anda göğsünden karnına doğru
inen bir sıcaklık hissetti. Ayağı yaş betona saplanmışçasına olduğu yere
mıhlandı. “Lanet olsun!” dedi duyabileceği bir sesle. Sonra devam etti
kendisine hitap etmeye, “Lanet olası kulaklık, aptal şey, ne ara düştün de bana
haber vermedin, zaten bekliyordum senden böyle bir ihanet!”. Dönüp arkasına
baktı, kaldırıma serdiği gocukları toplayan ve dükkânını kapatmaya hazırlanan
kadından başka kimseyi göremedi. Dinlediği motivasyon arttırıcı kitabının ne
zaman durduğunu hatırlamaya çalıştı ama beceremedi. En son, “Nihayetinde bebek
doğmayacaksa çektiğiniz acılar boşuna yaşanmıştır.” gibi bir şeyler demişti.
Evet, bunu demişti kitabı kulağına okuyan ses, kendisi de hafiften gülümsemişti
bu cümleyi duyunca. Sonrasını hatırlamıyordu. Yürürken kitap dinlemek ona göre
değildi, bunun farkına çoktan varmıştı ama yine de vazgeçemiyordu yeni edindiği
bu huyundan. Ne yapsındı? Birbirinin aynı sözleri tekrar edip duran saçma sapan
müzikleri mi dinleseydi? Müzik dinlemeyi kendini bildi bileli sevmemişti,
insanların müzik dinlerken neden zevk aldıklarını, neye dayanarak kontrolü
kaybettiklerini, hangi gizemli dünyaların kapılarını aralayıp kısa bir
süreliğine de olsa oralarda başka kimliklere büründüklerini ne anlayabiliyordu
ne de anlamak istiyordu. Kitap dinlerken, dikkatini her daim kitaba veremese
de, en azından bir şeyler öğreniyor, değerli vakti boşa geçmemiş oluyordu. Hem
bu devirde vakitten daha değerli, daha kıt ne vardı ki zar zor elde ettiği bu
değerli mücevheri har vurup harman savursun? Doğru olanı yaptığından emindi,
doğru ve verimli olanı. Gerçi, bu kablosuz kulaklıkları kullanmaya
başladığından beri sinsi bir kuruntu işgal etmişti bilincinin avlusunu.
Kulakları mı çok ufaktı, kulaklıklar mı çok iriydi, yoksa adımlarını daha mı
aheste atmalıydı? Neden aklının bir köşesinde hep onların düşeceği endişesine
yer vermek zorundaydı? İşyerindeki arkadaşlarının hiçbirisinde böylesi bir
kaygıyı gözlemlememişti. Bir tek kendisi vardı koskoca dünyada kulaklıkları
düşecek diye endişelenen ve bu yüzden dinlediklerine odaklanamayan. Hoş,
görünen o ki bunca hafakan da bir işe yaramamıştı, düşen düşmüş ona haber bile
vermemişti. En azından bir yönden şanslıydı. Kulaklık yılın en sakin, en
sessiz, en yalnız akşamında düşmüştü. Eğer yürüdüğü yolu dikkatli bir şekilde
gerisin geriye takip ederse kulaklığa ulaşması zor olmayacaktı.
Kaldırım çok kalabalıkmış da diğer yayalara yol açıyormuş
gibi yaparak kenara çekildi. Düşündü, hesapladı, o her daim çok gurur duyduğu
aklıyla kaba bir plan yaptı. Yere bakarak yavaş yavaş yürüyecek, hafif suçlar
işlemiş gençlerin tutulduğu eğitim merkezine -kulaklıkları bu binanın önünden
geçerken takmıştı- kadar adımını attığı her yeri didik didik edecekti. Yollar
tenha olduğu için kulaklığı birinin görüp de almış olma olasılığı düşüktü. En
kötü senaryo birisinin farkına varmadan ayağıyla vurması ve kulaklığın ya yola
ya da yol kenarındaki çalıların arasına savrulması ihtimaliydi. Bunu da göze
alacak, en azından kaldırım kenarındaki çimenlere göz gezdirerek ilerleyecekti.
Yeşilin içine dalmış bembeyaz bir nesnenin akşamın alacakaranlığında kendini
belli etmesi ve ben buradayım demesi çok zor olmasa gerekti.
Hemen işe koyuldu. Nasıl ki hatalı bir matematik sorusu
çözümünde hatayı bulmak için tüm çözümü sondan başa doğru -hatanın sona yakın
bir yerde yapıldığına dair hissedilen gizli arzudur bunun asıl nedeni- adım
adım tekrar gözden geçirirsin, Yi Xiong da kafasını bir sağa bir sola çevirerek
kaldırım boyunca yürümeye, adım attığı her noktayı ezbere biliyormuşçasına
hafızasını zorlayarak beyninin derinliklerindeki resimleri çekip çıkarmaya
başladı. Şu karton kutu az önce de burada mıydı? Peki ya çalıdan sarkan bu uzun
şerit? On beş dakika önce tam bu köşede, dans etmekten yorulmuş ve dinlenmek
için birbirine yaslanmış gibi hareketsizce duran eski bir süpürgeyle faraş
vardı. Onlar gitmişler, birkaç sarı yaprak onların gidişini kutlarcasına hemen ele
geçirmiş o köşeyi. Ağaca bağlanmış olan küçük fenerlerden birisi rüzgârın
etkisiyle olsa gerek caddeye savrulmuş, akvaryumdaki balıklar gibi sınırlı bir
alan içerisinde dönerek daireler çiziyordu. Yoktu, ne saksıların diplerinde ne
de kaldırım taşlarının yarattığı küçük gölgelerde minik beyaz bir nesnenin izi
vardı. Ana caddeye vardığında kulaklığın düşen tekini bulabileceğine dair
umudunu iyice yitirmişti Yi Xiong. Bu kadar erken düşmüş olamazdı, öyle olsaydı
mutlaka fark ederdi. Hem bu derece dalgın ve bunak değildi herhalde!
Kulağındaki ses sustuğu halde durumun farkına varmadan nasıl bu kadar yürümüş
olabilirdi. Anneannesi yapardı böyle şeyleri. Kendisini köyde zanneder,
süpürge darısı tarlasında ot biçen dedesine azık götüreceğim diyerek evden çıkar,
kentin karanlık sokaklarında kaybolurdu. Böyle akşamlarda da ailecek sokaklara
dökülür, ışığın en fazla nüfuz ettiği noktalardan başlayıp en az ulaştığı
noktalara doğru peçeteye dökülen mürekkep damlası gibi yayılan, sonucu başından
belli bir arama uğraşısının içine dalarlardı. Işıkların altında beklerken
geri dönsem mi diye geçirdi aklından. Kesin, kulaklığın düştüğünü ilk fark
ettiği yere yakın bir yerde düşmüştü bu zımbırtı. Yok, yok, bakmıştı işte
dikkatlice. Daha ne yapacaktı! Burnunu yere sürterek, fareler gibi milimetrik
tarama mı yapacaktı? Işık yeşilden kırmızıya dönerken hiç acele etmedi. Maskesine
çeki düzen verdi, burnunun üstüne gelen kısmı iki parmağıyla sıktı, çenesini
kapayan bölgeyi eliyle sıvazlayarak düzeltti. Yarım saat kadar önceki
enerjisinden bir iz kalmamıştı. Cakası sönmüş, doğum günü partisinden sonra
masanın altında unutulmuş ve orada haftalarca kalmış bir balon gibi pörsümüştü.
