Bu Blogda Ara

28 Şubat 2011

CONFESSIONS OF A CROWDED FACE


Watching the moon silencing the music coming from the violins
The more we talk of freedom, the more tumours pop up on our skins
Unwanted words unveil the mutual misinterpretation of how
my face became crowded with the misery of the immortal sins

A thunder finds me unprepared in my little bunker, scares me to death
Lullabies fill the sky, the tears and the gas masks falling out of breath
The last question to utter to the approaching executioner could be why
my face is crowded with the wounds from the unforgettable wrath

This bed sheet is our space, the edges are the ends where rivers pour
Dream recorders, day dreamers and love makers do not live any more
Fingers walk on it, eyes look for the falling secrets to reveal when
my face started to be crowded with an unwinnable class war

We are the prisoners of life, we are the guardians of the each other
Love makes one lonelier no matter how much he tries to ignore
It is the destiny, neither you nor I will ever understand who made
my face crowded with the miseries of the kisses from an unwanted love

Wings only hurt when the canary is locked in a cage, in a cage.
One cannot lose the other without having first, you can wage
The biggest secret of the world appears when the lips of a lover touch my face
to turn it to a crowded street resembling the nonchalance of a young age

2010

24 Şubat 2011

Incredible India 2.2

AKBAR'IN TÜRBESİ

Bir eleştiriyle başlayayım. Türkiye’'yi ziyaret eden bir gezgin için camileri dolaşmak, yüksek ve renkli kubbelerin fotoğrafını çekip, cami içlerinde vakit geçirmek, oradaki havayı solumak kaçınılmaz bir deneyimdir. Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu boş bulduğu her yere cami dikmiş, padişahlar kendi adlarına, oğullarına, karılarına, kızlarına, sevdikleri paşalara adadıkları bu mekanları halkın kullanımına açmıştır. Genel itibarıyle bir caminin var oluş nedeni ibadettir. Fakat Osmanlı döneminde yapılan büyük camilere baktığımızda, bu camilerin çoğunun külliyelerinde hastane, okul, hamam, aşevi gibi yapıların da bulunduğunu görürüz. Tamam, cami ibadet etmek içindir ama yapmışken halka faydası olacak şeyleri yanına eklemek bir çeşit halkçılıktır. Burada Osmanlı’yı övmek gibi bir amacım yok. Ama Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım.
Gelelim Hindistan’a. Buradaki tarihi yapıların pek çoğu türbe. Hem de öyle ufak tefek yapılar değil bunlar. Kocaman bir araziyi kaplayan, bahçelerinde ceylanların ve maymunların cirit attığı, içerisinde dev kubbeli ve yüksek kapılı binaların mantar gibi etrafa gelişigüzel yayıldığı mekanlar bu türbeler. İnsanın ölesi geliyor Hindistan’da. Tabii, bana da böyle türbe yapacaklarsa ölürüm. Sıradan halkın mezarlarını düşünürsek ölmekten vazgeçmek daha iyi olabilir. Buradaki türbelerin pek çoğu, adına yapılan kişi daha hayatını kaybetmeden yapıldıkları için, bu insanların şımarık isteklerinin birer simgesi olarak da algılanabilirler. Düşünsenize, daha ölmeden kendine bir mezar yapıyorsun. Etrafını süslüyorsun, püslüyorsun... Şuraya şunu koyalım, buraya bunu koyalım, annemle babam da burada yatsın, kızkardeşime şu köşeyi verelim, burada bir tane ufak çeşme yapalım ki mezarıma ziyarete gelen kullarım serinlesinler. Saray yapar gibi türbe yapmışlar. Niye? Çünkü önemli bir insansın, çünkü tarihte hatırlanılması gereken birisisin ya da unutulmaktan, bir işe yaramayıp ölüp gitmekten korkuyorsun. Ehh, insanlar da senin gazabından korktukları için karın tokluğuna çalışıp o koca mezarları yapıyorlar senin için, bir yandan çabucak ölmeni dilerlerken. Çelişki şurada: Sen sevilen ve sayılan bir insansan, halkın iltifatını kazanmışsan, zaten insanlar sana yakışır bir mezar yaparlar. Yok değilsen, hak etmediğin bir mezarda yatıyorsun demektir ki bu da zaten halkın nefretini kazanman için yeterli bir gerekçedir. İlla mezarımı ölmeden önce göreceğim diyorsan, kazdır bir çukur, gir içine ve bak gökyüzüne. Zaten sen öldükten sonra birkaç dakikalığına da olsa göreceğin tek mavilik, göğün uçsuz bucaksız mavisi olacaktır. Ne tependeki kubbeye işlenen turkuaz işlemeleri, ne mezarın başına konan topaz taşları ne de pencerelere düğümlenen mavi çaputları göreceksin öldükten sonra.
