Yine işçiler, yine ölümler, yine dışarıda
bekleşen analar, babalar, çocuklar, eşler... Yerin yüzlerce metre altında
kazmaların taşa vurduğu yerden kıvılcımlara bulanmış ekmeğini çıkaran çaresiz
insanların, kömür karası yüzlerini yıkayan ak gözyaşları. Yine pişkinlikte sınır tanımayan hükümet açıklamaları, yine sosyal medyada yaşanan bilgi
kirliliği, kutuplaşma, yas gününde bile birlik olamayan bir milletin acınacak
durumu. En son açıklamaya göre166 işçi
hayatını yitirmiş. Yüzlercesi daha içeride, yaşıyorlar mı bilen yok. 166 can
demek 166 ocağa düşen ateş demek, bir kasabayı yakıp kül
edecek büyüklükte yangın demek. Güney Kore’de iki hafta önce gerçekleşen feribot
kazasında gencecik lise öğrencileri hayatlarını yitirince başbakan istifa
etmişti. Dememişti “Bu kaderdir” ya da “Bizim bir kusurumuz yok.” Bizdeki
sorumluların ya da sorumlulara sorumluluk verenlerin böylesi bir onurluluk
sergileyeceklerine kargalar bile gülerler. Eskiler “Kurb-us sultan, ataş-ı
suzan” demişler. Sultana yaklaştıkça yanma tehliken artar. Yükseldikçe güçten
başın dönmesi vardır, bir de onu dengeleyen gördüklerinden ve tanık
olduklarından sorumlu olma durumu vardır.
Sorumluluk duygusu olmayana iş emanet edilmez, hele insan hiç emanet
edilmez.
Şunu peşinen yazayım. Hükümetin gevşek
açıklamaları ne kadar sinir bozucuysa durumdan siyasi rant sağlamak adına
suiistimal yarışına girenler de bir o kadar rahatsız edici. Daha madenin
derinliklerinde işçiler kurtarılmayı beklerken, durumdan istifade edip hükümet
devirmeye çalışmak yanlıştır. Ülkenin farklı yerlerinde doğrudan hükümete karşı
girişilecek olan gösteriler, kutuplaşmayı körükleyecek girişimler olacaktır ve
yanlış yönlere rahatlıkla çekilebilecekleri için bu tür girişimlere yol
vermemek gerekir. En azından karanlığa hapsolmuş son işçiye ulaşılıncaya kadar
sakin olmak, kurtarma çalışmalarına mümkünse fiilen, mümkün değilse başka
yollardan katkıda bulunmak gerekir. Hükümet masum değildir, hiçbir zaman da
masum olmadı. Bu faciadan da masum taklidi yaparak çıkamayacak. Yine de
duygusal davranıp, asıl hedefi ıskalayarak yapılacak her türlü saldırının kamunun
vicdanında yara açacağını düşünüyorum. Madenin dışında bekleşen ailelerin
halet-i ruhiyeleri göz önüne alınıp, ona göre davranılmalıdır. Kayıp en çok
onların kaybıdır, ateş en önce onların evine düşmüştür. Sağduyu ve vicdan, yakınlarını kaybeden ailelere saygı duymayı, onların acılarını paylaşmayı
gerektirir.
Olayın sorumlusunun kim olduğu bellidir.
Madenin sahibiyle iki yıl önce yapılan röportaj tekrar yayınlandı birkaç saat
önce. Madenin giderlerini yüzde seksen oranında azaltmakla övünen bir patron
karşımızdaki. Önce yanlış okudum sandım. Hayır, hayır, yüzde yirmi kısıntı
yapıp, giderleri yüzde seksene indirmemiş. 100 TL olan gideri 20 TL yapmış,
yani her 100TL giderden 80 TL fazladan kâr sağlamış. Vicdan sahibi bir insanın
bu hesapta bir yamukluk olduğunu matematik veya ekonomi bilgisi olmasa bile
anlayacağına eminim. Kazanılan yüzde seksenlik tasarrufla Maslak’ta plaza
dikmiş maden firması. Peki ya işçilerin maaşları, peki ya madendeki güvenlik
önlemleri? Onlardan da kısmış mı? Madencilik konusunda daha önce çalışmalar
yapmış avukat bir arkadaşım önceden yayınlanmış raporları okumuş. “Facia” diyor.