Tüm o ilkeler, başarılı olarak gördüğü ve başkalarının da aynı şekilde tasdik
ettiği bu gıpta edilesi hayatının arkasındaki prensipler yolunda gitmeyen tek
bir işle tuz buz olmuş, havaya karışıp kaybolmuştu. Şimdi, yolda tek bir araba
olmamasına rağmen yeşil ışığı beklemesi onu gocundurmuyor, tam tersine hangi
ilkede nasıl bir değişikliğe gidip bir daha böylesi olumsuz olayların
gerçekleşmesini engelleyebileceğini düşündürüyordu. Birkaç vida sıkması,
oynayan bir parçayı levhaya lehimlemesi, cıvataların altına somun eklemesi,
gevşeyen eklemleri sıkılaştırması ve nihayetinde aklın önerdiği mükemmel hayata
biraz daha yaklaşması kaçınılmazdı. Öyle ya, hayatın kendisi mükemmel değildi
ama mükemmelin uğrunda yaşanan hayat yaşanması gereken örnek hayattı. Yeşil
yanınca, yolu ayağının altında ezen ağır adımlarla karşıya geçti. Tek bir araba
bile yoktu caddede, bütün bir kent evlere çekilmiş, geniş aileleriyle
yiyecekleri yılbaşı sofralarının başına oturmuş, kahkahaların arasında
fısıldaşarak ona karşı kurdukları derin bir planın nasıl da son detayına kadar
tıkır tıkır işlediğini konuşuyordu. Evet, evet, hepsi iyi hazırlanmış bir
dersin, defalarca provası yapılmış bir oyunun, titizce tasarlanmış bir
komplonun parçası olmalıydı. Yoksa başka nasıl izah edilebilirdi bunca
olumsuzluk, nasıl aklın yoluna uydurulabilirdi? Karşı kaldırıma adını attığında
nereden geldiğini ilk anda çıkaramadığı bir sesle kendisine geldi.
- Caddeden karşıya
geçmeye mi korkuyorsun genç? Neden bekledin o kadar?
Sesin köşedeki iki bina arasında kalan boşluğa kurulmuş,
maskesiz bir dilenciden geldiğini fark ettiğinde şaşırdı. Kirli bir tulumun
üzerine oturmuştu, üstü başının halinden hırpanilik, yüzündeki tahfif edici
ifadeden de dünyaya sırtını dönmüş bir meczubun rahatlığı okunuyordu. Bu adamı
daha önce hiç görmemişti, ne bu adamı ne de bunun gibi başka bir adamı!
Shenzhen’de yaşadığı bunca yıl boyunca dilenci gördüğü anların sayısı bir elin
parmaklarının sayısını geçmezdi. Gördükleri de zaten zabıtaların hışmından
kaçarcasına en kuytu köşelerde beklerlerdi. Ortalığa değil de tek tek yumuşak
buldukları bireylere yanaşırlardı. Daha önce hiç görmemişti, evet! Hatta,
buradan defalarca geçmiş olmasına rağmen iki caddeyi birbirine bağlayan bu
köşede oturmaya uygun böyle bir köşenin varlığını bile ilk defa fark etmişti.
Yoksa her zaman duyduğu o meşhur laf doğru muydu? Mekân içini dolduran bir
nesne olunca varlığa erer… Aklını topladı, gözlerini kısıp karanlığın içinde
ufak bir hayalet gibi bir görünüp bir kaybolan siluete dikkatlice baktı. Koyu
renkli bir battaniyeye sarılmış, sokak lambalarının zayıf ışığı altındaki
kırışık yüzünden yorgunluk okunan, saçı başı dağınık yaşlıca bir adamdı bu.
Kendisine seslenmemiş olsaydı, yaslandığı binanın duvarına yapışmış dev bir
leke ya da klima kompresörlerinden sızan suyun bıraktığı bir ıslaklık olduğunu
bile düşünebilirdi.
- Anlamadım, ne
sordunuz?
Adam olduğu yerde kavgaya hazırlanan bir horoz gibi
diklenmiş, yanındaki sıcak su dolu mataradan bir yudum almış, Yi Xiong’un
yüzündeki şaşkınlıktan istifade etmek istercesine ağzındaki eksik dişleri ayan
beyan göstererek gülümsemeye başlamıştı.
- Şaşırttım mı seni,
korkuttum mu yoksa? Neyi anlamadın evladım? Bomboş caddede karşıdan karşıya
geçmek için neden bu kadar bekledin diye soruyorum.
Yi Xiong soruyu ilk seferde de anlamıştı ama
anlamazlıktan gelip karşısındaki dilencinin neden bu soruyu sorduğunu
çıkarsamaya çalışmıştı. “Sana ne be adam, git işine!” diyebilirdi, ya da tek
bir kelime etmeden yoluna devam edebilirdi. Sonuç olarak hâlâ bulması gereken
bir kulaklık vardı. Oysa, içi dışı her yeri yalnızlıkla dolup, yaradan sızan
irin gibi ağır ağır taşan ve dokunduğu her yüzeyi yapış yapış hale getiren
böylesi bir yılbaşı akşamında kendisiyle konuşmak isteyen birisinin -bu kişi
hayatında ilk defa gördüğü bir dilenci olsa bile- varlığı onu bir nebze memnun
etmişti. Bu memnuniyeti gizlemek için elinden geleni yapacaktı tabii ki ama, en
azından sadece kendisinin duyabildiği iç sesinde bir kımıldanma, ileride ümide
evrilecek bir çırpınış hissetmişti. Daha rahat konuşabilmek ve sesini adama
duyurabilmek için maskesini çenesinin altına indirdi.
- Niye korkayım ya!
Yeşil ışığı bekledim. Çocuk muyum ben korkayım!
Yaşlı adam bu yanıtı duyunca kahkahayı bastı. Öyle ki
damağının sol tarafında tek başına kalmış olan uzun dişi karanlık bir mağaranın
girişindeki sarkıt gibi ışıldamıştı. Artık biliyordu, babasından daha yaşlıydı
bu adam. Belki büyük amcasının yaşında, belki ondan birkaç yaş genç.
- Eee madem
korkmuyorsun, neden bekliyorsun o kadar. Burada yeşil ışığın tam bir döngü
yapması 90 saniye sürer. Salak gibi beklemenin ne anlamı var?
Yi Xiong’un sinirleri bozulmaya başlamıştı. Yeni
tanıştığı birisi tarafından salaklıkla itham edilmek kimi rahatsız etmezdi ki!
Hem kim oluyordu bu patavatsız herif? Ne hakla onunla böyle konuşabiliyordu?
Hiç mi bilmiyordu kent yaşamının getirdiği nezaket kurallarını? Ağır ve imalı
bir cümle kurup konuyu bir daha açılmamak üzere kapatmak için azıcık düşündü.
- Kent hayatı
böyledir pek sayın dilenci. Kurallara sırf kural oldukları için uyarsınız.
Böylece kent sizin hayatınızı, malınızı, nâmınızı muhafaza eder, kurallara
uyduğunuz sürece huzurlu olur, başkalarının huzursuzluğuna sebep olmazsınız.
Bu yanıtı kendisinin bile hoşuna gitmişti. Daha sert bir
şeyler daha eklemek istedi, mesela “Senin gibi dilencilerin yazılı olmayan bu
kuralları anlamamasını normal karşılayabilirim ama bizim gibi sorumluluk sahibi
bireylerin kaybedecek hiçbir şeyi olmayan senin gibi başıboşça davranmasını
beklemeni anlayamam, hatta bu beklentiyi sorumsuzluk ve küstahlık olarak
görürüm” diyebilirdi ama dilini frenledi. Bekleyip onun diyeceklerine göre
tavır almak daha doğru bir strateji olacaktı. Köşeye doğru birkaç adım daha
attı. Yaşlı adam arkasındaki boruya yaslamış, sağ elinin küçük parmağıyla
kulağının arkasını kaşıyordu. Sert kayaya çarptığını, ilk bakışta sıradan bir
genç gibi görünen Yi Xiong’un öyle kolay yoldan yenir yutulur bir lokma
olmadığını anlamış olmalıydı.
