Bu Blogda Ara

27 Ağustos 2013

Çin Mektupları (7) - 20130827

Çabucak kentin dışına çıkıyoruz. Şangay bir anda bitiyor, fabrikalar ve çiftlikler başlıyor. Balık, karides gibi su ürünlerinin yetiştirildiği havuzlar gözüme ilişiyor. Bangkok’tan güneye doğru giderken de çok görürdüm bunlardan. Yediğimiz balık, dom yam’a koyduğumuz karides, tavada kızarttığımız midye denizden değil, işte bu suni havuzlardan geliyor. Dolayısıyla içlerinde pek çok kimyasal madde barındırmaları normaldir. Bir de araba fabrikaları var. Binlerce araba, hepsi aynı renkte, yan yana dizilmişler. Puslu havanın içinde böylesi canlı renkleri görmek şaşırtıyor insanın zihnini.

                                                   
              Dünya yetişemiyor hızımıza, ne kadar gözü kapalı da olsa!

Tren 300 km/s hızla bir süre gidiyor ve ardından yavaşlamaya başlıyor.  Genel itibarıyla sessiz ama yüksek hıza ulaşınca, elektrikli testereyle odun keserken çıkan sese benzer bir ses duyuluyor. Bu da doğal olsa gerek. Karada gidiyoruz ve neredeyse bir uçağın yarısı kadar hız yapıyoruz. İlk durak Suzhou (Sığco). Koca koca gökdelenlerin hâkim olduğu bir kente benziyor. Bazı yolcular burada iniyor, yenileri biniyor. İnsanlar hızlı tren istasyonlarında sıra konusunda bilinçliler. Tren daha istasyona yanaşmadan herkes, içinde yolculuk yapacağı vagonun duracağı noktanın önünde sıra olmuş. Herhangi bir kargaşa, koşuşturmaca yok. İstasyon kocaman ama bekleyeceğin yeri bildiğin sürece tren ayağına geliyor, kapı tam önünde açılıyor. Biletlerde sadece hangi vagonda ve hangi koltukta yolculuk yapacağımız yazmıyor. Pasaport numaramız (ÇHC vatandaşlarının kimlik numaraları) da yazıyor. Zaten pasaportunu göstermeden bilet alamıyorsun.

                                                    
                       Telefonun kamerası bu kadarını becerebiliyor. 

Sığco’dan sonraki durak Wuxi (Uçi), bir sonraki ise benim ineceğim Changzhou (Çangco).   Her bir  kente girmeden önce bir elektrik santrali çarpıyor gözüme. İki beyaz dev yapı, ortasından sıkılmış silindir şeklindeler. Altlarında su var, dolayısıyla demir ya da tahta bir iskelet üzerine inşa edilmişler. Kömür yakarak çalışan bu elektrik santralleri aslında havadaki pusun da sorumlusu. Çin, 1 milyar 300 milyon nüfuslu bir ülke. Bu kadar insanın enerji ihtiyacını karşılamak kolay bir iş değil. Yeraltı kaynakları da bol olduğu için –özellikle kömür, linyit, demir- bulduğunu yakıyor Çin, yakamadıklarını da ya kullanıyor ya da satıyor. Yakılan bu kömürler, her ne kadar kentlerin dışında yakılmış olsalar da, hava kirliliği olarak geri dönüyor insanlara. Bu yüzden, çevreci zihniyetle e-bisiklet kullandığını iddia eden insanların samimiyetine pek inanmıyorum. Bisikleti yürüten enerjinin temel kaynağı, kentin birkaç kilometre dışında yakılan kömür oluyor. Bu durumda benzin yerine kömür yakarak çevrecilik yapmış oluyorlar ki pek bir faydası olmayacağı aşikâr. Çin hükümetinin elektrik bisikletleri bu derece teşvik etmesi de bana göre çevreci bilinçten çok petrol bağımlılığından muaf olma arzusu. Çin’de kömür çok, petrol yok. E-bisiklet kullanarak insanlar ülkenin dışa bağımlılığını, yani Yuanların dışarıya kaçmasını engellemiş oluyorlar.

             Bu resmi ben çekmedim ama gördüklerim de böyleydi. 

Elektrik, kömür yakarak değil de nehirlerin üzerine kurulan barajlardan elde edilmiş olsaydı, yine değişen bir şey olmayacaktı. Bu durumda da nehrin ve çevresinin doğal hayatını öldürme pahasına kentlerimizi temiz tutmuş olacaktık. Her durumda da amaç kentin merkezini hava kirliliğinden korumakmış gibi görünüyor ve maalesef bunu yaparken kentin dışında yaşayan insanları dumana, susuz nehir yataklarına, ölü balıklara, zehirlenmiş besin maddelerine –Hoş, bunlar yine kentlere geliyorlar- mahkûm etmiş oluyoruz.

E-bisiklet yerine bisiklet kullansalar çevreye gerçek anlamda katkıda bulunmuş olurlar. Böylesi bir çözümde de başka sorunlar öne çıkmakta. Bisikletler yavaş oldukları için trafiğin dışına itilmeye mahkûm. Ayrıca fiziksel enerji gerektirdikleri için herkes uzun süre bisiklet süremeyebilir. Bir de eğer iş yeriniz evinizden uzaksa, bu sıcakta bisiklet kullandığınızda, ister istemez terliyorsunuz. O terli halinizle de ofise girmek, öğretmenseniz öğrencilerin karşısına çıkmak kolay kabul edilebilir bir şey değil.

Bazı şirketler bisiklet kullanımını teşvik etmek için çalışanlarına banyo servisi sunmakta. Spor kıyafetinle yola çıkıyorsun ama çantanda ofis kıyafetin var. 10-15 km bisiklet kullanıyorsun ve şirket binasına varınca ilk işin banyoya girmek, yıkanmak, üstünü değiştirmek ve ardından da işinin başına geçmek. Aslında uygulanabilse çok güzel olur çünkü zaten her sabah duş alıyorsun evden çıkmadan önce. Evden duş almadan çıkıp, iş yerinde alınca zaman kaybı sorunu da çözülmüş oluyor. Geriye bir tek yaşlılar, gebe kadınlar ve bisiklet kullanamayacak kadar kilolu olanlar kalıyor. Onlar da arabaya binseler kentte ciddi bir kirliliğe yol açmış olmazlar.

Bu kadar çevre muhabbeti yaptıktan sonra kendimin ne yapacağından da söz edeyim biraz. Büyük bir olasılıkla önce bir bisiklet alacağım. Vietnam’da sahip olduğum türden, sağlam bir şey. Bir hafta kadar deneyeceğim bisikleti. Eğer okula terlemeden varabiliyorsam bu şekilde devam edeceğim. Baktım olmuyor, sırılsıklam oluyorum, bu durumda e-bisiklet alacağım. Hem e-bisikletle kentin her yerine rahatlıkla gidebiliriz. Yolları öğrenir, gidilecek yerlere hızlı bir şekilde varırız. Gerçi kenti görmeden, kışın tadına varmadan bu tür kararları vermek zor. Kış soğuk olabiliyormuş, kar yağmış geçen yıl. Bu durumda bisiklet ya da e-bisiklet ne derece doğru bir ulaşım aracı olur bilemiyorum.

Bu düşüncelerle varıyorum Çanco’ya. Önümüzdeki iki yılı geçireceğim kente. Hava yine puslu ama yer yer güneşin yakıcı ışığı beliriyor sislerin arasından. Gökyüzünün maviliği görünmüyor ama güneşin ışığı hissediliyor başımı yukarı çevirince. Sıcaklık 35 derece civarında olmalı. Trenden iner inmez yüzüme vuruyor bir ısı dalgası. Tıpkı yıllar önce İstanbul’dan uçağa binip Bangkok’ta inince çarpan dalga gibi. Önce geçici sanıyorsun, avunuyorsun ama zamanla bu aşırı ısınmış havanın hayatın her boşluğunu dolduran bir hayalet olduğunu kabul ediyorsun. İnsanı gündüz vakti dışarı çıkarmayan, klimalı odalara mahkûm eden, gündüz yapılacak işleri akşama erteleten bir hayalet bu.

İstasyonun çıkışına doğru ilerliyorum. Bulunduğum yerden aşağıya inmem gerekiyor ama yürüyen merdiven yok. Elimdeki çantalarla zorlanacağım belli. Büyük çantayı yukarıda bırakıp, diğer üç çantayla aşağıya iniyorum.  Ardından tekrar yukarı çıkıp, büyük çantayı aşağıya indiriyorum. Sonra hepsini bir şekilde üst üste yığıp, ağır aksak çıkışa doğru ilerliyorum. Hızlı trende de Bangkok’un gök treni (BTS) gibi biletleri çıkışta da makineye sokmak gerekiyor. Bileti küçük bir deliğe sokuyorsun, bilet yukarıda bir yerden çıkıyor. Sen bileti olduğu yerden alınca kapı açılıyor. Çabucak geçmen lazım yoksa her an kapanabilir. Kıl bir durum ama genelde becerebiliyorum. Bir de şu çantalar olmasa…

Çıkışın çıkışında elinde firma adı yazılı bir kâğıtla beni bekleyen ufak tefek kızı görmem uzun sürmüyor. Adı Ann, boyu 150 cm civarında olsa gerek, hafifçe şişman. Benim yerleşmeme, ev bulmama, çalışma izni çıkarmama yardımcı olacak kişi. Güleç bir yüzü var, yani gülmediği zaman bile gülüyormuş gibi görünüyor. Hemen tanışıyoruz ve vakit kaybetmeden taksi durağına iniyoruz. Durak istasyonun altında ve hem arabaların motorlarının ısısından hem de hava hareketinin kısıtlı olmasından dolayı aşırı derecede sıcak. Bir de uzun bir sıra var taksi bekleyen insanlardan oluşan. Neyse ki araç çok, sıra çabucak ilerliyor.