Neyse, laf uzuyor. Gittik Büyük Akbar’ın mezarına K’nin ayarladığı tuktukla (Taksi değildi, düzelteyim). Adamın adı da ilginç. Akbar zaten ‘en büyük’ demektir Arapçada. Bir de adamın adının başına ayrıyeten büyük koyuyorlar. Bu yüzden Türkçe’de kendisine ‘Bümbüyük’ demek vacip oluyor. Bümbüyük türbesinin planını yapmış ama bitmiş halini göremeden vefat etmiş. Oğlu Cihangir 17. Yüzyılın başında bitirmiş inşaatı. Bümbüyüğün mezarı toprak kırmızısı bir bina. Dört minaresi var. Duvarlardaki desenler genelde, tüm İslam sanatında görüldüğü türden geometrik kombinasyonlar. Tekrar eden üçgenler, altıgenler, karo oluşturan ufak renkli kareler, uzayın sınırlarını zorlayan, ulviyeti ve sonsuzluk arzusunu çağrıştıran soyun ürünler. (Tanpınar olsaydım yazardım uzun uzun) Yer yer duvarlarda hat sanatıyla yazılmış, Kur’andan ayetler (belki de Hafız’dan mısralardır) görüyorum. Mezarın aslı tahmin edileceği gibi ufacık bir şey –tıpkı diğer mezarlar gibi-. Mermer bir kutu ile kaplanmış ve bu mermer yapının üzeri yine Kur’andan ayetlerle süslenmiş. Zaten mezarın olduğu odaya girince bir kaleidoskopun içine girmiş gibi oluyorsunuz. Pencerelerde altıgenlere hapsedilmiş yıldızlar, yerlerde birbirini 45 derece dönerek kesen karelerin oluşturduğu eşkenar olmayan sekizgenlerin ortasındaki merkezi yuvarlak Davud yıldızları, mermere işlenmiş birbirinden girift desenler, kubbeden aşağıya sarkan renkli ağaç ve çiçek imgeleri...
Merkezi yapının dışında birkaç havuz ve geniş bahçeler var. Bahçede otlayan ceylanları, kaçıp-kovalayan maymunları ve ağaçtan ağaca koşan sincapları görmek mümkün. Bazı gençler bahçede birbirleriyle şakalaşıyorlar, kimisi boş havuzun ortasındaki direğin tepesine çıkmış fotoğraf çektiriyor. Bizi görünce yanımıza geliyorlar ve bizimle fotoğraf çekilmek istiyorlar. U’nun resmini çekiyorum bir iki Hindistanlı gençle. Ortam sessiz ve sakin. Satıcılar içeri alınmadığı için burada fiziksel anlamda huzuru bulmak mümkün. Belki de bu yüzden etraftaki oturaklarda cilveleşen çiftleri görebiliyoruz. Hindistan’da pek de alışık olmadığımız bir manzara bu. Kirli ve bakımsız sokaklarda romantik bir hava bulamadıkları için, gidecekleri tek yer başka dinlerin kutsal mekanları (Kendilerine kutsal değil, öperim de koklarım da sevgilimi... Sevdim bu mantığı) oluyor doğal olarak. Hem bunca bahçeyi kaplayan, içerisinde ceylanların ve sincapların oynaştığı, mimari yapısıyla aşka, birleşmeye, kavuşmaya göndermeler yapan bir yerden daha güzel ne olabilir gençlerin aşklarına tercüman olacak. Bümbüyüğün yaşamını ve türbesi hakkında ayrıntılı bilgilerine aşağıdaki wikipedia ağbağından ulaşabilirsiniz. Ben tarihsel ayrıntılara girip, kişisel izlenimlerimi gerçeklere boğmak istemiyorum.
Bümbüyüğün türbesinden yavaş yavaş çıkıyoruz. Saat öğleni yeni geçmiş. Çıkış yolunda insanların merakla bahçedeki bir köpekle bir maymunun dalaşmasını izlediklerini görüyoruz. Durup biz de izliyoruz bir süre. Tam olarak ne yaptıklarını anlamak zor. Oyun mu oynuyorlar, kavga mı ediyorlar belli değil! Önce köpek maymunu kovalıyor. Maymun diğer maymunun yanına kaçınca köpek karşısında iki maymunu bir anda görünce tırsıyor. Bu defa maymun köpeği kovalıyor... Millet tabii gülerek izliyor olanları. Herkesin götü kuru, ne maymun gibi kuyruğu kaptırma dertleri var ne de köpek gibi maymun çetesinin hışmına uğrama korkusu...
Eğlenceyi orada bırakıp çıkış kapısının ağzındaki ağacın altına oturuyoruz. K arabasıyla gelecek, bizi alıp Mathura’ya götürecek. O gelene kadar ben tuvalete gidiyorum su dökmeye. Tuvaletin girişinde, kendi kendisini tuvalet sorumlusu ilan etmiş burnu sırmalı, renkli sariye bürünmüş bir bayan benden para istiyor. “Ne kadar?” diyorum. “As you like” (Gönlünden ne koparsa) diyor. 10 rupee verip giriyorum tuvalete bir yandan bu “Gönlümden kopan” para birimini düşünürken. Sonuçta bu ne ilk ne de son “As you like”olacak Hindistan’da karşılaşacağımız. Ayakkabı boyacıları, seyyar terziler, fotoğraflarını çektirten fakirler aynı lafı tekrar edecekler. Belki de bir bildikleri var bunu söylerken. Net bir rakam söylemekten daha kârlı olabilir “gönlünden ne koparsa” demek çünkü sonuçta hiçbir kimse sıfır vermez aldığı hizmet için. Ödenen ücret bu durumda rastgele bir değişken olur. Uzun erimde bu değişkenin beklenen değerini ve standart sapmasını hesaplayabilir, dağılım grafiğine standart modellerle yaklaşabiliriz. Tahminimce sağa doğru uzun bir kuyruğu olan üssel (exponential) bir dağılım olabilir.
Bir yandan işin matematiğiyle kafamı yorarken bir yandan aklıma öykü tarafıma hizmet edecek türlü fanteziler geliyor. “Gönlünden ne koparsa” diyen bir satıcıya üzerinde “Gönlümden bu kopuyor” yazan bir kağıt vermek (Üzerine Gandi resmi de çizilebilir gerçekçi olması için) ya da “Benim gönlüm yok, eski sevgilimde kaldı” gibisinden salakça bir yanıt vermek.
Tuvaletten çıkınca bir süre daha bekliyoruz. Sonra K geliyor. Arabaya atlıyoruz. Yanında ilkokul çağındaki oğlu da var. Hep birlikte Krişna’nın doğum yeri olduğuna inanılan Mathura’ya gidiyoruz.
Bir sonraki: Mathura
Resimler:















21 Şubat 2011

A Lovely Protest from ArtAgainstCuts

Here is a lovely protest of an "Andy Warhol" auction... The banner they raise says "Orgy of the Rich" and they imitate the sounds of a bunch of people having a mass orgy... A funny way of protesting post-modern and elitist art...