- Sen sandığımdan da
salakmışsın. İyi bir üniversiteden mezun olmuşsundur büyük olasılıkla, çünkü
ancak saygın okullardan çıkar bu kadar ahmaklık. Taşrada bir okulu bitirseydin
belki zekânın bir kısmını sana bağışlarlardı. Belli ki prestijli okullar
hepsini alıyor, çocuğa da zırnık bırakmıyor… Ha ha ha! Anlamakta hâlâ
zorlanıyorum. Yol boş, kaldırım boş, ne bir araba var ne de bir mobilet. O
kuralı oraya koyanın da bir aklı var senin de! Kullan aklını ve geç, ne
bekliyorsun gözüne araba farı vurmuş kedi gibi? Yok ama yok, seni suçlamıyorum
ben, hepiniz böylesiniz. Kendi aklınızı, kendi iradenizi kullanmamak için
bulduğunuz her deliğe sığınıyorsunuz. Yeter ki sorumluluk almayın, yeter ki
kurallar sizi korusun, kollasın, sarıp sarmalasın. Cam kavanoz içinde
yaşıyorsunuz hepiniz. Hatta yaşamıyorsunuz, ölmüşsünüz ama size bunu söyleyecek
birisi olmadığı için bir türlü farkına varamıyorsunuz öldüğünüzün.
Yi Xiong’un sabrı tükenmişti. Burada dikilip bu sefil
adamın hakaretlerini dinleyecek değildi. Evine gider, internette bir şeyler
izler, telefonda annesiyle babasıyla görüntülü konuşur, sesli bir kitabı
-kulaklık olmasa da olur- dinlerken de yatağında ağır ağır sızardı. Hem daha
bulması gereken bir kulaklık vardı. Hava iyice kararmıştı. Bundan sonra arama
işi daha da zor olacaktı. İyisi mi hemen yola koyulsundu. Yolun sağ tarafına
baktı, uzakta ucuz bir esnaf lokantası yeni kepenk indiriyordu. İnen kepengin
sesi dalga dalga yayıldı cadde boyunca. Yi Xiong göğsünü kabartıp ellerini
ceketinin ceplerine soktu. Tam ilk adımını atıp yürümeye tekrar başlayacakken
yaşlı adam sözlerine devam etmeye başladı.
- Ayrıca az önce
bana dilenci dediğini fark etmedim sanma. Dilenci değilim ben, evsizim.
Evsizliğim de bir yoksunluğun değil, bir tercihin sonucu. Ne yapacağım
gökyüzünde asılı duran göt kadar bir küpü? Bütün kent benim, bütün sokaklar,
bütün caddeler, bütün kaldırımlar… Hem bir de ömür boyu çalışıyorsun o küp
için, ruhunu ve bedenini satıyorsun. Ben özgürlüğü tercih ettim. Karnım tok,
sırtım pek.
Yi Xiong adama biraz daha yanaştı. Bu adamın kaygısız ve
cesur tarzında kendisini çeken bir şeyler hissetmişti. Kıskançlık? İmrenme?
Canın çektiğinde saçmalayabilme özgürlüğü? Genç kızların aklını başından alan serseri
çekiciliği! Sanki içinde, çok çok derinlerde bir kuytulukta sakladığı ve ağzına
çaput bağlayıp gıkını çıkarmasına izin vermediği diğer Yi Xiong’un sesini
almıştı bu adam. Aslında benzeri düşünceler kendi aklına da gelmiyor değildi
ama kısa sürede onları bastırıyor, gündelik hayatın curcunası sayesinde
üzerlerinden silindirle geçip, önündeki ve ardındaki yolları dümdüz ediyordu.
Madem burada, akşamın ilk saatlerinde bu adamla konuşmaya başlamıştı, o halde
gerisini de getirip bu konuşmadan haz almaya bakmalıydı. Ne kaybedebilirdi ki!
Kulaklığın diğer teki? Onu da bulacaktı elbet. Bir yere kaçmıyordu ya!
- Hadi evsizliğin
kişisel tercihin, peki ya bu küstahça tavırların? Hiç tanımadığın bir gence
salak demek biraz aşırı olmuyor mu? Ben sana hakaret ediyor muyum?
Yaşlı adam yanında bulunan poşeti açıp içindeki üç beyaz
kutuyu tek tek çıkardı, önüne koydu. Sonra diğer yanına dönüp başka bir kutuyu
eline aldı.
- Deden yaşında
adamım ben, o kadar alıngan olma, herkese söylüyorum ben bu lafları. Hatta
bilakis, müteşekkir ol. Benden başka hiç kimse, annen baban da dahil, hiç kimse
sana gerçekleri tüm çıplaklığıyla söylemez. Söyleyemezler, korkarlar. Ben acı
ilacı şekerle kaplamıyorum hoşuna gitsin diye, insanların genelde hoşuna gitmez
bu durum ama kısa sürede bağımlısı olurlar. Yalanlar kadar gerçekler de
bağımlılık yapar. Bak sen gitmedin, saplandın kaldın kaldırıma. Demek ki devamı
gelsin istiyorsun, yanlış mıyım? Ayrıca, seni tanımadığım iddiası hiç doğru
değil, seni senden daha iyi tanıyorum. Seni esir almış zincirleri, bedenini
saran kabuğu, bir türlü kırıp dışına çıkamadığın cam fanusu senden çok daha iyi
görebiliyorum.
Yi Xiong müstehzi bakışlarla süzdü adamı. Modern yaşama
sırtını dönen pek çok insan görmüştü daha önce. Evi barkı bırakıp ücra bir köye
yerleşenler, altı figürlü maaşları ellerinin tersiyle itip köşesine çekilenler,
pahalı arabalarını satıp bisikletle dünya turuna çıkanlar… Ama onların her
birinin kıyıda köşede yeteri kadar birikmiş parası olurdu, başarısız
olduklarını anladıkları anda geri dönebilecekleri güvenli bir liman, kapılarını
çalacakları bir dost olurdu. Bu yaşlı adam onlara benzemiyordu. Ya bu hale
istemeyerek düşmüş ve sonrasında celladına âşık olmuş bir mahkûm gibi günlerini
kendisine ne kadar mutlu olduğunu söyleyerek geçiriyordu ya da gerçekten de
başkalarının bilmediği, sadece kendisinin bildiği birtakım cevherler vardı
heybesinde. Ayrıca bu dil kıvraklığı, bu cesur laflar, karşısındakini ezmeye
daha karşısındakini tanımadan ant içmiş hoyrat tavırlar nereden geliyordu? Ne
yapıyordu, sabah akşam kitap mı okuyordu? Nereden buluyordu bu benzetmeleri,
nereden almıştı bu ince ince dokunduran ve her dokunuşta teninden bir parça
koparan lafları? Yaşlı adam karşısında gücünün tükendiğini hissetti bir anda.
Sanki bir bayram günü çırılçıplak soyulmuş, sokakları dolduran kalabalığın
içine atılmış, kapılar da suratına kapatılmıştı. En mahrem yerleri de dahil
olmak üzere saklayacak hiçbir şeyi kalmamıştı insanların karşısında. Bu yüzden
elinde kalan son silaha, karşısındakini küçük görme oyununa sığındı. Onu, onun
silahıyla vuracak, sonrasında da arkasına bakmadan yoluna gidecekti.
- Neymiş bakalım
beni esir almış bu zincirler? Söyle de öğrenelim pek bilge Evsiz Bey!
Yaşlı adam arkasına döndü. Beze sarılı bir kutudan iki
çift yemek çubuğu çıkardı. Sonra diğer elindeki poşetin dibini kurcalayıp
plastik kaşıklar buldu.