Sıra bize geldiğinde bir taksi şoförüne arkayı açmasını söylüyorum. Çantalarla arkaya gittiğimde ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Bagajda tüp var, yani bagajın yarısı işgal edilmiş durumda. Kalan yarısına da benim büyük çantayı sığdırmam kolay değil. Denemeye karar veriyorum, koca çantayı alıp bagaja sığdıracağım.  Zorluyorum ama olmuyor. Çantanın büyük bir kısmı dışarıda kalıyor. Şoför yanıma geliyor, benim sıkıntımı anlıyor ama yardım edeceğine öylece bakıyor. Ne bir çantaya dokunuyor, ne de o çanta oraya olmaz diyor. Heykel gibi dikiliyor, kımıltısız. Baktım adamdan bana hayır yok, büyük çantayı bagaja koymaktan vazgeçiyorum.  Arka koltuğa, şoför koltuğunun arkasına, dik bir şekilde sıkıştırıyorum. Diğer üç çantayı da bagaja koyuyorum. Ben bu cebelleşmeyle meşgulken şoför beni izlemeye devam ediyor. Baktı ben arabaya kuruldum, o da koltuğuna oturuyor ve yola çıkıyoruz.

Tren istasyonu kentin merkezinde, okula da birkaç gün kalacağım otele de yakın. Yolculuk çok kısa sürüyor. Pek bir şey görmüyorum yolda. Ağaçlar, bisiklet ya da e-bisiklet süren insanlar, arabalar falan. Sadece otele varmadan önce kentin simgesi olan Tianning Pagodasını görüyorum ağaçların arasından. Pagoda okulun hemen yanında, otel de okulun karşısında. Neyse ki otelde ki genç, çantaları taşımama yardım ediyor. Odaya yerleşiyorum. Çocuğa ne kadar bahşiş vermem gerektiğini kestiremediğim için Ann’e soruyorum. “Hiç” diyor. “Bahşiş vermeyiz biz burada.” Belki Çinliler Çinlilere bahşiş vermiyor olabilir ama eminim otelde çalışan görevliler yabancılardan bahşiş almaya alışmışlardır ve doğal olarak böylesi bir beklentiye girmiş olabilirler. En azından Şangay’daki eleman öyleydi. Bu düşünceme rağmen sesimi çıkarmıyorum. Genç odadan çıkıyor.

                 Otelin penceresinden bakınca görülen okul ve Tianning Pagodası

Pencereden bakınca okul ve pagoda görünüyor. Manzara güzel, en azından gri binalar ve fabrikalar yok gözümün önünde. Ann çantasından kocaman para desteleri çıkarıyor, şirketin bana vereceği borç parayı teslim ediyor. Çin’de en büyük banknot 100 RMB, yani 33 TL. Dolayısıyla 1000 Dolar değerinde para için dolar olarak 10 banknot, TL olarak yaklaşık 20 banknot, RMB olarak yaklaşık 61 banknot yapıyor. (Tayland Bahtı olarak 30, Vietnam Dongu olarak 40 banknot gerekirdi). Dolayısıyla paranın hacmi büyük oluyor.  Bu parayı önümüzdeki aylarda maaşımdan ödeyeceğime dair bir belgeyi imzalıyorum. Sonra birlikte çıkıyoruz. Hedefimiz banka hesabı açmak, telefona sim kartı almak, okulu gezmek, otobüs kartı almak, öğlen yemeği yemek ve oturma izninde kullanılması için fotoğraf çekmek. Ben “Bugün Pazar, bankalar kapalı olur.” diyorum. Ann, “Merak etme. Burası Çin.” diyor.
  

21 Ağustos 2013

Çin Mektupları (6) - 20130821

Sabah, telefonun alarmıyla uyanıyorum. Çoktan gündüz olmuş. Hava kapalı ama yakın zamanda açacak. Bavulları kapattım, etrafı toparladım, duş aldım ve kahvaltı yapmak için aşağıya indim. Saat daha yedi bile değil. Acele etmeden yemeğimi yiyebilir, gazeteye göz gezdirebilirim. Nedense pek iştahım yok. Sabah mahmurluğu ya da beyefendi çekingenliği! Uçakta çok yediğimden belki de! Bir de akşam yatmadan önce Amanda’nın verdiği “Ay Çöreği”ni (Moon Cake) yemiştim. Mideme öylece, kilden bir kitle gibi oturmuştu, içi fasulyeyle doldurulmuş çörek.

Çantalarımı emanete bırakıp kahvaltı salonuna girdim. Salata aldım, bir tane ufak patates böreği, iki tane de sebzeli “spring roll”. Tayland’da yol kenarlarında satarlardı bunları. Acılı tavuk sosuna batırıp yerdik. Aslında dimsumları denemek istiyordum ama içlerinde ne olduğunu bilemediğim için cesaret edemedim. Sormaktan da çekindim açıkçası. Bunca yenecek şey varken ne gerek var bilmediğim bir dilde derdimi anlatmaya çalışmaya. Hem domuz taklidi yapmak zor iş, inek ve tavuk gibi kolay değil. Bu yüzden üşendim. Bir de kahve aldım. Gelmeyin keyfime. Kimsenin rahatsız etmeyeceği, sessiz bir köşeye çekildim. Elimde de China Daily. Yedikçe iştahım açıldı; gittim biraz daha “spring roll” aldım, sonra soya soslu yumurta ve şimdi adını hatırlamadığım ama içinde güvercin yumurtası olan sarı renkli hamur işlerinden aldım. Karnım doyunca resepsiyona gidip Amanda’yı aradım. Henüz gelmemişti. Zaten saat de henüz sekiz olmamıştı. O gelene kadar internete bakayım deyip, lobideki bir koltuğa kuruldum.

Saat sekize az kalmıştı. Amanda birazdan gelir deyip bilgisayarı kapattım. O sırada resepsiyon masasının az ilerisinde bir para değiştirme makinesi çarptı gözüme. Üzerimde hiç Çin Yuan’ı olmaması hoş bir durum değildi. Ne olur ne olmaz, en azından 100 Dolar bozdurmalıydım. Makinenin başına geçtim ama ekrandaki yazılar Çinceydi. Biraz kurcaladım, belki metni İngilizceye çeviririm diye ama beceremedim.

Arkamı döndüm, resepsiyondaki görevlilerden birisi yardımcı olur diye. Tam o sırada Amanda’yı otelin kapısından giriyorken gördüm. “Ne kadar şanslıyım.” dedim içimden. Hemen yanına gittim. İnsanlara genelde adlarıyla hitap etmediğim için adları öğrenmekte zorlanırım. Hoş, Amanda adı aklıma kazınmıştı ama ben yine de “Hi Amanda!” yerine, “Hi” dedim. O da bana gülümsedi. “Hi” dedi. “Bana yardımcı olur musun? Para bozduracağım.” dedim. Gülümsedi. “Tabii ki!” dedi. Bir yandan da saatine bakıyordu. Tren istasyonuna yetişememekten korkuyordu besbelli. “Çok vakit almayacak, söz veriyorum.” dedim.

Onu makinenin başına götürdüm. Birkaç tuşa bastı, ekranda bir şeyler seçti. “Pasaportun gerekli.” dedi. Hemen çantamdan pasaportumu çıkardım. Amanda pasaportun üzerinde kimlik bilgileri olan sayfasını açıp, makinenin önündeki tarayıcıya doğru tuttu. Makine bızzzz bızzzz gibi sesler çıkardıktan sonra, durdu. Ekranda bir şeyler belirdi. Amanda tekrar bana dönüp “Ne kadar bozduracaksın?” dedi. “100 Dolar” dedim. Parayı uzattım. O da aldığı parayı makinenin deliğine soktu. Bu noktadan sonra makinenin parayı içine çekmesi ve birkaç saniye sonra bize 598 Yuan vermesi gerekiyordu. Oysa makinede tık yoktu. Ne Doları alıyordu, ne de Yuanı veriyordu. “Olmuyor” dedi. Arkaya dönüp yardım isteyen gözlerle resepsiyondakilere baktı. Kimse ilgilenmeyince resepsiyon masasına doğru yürüdü. Ben de onunla yürüdüm. Amanda resepsiyondaki kadına durumu izah ediyordu ki Amanda’yla aramıza tanıdık bir yüz girdi. Bana baktı ve “Check out yaptın mı?” diye sordu.

Benim kontak o anda kısa devre yapmaya başladı, dumanlar hafif hafif çıkıyordu. Bu oydu, bu Amanda’ydı. Benim afallamış olmama bakmadan konuşuyordu. “Kusura bakma geciktim. Kardeşime beni uyandırmasını söylemiştim. Uyandırmadan gitmiş. Otobüse zor yetiştim.” Soluk soluğa konuşuyor, benim şaşkınlığımın farkına bile varmıyordu. Bu arada diğer Amanda –sahte olan- halen benim işimi halletmeye çalışıyordu. Gerçek Amanda’dan “Bir saniye!” diyerek izin aldım ve sahte Amanda’nın yanına gittim. “Siz kimsiniz?” dedim. Kız bana şöyle bir baktı, bir de yanındaki gerçek Amanda’ya baktı. Sonrasında bozuntuya vermeden “Nasıl yani? Size yardımcı olmaya çalışıyorum işte!” dedi. Belki de benim aptallığımın farkına henüz varmamıştı. Hakikaten bu iki kız birbirine hiç benzemiyordu. Gerçek Amanda hafif tombul ve uzunca boylu (165 falan). Yardımsever kız ise hem ince hem de kısa. Ben işleri daha fazla karıştırmamak için hemen durumu izah ettim. “Kusura bakmayın. Ben sizi başkasıyla karıştırdım. Bakın ben bu arkadaşı bekliyordum.” dedim elimle gerçek Amanda’yı göstererek. Yardımsever kız gülümsedi ve “Ahh, sorun değil. Parayı hala bozdurmak istiyor musunuz? Nasıl yapılacağını öğrendim.”

İki Amanda arasında kalmıştım. Gerek Amanda’ya “Sen check out işlemini hallet, ben de para bozdurayım. Mini bara dokunmadım bile.” dedim. Gerçek Amanda bir kahkaha attı, belki benim o kızı kendisine benzetmiş olmama, belki de kızarıp bozaran yüzüme. Neyse ki sonunda iki iş de halloldu. Sahte Amanda’ya mükerrer kere teşekkür ettim otelden ayrılırken. Gerçek Amanda ise takside beni soru yağmuruna tuttu. Nasıl olur da onunla kendisini karıştırırmışım? Kendisi daha uzun boyluymuş. Hem o kızın saçları daha kısaymış, gözleri daha çekikmiş. Hiç sesimi çıkarmadım. Ne bahane uydursam yalan olacaktı. Belki o anda yardıma muhtaç olduğum için kız bana Amanda gibi göründü, belki de benim beynimde onların ortak yanlarını ön plana çıkaran bir mekanizma çalıştı, kısa süreliğine de olsa. Hem zaten Türkler hep demiyorlar mı nasıl ayırıyorsunuz Çinlileri, hepsi birbirine benziyor diye. Demek ki ayıramıyormuşum! Bunu da böylesi gülünç bir deneyimle öğrenmiş oldum.

Taksi yolculuğumuz kısa sürdü. Şangay tren istasyonuna vardığımızda saat dokuza çeyrek vardı. Çabuk adımlarla istasyona girdik, benim trene bineceğim peronu bulduk. İstasyon insan kaynıyor. Öyle böyle değil, her yer insan, karınca gibiler… Bir de bağırarak konuşmalarından kaynaklanan dayanılmaz gürültü. Benzer bir duruma uçakta da şahit olmuştum. İki Çinli aralarında konuşuyorken birbirleriyle konuşuyormuş gibi ayarlamıyorlar ses tonlarını. En az 15 metre yarıçaplı bir daireyi kapsayacak bir ses gücüyle –Acaba bu güçlü sesin sürekli içtikleri ılık/sıcak çayla bir ilişkisi var mı?- konuşuyorlar. Dolayısıyla rahatsız olmamak elde değil. Gerçi bu söyleme karşılık olarak şu da söylenebilir: Bilmediğin dilde konuşan insanların sesleri her zaman için olması gerekenden daha fazla rahatsız eder kulak kabartan kişiyi. Mesela benzer söylemleri İtalyanlar, İrlandalılar ve Japonlar için de duymuştum. Bu durumda benim şikayet ettiğim şey basit bir ayrımcılık oluyor. Yine de şunu söyleyeyim: telefonda ne zaman bir Çinliyi konuşuyorken duysam, hattın karşı tarafındaki kişiyle kavga ediyorlarmış gibi bir his uyanıyor içimde. Nedense buna engel olamıyorum…

Çin’e gelmeden önce, Çin’le ilgili pek çok negatif şey duymuş birisi olarak gürültüye şaşırmıyorum. İnsanların Çin hakkındaki söylemleri zaten genel olarak taraflı oluyor –bilerek önyargılı demiyorum-. Ucuz malların memleketinde yaşayan ucuz insanlar! “Çinliler pistir.”, “Çinliler gaddardır.”, “Çinliler merhametsizdir.”, “Çinliler her şeyi yer.” Sanki Çinliler anne olmuyor, sanki Çinliler evlerinde kedi/köpek beslemiyor, sanki Çinliler banyo yapmıyor, sanki Çinliler yardıma muhtaç birisine hiç yardım etmiyor… Hayır bunları söyleyenler sütten çıkmış ak kaşık. Kırmızı ışıkta bir saniye fazla durdu diye koltuğunun altından levyesini kapıp öndeki arabanın şoförün kafasını patlatmaya giden taksiciler var Türkiye’de. Senin koyunların benim arazimde otlamış diye kavga edip, ardından kavgayı aileler arasına taşıyıp, birkaç saat içinde yarım düzine insanın ölümüne neden olan hiddetimiz var bizim. Sohbet odasında kavga edip, hesabı dürmek için parkta buluşan ve birbirini bıçaklayan gençler var. Bunlar varken, yani kendi söküğümüzü görmezden gelirken, başkalarının yamalarına laf atmak hoş değil tabii.

Yalnız, uzun süre bu ülkede yaşayacak birisi olarak, adabı muaşeret konusunda beni şimdiye kadar rahatsız eden konulara değinmeden de geçemeyeceğim. Beni rahatsız ediyorlar demek bunlar yanlış şeylerdir anlamına gelmez. Zaten yazacaklarımın pek çoğunun kültürel ya da ekonomik altyapısının olduğuna inanıyorum. Bunlardan da kısaca söz edeceğim.

Örneğin Çinliler yemek yerken ağız şapırdatmaktan çekinmiyorlar. Daha bugün öğlen yemeğinde emlakçı kadın karşımda höpürdeterek “noodle” (nudıl) yiyordu. Bunu yadırgamıyorum ama başıma ilk kez geldiği için bana tuhaf geliyor. Ayrıca benden başka kimse rahatsız olmadığına göre bu toplumun bir normu olmuş demektir. Bu durum üzerine biraz düşündüm ve şöyle bir hipoteze vardım. Çinlilerin geleneksel pirinç yeme yöntemi kâseyi ağza yaklaştırıp, çubuklarla pirinci ağza itmektir. Yani çocukluktan beri pirincin yanına katık yaptıkları yemeği ağızlarına attıktan sonra –bazen pirinçle karıştırabilirler-, lapa haldeki haşlanmış pirinci ağza doğru küreklerler. Yalnız pirinç ısıyı uzun süre tutmadığı için pirincin içinde olduğu kâse çok sıcak olmaz. Dolayısıyla rahatlıkla bu işi yaparlar. Aynı şey nudıl için geçerli değildir. Su ısıyı uzun süre muhafaza eder. Yemek yiyen kişi koca nudıl kabını eline alıp, ağzına yaklaştıramaz. En azından yemek önüne konduktan sonra uzun süre bunu yapamaz. Ne yapacak o zaman? Kâse masada kalacak, o kafasını eğecek.  Eğik kafa da yemeği rahat yutamayacağı için nudılı, ağzına aldıktan birkaç saniye sonra –zaten sıcak ağzını yakacaktır- dişiyle koparacaktır. İşte ağız şapırdatma olayı bu birkaç saniyelik zaman diliminde gerçekleşiyor. Nudılı ağzına doğru çeken ama tam kesemeyen, bir yandan suyu akan çorbayı ağzına doldurmaya çalışan Çinli kardeşimiz, ister istemez bu hengâmede bir şapur şupur bir şarıltıya neden oluyor. Yer çekimiyle içeri çekilen nefesin mücadelesi, kolay değil tabii! Çare yok mu? Var. Nudılı pirinç gibi yemekten vazgeçersin, olur biter. İtalyanların spagettiyi çatala sarması gibi isterse Çinliler de nudılı çubuklara sarabilir. Yapanlar mutlaka vardır, ama görünen o ki yapmayanlar da var. J çok iyi beceriyor bu işi mesela. Zor zanaat iki çubuğu tek elle kullanarak, uzun nudılları makaraya sarar gibi sarıyor, kaşığı da çubukların altında tutuyor ki akan su tekrar kâseye düşmesin, nahoş bir görüntü oluşturmasın.

Bana rahatsızlık veren bir başka şey ise insanların yerlere tükürmesi. Buraya İngilizce öğretmeye gelen bir kadın, ABD’ye dönünce hatıralarını yazmış. Kitabın adı da ”Tüküren Kadın”. Kitabın ilk birkaç bölümünü okudum. Aşırı derecede Amerikancı (sömürgeci ve başkalarını aşağılayıcı) dille yazılmış olduğu için devam etmedim, bıraktım. Tamam, yola tükürmek, boğazını temizleyip, yeşilimsi sıvılarını sağa sola atmak hoş değil. Bu konuda ciddi eğitim ve kamu reklamı şart. Yalnız soruna yine nesnel gözle bakacak olursak tükürmelerin arkasında ciddi bir çevresel sorun olduğunu görebiliriz. Çin’deki büyük kentlerin büyük bir çoğunluğu, özellikle kış aylarında, aşırı derecede hava kirliliği yaşıyorlar. Enerji ihtiyacını kömür yakarak karşılayan Çin doğal olarak yanan kömürden çıkan dumanı atmosfere salıyor. O duman da dönüp dolaşıp, kentlerde yaşayan insanları, özellikle çocukları ve yaşlıları, sabahları ve akşamları işe giden/işten dönen insanları avlıyor. Durum böyle olunca, yani soluk borusundan aşağıya bol bol kükürt dioksit inince, insan ister istemez tükürme ihtiyacı hissediyor. Geçen yıl Derbent’de yaşıyorken ben de benzer bir sorunla karşılaşmıştım. Çareyi selpak mendil taşımakta bulmuştum. Hadi ben yapıyordum çünkü az çok utanıyorum sokağa tükürmekten. Herkes utanmak zorunda değil. Hem o kirli havayı yaratan kişi, onu engellemeyen kişi utanmıyorsa; ondan hastalık kapacak kişi neden utansın?

Son olarak da kapalı alanlarda sigara içme meselesine değineyim. Hadi büyük ve havadar bir yerde çok rahatsızlık vermiyor ama adam asansöre sigarayla biniyor. Kusacak gibi oluyorum ben öyle bir yerde. Zaten g*t kadar asansör kabinleri, bir de sen üflüyorsun dumanı; çıkınca en az bir dakika aralıksız öksürüyorum. Dün asansöre bindim. Baktım benden önce inen kişi elinde sigarayla çıktı asansörden. Sisli bir günde Boztepe’den Karadeniz’e bakar gibi baktım ben de asansörün kat numaralarına. Bir de öksürük! Dayanamadım, indim hemen. Diğer asansörü bekledim. Demem o ki sigara içecek olan kişi bundan hakikaten keyif alıyorsa buna bir diyeceğim yok. Ama benim gibi dumana tahammül edemeyen kişiye zulüm yapmaya hakkı olmamalı. Umarım bir an önce kapalı alanlarda sigara içme yasağını koyar Çin.