Gazetecilerin madende kaza sırasında kaç işçinin çalıştığı sorusuna işletme
müdürlüğünden “Net olarak bilemiyoruz” gibi fırıldak bir yanıt gelmiş. Ayıp be
kardeşim, işçinin gömleğinden kırptığınız kumaşın yüzde kaç tasarruf
sağladığını biliyorsunuz ama aşağıya kaç işçi gönderdiğinizi bilmiyorsunuz. Bu
mu sizin yanan yüreğiniz? Bu mu sizin insan hayatına önem veren,
özelleştirilince değeri artan firmanız?
Olayın ikinci sorumlusu doğal olarak
hükümettir çünkü madenleri özelleştirip, yeni sahiplerin kâr marjinleri artsın
diye giderlerden kısıntı yapmalarına izin veren, teftişlerde yeteri kadar sıkı olmayan, kendi adamlarını kayırma ve kollama konusunda kurnazlığın âlâsını
yapan; adından başka hiçbir yanı ak olmayan bu hükümettir. İnsanların,
özellikle sosyal medya üzerinden yaptıkları şiddetli saldırıları haklı
çıkaracak tek bir gerekçe sayılabilir. O
da hükümetin bugüne kadar bir kere bile halkından özür dilememiş, bir kere bile
hata yaptığını kabul etmemiş, bir kere bile hak hukuk talep eden vatandaşına
ona hakkını talep eden vatandaş olduğunu hissettirmemiş olmasıdır.
Kentin
merkezindeki üç beş ağacı kestirmek istemeyenlerin üzerine bomba olup yağmadı
mı bu hükümet? Döve döve öldürdükleri gençlerin arkasından miting meydanlarında
“Emri kim verdi diye soruyorlar. Emri ben verdim. Ben” diye işlediği cinayeti
gururla anlatan bu başbakan değil miydi? Gaz bombasından kaçıp camiye
sığınanlar hakkında akla hayale gelmeyecek yalanlar uyduran bu hükümetin
bakanları değil miydi? O camide mesleki yemininin gereğince yaralıları tedavi
eden hekimleri mahkemelik eden yine bu hükümet değil miydi? Sırf bizim de bir
mağdurumuz olsun diye Kabataş masalını uyduran AK Partinin apak yetkilileri
değil miydi? Evlerinde içi milyonlarca avro dolu kasalarla yakalanan bakan
çocuklarını aklamak için savcıları suçlayan, polisi suçlayan, hâkimi suçlayan,
istihbaratı suçlayan ama asla ve asla kendi elemanlarına toz kondurmayan bu
hükümetin başbakanı değil miydi? Bir yılan hikâyesine dönüşmüş lüks saat
hikâyesinde yalanlandıkça batan ama her seferinde yeni yalanlarla yağ gibi üste
çıkan bu hükümetin bakanı değil miydi? Yargıya paralel, polise terörist,
eylemciye ateist diyen ve kendisi gibi düşünmeyen herkesi ülke düşmanı ilan
eden bu zihniyetin savunucusu olan hükümetin hepsi birbirinden meczup bu
milletvekilleri değil miydi?
Bütün
bunlar gün ışığı gibi ortadayken kim nasıl güvensin bu hükümetin Soma’daki
cinayeti çözeceğine, nasıl inansın anaların yüreğini yakan o kâr marjini geniş
patronların cezalandırılacağına? Adaletin, polisin, askerin, siyasetin içini
oya oya çürük birer elmaya dönüştürdüler. Şimdi halktan bu elmayı ısırmalarını
istiyorlar. Isırmayacağız tabii ki!
Isırmayacağız ve hesap soracağız kendi yöntemimizle. “Zalimin kılıcı varsa mazlumun
Allah’ı vardır.” der Anadolu halkı. Aynı Anadolu halkı Allah’ın bir adının
“Adil” olduğunu da bilir, bir başka adının “Hak” olduğunu bilir.
Salon entelektüelliği yapıp işin kolayına
kaçacak değilim. Bu sabah dörtte uyandım, iki saat boyunca, normalde yataktan
kalkma saatim olan altıya kadar haberleri okudum. Birkaç haber paylaştım
facebook’ta ama sonra kendimi samimiyetsiz buldum, sildim hepsini. Hayatında
tek bir işçinin bile elini sıkmamış, bir kere bile madene girmemiş, bir gün
bile ekmeğini terinden çıkarmamış bir insan olarak utandım kendimden. En son
tek bir cümle bıraktım facebook’a. Yıllar öncesinden kalma bir şiirden mülhem,
tek bir cümle. İçimdeki yası anlatan, aynı zamanda bu yasın salt bir üzüntü
değil de bir kinin, bir tepkinin habercisi olduğunu belli eden tek bir cümle…
Alirıza Arıcan – 09:25 a.m., 14.05.2014 – Çanco, Çin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder