Bu Blogda Ara

29 Eylül 2011

WOOBLE NOKTA COM (2)

Kapıyı açmadan önce delikten baktım ki ne olur ne olmaz, kimvurduya gitmeyeyim. Uzun boylu, sıska, genç bir delikanlı, Hasan’ın yaşlarında olsa gerek. Üzerine biraz bol gelen bir takım elbise giyinmiş. Beyaz gömlek üstünde açık mavi bir kıravat. Elinde şimdilerde moda olan bilgisayar çantalarından var. Ne istiyor acaba, seyyar satıcıya benzemiyor, öyle olsaydı elinde kocaman klasörle gezerdi ya da en azından numunelik tencere tava taşırdı yanında. Belki de Hasan’ın bir tanıdığıdır, Fransa’ya bir şeyler gönderecektir.

- Tak tak tak
Sabırsızlanmaya başladı. Açayım bari ama sürgüyü takılı tutacağım, ne olur ne olmaz. Kapı ağzından konuşuruz.
- Buyur evladım, birini mi aramıştın?
Kapıdaki sürgünün farkına varıp, benim yüzümü kapı aralığının izin verdiği ölçüde görebileceğini anlayınca biraz hayal kırıklığına uğradı sanırım. Ne sandın ya! Biz de bu kentin çocuğuyuz yavrum! Köylüyüz ama aptal değiliz. Her gün ne hikayeler işitiyoruz konudan komşudan.
- Merhaba! Ben Okan. Okan Çeşme. Halime hanımı arıyordum.
Yüzünde bir heyecan ama neredeyse resmi denilebilecek bir heyecan var. Çaktırmamak için bir hayli yırtınıyor anlaşılan. Gözlerime bakıyor ama ağır bir mahçubiyet dökülüyor yüzünden sanki.
- Halime benim. Ne istemiştiniz?
- Aa, merhaba! Ben Okan Çeşme.
- Tamam evladım. Adının ne olduğunu biliyorum. Yani az önce öğrendim. Ne istiyorsun onu söyle.
- Ben wooble dot kom adlı yazılım şirketinden geliyorum. Sizinle Ercan bey’in vefat etmeden önce bize bıraktığı bir sözleşme hakkında konuşacaktım.
Ercan bey deyince durakladım. Ne sözleşmesi? Benim niye haberim yok? Acaba bunun dün gönderilen elmekle bir ilişkisi var mı? Keşke okusaydım Ercan’ın adresinden gönderilen elmeği, şimdi daha hazırlıklı olurdum bu gencin karşısında.
- Ne sözleşmesiymiş o? Benim haberim yok.
- Olmaması normal. Vasiyet gibi bir şey ama tam olarak da vasiyet denilemez. Bir çeşit deneme diyebiliriz.
Tavırlarında kuşku çekecek bir yan yoktu. Gülümsemesi yanaklarına yakışıyordu ve hatta beklenmedik bir renk katıyordu bebeksi yüzüne. Hele bir de gençliğine yakışmyan utangaç tavırları, elini kolunu yerinde tutamaması... Kırılayazan bir kürdan gibi. Ama yine de sormadan edemedim. Hem öyle erkenden silahları indirmek doğru olmazdı. İşi yokuşa sürmeye devam ettim.
- Kim kimi deniyor oğlum, kafamı karıştırma iyice. Var mı kimlik kartın falan ya da o adını söylediğin şirketten geldiğini kanıtlayan bir belge.
- Var Halime teyze. İşte kartım. İçeri girsek ya da siz dışarı çıksanız da öyle konuşsak daha iyi ...
Cümlesini bitirme gereği duymadan, çevik bir hareketle elini arka cebine attı ve cüzdanının orta yerinden üzerinde resmi olan plastik bir kart çıkardı. Elini dikkatlice, sanki gözüme zarar vermemeye özen gösterir gibi yaklaştırdı kapının aralığına.
- Mühendis misin sen? Öyle yazıyor kartında.
Kapı ağzındaki muhabbetin ileriye gittiğinin farkına ben de varmıştım ama lafı “İçeri gel de derdini anlat” diyerek bölmek nedense tuhaf geldi. Hem ne güzel muhabbet ediyorduk.
- Evet Halime teyze, yazılım mühendisiyim.
- Hangi okuldan mezunsun? İstanbul Teknik Üniversitesi mi? Benim oğlum da mühendis. Belki tanı...
- Yok, ben ODTÜ’den mezunum, teyze. Altı ay oldu okulu bitireli.
- Ha o zaman tanımazsın Hasan’ı. Gerçi tanısan ne olacak ya, neyse! Eee, ne istiyorsun? Böyle kapıda olmayacak. Gir içeri bari. İyi bir çocuğa benziyorsun.
Sürgüyü açtım. O ilk korkularım gitti nedense. Ercan’ın adını söyleyince erimişti aslında içimdeki buzlar. Kolay değil tabii. Ercan’ın yokluğu bir yana, başıma bir şey gelse günlerce kimsenin haberi olmaz. Hasan haftada bir arar. Rukiye zaten bıkmıştır dırdırımdan, bir süre çaldırmaz telefonumu. Kokarım bu evde, komşuların ancak o zaman haberi olur.
- İyi bir çocuğum Halime teyze, merak etme. Buraya iş için geldim. Sizinle yarım saat konuşup işimin başına döneceğim.
- İyi evladım, gel bakalım. Hırsız falansan şimdiden söyleyeyim evde çalınacak bir şey yok. Kocaman eski bir televizyonla Ercan’ın babasından kalma paslı bir tüfek var para edecek. Onları da çalsan taşıyamazsın sen bu cılız halinle.
Güldü söylediklerime isteksizce. Belli ki sıkılmıştı benim kocakarı hafakanlarımdan. Yanımdan geçip salondaki koltuk takımının üzerine kapatılmış beyaz çarşafın şaşkınlığını yaşarken ben yetiştim.
- Sıyır çarşafı otur evladım. Evi temizledim, koltuklar tozlanmasın diye örttüm çarşafı üzerlerine.
Çarşafın ucundan tutup hafifçe kaldırdı, koltuğun köşesine batan bir kayığın su üstünde kalan köşesine sığınır gibi oturdu. Ardından çantasından bir zarf çıkardı.
- Halime teyze, şimdi anlatacaklarım size biraz tuhaf gelebilir ama anlatmak zorundayım. Bu işi neden benim gibi deneyimsiz birisine verdiklerini anlamış değilim. Bir şekilde verildi işte ve kendimi kanıtlamam gerek. Yani bilirsiniz, çaylak olunca bir işte, ustanın elinde oyuncak oluyorsunuz. Sonuçta ben de bitirdim üniversiteyi ama diğerleri benden önce bitirdiği için benden üstün sayılıyorlar şirkette. Bu yüzden ayak işleri bana veriliyor. Çay bile yaptım patrona inan!
O böyle gevelemeye başlayınca benim de tedirginliklerim artmaya başladı. Ne söyleyecekse bir an önce söylesin de gitsin istedim bir anda. Konu Ercan olunca daha bir sabırsızlanıyordum. O sabredemeyip, bir anda göçmüştü yanımdan. Şimdi bir de ondan bahseden çelimsiz bir delikanlı, sabırdan çatlayacak neredeyse...
- Tamam evladım! Bırak şimdi şirketin dedikodusunu yapmayı da bana buraya neden geldiğini anlat.
- Anlatacağım Halime teyze. Ama biraz heyecanlandım. Nereden başlayacağımı bilemiyorum.
Yüzü kızarmış, elleri titremeye başlamıştı. Kalkıp masanın üzerindeki cam sürahiden bardağa su doldurdum, delikanlıya uzattım.
- Ben biliyorum evladım. Bu sabah Ercan’dan gelen elmekten başlasan iyi olur. Sen mi gönderdin o elmeği? Ne işler dönüyor? Ölen adamın şifresini kırıp, onun hesabından geride kalanlara elmek göndermekten ne yarar sağlayacaksınız?
Sağ eli bardaktaki suyu dökmeden içmeye yetmeyince sol eliyle sağ bileğini tuttu suyu kafasına dikerken. Niye bu kadar heyecanlandı acaba? Ortada bir bit yeniği var ama ya onun istemsiz titremeleri ya da mahsustan yaptığı geciktirmeler yüzünden bekliyorum.
- Anlatayım Halime teyze, su için sağol. Çok iyi geldi. Ercan beyden gelen elmeği okudunuz mu?
- Okusa mıydım?
- Bilmem! Okusaydınız kötü hissetmişsinizdir. Malum öteki taraftan gönderilen bir elmek gibi.
- Okumadım evladım, okuyamadım! Birisinin gelip konuyu izah etmesini bekledim ama görülen o ki senin gibi bir beceriksizi göndermişler. Bilseydim okurdum!
Sinirlenmiştim. Aklıma Hasan’ın uluorta her yerde her şeyi söyleyen hali geldi. Ne bu böyle delikanlının attığı taklalar? Sıkıntıdan bin parçaya bölündü yavrucak.
- Öyle demeyin Halime teyze. Ben dört yıllık üniversi...
- Evladım, uzatma artık! Yeter! Çabucak anlat anlatacağını ve çek git. Bak böyle ikimize de zarar veriyorsun. Ay sinirlendim valla!. Ne o ağzında zehir saklar gibi. Başla anlatmaya ya da bas git evimden.
Derin bir nefes aldı. Gözlerini gözlerimden kaçırmaya özen gösterdiğini belli etmemek için karşı duvardaki yağlı boyaya hayranlıkla baktı. Aldığı nefesi verdi.
- O elmeği ben göndermedim. Aslına bakılırsa kimse göndermedi. Ercan bey üç ay önce şirketimizin “Yapay Bilinç Yazılımı” adını verdiği bir programdan haberdar oldu ve pilot uygulamaya katılmaya karar verdi. Elimdeki zarfta onun bu pilot uygulamaya razı olduğunu gösteren sözleşme ve onun size yazdığı bir mektup var.
Biraz sakinleşmiş, soluk alıp vermesi ve elinin titremesi dinmişti. Belki de duvardaki yağlı boya göl resmi hoşuna gitmişti. Elindeki bardağı ses çıkarmamaya dikkat ederek önündeki cam sehpanın üzerine, dantelin köşesine denk getirerek koydu. O anda sehpanın üzerindeki danteli neden makineye atmadığım sorusu geldi aklıma ama patlayan bir balon gibi kayboldu bu soru zihnimin karanlığında. Karşımdaki delikanlı yükünü boşaltmış hamal gibi rahatlamıştı. O rahatlamıştı ama ben! Ben tam tersine geriliyordum. Neden söz ettiğini bile tam anlayamamıştım.
- Neymiş peki bu Yapam Bilinç Yazılımı dediğin şey? Ne işe yarar?
- Size elmeği gönderen bu yazılımdır. Ercan bey’in tüm bilgisayar geçmişini okuyan ve bunu gündelik olaylarla, hava durumuyla, siyasi haberlerle harmanlayıp, tıpkı gerçek bir Ercan bey gibi elmekler yazıp size gönderen bir program YBY. Ercan bey hayatı boyunca dört elmek adresi edindi ve bu adreslerin hepsi wooble şirketinden. Dolayısıyla işimiz çok kolay oldu. Başka şirketlerle bilgi alışverişi yapmaya gerek kalmadan işe koyulabildik. Onun on beş yıldır yazdığı tüm elmekler, bu elmekleri yazdığı sırada ziyaret ettiği ağ sayfaları, tıkladığı her bir ağbağı elimizde mevcut.
- Dur oğlum, şimdi de çok hızlı gidiyorsun. Tutturamadık bir ayarını! Ne sandın beni sen! Biz öyle sizin gibi anamızın karnından kucağımızda bilgisayarla doğmadık. Yani bu sabah aldığım elmeği sen göndermedin, öyle mi?
- Hayır, program tamamıyla yapay dolayısıyla hiçbir insan Ercan bey’in elmeklerini okumuyor. Yalnızca YBY günün yirmidört saati hem tüm interneti hem de Ercan bey’in bilgisayarda yaptığı, okuduğu ve yazdığı her olayı, her sayfayı tarıyor. Ardından bu iki birbirinden bağımsız listeyi birleştirip, tıpkı bir insan gibi anlamlı elmekler yazıyor ve size gönderiyor.
- Peki neden yapıyor bunu?
- Ercan bey istediği için. Dediğim gibi, yeni bir yazılım bu. Daha önce hiç denenmemiş. Wooble’ın insanların elmeklerini otomatik olarak okuyup, kişilerin yazdıkları ve okuduklarına göre onlara reklam gönderdiğini duymuşsunuzdur.
- Hayır duymadım.Nereden duyayım!
- Önemli değil. Sonuçta demek istediğim şey Ercan bey bilgisayarda yaşayan yapay bir zihin olarak devam edecek yaşamaya. Elimdeki sözleşme kısaca bunu söylüyor ve sizin haklarınızdan bahsediyor servis alıcısı olarak. Mektupta ne yazdığını bilmiyorum.
Delikanlı konuşmaya devam ettikçe kafamın içerisinde uğuldayan bir sivrisineğin beni rahatsız etmeye başladığını hissettim. Daha fazla dayanacak, daha fazla dinleyecek gücüm kalmamıştı. Ne olup bittiğini tam olarak anlamamıştım ama anladığım kadarı yetmişti ne yapacağıma karar vermeme. Beni bile şaşırtan bir kararlılıkla haykırdım.
- Yeter!
- Efendim!
- Yeter dedim. Daha fazla dinlemek istemiyorum bu saçmalığı. Yalnız bırak beni.
Delikanlı şaşırmıştı, hatta biraz ürkmüştü benim bu ani tepkimden. Bir de yeniyetme, bir de çırak, bir de kaşıma geçmiş bana...
- Ama, ama daha sözleşmeyi okuyup izah edeceğim size. Hem imzalamanız gerekir bundan sonraki elmekleri almanız için. İmzanızı almadan dönersem şirkete, patron beni...
- Yeter dedim evladım, anlamıyor musun? Bırak zarfı sehpanın üzerine, git. Ben okurum sözleşmeyi de mektubu da. Sorum olursa ararım şirketinizi. Hadi şimdi çık, işine gücüne bak. Söylediklerin ağır geldi, sindirmem vakit alacak. Dinlenmek istiyorum. Başım ağrıdı, tansiyonum yükseldi. Bak nasıl titriyor ellerim zangır zangır!
Delikanlı zarfı sehpanın üzerine, bardağın yanına koyup endişeli bir ivedelikle ayağa kalktı. Özür dilerim diyen bir bakış vardı yüzünde ama benim ona odaklanacak halim kalmamıştı. Kendimi böylesine bir oyunun içinde hazırlıksız bir anda bulduğum için bitkin düşmüştüm. Gerçi böyle bir oyuna hazırlıklı olabilir miydi ki insan? Arkasını dönüp giderken onu yol etmedim. Kapanan kapının sesi yerini evin sessizliğine bırakınca uzun süre sehpanın üzerindek zarfa baktım. Zarfın içinde beni bekleyen şeyin ne olduğunu düşündüm. Bir felaket miydi yoksa zevkli bir fantezi mi? Gidiyormuş gibi yapıp gidemeyen Ercan’ın son bir şakası mıydı bu? Yapardı gençliğinde böyle çocuksu şaklabanlıklar. Kapıyı çarpar ama içeride dururdu. Beş dakika bir sessizlikten sonra usulca salona girip beni korkutur, yüreğimi ağzıma getirirdi. Gençtik, aşk ve heyecan doluyduk, ne yapsak eğlenirdik. Şimdi de aynı şeyi yapıyor. Gitti, kayboldu, bir daha gelmeyecek derken bir zarfın içinde geri geldi. Elmek kutumdaki Ercan nasıl birisi acaba? Öldüğünü biliyor mu? Peki ya yaşlandığını, yaşlandığımı, gerida kalanların hayatın acımasız kurallarına halen uymak zorunda olduklarını?
Zarfın içinden çıkacak olan şey beni korkutuyordu. Orada üç hafta önce kaybettiğim Ercanım mı vardı yoksa onun oynadığı oyunun bir piyonu mu? Uzun süre oturdum zarfın karşısında, Hasan’ın üç boyutlu resim dediği alacalı kağıtların karşısında saatler harcaması gibi ben de zarfın karşısında hipnotize olmuş bir zavallıya dönüşmüştüm. Hatta bir ara kanepenin üzerinde sızmışım yorgunluktan. Gözlerimi açtığımda zarf aynı yerde duruyordu. Ağzı ateş dolu bir ejder gibi bana bakıyordu.Yerimden kalktım ve çamaşır makinesine atmayı unuttuğum danteli alıp banyoda hırsla çitiledim ve ardından balkona gidip diğer dantellerin yanına astım. Salona geldiğimde zarf ile aramızda bahane kalmamıştı.

*** Devam edecek...

28 Eylül 2011

ÖLÜ ERKEK KUŞLAR ÜLKESİ

Gün geçmiyor ki gazetelerde okumayalım bir başka kanlı vahşet. Karısını on yerinden bıçaklayıp intihar eden pek sevimli kocalar, sevgilisinin kafasına sokak ortasında kurşun sıkan delikanlılar, sevdiği kız kendisine yüz vermeyince okulunu basıp kızı kaçıran ve ardından götürdüğü gizli mekanda kıza tecavüz eden çılgın aşıklar ve daha neler neler. Aklın, hayalin almayacağı türlü işkencelere maruz kalan kadınların elim hikayeleri her gün daha bir yayılıyor, daha bir şiddetlenerek artıyor sanki. Öyle ki alışıyoruz bunlara da tıpkı terör olaylarına ya da Irak’taki, Afganistan’daki bombalara alıştığımız gibi.

Şunu belirtmekte fayda var. Pek çok şeyde de olduğu gibi sevme konusunda da ölçüyü tutturamayan bir toplumuz. Şarkılarımız, türkülerimiz bu konuda yeteri kadar kaynak sunduğu için başka noktalara bakmaya gerek bile yok. “Unutma seni benim kadar seven olmaz ki” gibisinden en naif bencilliklerden, “Bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz.” gibisinden en radikal sevgiler bizim bağrımızdan çıkmıştır. Mecnun Leyla’ya kavuşamazsa delirir, mecnun olur, çöllere düşer, mutlu olması mümkün değildir Leyla’sız. Aşk bizde karanlık, insanın içini kemiren yırtıcı bir sürüngendir. Öyle ki “Kara Sevda” gibi “Kara Kara” anlamına gelen bir ifadeyle anlatırız aşkımızı çoğu zaman. Oysa aşk ne karadır ne de kara olmak zorundadır. Seversin ve sevilirsin. Bunun sonucunda mutlu olursun. Seversin ve sevilmezsin. Üzülürsün ama yıkılmazsın, başkasını bulursun. Bulamazsan yalnız yaşarsın. Yalnız yaşayıp da mutlu olan milyonlarca insan var yeryüzünde. Herkesin kendisini seven birisiyle birlikte olma hürriyeti vardır. Buna saygı duyamadığımız için, sevmeyi edebi kilitlenmek olarak algıladığımız için mutsuzluklara gark oluruyoruz. Kıskançlıklarımızın temelinde de aşka olan bu yarı mistik yarı ilahi inanç var. Hayır efendim, hayır! Buda gibi diyeyim. Hayatta her şey geçicidir. Buna aşk da dahildir. İki insan arasındaki aşkı ilahi aşkın gölgesi olarak gördüğümüz içindir biraz da bu yanlış algı.

İşe böylesine umutsuz, böylesine karanlık bir noktadan başlayınca gerisinden hayır beklemek de aşırı iyimserlik olur. Erkek evlatları pohpohlarız namus konusunda. Güçlüsün sen deriz, ezmezsen ezilirsin deriz. Kadınları baskı altında tuttuğumuz kadar erkekleri baskı yapmaları konusunda baskı altında tutarız. Sonuçta erkekler de en az kadınlar kadar ezilirler. Kendilerinin güçlü oldukları yalanına öylesine inanırlar ki ne zaman bir sorunla karşılaşsalar kaba güce, kas üstünlüğüne, bağırıp çağırmaya yüklenirler. Oysa kadınlar, erken yaşlardan beri baskılar altında yetiştiklerinden olsa gerek duvarları tırmanmadan da aşmanın yolunu öğrenmişlerdir. Uzun boylu olmaya, kalın kollara sahip olmaya gerek yoktur duvarı aşmak için. Sabır ve inatla aşılmayacak engel yoktur.

Erkekler kendilerine dayatılan “sert” imgesinin içini dolduracağım diyerek hayatı, kendilerine ve sevdiklerine zindan ederken, kadınlar bu sert imgenin karanlık gölgesinde soluk alıp vermeyi öğrenmek zorundadırlar. Alışmak güçlendirir onları. Baba evinde başlayan baskı koca evinde devam eder. Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen şey güçlendirir.” cümlesi kadınlar için söylenmiş gibidir. Doğurabilir olma gücünün yanına zifiri karanlıkta yönünü bulabilme kabiliyetini de ekleyince kadınlar daha bir korkutucu olurlar toplum tarafından şişirilen, kendi olmakla aynadaki görüntüsünü yakalamak arasında kalan ve bu arada kalmışlıkla kendilerini ve etrafındakileri yıpratan erkekler için. Sonunda modern görünümlü olmasına rağmen sırf “karizmayı çizdirmemek” için olduğundan başka görünmeye çalışan milyonlarca koyun edinir toplum. İçi dışı bir olmayan, düşündüğünü söyleyemeyen, kendisinden ve eylemlerinden korkan, “başkaları ne der” sorusunu “beni ne mutlu eder” sorusundan daha sık soran milyonlarca fert olamayan insan patlamaya hazır bir bombadan başka bir şey değildir. Bu yüzdendir hergün okuduğumuz o eli kanlı ama ruhları zayıf erkeklerin haberleri. Bu yüzdendir iletişimsizlikten yok olan canlar, o canların arkada bıraktığı masum çocuklar.

Sevdiği için sevdiğini öldürür erkekler. Sevdiğini öldürdüğü için de sevmediğini kanıtlar sevdiğine ve dünyaya. Kadını bir mal olarak gören, erkeği bu malı gütmek zorunda bırakılmış bir çoban olarak varsayan anlayıştan sıyrılmadığımız sürece de namus cinayetlerimiz devam edecektir. Tabii, erkekleri şişme bebekler gibi büyütüp başa bela eden anneleri unutmamak gerekir. “Ben çektim gelinim de çekecek.” diye dayatan kaynanaların rolü anımsanamaz erkeklerin aşırılıklarında. Toplum en büyük canidir ve onu tedavi etmenin tek yolu eğitimdir. Sadece kadını özgürleştirmekle olmaz. Erkeğin de özgürleşmesi, kendisine sunulan şovenizm zincirlerinden kurtulması gerekmektedir.

Yazının başlığını İnci Aral’ın “Ölü Erkek Kuşlar” adlı romanından devşirdim. Roman kahramanlarından Onur’un çizdiği ölü erkek kuşların sayısı azalacağına artıyor yıllar geçtikçe. Daha bir mutsuz, daha bir umutsuz oluyoruz sanki. Temennimiz toplum olarak bilinçlenebileceğimiz bir noktaya doğru yönelmemiz ve kuşların, erkek ve kadın ayrımı olmaksızın, özgürce kanat çırpabileceği göklere bir an önce kavuşabilmeleri...

24 Eylül 2011

WOOBLE NOKTA COM (1)

Kocam hayatını kaybettiğinden beri ilk defa açtım bilgisayarı. Cenazeyi kaldırdıktan sonra bir hafta kızımın yanında kaldım, torunların cıvıl cıvıl oyunları unutturdu bir nebze, içimdeki kapanmayan boşluğu. Hele ufaklığın yaptığı binbir türlü maskaralık, annesinin rujuyla gözlerinin altını çizip salonun ortasında kızılderili olması, tülü beline dolayıp ben şarkıcı oldum diyerek ortalıkta gezinmesi çok eğlendirdi hepimizi. Çocuklar böyle işte, ölümün soğukluğuna ve bilinmezin karanlığına karşı en güzel ilaç onların dünyadan habersiz şaklabanlıkları. Onların sayesinde dayanabiliyor insan gidenin bıraktığı acıya. Yoksa nice olurdu halimiz. Sonuçta kalanlarda hep bir parçası var gidenin, gidemeyenin. Bu ufaklığın uzadıkça kıvrılan saçlarına baktıkça Ercan geliyordu aklıma hep. O saçlar, ah o saçlar… Beni yer yer kıskandıran, yer yer gereksiz hafakanlara sürükleyen, kimi zaman dalgalı bir deniz gibi haşin, kimi zaman sakin bir göl gibi huzurlu… Torunlar iyiydi ama sonuçta damadın yığınla işi var, ev küçük, kızım çocukların peşinde koşmaktan zaten yorgun. Daha fazla sıkıntı vermeyeyim, kızımın başını durduk yere ağrıtmayayım dedim ve ayrıldım yanlarından.
Ardından bir hafta da bacım Rukiye’nin yanında kaldım. Kardeşin yeri hep ayrı oluyor insanın hayatında. Zaten aradaki diğer üç kız bizden önce gittiler. Katibe’yi, Ratibe’yi, Hatibe’yi kendi ellerimizle verdik toprağa. Şimdi iki bacı kaldık başbaşa. Ben evin en büyük kızı, o evin en ufağı. Bebeklik halini bildiğin kardeşinin torunlarını büyüyorken görmek hayatın en güzel cilvelerinden birisi olsa gerek. Yaylalarda büyümüştük biz; koyun boklarının göze sularına karıştığı ve buna aldırmadan o suyu içtiğimiz yerlerde attık ilk adımlarımızı. Benden on iki yaş küçük olduğundan annemden çok benim elime kalıyordu. Su olmadığında kirli yüzünü tükürüğümle sildiğim, altını ağaç yaprağıyla temizlediğim, elinden tutup mal güttüğüm bacımdan daha yakın kim olabilir ki bana bu hayatta…
Uzun uzun konuştuk pencerenin kenarına oturup, fasulye temizledik, sarma sardık, helva yaptık, bahçedeki otları yolduk, lağım kokan dereden su çekip bahçenin sınırına diktikleri kavakları suladık, çürümeye yüz tutan söğüdün dallarını temizledik. Komşunun açtığı artezyen kuyudan çekilen suyla bahçeye ektiği kara pancarları suladık. Mısır da ekmiş ama olmamış mısırlar. Açtı gösterdi, süt beyazı mısırların sararmadan çürümeye başlayan tanelerini. Ufak torunun daha olgunlaşmadan çürüyen ön dişlerine benziyorlardı. Güzün kırgınlığı henüz ulaşmadığından incirler tatlıydı bu yıl. Bir çocuk gibi çıktım ağacın dalına, oturdum yedim karıncalı incirleri. Ercan olsaydı bırakmazdı beni, ben bunları satarım pazarda derdi. Satmazdı ama, konuşurdu öyle. Sonra topladıklarını çocuklarla birlikte yerdi.
Az hasta etmedi Hasan’ı ilaçlı meyveler yüzünden. “Bir şey olmaz.” derdi ben kızınca, elini eşeğin kıçına tokat atıyormuş gibi sallayarak. “Erkek adam o, hasta olsun ki güçlensin. Asker olacak ileride, üniversiteye gidecek mühendis olacak.” Oldu da, mühendis oldu, yurtdışına gitti. Bir de Fransız kız bulmuş dünya tatlısı. Resimlerini göndermiş internetten. Cenazeye getirmemişti kızı. Kırıldım biraz ama sonra hak verdim. Doğru olanı yapmıştı Hasan. “Bizi en mutsuz anımızda mı görsün! Tanışacaksanız bu mutlu bir günde olsun.” demişti benim sitemimi görünce. Ercan olsa şaka yapardı. O cansız haliyle bile ha dile geldi gelecek diye korkuyordum cenaze sırasında. “Ne o, babanın ölüsünden mi utanıyorsun? Niye getirmedin müstakbel gelinimi yanında?” gibisinden bir laf ederdi, mahçup ederdi çocuğu elaleim yanında. Ederdi o, Ercan’dı, ne yapsa yakışırdı, ne yapsa yakışsın istediğimden belki de…