Nereden nereye geldim yine. Tren istasyonundaki gürültüden başladım, saçma sapan şeylerden bahsettim. Bilincim akıyor, parmaklarım yazıyor. Günce değil mi bu sonuçta. Kuralı yok, vardıysa da artık yok.  Neyse, hızlı trene vardık. Saatte 400 küsür km yapabilen, adeta bir kara uçağı. Sağ olsun Amanda benimle taaa içeriye kadar geldi –oysa yolcu olmayanların perona girmeleri yasak -, beni trene bindirdi, doğru vagona bindiğime, doğru koltuğa oturduğuma emin oldu. Sabahki karışıklıktan sonra bana güvenmemesi normal artık. Tren tıklım tıklım dolu. Sağım, solum, önüm, arkam… Herkes Çinli. Tek bir farklı yüz göremiyorum. Hemen herkes de cep telefonuyla meşgul. Kimisi oyun oynuyor, kimisi mesaj çekiyor. Ben telefonumu cebimden çıkarmıyorum bile. Zaten hattım yok, ne işe yarayacak ki. Camdan dışarıyı izlemeye, hızlı trenin keyfini çıkarmaya hazırlanıyorum. Tren tam saat 9’da hareket ediyor. Kısa sürede hızımız 254 km/s’i buluyor.


                              İlk hızlı tren deneyiminden hemen önce.

Bir sonraki yazıda: Kısa süren tren yolculuğu, sisli-puslu ufuk çizgisi, elektrik santralleri, Ann ile tanışma, Pazar günü gerçekleşen mucizeler, kentin merkezinde kısa bir yürüyüş, ilk süpermarket deneyimi, tuhaf bir iltifat. 

20 Ağustos 2013

Çin Mektupları (5) - 20130819

Havaalanında uyuyabilmek ayrı bir kabiliyet olsa gerek. Uyumak için iki koşul sağlanmalı benim için. Birincisi bedensel yorgunluk (ya da uzun süre uyumamış olma durumu), ikincisi ise psikolojik olarak kendini güvende hissedebilme. Bu ikisinden birisi olmazsa uyku zor bana. Havaalanında, buldukları yere kurulup, fosur fosur uyuyanları bu yüzden kıskanırım. Şangay uçağının kalkacağı kapıya gittim ki uyuyup da uçağı kaçırmayayım –duyan da uykum derin sanacak-. Millet çoktan gelmiş, kurulmuş bile. Zar zor kendime üçlü bir oturak buldum. Uzandım ama uyuyamadım. Önce ışık rahatsız etti, sonra boyunluk, sonra karşımda horlayan adam. 

Kalktım, hayranlıkla adamı izledim. Ayağının biri oturağın ucunda, diğeri aşağıda yerde; sırt üstü uzanmış, kendinden geçercesine uyuyor. Öyle böyle değil, gözümde Everest’e çıkan ilk insan gibi büyüdü adam bir anda. Hem o pozisyonda, bunca ışığın ve insanın arasında uyuyor olması hem de çıkardığı sese rağmen uyuyabilmesi… Gürültüden tek uyanan ben değildim. Çinli bir kız da gözündeki karartıcıyı çıkarmış, adama bakıyordu yorgun gözlerle. Bir süre öyle bekledik, adam da sezmiş olmalı ki kesti horlamayı. O susunca bir daha deneyeyim dedim. Saat sabahın dördü olmuş, ben halen uykuya dalmaya çalışıyorum. Gözüm azıcık aldı ama bu sefer de saatle ilgili kuşkularım uyutmadı beni. Bir de üşümeye başladım. Tamamıyla vazgeçtim, açtım kitap okudum. Bir saat sonra da uçağa bindik zaten.

Uçuş rahat ve sorunsuzdu. Film seçeneği bol oluyor uzun mesafeli uçuşlarda. Bir Kore filmi izledim. Bir de Hindistan. Normal zamanlarda yüzlerine bakmayacağım iki film. Yine de Kore filmi fena sayılmazdı. Kurt adama aşık olan kızın hikayesini anlatıyordu. İyiler cennete, kötüler her yere mesajı veren bir film. Hindistan filmi ise Cüneyt Arkın tarzındaydı. Aksiyon, aşk ve entrika… Ne kadar da yavan yaşıyoruz diyor insan bu filmi izleyince. Film izlemediğim zamanlarda da ya uyudum ya da yemek yedim.  

Akşam 9’da Şangay’a vardık. Zaten bu uçak seyahatleri beni hep şaşırtır. Bir tüpe giriyorsun, bir uğultu başlıyor, uğultu kesilince tüpten çıkıyorsun. Uçağı hiç görmesem ve zaman kavramımı yitirsem, ışınlandığımı iddia edebilirim. Hepsi bir tüpten girip, başka bir tüpten çıkma olayı aslında. Örneğin, uçağı havada dolandırıp aynı yere indirsek, pek çok insan havaalanına girmeden önce durumun farkına varmaz.

Neyse, lafı uzatmaya gerek yok. Havaalanı sakindi. Belki saatin geç olmasından dolayı, belki de günlerden cumartesi olmasından. İlk izlenimlerim nedense hiç de yeni bir yere varmışım gibi düşüncelere daldırmadı beni. Havaalanı pek çok yönüyle Bangkok’daki Suvarnaphum’a benziyordu. Dev cüsseli konstrüksiyon, yüksek tavanlar, kocaman reklam panoları. Çıkışta Amanda bekliyordu. Hiç vakit kaybetmeden taksilerin olduğu kata indik. Çok beklememize gerek kalmadan sıra bize geldi. Taksi şoförü, bavulları arabaya koymama yardım etti. Toplamda 45 kg’a yakın yüküm var. İlk defa bu kadar fazla yükle yolculuğa çıktım. Bunda, beni işe alan eğitim firmasının belli bir miktara kadar “Fazla Ağırlık” masrafını karşılayacak olması önemli bir rol oynuyor tabii. Onlar ödemeyecek olsa Türk Kahvesi Yapma Makinesini, Masa Lambamı, eşek gibi Calculus kitabını, Sait Faik’in tüm öykülerini (1500 küsür sayfa) neden alayım yanıma?

Taksi şoförü beyaz bir eldiven takmış eline. Koltuğunun etrafı da camdan bir fanusla sarmalanmış. Adam sanki uzay mekiği kullanıyor. Birazdan “Kemerlerinizi bağlayın, CZ2001232 kodlu Mars seyahatimiz başlıyor.” diyebilir. Ben arkama yaslandım, havaalanını gözlemliyorum. Gerçekten de Suvarnaphum’a benziyor. Şangay’a geldiğimi bilmesem, birazdan evimde olacağım diye sevinirdim. Amanda şoförün koruyucu kalkanının önüne doğru eğilerek konuşuyor. Tuhaf bir görüntü bu. Tamam, şoförün güvenliği için yapılmış böylesi bir şey ama yine de tuhaf. Araba çok yeni değil ama kliması çalışıyor. Taksimetrenin açılış ücreti 3,6 RMB (1,2 TL) 14 RMB (4,7 TL) Üst yollardan gidiyoruz. Biraz sonra yüksek binalar görünüyor. Herhalde az kalmıştır diyorum içimden. Bir yandan da Amanda ile sohbet ediyorum. Şangay’da anne-babası ve erkek kardeşiyle birlikte yaşıyormuş, bir aydır bu şirkette çalışıyormuş, Çin’de yaşayacaksam telefonuma weChat ya da QQ indirmeliymişim, badminton oynamayı seviyormuş ve gerçek adı Wang’mış. Çin’de okumuş insanların genelde İngilizce adı olurmuş ve bu adı kendileri seçermiş. Ben de kendime Çince ad seçeceğim diyorum. Ne olsun diyor? “Adım Ali, bana Lii diyebilirsin” diyorum. Tıpkı Bruce Lee’nin Lee’si gibi. Gülüyor.

Bu İngilizce ad meselesi bir yandan canımı sıksa da bir yandan da beni sevindiriyor. Gıcık olduğum tarafı hemen herkesin Holywood’dan duydukları İngilizce –ya da nece olduğunu bile bilmedikleri- adları tercih etmeleri. Bu durumda basit bir ad değiştirme işi kültürel emperyalizme dönüşüyor. Hani genç kardeşimiz Jude Law’un aktörlüğüne hayrandır, onun gibi aktör olmak, onun gibi bir sanatçı olmak istiyordur. Bu durumda anlarım. Aynı şekilde Marx’ı okuyup seven bir genç kendine Marx diyebilmeli, Lenin’in devrimciliğine hayran olan birisi kendisini Lenin diye çağırabilmeli, Tolstoy’un kitaplarını seven birisi kendisine Tolstoy diyebilmelidir. En azından bu durumda kendin için seçtiğin ad karakterin hakkında bir şey söyleyecektir. Ejderhalarla savaşıp, Toran dağındaki kara elması alıp, sevgilisi İlayna’ya götüren Una’nın adını alan çocuk bu kurgu ürünü karakterin hangi özelliğini kendinde görmek istemektedir? Kafama koydum, çocuklara derste bu durumu soracağım. İçlerinde bir tane Dostoyevsky, bir tane Raskolnikov, bir tane Esmeralda, bir tane Çehov, bir tane Şekspir, bir tane Newton, bir tane Gauss ya da Euler yoksa soracağım onlara hesabını… Yoksa da ben vereceğim onlara yeni adlar. Kendime de Zatopek adını vereceğim. Efsanevi Çek koşucudan dolayı. Onun gibi koşmak istediğim için belki de…