Art Against Cuts is a group of socialist-minded people who struggles government cuts on art education. Although their protest did not stop the auction, it caused a good interruption. I hope more of their creative protests will come.




This is what they wrote in their blog about themselves:

This blog is an umbrella space for students, artists and cultural workers to display and align their ideas and actions against the cuts.

We are fighting back against the most significant governmental attack on the public sector in living memory. In the arts we are anticipating feeling the full weight of this socially irresponsible policy, especially in terms of funding for arts education. We are in solidarity with the other sectors fighting against the cuts and openly welcome co-ordinated action in creative and innovative ways.

More at http://artsagainstcuts.wordpress.com/




Wisconsin Teachers - 4th day in strike


Click to read the news on the struggle of Wisconsin workers for their union rights: http://socialistworker.org/2011/02/18/class-war-in-wisconsin

And the song with the voice of Pete Seeger...

SOLIDARITY FOREVER

When the union's inspiration through the workers' blood shall run,
There can be no power greater anywhere beneath the sun;
Yet what force on earth is weaker than the feeble strength of one,
But the union makes us strong.
CHORUS:
Solidarity forever,
Solidarity forever,
Solidarity forever,
For the union makes us strong.
Is there aught we hold in common with the greedy parasite,
Who would lash us into serfdom and would crush us with his might?
Is there anything left to us but to organize and fight?
For the union makes us strong.
Chorus
It is we who plowed the prairies; built the cities where they trade;
Dug the mines and built the workshops, endless miles of railroad laid;
Now we stand outcast and starving midst the wonders we have made;
But the union makes us strong.
Chorus
All the world that's owned by idle drones is ours and ours alone.
We have laid the wide foundations; built it skyward stone by stone.
It is ours, not to slave in, but to master and to own.
While the union makes us strong.
Chorus
They have taken untold millions that they never toiled to earn,
But without our brain and muscle not a single wheel can turn.
We can break their haughty power, gain our freedom when we learn
That the union makes us strong.
Chorus
In our hands is placed a power greater than their hoarded gold,
Greater than the might of armies, magnified a thousand-fold.
We can bring to birth a new world from the ashes of the old
For the union makes us strong.
Ralph Chaplin

18 Şubat 2011

Incredible India - 2.1


Zaman zaman satıcılar giriyor kompartımana. Genç bir çocuk çay ve kahve satıyor. İkinci bir şekerli sıcak içeceği hazmedemeyeceğim için bir şey almıyorum. Bir ara gazete satıcısı geliyor. Hindustan Times alıyorum. Klasik siyasi, yolsuzluk (telefon ihalelerinde usulsüzlük yapan ve paraları hortumlayan Raj adlı bir görevlinin polis tarafından götürülürken çekilmiş fotoğrafı bundan sonraki okuyacağım her gazetede karşıma çıkacak) paparazi ve spor haberlerinin dışında ilgimi ‘Matrimonials’ sayfası çekiyor. Bir çeşit yalnız kalpler duvarı bu. Kalbi boş gençlerin ve yetişkinlerin aradıkları mükemmel eşi tarif ettikleri sayfalar. Erkeklerin çoğu kendilerini boy ve eğitim yönüyle öne çıkarırken, kadınların çoğu açık renkli tenden ve yine erkekler gibi eğitimden dem vuruyorlar. Bunların yanında pek çok ilanda ‘kast farkı engel değildir’ gibisinden notlar var ki bu, durumun aslında ne kadar ciddi olduğunu ortaya koyan bir işaret. Sonuçta aileler tarafından önemsenen bir toplumsal özellik olan kast, gençler ya da eğitimli yetişkinler tarafından göz ardı edilmek isteniyor. Ama yine de bu konunun bahsinin geçmesi bile ayıp değil mi çağımızın ‘Bilgisayar Teknolojileri Devi’ diye adlandırılan ülkesinde? Demek kast farkı engel değildir notunu düşmeyenler sadece kendi kastlarından insanlarla evlenecekler. Yüzyıllardır halkı sömürmekten başka bir işe yaramayan, yoksulu sefalete mıhlayan bu ilkel adaletsizliğin çağımızda da aynı çirkin yüzüyle insanların arasında gezinmesi üzücü bir durum. Aynı kast sisteminin Hindistan’daki sefilliği körükleyen etkenlerden birisi olması konusuna sonra değineceğim. Şimdi bir Agra’ya varalım, sefaleti, kirliliği ve insanın insana yaptıklarını, çok sevgili Tac Mahal ile birlikte gözlerimizle görelim.