- Bırak şimdi
zinciri falan evlat. Gel yemek yiyelim. Aç mısın? Değilsen bile gel, ziyan
olmasın. Bak bol bol göndermiş bizim lokantacı ahbap. Bazı zamanlar cimriliği
tuttuğu olur ama bu sefer yılbaşının hürmetine elini cömert kullanmış. Yemek
yerken uzun uzun konuşuruz zincirleri. Ooooo, çorbaya bak…
Yi Xiong yaşlı adamın heyecanla yemeğe hazırlanışı izledi
bir süre. Çocukları birazdan okuldan gelecek bir anne gibi neşeli bir hali
vardı. Sanki evi olmayan, arabası olmayan, elektriği ve suyu olmayan evsiz bir
zavallı değildi kendisi. Hatta bilakis, Yi Xiong’a bakışlarında ezen ve
aşağılayan bir tavır ağır basıyor, nereden geldiğini anlayamadığı bu ağırlık
yüzünden genç adamın eli ayağı birbirine dolanıyordu. Öyle ya, genelde bir
dilenciye ya da evsize bakarken içinde duyduğu acıma hissinin yerini şimdi
temelsiz bir saygı hissi almıştı.
- Bakma öyle bön bön
oğlum, açsan gel. Bizde senin benin yoktur. Sokak ne bağışlarsa paylaşırız biz.
Biliyorum şaşkınsın, yol kenarında gördüğün ve bakışlarını kaçırdığın berduş
takımıyla bu kadar uzun süren bir konuşma yapacağını beş dakika öncesine kadar
hayal bile edemezdin. Hayat işte delikanlı, bizi güz yaprakları gibi havada
savurmazsa, oradan oraya vurup tozumuzu atmazsa ne zevki olur yaşamanın. Hem
bak, sende iyileşme görüyorum. Beni ilk gördüğünde gözlerini esir almış olan o
“Vah zavallı evsiz, vah zavallı dilenci” bakışlarının yerini biraz daha dostça
ışıltılar almış. Bakmaya korkuyordun, ikimizin de insan olduğu gerçeğini ve
aramızda çok bir fark olmadığını benim idrak etmemden çekiniyordun. Benden
saklamak istediğin “Ben ne yaptım da onun gibi sokaklarda değil de serin ve
güvenli evimde yaşamayı hak ettim, geçmişte yapmış olduğum hangi karar beni bu
ayrıcalıklı noktaya getirdi?” gibisinden yanıtları her halükârda seni rahatsız
edecek -çünkü eninde sonunda kazıp kazıp kuyunun dibinde şanstan başka bir şey
bulamayacaksın- soruların da az biraz kaybolmuş gibi görünüyorlar. Aç karna
olur böyle şeyler, gel otur, meraklanma, boğazından iki lokma geçsin düzelir
her şey. Bak yemek sıcak, konuşalım, birbirimizi anlayalım. Anlayamasak bile
asla anlaşamayacağımız noktasında hem fikir olalım. Bu da bir erdemdir herkesin
uzaklardaki yaşam gurularını dinlemek için can attığı ama yakınlarındaki
dostlara kulak tıkadığı böyle bir devirde.
Yi Xiong daha fazla direnemeyeceğini anlamıştı. Sanki
arkasındaki kuvvetli bir dalga belirli aralıklarla sırtına vuruyor, yaş kuma
saplanmış ayaklarını her seferinde yaşlı adamın köşesine biraz daha
yaklaştırıyordu.
- Tamam kabul
ediyorum ama yemekten sonra sana biraz para vermemi kabul edeceksin. Yani,
dilenci değilsin biliyorum ama yemeğin karşılığı olarak.
Yaşlı adam ilk lokmayı ağzına atmış, damağını
yakmasın diye ağzının içinde lokmaya taklalar attırmakla meşguldü. Kafasını
olur anlamında aşağı yukarı allarken bir eliyle de Yi Xiong’a oturacağı yeri
gösteriyordu.
- Gel şöyle, yükseğe
otur azıcık. Senin bacakların alışık değildir yere oturmaya, sonra bahanen
olmasın hemen çekip gitmen için. Hah şöyle, sen de ben de sokağın bir parçasıyız.
Sokağın, yani özgürlüğün. Onun memelerinden beslenir, onun kollarında uyur,
onun şefkatiyle kendimizi emniyette hisseder, onun azabından korkarız.
Oturdu Yi Xiong, içi pek rahat değildi ama yine de
bu işin sonunu görmek istiyordu. Daha önce hakkında hiçbir yorum okumadığı bir
filmi izlemek için karanlık bir sinema salonuna temkinli adımlarla girer gibi
girmişti bu sohbetin içine. Bundan sonrasında ne olacaksa olsundu. Hafta
sonları dağ yürüyüşü için grup oluştururken her seferinde dağın dikliğini, yolların
çamur olup olmadığını, dere yatağı boyunca kaç kilometre yürüyeceklerini soran
ve adeta yürüyüşün yarısını evlerinde oturdukları yerden tecrübe edenlerden
birisi olmuştu kendisi hep, bu sefer farklı olacaktı, bu sefer içinde saklı
başka bir beni ortaya çıkaracaktı.
- Bütün gün burada
oturuyorsun, sıkılmıyor mu canın? Yani, gördüğüm kadarıyla yapacak pek bir işin
de yok. Böyle miskin miskin, kimseye bir yararın olmadan…
Yaşlı adam ağzındaki lokmayı yuttu, Yi Xiong’un kâğıt
tasına üç parça jiaozı ve bir tutam etle kavrulmuş fensi koydu. İçi sıcak çorba dolu bir tası da onun elinin
ulaşabileceği bir yere yerleştirdi. Gözleri akşamın yenin inmiş olan
karanlığında iki siyah elmas gibi ışıldıyordu.
- Şundan da ye
evlat. Sosuna da batır. Bak aynen böyleeee…. Sen yemezsen ben hepsini
bitiririm, sana sadece kabın dibindeki yağın kokusu kalır. Ha ha, madem geldin,
oturdun soframa, hakkın olanı almadan kalkma.
- Yiyorum işte,
yavaş yavaş yiyorum. Sen soruma yanıt versene!
- Ne sorduydun?
Duymadım ben seni. Yemek yerken kulaklarım ağır işitiyor. Ha ha!
- Bütün gün burada
miskin miskin oturmaktan sıkılmıyor musun diye sormuştum.
Başını yumulduğu kaptan kaldırdı, parmaklarının
arasındaki çubukları avcunun içine aldı. Bileğindeki kasların gerilmesinden
çubukları avcunun içinde sıktığını görebiliyordu Yi Xiong.
- Birincisi bütün
gün burada oturmuyorum. Zabıtaların karışmadığı her köşe benimdir bu kentte.
Sürekli yer değiştiririm, parkların yüksek noktaları ve kaldırımların karanlık
kuytulukları en tercih ettiğim yerlerdir. Ayrıca miskin miskin oturduğumu da
nereden çıkardın. Çok mühim bir işim var benim.
- Neymiş o?
- Zamanın
fotoğrafını çekmeye çalışıyorum.
- Neyin fotoğrafını?
Evsiz adam yanıt vermedi. Uzaklardan gelen bir korna
sesine kulak kabartıp karanlığın derinliklerine gözlerini dikti. Bir süre
sesini çıkarmadan yemeğe odaklandı. Sonra bir anda, sanki birileri onu dürtmüş
gibi tekrar konuşmaya başladı.
- Ama umudumu
yitirdim diyebilirim. Bence yok zaman diye bir şey, bizim uydurduğumuz bir
yalandan ibaret hepsi.
Yi Xiong gülmemek için kendini zor tutuyordu. Ağzındaki
lokmalar dökülmesin diye elini ağzına götürdü, acaba kol saatini kaybetti de
onu mu arıyor diye düşündü. Bir anda içinde bulunduğu sahnenin tamamı kendisine
aptalca geldi. Ne yapıyordu? Yılbaşı akşamında, evinden ve ebeveynlerinden
binlerce kilometre uzakta, yeni tanıştığı bir evsizle yemek yiyordu. Buna
rağmen yemek leziz, söylediklerinin büyük bir kısmı anlaşılmayan evsiz adam
nev-i şahsına münhasır matrak bir kişilikti. Saçma sapan şeyler söylüyordu ama
söyledikleri eğlenceliydi.