Neyse –Bu ikinci oldu konudan uzaklaşmam- . Biz sohbet ediyoruz, Türkiye’den ve Çin’den söz ediyoruz. Bir yakını birkaç ay önce Türkiye’ye gitmiş, çoook sevmiş. O da gidecekmiş fırsatını bulursa. Yemeklerden konu açıyoruz, benim neleri yiyip neleri yemediğimden. Sonra Şangay’daki hayattan. Şangay’ı çoook seviyormuş, bir yere ayrılamazmış. Bazen soracak soru bulamıyorum ama yol bitmiyor. Kitaplardan söz aralamaya çalışıyorum ama Amanda okumayı sevmiyormuş, paaaat kapı suratıma kapanıyor. Film seviyormuş. Söylediği filmlerin hiçbirisini bilmiyorum ben. Konu kendiliğinden kapanıyor. Ne kadar da sıkıcı bir adamım ben ya! Susuyorum en sonunda, pencereden dışarıyı izliyorum. Gökdelenlerin arasında dolanıp duruyoruz ve sürekli üst yoldan gittiğimiz için kenti göremiyorum. Bu yönüyle de Şangay, Bangkok’a çok benziyor. Daha doğrusu Bangkok gelişirken Şangay’ı örnek almış sanırım. Ya da ikisi de ortak bir başka kenti örnek almış olabilir: New York mesela. Kentin üzerinde bir başka kent oluşuyor bu üst yollar sayesinde, sadece araçların kullandığı. İnsan yok, hayvan yok, ticaret yok, trafik ışıkları yok… Bangkok’dayken çok severdim bu üst yollara girmeyi. Trafiğe hiç takılmadan kentin bir ucundan diğer ucuna gidebilirsin, hem de çok kısa bir sürede…

55 km sonra varıyoruz otele. 190 Yuan (63 TL) tutuyor taksi. Havaalanının kentin merkezinden çok uzakta olduğunu öğrenmiş oluyorum. Yanlış hatırlamıyorsam havaalanına giden bir metro hattı var. Yoksa bu kadar uzakta havaalanı yapılmasının pek bir anlamı olmazdı. Otelin önünde görevliler var, bize yer açıyorlar. Beklediğimden çok daha iyi bir yer kalacağım yer. İnsan sormadan edemiyor böylesi bir oteli görünce “Acaba ne iş yaptıracaklar bize de bu kadar kıyak geçiyorlar?”. Odama çıkıyorum. 22. kattayım, perdeyi açıyorum. Karşımdaki bina Hilton Şangay. Üzerimde hiç Yuan olmadığı için bavulları taşımama yardımcı olan gence bahşiş veremiyorum. Bunun için neredeyse özür dileyeceğim adamdan. O beklemekten mahcup, ben onu bekletmekten, öylece kalıyoruz. Sonra o gidiyor. Ben pencereden dışarıyı izliyorum bir ara. Gökdelenlerin arasında bir yerdeyim. Etraf ışıl ışıl, bankaların ve reklam panolarının ışıkları seçiliyor. Her yerde kocaman harflerle Çince bir şeyler yazıyor. İçimden “Burada herkes Çince konuşuyor.” diyorum. “Burada bakkaldan çakkaldan alacağın her ürün Çin malı. Bu yüzden üzerine “Made in China” yazmazlar.”

Yorgunum ama yine de bir şekilde internete bağlanıp Tayland’a ve Türkiye’ye durum bildiriminde bulunmam gerekiyor. Odada internet yok –Haydaaa! Bu kadar lüks otel yap ama odaya internet koyma. 20 dolarlık konukevlerinde bile kablosuz internet oluyor artık.- Lobiye iniyorum, zar zor da olsa bağlanıyorum. Gmail’e girmek çok uzun sürüyor. Kapatıp VPN’i açıyorum. Çin’de pek çok sayfa yasak. Facebook, Youtube, Google’ın pek çok ürünü, Blogger… Bunu  biliyor olduğum için gelmeden önce Astrill adlı bir programı bilgisayarıma indirdim ve bir yıllık abonelik satın aldım. Facebook ve youtube çok önemli değil, onlarsız yaşayabilirim ama wikipedia’nın ve blogger’ın yasak olması çok rahatsız edici. Benim içinde kaybolmaktan zevk aldığım tek orman wikipedia. Blogger ise öyle ya da böyle son yedi yıldır sıkıntılarımı içine döktüğüm evim sayılır.

Eve ve J’ye mesajlar gönderiyorum, facebook’da yerimi Şangay olarak işaretliyorum. Üzerine de “feels like home” yazıyorum. Çünkü gerçekten de öyle. Asyalı insan yüzü görmek beni rahatlatıyor, kendimi emin ellerde hissediyorum onlara bakınca ya da onlar tarafından bakılınca. Bunun nedeni onlardan bana zarar gelmeyecek olması değil –pekala da zarar verebilirler bana, eğer isterlerse-; eğer onların yardımına muhtaç olursam yardım etmek için ellerinden geleni yapacaklarını biliyor olmamdır. Asya’da kurallar genelde –mutlaka istisnaları vardır- hayatı kolaylaştırmak için, pragmatik yönler göz önüne alınarak konur. Önemli olan işler yürüsün, mağduriyet azalsın, kimse zor durumda kalmasın. Bununa ilgili güzel bir örneği aşağıya yorumsuz olarak ekliyorum.  
                                  Tayland'da bir hastanenin ilaç dağıtım bölümü

Mesajları gönderdikten sonra yukarı odama çıkıyorum. Saat neredeyse gece yarısı 12, ben yorgun ve kirliyim. Çabucak bir duş alıp yatağa uzanıyorum. Sabah 8’de Amanda ile lobby’de buluşup, 9’daki Çanco (Changzhou) trenine yetişeceğim. Dolayısıyla en geç 7’de uyanmam, kahvaltıya inmem gerekir. Uykuya dalmam çok uzun sürmüyor. 

* Gelecek yazıda: Tüm Çinliler birbirine benziyor, nasıl ayırt ediyorsun?, adab-ı muaşeret (kapalı alanda sigara içme, ağız şapırdatma, sağa sola tükürme, bağırarak konuşma), hızlı tren, elektrik santralleri, Çanco'ya varış.   

18 Ağustos 2013

Çin Mektupları (4) - 20130817


Şanssızlık daha havaalanına varmadan başladı. Telefona gelen bir mesaj, uçuşun ertelendiğini ve daha fazla bilgi için verilen numarayı aramamı yazıyordu. Bu kadar bilgiyi veren bir iletinin neden yeni uçuş saatini yazmamış olması da ayrı bir muamma tabii! O telefon numaralarını yazacaklarına, uçuşunuz şu saate ertelenmiştir gibi bir ileti geçselerdi hem daha makbule geçerlerdi hem de benim daha az vaktimi çalmış olurlardı. Şimdi işim yok, bir de telefonla, telesekreterle, basılacak tuşlarla uğraş. En sevmediğim işlerden birisi.

Neyse, korkunun ecele faydası yok. Telefon numarasını çevirdim. 1’e bastım, 2’ye bastım, tekrar 1’e bastım… Sonunda insanca konuşan birisine ulaştım. Uğultulu bir ses tonuyla konuşan bu genç bana uçağın altı saat rötar yaptığını söyledi. Ben de ne diyeceğim, “haydaaaaa” dedim. Şaka gibi. En azından erkenden haber verdiler. Bu da benim avuntum oldu. Zaten hep böyle avuntulara, her olaya pozitif yönünden baktığım için düzelmiyor hayatımdaki hiçbir şey! Hoş, uçuşun altı saat gecikecek olması benim havaalanına gidiş saatimi değiştirmedi. Sonuçta J de benimle havaalanına gelecek ve benden 10 dakika önce Bangkok’a uçacak. Tek sorun şurada: Onun uçağı rötar yapmadı! Onu yalnız bırakmamak ve sabahın köründe havaalanına giden taşıt bulma zorluğuna katlanmamak için J ile birlikte hareket ettik. Sağ olsun, büyük birader getirdi bizi, yeğenler de sıkıcı geçen trafiği zevkli hale getirdiler.

Havaalanlarını severim ben. Şaka bir yana, tuhaf bürokratik çıkmazların kıskacında kalıp hava alanında aylar, hatta yıllar geçirmek zorunda kalan insanları biraz kıskanırım bile. Neden mi? Çünkü insan hava alanlarında daha kolay ortalamaya yaklaşıyor, burada daha çabuk karışıyor kalabalığa. Kimlik dediğimiz sosyal etiket burada önemsizleşiyor, en azından yaptırım gücünü kaybediyor. Hani istatistikte sürekli sözü edilen “regression to the mean” denilen şey var ya, işte o, burada farkların görsel bir illüzyondan başka bir şey olmadığını haykırıyor adeta.  Çeşit çok; her renkten, her dinden, her dilden insan var. Burası bir insanın kişisel görüşlerini ya da aidiyetlerini –gayri aidiyetler de olabilir- rahat bir şekilde yaşayabileceği nadir yerlerden birisi. Bir yerde Umre yolcularını namaz kılarken görüyorsunuz, önlerine koydukları çantaların hemen arkasında kısacık şortuyla sarışın bir kız geçiyor. Çinli gençler maçong oynuyorlar (gruba dahil olmak istemeyen bir genç kız tırnaklarını kesiyor ve kesilen tırnaklarını avucunda biriktiriyor). Yanlarında sakallı bir amca kebap yiyor. Başka yerde olsa bu amca müdahale eder, kumarın haram olduğu üzerine bir vaaz verirdi. Bangkok uçağını bekleyen gençlerin ellerinde bira şişeleri, kahkahalarla gülüyorlar. Uçakta ne içecekleri şimdiden belli! Onların yanında Vietnamlı bir aile, anne ve baba kendi aralarında Vietnamca, çocuklarıyla Almanca konuşuyorlar.