Agra’ya az kaldığını karşımızdaki yatakta oturmakta olan komşumuzdan öğreniyoruz. Kendisi de orada ineceğini söylüyor. Oysa onun söylemediği ya da bizim sormadığımız bir şey işlerin umulmadık bir anda ters dönmesine yol açıyor. Meğer Agra’da iki tren istasyonu varmış. Birincisi kentin girişinde, ikincisi de kentin merkezinde. Biletimize göre bizim merkezde inmemiz gerekiyor ve pek de net olmayan bir anlaşmaya göre, aynı okulda çalıştığımız K ile buluşacaktık orada. (Burada K’nin bilete dikkatle baktığını varsayıyorum). İlk istasyonda indiğimiz için önce biraz afalladık. Yanlış yerde olduğumuzu anlamamız biraz vaktimizi aldı. Etrafımızı yaralı ceylanın etrafına toplanan aslanlar gibi saran tuktuk ve taksi sürücülerinden sıyrılmayı başarıp, rahat bir soluk alabilmek için istasyondan birkaç adım uzaklaşırken, bizi takip eden bir tuktuk sürücüsüne yenik düştük. 50 ruppeeye anlaştık bizi merkezdeki istasyona götürmesi için. Bir yandan da K’nin bizi beklemeyeceğinden dolayı endişeleniyorduk. Kucaklarımızda kocaman çantalar, sabahın ayazından dolayı ceketlerimize sarılı halde 10 dakika kadar yol aldıktan sonra vardık merkezdeki istasyona. U istasyonun içine gidip K’yi aradı ama bulamadan geldi. Elimizde beklemekten başka çare yoktu. Ya da istasyonun önündeki paralı telefon evinden K’ye telefon edip, ona geldiğimizi söyleyecektik. U telefonda konuşunca yine yanımıza bir sürü insan üşüştü. Kimisi bir şeyler satıyor, kimisi taksi öneriyor, kimisi dükkanına götürmek istiyor. K evinin istasyona uzak olduğunu, zaten kendisinin de istasyona gelmediğini U’ya söylemiş. Bizi evine davet etti. Yanımızdaki taksicilerden birisiyle telefonda konuşup ona evin yolunu tarif etti. Biz de mecburen bu adamın taksisine binmek zorunda kaldık. Taksici kendisinin yasal bir sürücü olduğunu iddia ettiği için, tıpkı havaalanında olduğu gibi, “önceden ödemeli” işlemlerinin yapıldığı kulübeye gittik. Orada parayı ödedik ve yola koyulduk.

Hindistan’da öğrendiğim şeylerden birisi de bu ülkenin insanının –bir şeyler satmak ya da bir çıkar sağlamak isteyen insanların ortak noktası da olabilir bu- konuşmak için ortak bir noktayı kolaylıkla bulabilmesi. Bu taksi şoförü de İstanbul’dan olduğumuzu öğrenince konuyu İslam’dan açtı. Kendisi de müslümanmış. Hatta bir ara yanlış da olsa İhlas süresini okumaya çalıştı. Bir şekilde konuyu Türkiye’nin nüfusuna getirdik. 70 miyonu duyunca, “Ne kadar da küçük bir ülkeniz var!” dedi. Bu arada biz yola bakmaya, sokaklardaki insanları gözlemeye devam ediyoruz. Gündüz ışığında sokaklardaki çöpler ve elleri ceplerinde avare gezinen insanlar daha bir belirginleştiler. Bir de yer yer karşımıza çıkan inekler var tabii. Sokak köpekleri der gibi sokak inekleri diye adlandırabileceğimiz bu hayvanların durumu hiç de sandığım gibi iyi görünmüyor. Pek çoğu çöplerin etrafında, buldukları artıklarla besleniyorlar. Azımsanmayacak rakamda insanların aç ve evsiz olduğu bir toplumda, çocukların çöp kutularında buldukları yemek artıklarını yedikleri bir ülkede, ineklerin yaşamının krallara yakışır bir lükste olması beklenemezdi doğal olarak. Bu yüzden ineklerin çoğu sıska. Bazıları nedense bir yere bağlanmışlar ve önlerine bir tutam yeşil ot konmuş. Bunlar biraz daha besili olanlar. Sokaklarda başıboş gezenler genelde pasaklı ve çelimsiz.

K’nin evine varınca biraz rahatlıyoruz. Önce biraz tedirginlik var tabii! Doğru zile mi bastık? Ya yanlış adrese geldiysek? Kapıyı yaşlı bir teyze açıyor. Beklememizi söylüyor. Su ve çerez veriyor beklerken atıştırmamız için. 10 dakika kadar sonra K ve ailesi geliyor. Babası ve annesi (yaşlı teyze annesiymiş) Birlikte oturuyoruz. K’nin kardeşi uyanıyor, üzerinde bir tek t-gömlekle, üşüklendiğini belirterek bize hoşgeldiniz diyor. Ben yine bir pot kırıyorum, emanetleri K’ye verirken. Anlaşılan ailenin çantanın içindekilerden haberi yok. Neredeyse çantayı açıp, herkesin önünde dört viski şişesini çıkarıp, K’ye verecektim. Neyse ki K durumu knotrol altına alıyor ve muhtemel bir aile tsunamisini ucuz atlatıyoruz.

Evin avlusunda oturup, yoğurtlu, parathalı, çapatalı, pilavlı kahvaltımızı yapıyoruz. Hava bu arada ısınıyor. Ayaz yerini gün ışığının getirdiği serinliğe bırakıyor. Bir yandan bu kahvaltı bana, köye gittiğimde, bizimkilerle yaptığım kahvaltıyı hatırlatıyor. Güneş ışığına rağmen havadaki serinlik, temiz hava –kentin biraz dışında gibiyiz ya da zengin bir sitenin içerisindeyiz-, etrafta kuşların cıvıldaşarak uçuşması ve dilencilerden, evsizlerden uzak olmamız ister istemez rahatlatıyor geldiğimizden diken üstünde oturan ödümü. Kahvaltıdan sonra evin karşısındaki parka gidip oyalanıyoruz. K’nin oğlu tahtıravelliye biniyor, kaydıraktan kayıyor. Aynı kaydıraktan ben de bir kere kayıyorum ama koca götüm kaydırağa büyük geldiği için yere hızlı çarpıyorum. Neyse ki çanağı kırmıyorum. Bu arada evin önünden tek boynuzlu bir öküz, bir sarı köpek, bir hurdacı ve bir sebze satıcısı geçiyor. Bir de az ileride cep telefonuyla mesaj gönderen bir kadın görüyorum. K’nin kardeşi bizim için taksi ve otel ayarlamaya çalışıyor, eve gidip geliyor, ben K’nin oğluyla klasik matematik muhabbeti yapıyorum. 2x7 kaç?, 14. 7x2 kaç?, bilmiyorum 7’leri daha öğrenmedik...