- Demek istediğim
şu. Eskiden, yani genç ve güçlüyken düşünmezdim böyle soruları. Yaşım
ilerledikçe ve kendimi içinde yaşadığım kentten soyutlamaya başladıkça fark
ettim ki kent ve zaman birbiriyle özdeş varlıklar. Kandırılmışız, büyük bir
yalanın, dev bir hikâyenin içine figüran olarak atılmışız.
“Özdeş derken ne demek istiyorsun?” diye sordu Yi Xiong,
meraklı görünmek ve evsiz adamın konuşmasını devam ettirmek için.
- Yani aynı şeyler,
biri diğeri var olduğu için var. Medeniyet dediğimiz şey zamanın varlığından
bağımsız düşünülemez. Kent dediğimiz kavram da medeniyetin vücut bulmuş
halidir. Bilmem anlatabildim mi? Kent eşittir zamandır diyorum. İçinden zamanı
çıkarınca medeniyet denilen dev saray anında çöker, dolayısıyla onun en nezih
ürünü olan kent de tuzla buz olur.
Yi Xiong bir süre evsiz adamın yüzüne bön bön baktı. Soru
sormak için duraksadı, yutkundu ama aklına hiçbir soru gelmedi. Sonuç olarak
soru sormak için biraz da olsa anlamak gerekirdi. Zaman derken kol saatinden,
duvarda asılı duran dairenin içinde birbirini kovalayan akreple yelkovandan
bahsetmiyordu. Neyi anlamadığını anlamıştı şimdilik! Onun için zaman patronun
azarından kaçmak için takip ettiği ve yetiştirmek için gece gündüz çalıştığı
projelerle özdeşti. Bu yüzden zamanı hiç olmazdı. Hep çalışır, birilerini
memnun etmek için bir yerlere koşuşturur, toplantıdan çıkıp toplantıya yetişir,
akşam geç vakitte eve vardığında da salondaki kanepeye düşüp sızardı. Belki de
çok kitap okuyamadığı için anlayamıyordu yaşlı adamın laflarını. Eskiden,
öğrencilik yıllarında bol bol okurdu ama şimdilerde… Zeki görünmeye bir son
vermenin zamanı gelmişti.
- Pek bir şey
anladığımı söyleyemem. Fotoğrafını çekmek istedin şey neydi? Hem fotoğraf
makinen var mı? Gafil avlayıp kadrajına hapsedeceğin bir kar leoparı gibi bir
şey mi aradığın?
Evsiz adam sabrı tükenmiş gibi gözlerini geniş geniş açtı.
Küfredecekti ama kendini frenledi. Belki de haksızlık yapıyordu gence,
takıntıların bu kadar kolaylıkla paylaşıldığı nerede görülmüştü?
- Boş ver anlama.
Sana seni esir eden görünmez canavarın varlığından, onu vazgeçilmez hale
getiren alışkanlıklardan, onu yok sayarak hayatımıza katacağımız anlamdan
bahsediyorum ama sen anlamamakta ısrar ediyorsun. Denizde doğup, denizde
büyüyen, ömrünü denizde geçiren ve doğal olarak da denizin özünün ne olduğunu
asla anlayamayan balıklardan farkın yok.
Gülümsedi Yi Xiong. Balık örneğini sevmişti. Benzeri bir
metaforu okuduğu kişisel gelişim kitaplarından birisinde de görmüştü. Orada da
bir köpeğin bir kurdu asla anlayamayacağı örneği üzerinden gidiliyordu. Çünkü
köpek köpekler arasında büyümüştü. Kurt ise kurtlar… Bu düşünceyle birlikte
aklına bir şüphe düştü. Doğru mu kurmuştu analojiyi. Kahretsin, neden her şey
bu kadar zora girmişti bir anda. Hem kulaklığının diğer teki nereye düşmüştü!
- Tam olarak
anlamadım diyemem. Sadece tüm bu söylediklerinin benim ne işime yarayacağını
çıkaramadım. Yani hem zaman yoktur diyorsun hem de kentle aynı şeydir diyorsun.
Eeee, kent var değil mi? O halde zaman da var olmalı diyemez miyiz?
Bu son söyledikleri Yi Xiong’un da hoşuna gitmişti. Sesli
konuşurken söyledikleri, sessizce düşünürken kendisine söylediklerine nazaran
daha anlamlı bir bütünlük oluşturabiliyordu. Kâğıt kâseden bir parça
erişte parçası koparıp ağzına attı, anason kokulu acının uyuşturduğu damağında
pamuk gibi bir yumuşaklık hissetti. Birden tüm vücudunu saran bir mutluluk
duygusuyla sarsıldı. Bu son lokması olmalıydı, arkaya doğru kaykılıp kemerini
bir delik genişletti. Daha fazla yiyemezdi. Evsiz adama bakıp teşekkür eden bir
iyimserlikle gülümsedi.
- Değil işte
delikanlı. Kenti arabalardan, binalardan, parklardan ibaret gördüğün için
oluyor bu. Kent dediğin şey insandaki düzen ve rahat arayışının bir
görüntüsüdür. Önemli olan yüzeyde görünen maddenin soğuk ve mat halleri
değildir. Önemli olan tüm bu nesneleri bir arada tutan düşünce sistemidir. İşte
bu düşünce sistemi de zamanın kendisidir diyorum ben. Sonuç olarak zaman
dediğimiz kavram, insanın düzen ve konfor arayışının sonucunda evrilmiş ve
zihinsel bir ürün olarak kullanıma sunulmuştur. Evrenin kendisinde içkin olarak
var olan bir şey değildir. Sayılar gibi, para gibi, hatta sanat gibi, insandan,
ya da insan gibi düşünmeye yakın canlılardan dolayı vardır. Biz olmasak kim
takar akrebi, yelkovanı, kim nerede görür iş çıkışı keşmekeşini, okul
kapılarındaki sabah telaşını. Var olmamasına rağmen ondan bahsetmeden, onu işin
içine katmadan, onun hesabına göre hareket etmeden hayatımızı idame
ettiremiyoruz. Köle – efendi ilişkisi gibi, hem köleyiz hem de efendi. Efendi
olduğumuzu düşündüğümüzde kölelik yanımız bizi rahatsız ediyor, köle olduğumuza
kanaat getirdikten sonra da içimizde bağdaş kurup oturmuş efendi söylenmeye
başlıyor. Çöl gibi bir bakıma, hem labirentlerin en zoru hem de aslında labirent
değil…
Son cümlesini tamamladıktan sonra derin bir soluk aldı,
devam edeyim mi diye düşündü, karşısındaki genci sıkıp bunalttığı fikrinde
karar kıldı. Susmaya ve yemeğiyle ilgilenmeye başladı. Elindeki kâğıt kabın
dibini çubuklarla sıyırdı. Ağzının kenarından sızan soslu yağı koluyla sildi.
Bir yandan da “İyi yedim ha, çok iyi yedim. Bu mide gece beni uyutmaz.” diye
kendi kendine mırıldanıyordu. Boş kabı arkasına koyduktan sonra Yi Xiong’a uzun
uzun baktı.
- Bırak şimdi zamanı
falan delikanlı. Ben sabah akşam bunları düşünüyorum, konuşacak birisi buldum
mu da aklımda ne birikmişse hemen oracıkta kusuyorum. Çok konuşmamın nedeni
aslında konuşmayı pek sevmiyor olmamdır. Anlamaman, benim bir öğretmen edasıyla
yukarıdan bir tonla konuşmamdan sıkılman, ters tepki vermen gayet normal.
Bırakalım şimdi bu tumturaklı lafları, hayata dönelim, hepimizin alt alta üst
üste taklalar atarak kavrulduğu o derin tavanın dibine çöreklenip, zevklerin ve
acıların en pür-i pak olduğu kavruk tenli anlara odaklanalım. Ne işin var senin
burada bu saatte? Yılbaşı akşamı evinde olman gerekmiyor mu?