Havaalanlarının bir başka güzelliği de buranın bir geçiş tünelinden ibaret olması. Bir değişim hali hakim herkese. Evine dönenler, sevgilisine kavuşacak olanlar, iş için seyahat edenler, tatile çıkanlar… Bir değişim, bir umut, bir beklenti sinmiş insanların yüzlerine. İnsanlar biliyorlar içlerinde bulundukları durumun geçici olduğunu. Herkes yolcu, herkes geçici, herkes içinde bulunduğu anı değil de bir sonraki anı düşünmekle meşgul. Herakleitos’un “Bir nehirde iki kere yıkanmaz.” sözü geliyor aklıma.

J gittikten sonra ben de havaalanında mahsur kalan yolcular için hazırlanmış olan misafirhaneye gidiyorum. Daha önce gördüğüm misafirhane –Kar nedeniyle mahsur kalmıştık ve 24 saat geçirmiştik burada- kapalı. Küçük bir odayı açmışlar. Orada da kapasitenin üzerinde insan var. Vaz geçiyorum ve yukarıya, kapıların olduğu yere geri dönüyorum. Misafirhaneden uçak kalkış kapılarına gitmek için tekrar güvenlikten geçmek gerekiyor. Uzun mu uzun –aynı zamanda sessiz ve sakin- koridorda yürüyorken iki hava alanı görevlisi arasındaki kavgaya şahit oluyorum. Durup ağız dalaşını izliyorum, tıpkı olaya neden olan ama ne olup bittiğini anlamadığı için “Sizi şikayet edeceğim” diyerek uzaklaşan Taşkent yolcusu bayan gibi. Anladığım kadarıyla tipik bir haddini bildirme olayı bu. Ehh, deneyimliyim artık. Kaybede kaybede savaş meydanlarının ruhunu kavradım. Toplam üç kişi var oyunda. Taşkent Yolcusu Bayan (TYB), Güvenlik Görevlisi (GG), Hava Alanı Görevlisi (HAG). Bir de oyunu bitiren polis memuru.

TYB: Ben Taşkent’e gideceğim. İşte belgelerim.
HAG: Tamam, bir saniye.
GG: Oradan sürekli yolcu gönderiyorsun.
HAG: Bu hanım Taşkent yolcusuymuş.
GG: Ver bakayım kağıtları (Kadının kimliğini, pasaportunu ve uçuş kağıdını alır.)
HAG: Ben biliyorum. Bu kadın ileriden girecek. Kağıtları verir misin?
GG: (HAG’nin kolundan tutar) Hayır, deminden beri bizim oraya yolcu gönderiyorsun.
HAG: Tamam ya, onların oraya gelmesi gerekiyordu. Bunun gelmesi gerekmiyor.
GG: (HAG’nin yaka kartını alır ve uzaklaşmaya çalışır) Ver bakayım şunu.
HAG: Yaka kartımı niye aldın ya.
GG: İşini yap. Ben bakarım bu kağıtlara.
TYB: Ne kavga ediyorsunuz ya! Şikayet edeceğim şimdi.
GG: Bak gördün mü? Senin yüzünden.
HAG: Ne benim yüzümden ya, manyak mısın lan sen?
GG: Ben kimim sen biliyor musun?
HAG: Kim olursan ol. Bana ne! S*ktir ol git buradan!
GG: Sen kime küfrediyon olum! Haddini bil, yoksa
HAG: Yoksa! N’apcan? Beni mi dövecen? Neyle? Belindeki o sopayla mı? Bi’kere sen kimsin de benim yaka kartımı alıyorsun. Polis misin? Amirim misin?
GG: Sana ne lan! Gel şurada konuşalım. Gel, gel, böyle gel… (Gitmeye yeltenir, elinde TYB’nin kağıtlarıyla.)
HAG: Nereye gidiyorsun ya? (GG’nin kolundan tutar ve çeker) Ver şu kağıtları bana. Yaka kartımı da ver. Def ol git buradan. Ne işin var senin burada?
GG: Vermiyorum lan.
HAG: Versene oğlum. Neyin kavgasını yapıyorsun. Bırak da işimizi yapalım.
GG: (Kağıtları elinde buruşturur, bir tanesini yırtar ve yere atar.) Al sana belgeler. Benimle doğru konuş. Lan deme bana.
HAG: Lan versene yaka kartımı!

Dışarıdan bu tartışmayı duyan birileri gelir ama iki kızgın genci durduramaz. İleride, metal algılayıcı makinelerin yanında bekleşen polis memurlarından birisini çağırırlar. Polis gelir, gençlerin arasına girer. TYB bir şeyler demek ister ama beceremez. Ağız dalaşı devam etmektedir. HAG üste çıkmıştır. GG’nin HAG’nin yaka kartını gasp etmesi bir haddini aşma olduğu için bununla iyi saldırabilecektir. Polis memuru ikisini de dinlemeye çalışır ama suçlamalar bitmez. Hep birlikte güvenlik şeridinin arkasına giderler. Yaklaşık on dakika sonra aynı noktadan geçerken tartışma aynı hararetle sürüyordu.

Olaya tipik demem, geçtiğimiz bir yıl içinde Türkiye’de benzer kavgaları çok görmüş olmamdan kaynaklanıyor. Diyaloğu bitiren ifadelerle dolu konuşmalar. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”, “İşini yap”, “Haddini bil”. Bir de fiziksel müdahaleler var tabii işin vahametini artıran. Adamların elleri ayakları yerinde durmuyor ki barışçıl bir yolla sorunu çözsünler. Ağızları tatlı olsa bile, yumrukları eksik olmuyor. Sadece konuşmaya odaklandıkları için de birbirlerini dinlemeye hiç vakit ayırmıyorlar. Dolayısıyla da sorun derinleştikçe derinleşiyor, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Tabii dışarıdan bakınca bu değerlendirmeleri yapmak kolaydır. Tartışmayı yapanlar için olay objektif bir sorun çözme işinden çok “kim daha üstün” kavgasına dönüşmüştür. Her yerde gördüğüm dayanaksız özgüvenin kaynağının karşındakine güvenmemek olduğu basit bir olayla kanıtlanmış oluyor.

Şimdi yemek yeme holünde oturdum bunları yazıyorum. Arkamda Çinli bir çocuk, Çince bir kitap okuyor. Solumdaki masada Arap bir aile çay içiyor. Solumda ise yaşlı bir Japon, genç bir Avrupalıyla dostluk kuruyor. Saat 2’yi geçti. Gözlerim kapanıyor. Uçuşa daha dört saat var… Bize yemek vermeleri gerekir böylesi bir rötar durumunda. Gidip sorayım bari…

Bu mektup da Çin ile alakalı olmadı ama bunun sorumlusu ben değilim. Türk Hava Yolları. Şimdi uçakta uyuyor olmalıydım ya da en azından Lao Tzu’nun hayat hikayesini okuyor olacaktım…

Bir sonraki yazıda Şangay izlenimlerime (çok az da olsa) ve Çanco’ya giden treni anlatacağım. 

15 Ağustos 2013

ÇİN MEKTUPLARI (3) – 20130815

                                                        
Çin’i Çin yapan özelliklerden belki de en önemli ve etkin olanı Konfüçyüsçülüktür. İki bin beş yüz yıldır Çin halkının zihninde yer etmiş olan; gündelik hayatı düzenlemeden, ahlaki ve sosyal normları belirlemeye kadar pek çok noktada Çin insanını şekillendiren bir kurallar bütünü olmuştur Konfüçyüs’ün ortaya koyduğu prensipler. Dolayısıyla Konfüçyüs’ü anlamadan Çin’i anlamak mümkün değildir.



Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Konfüçyüs (Doğumu MÖ 551) bir dini lider değildir, asla da böyle bir iddiası olmamıştır. Hatta öğrencileriyle yaptığı konuşmalarda doğaüstü olayları tartışmayı yasaklamış, ölüm sonrası hakkında yorum yapılmasını hoş karşılamamıştır. Diğer dini liderlerle kıyaslandığında hayatı hakkında iki temel fark göze batmaktadır. Birincisi hayat hikâyesinde muallaklıklar yoktur. Yaşadığı devir, yaptığı işler, söylediği sözler iyi not edilmiş ve arkasında sağlam bir düşünsel miras bırakmıştır. İkincisi ise yukarıda da sözünü ettiğim gibi doğaüstüyle, yani mucizelerle ve ruhsal âlemle ilgilenmemiş, ölüm sonrasını kurtarmak gibi bir amacı olmamıştır.

Yaşadığı dönemin mevcut dini motiflerine bir ekleme yapmamış, dinsel konulara değinmekten kaçınmıştır. Bu noktadan bakınca statükocu bir dinsel görüşü olduğu savunulabilir. Daha doğrusu insanların hayatlarını yönlendirirken dinin önemini ya inkâr etmiştir ya da ona rakip olarak ahlaki/toplumsal değerler bütünü ortaya koymuştur. Zamanında var olan tek tanrılı inancı korumuş, bunun yanında ölenlerin ruhlarının dünyada gezindiğine dair yarı Paganist yarı Şamanist anlayışı olduğu gibi benimsemiştir. Zaten ortaya koyduğu doktrinleri görünce anlıyoruz ki Konfüçyüs’ün en büyük derdi sosyal yaşamı düzenlemek, huzurlu bir toplumsal ortamı garanti altına almak, adaletli hükümdarların himayesi altında yeşerecek olan edebiyat ve kültür ağaçlarını büyütmektir. Belki de bu yüzden 19. Yüzyılda veya öncesinde Çin’e ulaşan oryantalist kafalı batılılar “Sizin dininiz ne?” diye sorduklarında pek çok Çinli hem soruyu anlamadıklarından hem de verecekleri yanıtın yanlış anlamaya neden olacağını bildiklerinden, afallamışlardır.