Birkaç telefon görüşmesinden sonra K tanıdığı birisini bize ayarlıyor. Bu adam bize otel ayarlayacak. Jaipur’a gidecek olan trenin biletini de ayarlamak istiyoruz ama yürüyerek gittiğimiz agentanın kapalı olduğunu görüp geri geliyoruz. Günü kurtarmak için ufak bir plan yapıp K‘nin bizim için ayarladığı taksiye binip Akbar’ın türbesine gidiyoruz. K öğleden sonra 10 yaşlarındaki oğluyla gelip, bizi alacak ve iki ayrı yere götürecek. Gezdiğimiz, gezeceğimiz yerlerde arabalı bir arkadaşın olmasının ne büyük bir nimet olduğunu bir kere daha anlıyorum. Takside yine yolları, insanları, hayvanları izleyerek Akbar’ın türbesine varıyoruz.

Bir sonraki: Akbar’ın türbesi, Mathura ve Uluslararası Krişnayı Yaşatma Derneği (ISKCON), Bir çocuğun ilk kuşkuları.









17 Şubat 2011

Kaldırımlar / The Sidewalks





KALDIRIMLAR

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;

Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;

Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...

Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;

Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;

Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!

Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;

İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.

Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;

Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;

Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

Necip Fazıl Kısakürek

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

The Sidewalks

I'm in the street, in a street all lonely
Walking, without looking back even once, walking
At the point my path is mingled with the black
I seem to see, for me, a phantom is waiting

Ashen clouds overcast the darkling sky
Lightening bolts seek the chimneys of the houses
Humans and fairies are at sleep, only two comrades awake
I am the one and the other is these vagrant sidewalks.

Drop by drop, a fear collects in me
I feel the demons blocked the exit of every street
The houses, like blind men with their eyes ripped free
are fixing their dark black windows on me.

The sidewalks, mother to the suffering lonelies
Sidewalks, is a man who has lived in me
Sidewalks, their sound is heard when all sounds cease to exist
Sidewalks, a language curling up within me.

I'll not give up my life in a soft embrace
I am the child breastfed by this sidewalk
Please let no morning come to this dark street
On this dark street, do not ever let me finish my journey.

Let me go and the let the road go, let me go and let the road go.
Let the street lamps flow past me like a flood
Let the hungry dogs hear the click-clack of my steps
Let there be an arch, vaulted in gloom, on my way

Neither I wish to see the morning nor I wish to be seen.
The daylights can stay with you, give me the darkness.
Let me wrap my body with a soaked blanket
Cover me, cover, spread the darkness over me.

If my body, full-length on these stones could lie
If these cold stones would draw the fire from my brow
Like these streets plunging into a mysterious drowse
If only the sidewalks' melancholic mate would die

*Translated by: Walter Andrews

Edited by Ali Riza Arican, 17 February 2011

16 Şubat 2011

Sigaramın Dumanına Sarsam / I wish I Wrap You ...


I wish I wrap you with the smoke of my cigarette


I wish I wrap you with the smoke of my cigarette and hide you there.

I wish I wrap you with the smoke of my cigarette and hide you there.

Don’t go, don’t go, there is no way back from where you go

Don’t go, don’t go, you will be a stranger and this will hurt me.


Your absence may get longer and longer yet I won’t forget you

Your absence may get longer and longer yet I won’t forget you

Don’t go, don’t go, there is no way back from where you go

Don’t go, don’t go, you will be a stranger and this will hurt me.


In the evening, the melancholy surrounds me again

My heart is a place of fire, come and save me from yourself

In the evening, I wander in the streets

A torn poster, I saw you on the wall


I wish I wrap you with the smoke of my cigarette and hide you there.

Your absence may get longer and longer yet I won’t forget you

Don’t go, don’t go, there is no way back from where you go

Don’t go, don’t go, you will be a stranger and this will hurt me.

Translated by Ali Riza Arican - 16 February 2011

-------------------------------------------------------------------------------------------------

Sigaramın dumanına sarsam

Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni
Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni
Gitme gitme gittiğin yollardan dönülmez geri
Gitme gitme el olursun sevdiğim incitir beni

yokluğun ah yol yol olsa uzasa unutmam seni
yokluğun ah yol yol olsa uzasa unutmam seni
Gitme gitme gittiğin yollardan dönülmez geri
Gitme gitme el olursun sevdiğim incitir beni

Akşam vakti sardı yine hüzünler
Kalbim yangın yeri, gel kurtar beni senden
Akşam vakti dolaştım sokaklarda
Yırtık bir afiş, seni gördüm duvarda

Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni
yokluğun ah yol yol olsa uzasa unutmam seni
Gitme gitme gittiğin yollardan dönülmez geri
Gitme gitme el olursun sevdiğim incitir beni

The Brutal Face of Turkish Police

Although the video is called the "True Face of Turkish Nation", I think it should be called as "The Brutal Face of Turkish Police".

No matter how much our current government tries to show that inflation is decreasing (by modifying the ingredients in the inflation baskets) and GDP per capita is increasing (another lie as it seems they also tricked with the calculations to make it look higher), the brutality of police force seems getting worse, especially towards those who look for their rights, protest for free education in mother tongue, increase their voice for oppressed people of the country.