Yi Xiong soru karşısında hazırlıksız yakalanmıştı. Ne
güzel kaptırmış gidiyordu adam, tıpkı işyerindeki patronu gibi kendisinin
ayakta durduğu yerde bir menekşe saksısı varmış gibi konuşuyordu da
konuşuyordu. Görünmez olmak böyle bir şey işte diye düşündü; mekânın içerisinde
silik bir bulut gibi yaşıyorsun, gündüz vakti gökte asılı duran bir ay gibi,
gece gitmiş ama en has evladı olan ayı gökte unutmuş… İnsanlar senin içinden
geçiyorlar ama farkına bile varmıyorlar. Yüzünün aldığı bin bir şekil,
sıkıntıdan omzunu düşürmen, esnemen, gerilmen, sağa sola yaslanman, ağırlığını
sol ayağından alıp sağ ayağına vermen, gözlerini onun gözlerinden kaçırıp
etrafta kanca atacak bir şeyler araman… Hiçbirinin bir anlamı yok diliyle
dünyayı fethe çıkmış olan karşındaki muhatabın için. Sen onların nazarında
içlerinde biriken ezilmiş hayat çiçeklerini içine dökecekleri bir karaoke
makinesisin. Alıştın buna, hatta zevk bile alıyorsun bu muamelelerden. Öyle ki
en olmayacak insanlar karşısında bile çaresizce boyun eğiyorsun, teslim
ediyorsun kendini… Ama şimdi, sustu ve bir yanıt bekliyor senden. Dinlemek
istiyor demek ki, senin dışını büküp istediği şekle sokmak varken içini de
görmek istiyor, belki oradaki pürüzleri de açığa çıkaracak, yüzüne vuracak
senin bile hatırlamak istemediğin için ta en derinlere gömdüğün; üstü kabuk,
ortası irin, dibi mikrop kaynayan yaraları.
- Akşam yürüyüşüne
çıktım.
- Ne yürüyüşü
evladım! Zaten ip gibi inceciksin.
- Olsun, ben yine de
her gün 15 bin adım atmaya çalışıyorum. Adımlarımı sayıyorum ve 15 bini
tamamlamadan eve girmiyorum.
- Adımlarını
sayıyorsun? Tek tek, 1’den 15 bine kadar?
- Ben saymıyorum
tabii ki, kolumdaki saat sayıyor.
- Salak mısın oğlum
adımlarını sayıp ne yapacaksın? Doktor mu tavsiye etti yoksa?
- Yooo…
- Rica mı etti?
- Doktorla bir
ilgisi yok. Kendi kararım. Hem kitap dinliyorum bir yandan, vaktim boşa
geçmiyor, yeni şeyler öğreniyorum.
- Ne öğreniyorsun?
Hadi anlat bana, ne öğrendin bugün?
Yi Xiong yanıt vermek istemedi. Karanlık bir odada köşeye
sıkıştırılıyormuş gibi hissetti kendisini. Yaşlı adam insan sarrafıydı
besbelli, ya da rol yapmayı iyi beceriyordu. Lafın altından girip üstünden
çıkıyor, onun gibi bir çaylağı hep aynı kapana doğru, yani yanıtların aleyhine
işleyeceği dipsizliğe doğru itekliyordu. Kolundaki saate baktı ama nedense gözü
tarihe gitti, 2 Şubat 2022! Tatilin bitmesine bir hafta daha vardı…
- Bir şey öğrenmedin
demek. İyi tamam, sorgulamıyorum senin seçimlerini. Gel iki bira içelim. Bak
buraya yılbaşı akşamı için zulalamıştım birkaç tane. Geldiğin iyi oldu, tek
başına içmeyi sevmem.
Elleri duvarın öteki yanındaki fosfor yeşili çantaya
uzandı. Dört kutu Qingdao çıkardı, özenle önüne dizdi.
- Soğuk değiller ama
idare edeceğiz. Zaten hava serin bugün. İçilebilecek kıvamdadırlar.
Yi Xiong gitme vaktinin geldiğini düşünmeye
başlamıştı. Hiç hesapta yokken karnını doyurmuştu. Üzerinde nakit para da yoktu
ki adama versindi. Karekodu var mıydı acaba? Büyük olasılıkla yoktu. Bu kadar
mahcup olmuşken şimdi bir de içki mi içecekti adamla!
- Ben yavaş yavaş
kalkayım. Daha bulmam gereken…
“Olmaaaaazz!” diye kesti sözünü yaşlı adam. “Birlikte
yedik, birlikte içeceğiz. Ben şu hayatta iki tür insana güvenmem. Sakın
onlardan birisi olma.”
Yaşlı adamın sanki elinde sihirli bir güç varmış gibi
fırsat buldukça tehdit eder gibi konuşması Yi Xiong’u gülümsetmişti. Sonuç
olarak yoldan geçerken hasbelkader karşılaşmış birbirinden alabildiğine farklı
iki insandılar. Ortada hiçbir neden yokken kırk yıllık ahbapmış gibi davranması
rahatsız edici değildi belki ama kesinlikle gülünçtü. Başladığı oyunu bitirmek
isteyen ve annesi eve çağırdığı için oyun ortasında eve gitmek isteyen
arkadaşlarına sitem eden çocuk gibiydi. Ama orada bile çok daha önceden temelleri
atılmış bir dostluk, çocukça da olsa karmaşık ilişkiler ağı kuruluydu. Yaşlı
adamla arasında ne vardı ki ona hayır deme konusunda kendisini bu derece zayıf
hissediyordu! Belki de doğru olan bedenini ve zihnini akıntıya bırakmaktı.
Neden nazlansındı ki? Zaten yılbaşı akşamı anne babasının evine gitmeyerek…
“Neyse yaaa” dedi birdenbire kendisinin bile duyacağı bir sesle. Altı üstü bir
bira. İşi yokuşa sürüp, kuyruğunu kovalayan yavru kedi gibi boşu boşuna
yorulmamak en iyisiydi. Biralardan birine uzandı. Sandığından daha da soğuktu.
“Neymiş bakalım bu iki tür insan? Akşam yürüyüşüne
çıkanlar ve yürürken kitap dinleyenler mi?”
Yaşlı adam, Yi Xiong’un konuşmasındaki istihzayı fark
etmişti. Abartılı bir kahkaha attı, tıslatarak açtığı biradan bir yudum
aldıktan sonra, “Ömrü boyunca bir kere bile sarhoş olmamış olanlar ve
hayatlarında bir kere bile kalpleri kırılmamış olanlar. Birincisi her daim
hesap yapar, sürekli kendi çıkarı için yeni tasarılar peşindedir, hayattaki tek
mutluluğu gelecekteki olası refahı için hanesine yazdırdığı puanlardır. Her
şeyi anlamak arzusu gibi bir hastalığa yakalanmıştır ve bu hastalığı yüzünden
sadece kendi hayatını değil, etrafındakilerin hayatlarını da zindan eder.
İkincisi ise yürek acısının ne olduğunu bilmez, insanı anlamaz, insanı insan
yapan şeyin deride iz bırakarak iyileşmiş ve her daim başkalarından gizlenen
yaralar olduğunu bilmez. Ömründe bir kere bile penceresiz odaların ışık
görmeyen köşelerine cenin pozisyonunda büzülüp uğradığı ihanet için, yediği
çelme için, sırtına saplanmış kama için salya sümük ağlamamış insan ayakta
durmayı bilemez. Ne demişler, duvara tırmanmaya yelteniyorsan önce düşme
talimleri yapacaksın. Ha ha ha…”
Genç adam yanıt vermedi. İçinden “Kim demiş?” demek geçti
ama hemen bastırdı bu arzuyu. Tüm bu girift betimlemeler, ağdalı laflar, süslü
cümleler sanki kendisini kötü hissettirmek için söyleniyordu. Konuyu
değiştirmek, yaşlı adam hakkında somut, elle tutulur, yoruma kapalı bir şeyler
öğrenmek istiyordu. Biradan büyük bir yudum aldı. Sıvı boğazından aşağıya
akarken neredeyse çıkan şırıltının sesini işitecekti.