Çünkü batılıların dinleri hem dışlamacı (Benim cennetime girmek istiyorsan benim peygamberime biat edeceksin anlayışı) hem de kurtuluş (Bu dünyada mutluluk ve adalet mümkün değildir. Asıl hayat öldükten sonra başlar. Burada adaletsizliğe maruz kalırsan ya da mutsuz olursan kafaya takma. Bunun bir de rövanşı var.) eksenlidir. Oysa Konfüçyüs her iki noktada da ayrışmaktadır batılı anlayıştan. Onun felsefesi tamamıyla dünya hayatını tanzim etmeye, insanların hayatına düzen ve huzur getirmeye, yaşamı zevk alınan bir sürece dönüştürmeye yöneliktir. Bu yüzden Konfüçyüs’ün yolundan giden birisinin din konusunda kafasının karışık olması normaldir. Belki din konusunda kafası karışıktır ama dünya hayatı mutlu, huzurlu ve en azından kindarlıktan ve intikam duygusundan uzaktadır. Bunu ne kadar başarabilmiştir sorusu burada sorulabilir ama soruya verilecek olumsuz yanıt kuramsal olarak Konfüçyüs’ün prensiplerini yanlışlamaz. Tıpkı geri kalmış İslam devletlerinin suçu İslam’ın çağa ayak uydurmayan prensiplerinde değil de İslam’ı yanlış uygulayan Müslümanlarda bulması gibi.



Konfüçyüsçülüğe dönersek, bu kadim felsefi birikimi birbiriyle iç içe geçmiş iki ana kurallar kümesi olarak inceleyebiliriz.

1.       Bireyin ve ailenin yaşamını şekillendiren ahlaki kurallar.  

2.       Yöneticilerin adil ve barışsever olmalarını sağlayan siyaset bilimsel kurallar.

Ahlaki kurallar ya da etik kod diyebileceğimiz kısımda en önemli öğe ailedir. Konfüçyüs’e göre anne babaya saygı –ölmüş olsalar bile- bir evlat için uyulması gereken en önemli kuraldır. Bu o kadar önemlidir ki anne babayı üzmek ya da onlara saygısızlık yapmak olası en büyük ahlâksızlıklardan birisidir. Ölmüş olan aile üyelerini periyodik olarak anmak, onlar adına tütsüler yakmak, onların ruhu için oyuncak da olsa evler ve arabalar yakmak (Bu çeşit anma Vietnam’da ve Bangkok’un Yorawat semtinde de çok yaygındı), bir çeşit ibadet sayılmaktadır. Bunun yanında bir insanın çocuk yapmaması anne-babasına yapacağı en büyük saygısızlıktır çünkü bu durum soyun sonlanmasına, anne-babanın ruhlarının sonsuza kadar acı çekmesine neden olacaktır. Aslında bu inanç Çin’in nüfusunun neden bu kadar çok olduğu hakkında bize ufak da olsa bir ipucu vermektedir.


Bazı oryantalist düşünürler aile bağının bu kadar güçlü olmasının, bireylerin ülkeye, kente ya da içinde yaşanılan mahalleye olan bağlılığı zayıflattığı görüşünü savunmaktadır. Yani, Çinlilerin yanı başlarında meydana gelen kazalara duyarsız kalmalarını, bu olayda mağdur olan kişinin bir aile üyesi olmamasına bağlamaktalar. Ben bunun bir abartı olduğunu, benzer duyarsızlıkların dünyanın hemen her yerinde olduğunu düşünüyorum. İstatistiksel olarak her dört duyarsızlıktan birisinin Çin’de olma olasılığı yüksektir. Eğer oran 1 / 4’den çok çok fazla ise bu farkın neden kaynaklandığını tartışabiliriz ama böylesi bir iddiayı doğrulayacak somut kanıtın bulunabileceğine imkân vermiyorum (var olduğunu da sanmıyorum).

Yalnız ailenin bu denli ahlaki ilkelerin merkezine konmuş olması ister istemez nepotizm tarzı ahlaksızlıkların önünü açmaktadır. Öyle ki Konfüçyüs’e atfedilen aşağıdaki mesel buna güzel bir örnek teşkil eder:

Küçük bir bölgenin valisi kendisinin hükmettiği topraklarda ahlâki değerlerin ne derece yüksek olduğunu anlatmak için şöyle der: “Bizim topraklarımızda insanların en ahlâklılarını bulacaksınız. Eğer bir baba koyun çalarsa, oğlu onun aleyhine kanıt bulmaktan ve bu kanıtları ortaya dökmekten çekinmez.” Buna karşılık olarak Konfüçyüs şöyle demiştir: “Bizim oralarda standartlar farklıdır. Baba oğlunu korumak için kendisini siper eder, oğul babasını korumak için. Erdemi biz böyle tanımlarız.” (Kaynak: B Russell, The Problem of China)

Buradan da anlaşılıyor ki aile üyeleri birbirlerini korumak için ellerinden geleni yapmalı, ucunda yalan söylemek ya da başkasının hakkını gasp etmek olsa da bu konuda taviz vermemelidir. Bir başka örnekte de Konfüçyüs, hak etmediği halde kendisine verilen iyi maaşlı bir devlet memurluğunu reddeden adamın, bu kararı vermekle yaşlanmış olan anne-babasını inciteceğini söylemiştir. Çünkü kazanacağı parayla anne-babasına daha iyi bakabilir, evlatlık görevini daha etkin bir şekilde yerine getirebilir.



Atalara saygıdan başka Konfüçyüsçülük genel olarak orta yolun müdavimi olma olarak da tanımlanabilir. Her şeyde mutedil olmak, aşırıya kaçmamak, tutkuların ve hırsların çekiciliklerine aldırmamak, nefsini kontrol etmek Konfüçyüsçülüğün genel özellikleri arasındadır. Ben bu anlayışın Konfüçyüs ile aynı dönemde yaşamış Buda’dan kaynaklandığını ya da en azından ondan beslendiğini düşünüyorum. Belki de ikisinin kaynağı da ikisinden de eski olan Hinduizmdir. Orta yolu seçmek, aşırıya kaçmamak, huzuru bozacak eylemlerden kaçınmak zaten doğu denilince hemen hepimizin aklında canlanan ilk birkaç resimden birisidir. Dolayısıyla “aşırıya kaçmama” bahanesi hemen her davranışın yanına kulp olabilecek türden bir "ad hoc" söylem olabilir.

Örneğin, Çinlileri pek öyle aşırı soğuk su içerken göremezsiniz. Vietnam’da ve Tayland’da tanıştığım Çinli arkadaşların hemen hepsi yanlarında termosla ılık çay taşıyan ve asla buzlu içeceklere dokunmayan insanlardı. Neden böyle yaptıklarını sorduğumda bana genelde aşırı sıcak ve aşırı soğuğun sağlığa zararlı olduğunu söylerler, ardından da daha büyük bir genelleme yapıp, aşırı olan her şeyin kötü olacağı sonucuna ulaşırlardı. Bu durumda ben çıkıp “Bütün gün elinde termosla gezmek aşırıya kaçmaktır.” desem daha mı çok Konfüçyüsçü olurum yoksa daha mı az? Bunu da gidince deneyeceğim.

                                                       Şanghay'daki Konfüçyüs Heykeli

Konfüçyüsçülüğün ikinci ayağı olan devlet yönetimiyle ilgili siyaset bilimsel kurallar ise daha çok yöneticilerin adil ve barışçıl olmalarını sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Bu noktadan bakınca Konfüçyüs, ermiş bir liderden çok, tıpkı Spartalı Lycurgus ya da Antik Yunanlı Solon gibi bir kanun koyucu görünümündedir. Toplumun huzurunu korumak, insanların kazançlarını garanti altına almak ve dış ülkelerle barışçıl ilişkiler yürütmektir yöneticinin görevi. Bunu başarmak için de zaten eğitim ve sınavlar devlet kurumlarının vaz geçilmez parçaları haline getirilmiştir. Çinli bir ebeveyn için çocuklarını okutmak ve onu olabilecek en iyi okullara göndermek birinci ve asli vazifedir. Bu yüzden Çinli öğrenciler batıdaki üniversitelerde sivrilmeye ve sınıfların en iyisi olmaya –özellikle teknik derslerde- özen gösterir ve bu konuda hırslı davranırlar.


Şimdilik bu kadar yetsin. Bir sonraki yazıyı Şangay’dan yazacağım. Artık kitabi bilgilerden çok gözleme dayalı deneyimlerden söz edebilirim yazılarda. Aslında kafamda Taoism ve Budizm hakkında yazmak vardı çünkü bu iki din Çin'de Konfüçyüsçülüğü en fazla etkilemiş iki din. Olmazsa onu erteler, başka bir ara yazarım. 

Plana göre Cumartesi akşamı Şangay’da bir otelde kalıp, Pazar sabahı hızlı trenle yaşayacağım kent olan Çanco’ya (Changzhou) gideceğim. 

Not: Yukarıdaki resimlerin bazıların üzerinde yazılmış olan metinler Konfüçyüs'e mi ait bilmiyorum. Malum, internette her türlü bilgi var. Konfüçyüs hakkında daha derin okumak isterseniz http://en.wikipedia.org/wiki/Confucius ya da  http://tr.wikipedia.org/wiki/Konf%C3%BC%C3%A7y%C3%BCs adreslerinden bol bol okuma yapabilirsiniz. 