It is the police and the politicians who do nothing for the "legal" injustice, so not the entire Turkish nation could be held responsible for the deteriorating social conditions of people in Turkey. Otherwise, the brutality of Kurdish people towards their own people is not less intense than the brutaility of Turkish people towards others as we might think of honour killings, domestic violence towards women and children, rival village clashes, mass killings etc... are still very common in the eastern Turkey.

I am against any kind of nationalism including Kurdish nationalism. If they gain some sort of sovereignty over their land or more rights to represent their identity and then use these privileges in order to keep their feudal social structure or to oppress the poor workers, then what is the point?

The video can be considered as one-sided as it does not show how Turkish university students are beaten by the same police forces. If there is police brutality in Turkey, it is towards everyone who wants to think out-of-box and want to make changes in spite of current government and armed forces.

I embed the video below. If you are not ready to see the how badly human beings can treat other humans in the name of sustaining power and peace; I advise you not to watch it. The shootings are real and it seems they all happened in Turkey.

If you cannot view the video below, click on the link http://www.liveleak.com/view?i=020_1296545913



15 Şubat 2011

Incredible India - 1.2


Verdiğimiz parayı düşününce çok da kaliteli bir otel beklemenin doğru olmadığını biliyorum ama böylesine yıpranmış bir bina ile karşılaşmak, insanı ilk anda şaşırtan bir durum. Otelin internetteki resimlere hiç benzemediği zaten aşikar. Resepsiyondaki orta yaşlı görevliye elimdeki kağıdı uzatıyorum. Şöyle bir bakıyor. Bizim çantaları içeri alan genç çocuklardan birisine anahtarları uzatıyor. Hep birlikte odalara çıkıyoruz. Sararmış çarşafların, boyası dökülmüş duvarların ve sigara kokusunun üzerine sindiği eşyaların güçlerini birleştirip, iticilik dalında şampiyonluğa oynadığı bir yer burası. Odalarda pencere olmadığı için ben kesinlikle olmaz diyorum. Bize karşı binadaki başka iki odayı gösteriyorlar ama onların da ilk gördüklerimizden farkı yok. Tekrar ilk binaya gelip, teslim oluyoruz. U penceresiz odada kalmaya razı oluyor. Ben de penceresi yola bakan odayı alıyorum. Hevesimiz kursağımızda, çantalarımızı odalara koyup, kendimizi sokağa atıyoruz.



İlk hedefimiz akşam yemeği yemek ve diş macunu, şampuan gibi basit ihtiyaçları yol üzerindeki bir bakkaldan almak. Sokak bize yine karanlık görünüyor. Fakat bu karanlığa rağmen yolda hareketin eksik olduğu söylenemez. Tuktuklar ve motorsikletler korna çalarak yanımızdan geçiyor. İnsanlar sessiz, sakin yürüyerek kenarlarda ilerliyorlar. U, tren istasyonuna gitmeyi, hem aradaki mesafeyi öğrenmiş olmak hem de tren istasyonunda olması muhtemel bir lokantada karnımızı doyurmak amacıyla teklif ediyor. Yol kenarındaki sıra sıra otelleri geçiyoruz. Yolun sonunda, geldiğimiz caddeye dik bir köprü var. Oradan sağa dönüyoruz. Köprünün altında, bedenlerini yorganlara sarıp uyuyan insanlarla karşılaşıyoruz. Bir de öküzün çektiği bir araba. İstasyon köprüyü geçtikten hemen sonra çıkıyor karşımıza. Beklediğimiz gibi bir lokantası yok. Ayrıca etraf çöp kaynıyor. Gişelerin önlerinde uyuyan insanlar, oturup bekleşen aileler… Geri dönüyoruz. Tekrar otelin bulunduğu caddeye girince, sağda bir bakkalın olduğunu fark edip içeri giriyoruz. Diş macunu, içme suyu ve şampuan alıyoruz. Ardından da yolun sol tarafında kalan bir otelin, temiz görünen lokantasına giriyoruz.

Lokanta fena görünmüyor. Köşede bir yere oturuyoruz ama garsonların bizi taktığı yok. Üç tane genç erkek lokantanın öteki köşesindeki televizyondaki bir kadının konuşmasını izlemekle meşguller. Bir süre bekledikten sonra nihayet içlerinden birisinin ilgisini çekebiliyoruz. Uzun süre menü ile boğuştuktan sonra ilk etsiz yemeğimizi söylüyoruz. (Hindistan’da bulunduğumuz süre içerisinde et yememeye söz vermiştik yolculuğa çıkmadan önce). Yemek daha gelmeden, bizim Türkçe konuşmamızı duyan yakınımızdaki bir çift, Türkçe olarak ‘Siz Türk müsünüz?’ diyor. İkisi de yanımıza gelip ayak üstü biraz konuşuyoruz. Kapadokya’dan gelmişler, bu otelde kalıyorlarmış, 3 hafta daha Hindistan’da kalacaklarmış… Bizim yemeklerin gelmesine az kala bir bahaneyle ayrılıyorlar. Yemekler güzel. Etsiz yemeği tadında yapan ve etliymiş gibi yedirten bir mutfak varsa o da Hindistan mutfağıdır herhalde. Türkiye’dekine benzer ekşi yoğurt olması ise ayrı bir güzellik. Hem mercimeğin ve fasülyenin yemeklerde bol kullanılması, ekmeğin tandırda taze pişmiş olması hazza haz katıyor. Yemeği yedikten sonra yine binbir lafla garsonların ilgisini çekip hesabı isteyebiliyoruz. Lokantanın çıkışında Türkiyeli çifti tekrar görüyoruz ama başkalarıyla konuştukları için pas alamıyoruz ve yola devam ediyoruz.