- Peki sen neden
buradasın? Madem her şey ve herkes hakkında bu kadar sabit fikirlere sahipsin,
bir okulda öğretmen ya da bir müzede müdür olman gerekmez miydi? Ne işin var
sokaklarda?
Yaşlı adam yanındaki siyah çantadan çıkardığı kirli bir
bez parçasını özensizce katlayıp beliyle yaslandığı duvar arasına sıkıştırdı.
Birasından uzun bir yudum aldı, öyle ki yutkunurken inip kalkan boğazı Yi
Xiong’un dikkatini çekti.
- Bırak şimdi beni
delikanlı. Sen diğer sorumu yanıtla. Unuttum sanma sakın, yaşlıyım ama bunak
değilim! Yılbaşı akşamı neden buradasın sen? Bak kent bomboş, caddenin ortasına
inip basketbol oynasan kimsenin ruhu duymayacak, her akşam dükkânlardan taşan
ışıklarla yakamoz yutmuş dev bir kuş gibi çalkalanan kaldırımlar bu akşam
okyanusun dibi gibi ıssızlar. Böyle bir akşamda senin ne işin var sokaklarda,
söyle bana! Senin burada doğup büyümediğin kuzeyli aksanından belli oluyor.
Annen baban da Shenzhenli değiller. Neredeler, neden yanlarına gitmedin? Yoksa
onlar mı geldiler seni ziyarete?
Yi Xiong, yaşlı adamın kendi kişisel tarihi hakkında
konuşmak istemediğini çoktan sezmişti ama yine de şansını denemekten vaz
geçmiyordu. Belki yarın sabah uyanıp yorgandan başını çıkardığında bu
akşam yaşadıklarını, konuştuğu tüm bu alengirli konuları, birlikte bira içip
gülüştüğü adamı hatırlamayacaktı bile. Hatırlasa bile bu olayın gerçeklemiş
olduğu konusunda kuşkulara düşecekti. Olur ya bazen, çok arzuladığın ya da
muhtaç olduğun bir şey tüm uğraşlarına rağmen bir türlü gerçekleşmez. Ama sen,
kendi kendini inandırırsın başarıya ulaştığın konusunda. Kafanda sayılar
karışır ya da benzeri bir deneyimi sanki arzuladığın deneyim buymuş gibi
algılamaya başlarsın. Offf neler saçmalıyordu ya! Neden gördüğü her merhemi
yarasına ilaçmış gibi orasına burasına sürüyordu? Birden aklına birkaç günce
kulağına kitap okuyan ses geldi: Eğer iyileşmemiş bir hastalığın varsa
vücudunda beliren tüm rahatsızlıkları o hastalığa yorarsın. Evet, böyle demişti
o ses ama… Aklının içi birden sislenmişti. Karşısındaki yaşlı adam ikinci
birasını açmış, meraklı gözlerle onu izliyordu. Bir yanıt vermesi gerekiyordu.
- Salgın dolayısıyla
gidemedim. Daha doğrusu gidecektim ama patron gitmezseniz size iki maaş veririm
dedi. Malum gidip de geri dönememek var, hasta olup eve tıkılmak var,
uçağa alınmamak var… Her şey olabilir. Geri dönüşte iki hafta karantinaya
alınmak bile var. İstikrarı korumak için kesenin ağzını açtı patron. Gitmeyin,
geri dönüşte sorun yaşama olasılığınız sıfır olsun dedi. Ben de fırsatı
değerlendirdim. Hem adama hak vermedim diyemem. Takdir bile ettim bir yandan.
Yaşlı adam hafifçe geriye doğru kaykıldı. Bacağının
altındaki ayağını açıp ileriye doğru gerdi. Duyduklarını anlamak için zamana
ihtiyacı varmış gibi bir hali vardı. Nanshan dağının karanlık kısımlarından göz
kırpan bir ışığın kaynağına bakışlarını kilitlemiş, düşünüyordu. Sonra birden,
aynı ışık kaynağından bir işaret almış gibi konuşmaya başladı.
- Para için
mutluluğunu sattın yani. Yanlış mı anladım? Patronun teklif ettiği rüşveti
kabul ettin ve burada kaldın. Yılbaşı akşamı anneni babanı görmemeye değdi mi
bari? Doğup büyüdüğün topraklardan uzaklarda tek başına bir yılbaşı akşamı
geçirecek olma düşüncesi rahatsız etmedi mi seni? Hadi kararı verirken etmedi,
peki ya şimdi?
Yi Xiong’un yüzü gerilmişti. Sinirden elindeki kutuyu
sıkmaya başlamış, ortasını ezik büzük hale getirmişti. Hatta, kutunun üst
kısmındaki sert çember elini acıtmıştı. Göğsünde biriken bir şişkinliğin
patlamaya hazırlandığını hissetti. Ağzına kadar dolu bir bardak üzerinden geçen
bir kelebeğin kanat çırpışının yarattığı rüzgâra dayanamamış, bir anda
taşmıştı.
- Kimse beni satın
alamaz, tamam mı? Söylediklerine dikkat et.
- Seni satın aldılar
demedim, mutluluğunu para için sattın dedim.
- Ne fark eder!
Rüşvet almakla, onursuzca bir iş yapmakla suçluyorsun beni.
- Ha ha ha,
şanslısın, ruhunu satmışsın demedim. Hem ne kızıyorsun, herkes hayatının bir
kısmını hayatının kalan kısmının değerini arttırmak için satmıyor mu zaten?
Zaman geçip uğruna gençlik feda edilen kalan kısma geldiğinde de o kalan kısmı
bir sonraki kalan kısma feda ediyor. Sonsuza kadar giden bir bölme işlemi gibi
ama içerisinde tekrar yok, belirsizlik ve akıldışılık var. Hatta ben öyle iddia
ediyorum ki satın almak diye bir şey bile yoktur bu hayatta. Satın aldığın
şeyler de geri dönüp senin ömrünü parça parça satın almaya devam ederler.
Vaktini, enerjini, mutluluğunu, diriliğini, neşeni azar azar verirsin. Kısır
bir döngü vardır bu adil olmayan alışverişte, her seferinde gücü biraz daha
azalır ama hiçbir zaman tükenmez. Dediklerimi tam olarak anlamadığını gözlerini
kaçırmandan sezinleyebiliyorum ama aynı kaçak gözlerin derinlerde bir yerde
bana hak verdiğini de söylüyorlar.
- Hak falan verdiğim
yok sana. Saçmalayıp, afralı tafralı laflar edip kafamı karıştırıyorsun. Neydi
o adamın adı, kendini filozof sana deli, ondan farkın yok. O da delirmiş zaten
ömrünün sonunda, tımarhanede vermiş son nefesini. Sen de onun gibi olacaksın
belli ki! Tüm bu süslü laflar, bu ağdalı benzetmeler, edebiyat mı felsefe mi
olduğu anlaşılmayan şatafatlı konuşmalar bana sökmez, tamam mı? Ben işimdeki
verime bakarım, çıkan sonuca bakarım, girdiyle çıktı arasındaki farka bakarım.
Bana ne zamanın fotoğrafından! Hatta sana ne! Çılgın mısın nesin? Gidiyorum
ben, yeter bu kadar.
- İyi sen bilirsin!
Yi Xiong bu kısa ve net yanıt karşısında şaşırmıştı.
Yaşlı adamdan bu kadar zahmetsizce kurtulacağına sevineceği yerde içine bir
kurt düştü. Acaba bir şeyini mi çalmıştı? Telefonunu kontrol etmek için elini
ağır ağır belinin hizasına indirip cebini kontrol etti. Telefon yerindeydi ama
adam görmüştü onun telefonunu kontrol ettiğini. Mahcup olmamak için aceleyle
sordu.
- Yemek için 100
Yuan vereyim sana. Karekodun var mı?
- Yok.
- Eeee, ne
yapacağız. Bende de nakit para yok hiç.