09 Ağustos 2013

ÇİN MEKTUPLARI (2) – 20130809

İnsanın henüz ayak basmadığı topraklar ve o toprakların (iklimin, coğrafyanın vs) ürünü olan insanları hakkında yazması pek de doğru bir davranış sayılmaz. Bir hafta sonra gideceğim Çin’e. Şimdiye kadar üç kitap bitirdim Çin hakkında. Bunlar: The Problem of China (Bertrand Russell), The Civilization of China (Herbert Allen Giles) ve Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey (Jeffrey Wasserstorm). Bir de Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları romanı var yarısına geldiğim. Daha önce de Çinli yazarlardan iki roman okumuştum. Ha Jin’in “Waiting”i ve Adeline Yen Mah’ın “Falling Leaves”i. Bu kadar az sayıda okumanın zayıf ışığı altında Çin üzerine ne söylesem eksik olacaktır. Zaten yazacaklarımda şimdilik Çin’i biliyorum iddiası olmayacak. Gittikten sonra uzun süre de olmayacak böylesi bir iddia.

Yalnız asla ayak basmadığı topraklar hakkında yazan pek çok yazar var tarihte. Örneğin Kafka “Amerika” adında bir roman yazmış. Oysa Kafka hayatı boyunca Amerika’da bir kere bile bulunmamış birisidir. Ben Kafka değilim ama şunu da kabul etmek lazım, Kafka da Kafka değildi yaşarken. Doğal olarak bir ön hazırlık olması açısından gitmediğin ama yakında gideceğin bir ülke hakkında okumak ve az da olsa –mütevazılığı elden bırakmadan- yazmak fena bir fikir gibi gelmiyor kulağa.

Daha önce Vietnam’ı, yani sosyalist geçmişi olup da son 30-40 yılda serbest piyasa ekonomisine kademeli geçişe izin vermiş bir ülkeyi görmüş birisi olarak Çin hakkında okuduklarım beni çok şaşırtmadı. Mao’nun kuramsal sosyalist idealizminden Deng’in pragmatik ve ılımlı yaklaşımına uzanan, sonuç olarak makroekonomik düzeyde, hızlı büyüme ve genişleyen gelir dağılımı uçurumları yaratan bir ekonomi Çin’inkisi. Vietnam’da da olduğu gibi ucuz iş gücünün getirdiği hızlı –sürdürülebilir olmasa da- bir büyüme var ülkede. 

Büyük şirketler batıdaki fabrikalarını kapatıp, Çin’de fabrika açıyorlar. Böylece hem ucuz iş gücünden yararlanıyorlar hem de Çin hükümetinin batı ülkelerine kıyasla daha gevşek olan ticari, çevresel ve sağlıksal yaptırımların etrafından dolanıp açıklarını sömürüyorlar. Öyle ya, kendi ülkesinde atığını doğaya salamayan bir fabrika gelip Çin’de istediği gibi çevreyi kirletebiliyor, istediği gibi insanların sağlıklarını tehdit edebiliyor, istediği gibi ticari (gümrük) açıklardan yararlanabiliyor.  Hepimiz biliyoruz bir zamanlar nasıl ki İngiltere için kullanılan dünyanın atölyesi terimi bugün Çin için kullanılıyor. Ve bir zamanlar ABD için kullanılan ucuz ve kalitesiz malların üretim merkezi algısı bugün Çin için kullanılıyor. Öyle ki Charles Dickens’ın romanları ABD’de korsan olarak basılıp, satıldığında Dickens çok kızıyor bu duruma ve acı acı yakınıyor. ABD 1900’ların ortalarında büyük çaplı otoban ve demiryolu inşaatı gerçekleştiriyor, bu sayede birbirinden kopuk bölgeleri birbirine bağlıyor. 

Tıpkı bugünkü Çin’in mermi trenlerle büyük kentleri birbirine bağlaması gibi.  Aynı Çin dev barajlar ve madenlerle enerji ihtiyacını karşılamaya çalışıyor. ABD de 1900’lü yıllarda dev enerji projeleriyle ekonomisini desteklemişti. Peki bütün bu koşut icraatlar Çin’i geleceğin süper gücü yapmaya yeter mi? Bu soruya yanıt vermek için daha çok okuma yapmak, daha çok gezmek ve dünya ekonomisini daha yakından takip etmek gerekecektir. Bu noktada en büyük faktörler, eğitimde ve demokratik yönetim biçiminde yapılacak düzenlemeler olacaktır. Blogları yasaklayan, muhalif düşünen sanatçıları ev hapsine zorlayan, Konfüçyüsçü eğitim batağından kurtulamayan bir Çin ortalamada zenginleşse bile halk olarak gelişemeyecektir.

 Konfüçyüs demişken Russell’ın Çin hakkında söylediği ve Çin’in alamet-i farikası olarak öne sürdüğü üç ana öğeden söz edeyim. Bunların birincisi fonetik olmayan alfabesi, ikincisi Konfüçyüsçü ahlaki / dini / geleneksel değerler, üçüncüsü de sınav geçmeye dayanan devlet memurluğu sistemi. Tabii Russell bunları 1900’lü yılların başında yazıyor. Ortada daha ne sosyalist devrim var ne Mao’nun büyük sıçrama hamlesi ne de Deng’in açılım politikaları. Yalnız beş bin yıllık bir kültürün son yüzyılda pat diye değişmesi söz konusu olamayacağına göre Russell’ın gözlemlerini tamamıyla geçersiz sayamayız.

Çin’in fonetik olmayan bir alfabesinin oluşu eğitim açısından bir takım engeller teşkil edebileceği gibi bizim henüz farkına varmadığımız tuhaf yararlar da sağlayabilir. Tabii ki bir çocuğun gazete okuyacak düzeyde dil bilmesi için liseyi bitirmesi gerekiyorsa, o alfabede bir yenilik yapılması arzulanabilir. Bu gayet de anlaşılabilir bir reform hareketi olurdu. Örneğin Vietnam uzun yıllar Çin alfabesini (Bu arada Çin alfabesi terimi de yanlış bir terim çünkü alfabe kelimesi Yunanca’daki ilk iki harf olan alfa ve betadan türetilmiştir. Tıpkı Arapça’daki Elifba gibi. Bu durumda Çinlileri kullandığı yazı sistemine ne demeliyim bilmiyorum. Daha iyisini bulana kadar Çin alfabesi diyeceğim.) kullandıktan sonra Latin alfabesine geçmişlerdir. Aynı şekilde Kore de eskiden Çin alfabesini kullanırken, kendi fonetik alfabesini geliştirmiş ve kullanmaya başlamıştır. Öyle ki Kore’nin “hangul”ü bugün en kolay öğrenilen alfabelerden birisidir. Bugün Vietnam’ın da Kore’nin de okur yazar oranı Çin’inkinden yüksektir. Bu farkı alfabelere bağlayabilir miyiz bilemiyorum ama bu konuda araştırma yapmaya değer. Vietnam ve Kore bu reformları yapmışken, Çin, Pinyin ile Çince yazıları Latin alfabesine dönüştürmeyi sağlayan bir sistem geliştirmiş ama okullarda Pinyin değil de fonetik olmayan Çince yazım sistemini öğretmeye devam etmiştir. Öyle ki dünyanın her yerinde yaşayan Çinliler çocuklarına Çince yazmayı ve okumayı öğretmişler, bunu kültürel bir görev olarak üzerlerine almışlardır.

Bunun yanında Çince yazım şeklinin sesleri değil de düşünceleri kâğıda dökmeye yarayan bir sistem olduğunu akla getirdiğimizde iş biraz değişir. Belki de bu durum Çinlilerin matematikte ve benzeri soyut hayal gücü gerektiren disiplinlerde neden güçlü olduklarını izah etmemize yardımcı olacaktır. Düşünsenize! Birkaç çizgi ve noktayla bir duyguyu, düşünceyi, matematiksel - mantıksal bir öğeyi çizebiliyorsunuz. Öneğin “mutluluk” kelimesini biz sesleri yan yana yazarak ifade ediyoruz. Çinliler ise mutluluğu çizerek (Abidin Dino kolaya kaçıp Çince yazabilirdi aslında.) ifade ediyorlar. Aynı şeyi matematiğe uyguladığımızda ortaya çıkacak olan resim beni bile heyecanlandırıyor, her ne kadar henüz dili bilmiyor olsam da.

Russell, fonetik alfabelere sahip medeniyetlerin bir süre yükseldikten sonra çöküşe geçmelerini de kıyısından köşesinden de olsa aslen pek de sağlam olmayan bu alfabelere bağlıyor. Bu fikir ne kadar savunulabilir, dilin gösterim şekli bir medeniyetin bekasına ne kadar etkili olur, ya da tam tersi durumda fonetik alfabeler bazı medeniyetlerin sonlarını nasıl çabuklaştırır? Fazlasıyla spekülatif kaçan bu tespiti Russell’ın kendi sözleriyle aşağıya geçiyorum:

Now, with all respects to alphabetical civilization, it must be frankly stated that it has a grave and inherent defect in its lack of solidity. The most civilized portion under the alphabetical culture is also inhabited by the most fickled people. The history of the Western land repeats the same story over and over again. Thus up and down with the Greeks; up and down with Rome; up and down with the Arabs. The ancient Semitic and Hametic peoples are essentially alphabetic users, and their civilizations show the same lack of solidity as the Greeks and the Romans. Certainly this phenomenon can be partially explained by the extra-fluidity of the alphabetical language which cannot be depended upon as a suitable organ to conserve any solid idea. Intellectual contents of these people may be likened to waterfalls and cataracts, rather than seas and oceans. No other people is richer in ideas than they; but no people would give up their valuable ideas as quickly as they do....

The Chinese language is by all means the counterpart of the alphabetic stock. It lacks most of the virtues that are found in the alphabetic language; but as an embodiment of simple and final truth, it is invulnerable to storm and stress. It has already protected the Chinese civilization for more than forty centuries. It is solid, square, and beautiful, exactly as the spirit of it represents. Whether it is the spirit that has produced this language or whether this language has in turn accentuated the spirit remains to be determined.

Kendime koyduğum 1000 kelimelik sınıra ulaştım. Çin’i Çin yapan diğer iki öğeden bir sonraki mektupta söz edeceğim.