Otele vardığımızda yapacak bir şeyimiz olmadığı için odalara çekiliyoruz. Yatak rutubetli ve soğuk. Yerler beton olduğu için ve mevsim kış olduğu için ayağımı bastığım her yer buz gibi. Vietnam’da sıcağa alıştığımız için bana bir hayli zor geliyor soğuğa uyum sağlamak. Bakkaldan aldığım suyla dişimi fırçalıyorum ama soğukta banyo yapıp, soğuk yatağa girmeye cesaretim olmadığı için, banyo yapmayı Agra’da bulacağımız daha düzgün otele erteliyorum.
Dışarıdan tek tük korna sesleri, bağrışmalar geliyor. Pencere sokağa bakıyor olmasına rağmen çok az ışık sızıyor perdenin kenarlarından. Yatağa girip, yorganı başıma çekiyorum. Önümüzdeki on günü bu ülkede geçirecek olmamız beni biraz ürkütüyor ama bu duygunun geçici olduğunu, ilk izlenimlerdeki önyargıdan kaynaklandığını biliyor olmak ya da en azından öyle olmasını istemek beni biraz rahatlatıyor. Odanın köşelerinden gelen tıkırtılara, yorganın verdiği ıslaklık hissine, kapıdaki kilidin eski ve dökülmüşlüğüne rağmen uykuya dalıyorum. Sabah 3:50’de telefonun sesiyle uyandığımda yeni bir sürpriz bekliyor beni.
Elimi yanımdaki düğmeye atıyorum ışığı açmak için ama lamba yanmıyor. Bir daha deniyorum, değişen bir şey yok. Ya elektrikler kesik ya da enerji tasarrufu için otel sahibinin aldığı bir önlem bu. Karanlıkta eşyalarımı toparlayamayacağıma göre bir yerden ışık bulmam gerek. Neyse ki yatmadan önce kitap okumak için kullandığım ve yola çıkmadan birkaç hafta önce aldığım kafa lambam var yanımda. Onu kafama geçirip gözümün önünü görünür hale getirdikten sonra çabucak işlerimi hallediyorum. Tam saat dörtte, ben odadan çıkarken odamdaki telefon çalmaya başlıyor ve aynı anda elektrikler geliyor. Bu sırada koridorun karşısında uyumakta olan U’nun odasının kapısı açılıyor. Ben aşağıya indiğimi, onu lobide bekleyeceğimi söylüyorum. O elektriksizliğe sövüyor. Aşağıya inince resepsiyondaki çocuğa aramayı bırakmasını, benim aradığı kişi olduğunu söylüyorum. O da anlıyor, gülümsüyor ve masanın üzerindeki tepe lambasını kapatıp kanepeye oturuyor. Resepsiyonda beş kişi uyuyor. Sanırım bunlar, uzaklardan gelip Delhi’de bir otelde iş bulmuş, ama kalacak yeri olmayan ya da kalacak yere ödeyecek kadar para kazanmayan insanlar. Vietnam’daki otellerde de böyle durumlar görmüştüm ama Vietnam’daki küçük oteller genelde aileler tarafından idare edildikleri için ailenin bir üyesi uyur resepsiyonda. Belki bunlar da otel sahibinin eşinin-dostunun, uzak akrabalarının çocuklarıdır. Kimisi yere serdiği bir battaniyenin üzerinde, kimisi kanepenin köşesinde. Kafalarını görmek olanaksız çünkü hava soğuk olduğu için battaniyenin içinde saklıyorlar sıcak nefeslerini. Ben orada oturup, bu beş gencin hikayelerini düşünürken U beliriyor merdivenlerde ve sessizce terk ediyoruz oteli.
Hava ayazımsı ama çok da soğuk değil. Çantalarımız sırtımızda, karanlık caddede ilerlerken yol kenarında uyuyan insanların bazıları kafalarını yorganlarından çıkarıp, bize bakıyorlar. Bir köpek biz geçerken havlayacakmış gibi yapıyor ama sonra bizim havlanmaya değmeyecek insanlar olduğumuzu düşünmüş olmalı ki vaz geçiyor. Birkaç tuktuk sürücüsü biz yanlarından geçerken hareketlenip, oldukları yerde ufak manevralar yapmaya başlıyorlar. U kıllanıyor, “Çabuk yürü, bunlar bizim yüzümüzden hareketlendiler.” diyor. Öyle olduğuna inanmasam bile adımlarımı sıklaştırıyorum. Hem ya doğruysa? Böylesine ıssız ve karanlık bir sokakta, daha ilk günümüzde, daha Tac Mahal’i bile görmeden, soyulsak, kime gider, ne yaparız? Köprünün altından, çöplerin ve ineklerin arasından geçip istasyona varıyoruz. Tren istasyonunun etrafını yine pislik götürüyor. Dün akşam gördüğümüz insanların bir kısmı yine oradalar. Ya treni kaçırmamak için erken gelip orada uyumuşlar ya da gidecek başka yerleri olmadığı için tavanı olan gişe önlerini ev olarak kullanıyorlar. Metal algılayıcının içinden çantalarımızı geçirip istasyona giriyoruz. Bu sırada güvenlik görevlisi, Agra’da buluşacağımız Hindistanlı arkadaş için havaalanındaki “duty free”den aldığımız viskilere takıyor kafayı. Ben gülümsüyorum ve “Arkadaşıma götürüyorum!” gibisinden bir şeyler mırıldanıyorum, bir yandan da U’yu gösterip, kişi başına düşen viski şişesi sayısını düşürmeye çalışıyorum. Güvenlik görevlisi bir şey demiyor ve geçmemize izin veriyor.
Saat beşe geliyor. İstasyondaki dükkanlardan sadece çay ve kahve satanlar açık bu saatte. Burada da yürüyen, oturan, yerde uyuyan insanlar var. Ben uyanmış olabilmek için bir tatlı kahve (şekersiz kahve yok) alıyorum, bir de bisküvi. U etrafın kirliliğinden şikayetçi. 15 kiloluk sırtçantasını koyacak yer bulamayınca siniri daha bir artıyor. Ben iki kirli oturağın (birine yemek artığı pirinçler yapışmış, diğerine tanımlayamadığım kahverengi-kırmızı bir sıvı...) yanında, temiz kalmayı başarabilmiş bir oturağa yerleşiyorum ve kahvemi içiyorum. U ufak çantasından çıkardığı iki A4 kağıdını yere serip, üzerine koyuyor büyük sırtçantasını. Bir yandan da istasyonun kirliliğinden bahsediyor. Bu sırada bir anne ve kız yanımıza gelip oturacak yer arıyorlar. Ben anneye yerimi veriyorum ama önerdiğim yere kızı oturuyor. Anne de yanındaki üzerine pirinç artığı bulaşmış oturağın kenarına kıvrılıyor. Bir süre sonra tren geliyor ve biz biniyoruz. İstasyon tüm kiri, karanlığı, sefilliği, yalnızlığı ve yerde kalan iki A4 kağıdıyla ardımızda kalıyor. Biletimizde yazan vagon ve yatak numaralarını bulmak zor olmuyor. Yolculuk üç saatten uzun süreceği için ben üstteki yatağa kıvrılıp, kitap okumaya başlıyorum ama kısa süre sonra uykuya yenik düşüyorum.