- Senden para falan
isteyen yok genç. Yılbaşı akşamı geldin, soframı şenlendirdin, içkime ortak
oldun, dostluğunu paylaştın. Yeter de artar benim için. Yalnız sana son bir
tavsiyede bulunayım. Çok efendi, çok mülayim, çok ikircikli buldum seni. Gerçi
sonlara doğru biraz açıldın ama yine de alınacak yolun bir hayli uzun ve
kıvrımlı. Biraz sert ol, hedefinin önüne çıkanları temizlemekten çekinme. Hiç
kimseyi kırmamayı kendine düstur edinirsen hayallerini asla
gerçekleştiremezsin, bunu bil. Yok öyle ideal bir dünya, herkesin mesut ve
memnun olduğu! Neden etrafımız hayallerinin peşinden gitmekten korktuğu için
hayatta hiçbir yere varamamış insanlarla dolu sanıyorsun? Çünkü kimseyi
kırmadılar, kendileri kırıldılar. Yaaa, işte böyle…
Yi Xiong kalktı. Uyuşan bacağına aldırmadan bir iki adım
ileriye attı ama acele ettiği için düşeyazdı. Başı da dönmüştü biraz. Birden
ayağa kalkınca oluyordu böyle. Bir biradan olacak değildi ya! Yaşlı adam az
önce uzattığı bacağının yanına diğerini uzatmış, sokak lambasının önünde
simsiyah bir heyula gibi dikilen delikanlıya bakıyordu.
- Gerçekten
gidiyorsun yani, alacağın her şeyi aldın mı? Emin misin?
“Anlamadım” diye mırıldandı, Yi Xiong. Sağına soluna
baktı, elleriyle pantolonunun kenarlarını silkti. Paçalara yapışmış yaprak ve
ot parçalarını çırptı.
- Burada bir şey
unutma diyorum. Evim değil sonuçta, normalde kentin merkezinde gecelemem ben.
Zabıtalar izin vermez çünkü. Bugün yılbaşı olduğu için kimse beni görmez dedim,
geldim. Yarın öğlene doğru kalkar, köprü altındaki salaş mekânıma giderim. Hem
orada başka evsizler de var, az çok muhabbet edebildiğim.
Yi Xiong umursamaz bir tavırla gülümsedi. Geceni bu
şekilde aniden bitmesi onun da hoşuna gitmemişti ama yapacak bir şey yoktu.
Biraz daha durursa babası yaşında bir adamla yaka paça kavga edecekti.
- Unutmadım merak
etme. Yalnız gitmeden önce sana son bir şey sormak istiyorum. Belki bana
yardımcı olabilirsin. Yani ne bileyim, bu kadar oturdum yanında, konuştuk
falan. Bundan sonra kendi kendime…
- Sor evladım, sor
ne soracaksan. Ne kıvranıyorsun kabız eşek gibi!
- Buralarda bir
kulaklık teki gördün mü? Hani oluyor ya kablosuz, insanlar kulaklarının içine
sokuyorlar. Ben benimkini düşürmüşüm.
Yi Xiong izah etmeye devam edecekti ama birden böyle bir
soruyla ne kadar boş bir şeye umut bağlamış olduğunu fark etti. İçinde derin
bir pişmanlık hissetti. Bu nobran farfaradan yardım dilenmek yeryüzünde
yapılması gereken son iş olmalıydı. Hem zaten yemeğini yemişti, içkisini
içmişti. Daha ne istiyordu adamdan! “Neyse, boş ver! Unut gitsin sorduğumu.”
deyip arkasını tam dönmüştü ki yaşlı adamın sesini işitti.
- Gördüm. Şu
ilerideki mazgala girdi. Seni kulaklığı düşürürken görmedim ama yoldan geçen
bir kadın topuklu ayakkabısıyla farkına varmadan öyle bir vurdu ki o
zımbırtıya, akşamın alacakaranlığında beyaz bir misket biri yuvarlandı ve
mazgalın dibini boyladı. Sonra gidip baktım, yeni moda kulaklıklardan biriydi.
Nasıl alacaksın? Var mı kancan falan? Derindir o delik. Gerçi uzun zamandır
yağ…
Yi Xiong hızlı adımlarla mazgala doğru yürürken yaşlı
adam konuşmaya devam ediyordu. Kaldırımdan inip, trafik ışıklarının dibinde
kalan deliğe doğru çömeldi. Hiçbir şey görünmüyordu. Telefonunu eline alıp
ışığını açtı, mazgalın deliklerinden birisine doğru yaklaştırdı. Orada, ölü
yaprakların ve toprağın doldurduğu kuytuluğun bir köşesinde, kurtarılmayı bekleyen
bir enik gibi ona bakıyordu kulaklık. Birden sevinçten ne yapacağını
şaşırmıştı. “Evet, evet, hakikaten de buradaymış.” diye bağırdı arkasına doğru
ama yaşlı adamdan bir yanıt alamadı. “Kancaya gerek yok, kulaklıkların kutusu
mıknatıslı. Kutuyu iple aşağıya sarkıtırsam çabucak çıkarırım kulaklığı”. Yi
Xiong heyecanla doğruldu, başı yine dönmüştü ama bu sefer bir önceki kadar kötü
değildi. Etrafına bakınmaya, ipe benzer bir şeyler aramaya başladı. Tabii ki
yoktu, ana caddenin kenarında ip ne yapsındı. En iyisi yaşlı adamdan son bir
iyilik daha istemekti.
- Sende ip gibi bir
şey var mı? O yemeklerin kutularının ağzına lastik falan bağladılarsa eğer o
lastikler de işimi görür.
O anda fark etti Yi Xiong, az önce oturup yemek yediği,
bira içip sohbet ettiği köşede artık kimsenin olmadığını. Bu kadar kısa sürede
pılını pırtısını toplayıp gitmiş olamazdı. Hem çantası vardı, battaniyesi, yere
serdiği kirli tulumu, ıvır zıvır malzemeleri… Sonra yemeklerden kalan artıklar,
kap kaçak, boş bira kutuları. Biralardan birisi içilmemişti. Hani neredeydi
hepsi? Hafif bir rüzgâr esti, bir toz bulutunu alıp havaya kaldırdı, karanlığa
doğru fütursuzca savurdu. Hayır, gençliğine ve dinçliğine rağmen o bile bu
kadar kısa sürede etrafı temizleyip, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolamazdı.
Bu işte başka bir iş var dedi içinden ama hemen sonra “başka bir iş” ifadesi
gülünç geldi kendisine. Sağa baktı, sola baktı, kimsecikler yoktu. Araba bile geçmiyordu
yoldan. Telefonunun saatine baktı, neredeyse sekiz olacaktı. Olduğu yere
çömelip mazgalın deliğindeki kulaklığa bir daha göz attı. Kulaklık hâlâ
oradaydı. Elini sol cebine attı. Kulaklığın kutusu cebindeydi. Telefon da diğer
elinde. Evet, kendisine ait olan her şey yerli yerindeydi. Gerçekliği yeniden
kurması gerekecekse kendisinden başlamalıydı. İyi ama yaşlı adam nereye
gitmişti. Onun gerçekliği nasıl bir anda orta… O anda daha önce hiç
hissetmediği bir şiddette karnının acıktığını hissetti Yi Xiong. Öğlen yemeği
yemeyi unuttuğu, yıl sonu hesap denetleme günlerinin akşamlarında duyduğu
türden bir açlık. Midesi gurulduyor, boğazından çıkan müstekreh bir koku
burnunu felce uğratıyor, bulantıya benzer bir duygu karnından yemek borusuna
doğru, kızgın babasından kaçan afacan bir çocuk gibi seğirtiyordu.
16 Ocak 2024 - Shenzhen
* Bu öyküyü yazmaya 2022 yılının başında başlamıştım. Birkaç sayfa yazıp bırakmıştım. Sonra araya Fındık'ın yayımlanması girdi. Bir de okuldaki yoğunluk. Bir türlü vakit bulamadım. Neyse ki 2024 yeni yılı gelmeden bitirebildim.