Bir Sonraki: Agra

13 Şubat 2011

Şairler Yalan Söyler - Poets Often Lie

Şiirin hikayesi;

32 usta şairin eserine atıfta bulunulan ve tüm şairlerin affına sığınılarak; kendisi de şair olan Halil Çalışkan tarafından, edebiyat tarihimizin en güzel şiirlerine nazire olarak yazılmıştır.

Story of the poem:

This poem is written by Halil Çalışkan who is himself a poet. The poem refers to 32 famous Turkish love poems while requesting the poets' forgiveness. It is written as a sarcastic response to the most beautiful love poems in Turkish Literature.





Şairler yalan söyler...
hiçbir şeyim değilsin
sana muhtaç, sana tutsak
sana mecbur değilim
ne bir şarkısın sen ömür boyu sürecek
ne de arım, balım peteğim
güzel oymuş kime yandıysa yürek
lazım değilsin artık sen hava gibi
bir de ekmek kadar mübarek...

Poets often lie...
You are not my nothing
Neither I need you nor I am your prisoner
I am not obliged to you either
You are not a song that will last for a life
You are not my bee, not my honey, not even my comb
Beauty is what my heart fell for
You are neither needed as I need the air
Nor you are a blessed one as much as bread



Şairler yalan söyler
gelmeyecek olanı beklemem asla
ne hastanın sabahı
ne şeytanın günahı beklediğinden fazla
İstersen unut beni
saat onikiyi ilk vurduğunda
unut ki ayrı kalsın gözlerinden gözlerim
dudak payı nedir ki çay bardağında
sen git siyah gözlerine ben gelmeyeyim...

Poets often lie
I won’t wait for the ones who won’t come
Neither more than a patient waits for the morning
nor more than the Satan waits for the sin
If you wish, forget me.
When the clock hits 12 first time
Forget me so that my eyes stay apart from yours
What is the space for lips on the tea glass anyway?
You go away so I won’t come to your black eyes…

Şairler yalan söyler
nasıl sever minnacık bir kadını
mavi gözlü dev
tutuşur mu hiç kandiller kendisinden
ve üşür mü lambada titreyen alev
prangalar giymedim hasretinden eskisin
kadınım kısrağım karım değilsin
orada bir yerdesin belki uzakta
yârim değilsin...




Poets often lie
How can the blue-eyed giant
love a teeny-weeny woman?
How can the candles be lit by themselves?
And how does the flame in the lantern feel cold?
I did not wear shackles that worn off because I yearn for you
You are at somewhere, perhaps far from here
You are not my sweetheart…

Şairler yalan söyler
ağlarlar, sesleri duyulur mısralarda
zehri şeker ederler şekeri zehir
saksılarda yalnızlıklar büyütür
anlatırlar aşk dediğin kaç kişiliktir
sanma leyla, ela gözlü bir çöl ahusu
ve Şirin'in güzelliği ömre bedeldir
mecnunu çöle düşürüp, ferhat'a dağlar deldiren
aşk değil, şairlerdir...

Poets often lie
They cry, their voice is heard in the poems
They make the poison sugar, make the sugar poison
They grow loneliness in the pots
They tell us how many people needed for love
Do not think that Leila, was a hazel-eyed desert beauty
And Shirin’s beauty deserves a life
What drew Mecnun to deserts, made Ferhat perforate the mountains
is not the love but the poets

Şairler yalan söyler
yalvarırlar gitme diye hep adını gizleyip
yıkılmazmış oysa gidersen bu kent
meğer sevilmezmiş, insan sevdiği kadar
anladım, gelmem artık açsa da ıhlamurlar
heyhat, sana bakmak bir ahmaklıkmış
gülü susuz bıraktım ve aşkı sensiz
yetmez artık ölmem için bir bakış
Çıktım kör kuyulardan, usulca merdivensiz...



Poets often lie
They beg “do not go” while hiding her name
This city did not break down after you leave
I now knew that one cannot be loved as much as s/he loves
I learnt it, I won’t come back even if the lindens blossom
Ohh, it was foolishness to stare at you
I left the rose without water, I left the love without you
A glance is no more enough to kill me
I got out of the waterless wells, silently, without a ladder…



Yazan / Written by Halil Çalışkan

Çeviren / Translated by Ali Rıza Arıcan - 13.02.2011

Kaynak / Source: www.eksisozluk.org