Öyleydi Ercan, çocuk gibi şen şakraktı sağlıklı olduğu günlerde. Her şeye güler, her şeyi alaya alırdı. Bana bilgisayar kullanmayı öğretirken ya da çalıştığı şirkette en çetrefil soruları çözerken yüzünde hep o aynı naïf yumuşaklık olurdu. “Her şey geçici, merak etme” derdi beni dertli gördüğünde. Başımı omuzuna koyup özgürce ağlayabildiğimde, onun o yaba gibi elleri saçlarımı okşadığında geleceğe dair umutlarımın olmamasından endişe etmezdim. Özgürlük zaten umuta bel bağlamamakla mümkündü onun yanındayken. Onun gayretleriyle bitirdim liseyi dışarıdan. Bir de üniversiteye göndermeye kalktı beni. Torunlara tosunlara karışmış karısını 19 yaşındaki çıtır kızların yanında görünce pek bir heveslenmiş, pek bir mutlu olmuştu. Ben bitiremeden o göçtü gitti işte. Güya tarih okuyacak, bitirme ödevimi de köyümüzün Rum geçmişi üzerine yazacaktım. Mezuniyet törenimde kep takacak, torunlarım ve çocuklarımla birlikte Belgrad ormanına gidip piknik yapacaktık. Olmadı, Ercan’ın o kıpır kıpır ruhuna ayak uyduramadı kalbi.
Belki de o güleç yüzün arkasında stresli, sorunları içine atan bir babacan vardı. Ailesine göstermek istemedikleri birikmişti içinde, birikmiş ve sonunda kalbini esir almıştı. Bir buzdağı gibi güneş ışığında göz kamaştıran o bembeyaz onda birlik kısmını taşıyan karanlık bir onda dokuzluk kısım varmış demek... Öyle demişti doktor, “Stresin getirdiği bedensel rahatsızlıklar deprem gibidir, ne zaman nasıl vuracağı belli olmaz. Bir mideye vurur, bir deriye.” Bir anda, aniden bastıran bir yaz yağmuru gibi geldi kalbinin sektesi. Şaka mıydı gerçek miydi anlayamadık bile. Sel oldu götürdü Ercan’ımı…
Rukiye’nin yanında kalmak çok iyi geldi ama bir süre sonra bir şeylerin boğazımı sıktığını hissettim. Beni her görenin “Başın sağolsun abla, teyze, yenge…” demesinden usanmasaydım belki bir hafta daha kalırdım onun yanında ama dayanamadım. Bir de evimi özledim tabii. Ercan artık orda olmasa bile evim halen benim evimdi. Issız odalarında gezinmek onun sesine olan özlemimimi artıracak olsa da evime gelmek, boş salonda oturup, bu acıyla yüzleşmek istedim. Kaça kaça nereye gidebilirdim? Başkalarının omuzlarına başımı koyarak geciktirdiğim acı eninde sonunda benden intikamını alacaktı. Bunun erken olması geç olmasından iyidir diye düşündüm.
Bu sabah vardım eve, etrafın tozunu aldım, resimleri ıslak bezle silip, dantelleri makineye attım. Öğlene doğru temizlik işi bitince de bilgisayarın başına oturdum. Neredeyse bir aydır bakmadım elmeklerime. Hocama demiştim kocamın vefat ettiğini, bir ay bilgisayara bakamayacağımı. Kızım yaşında adam, anlamıştı, sorun yok demişti. Ercan burada olsa kızardı. Okuluna devam et, ne olursa olsun kendin için bitir bölümünü derdi. Bitireceğim Ercan’ım, bitireceğim. Köyümüzün tarihini yazıp, o siyah kepi kafama geçireceğim. Sen gelemezsen bile Hasan ve Fransız gelinim gelecek törene, Leyla ve ufak canavarı gelecek. Yazacağım köyün dışındaki o mağaralara sürülmüş Rumların tarihini. Köylerinden edilen, toprakları ellerinden alınan insanların çektiklerini…
İşte elmek kutum, işte hocamdan gelen, Hasan’dan gelen mesajlar. İşte … İşte… Ama! Ama! Bu da ne böyle? Aman Allahım! Ercan’ın elmek adresini birisi mi kullanmaya başladı? Nasıl olur da ondan elmek alırım? Hem de dün gönderilmiş. Şaka mı bu? Yoksa Hasan benimle oyun mu oynuyor? Yapar mı yapar! Babasının matraklık damarı var Hasan’da. Muzırlık dedin mi bir numara. Kesin bu onun oyunu. Açmayacağım ama! Sinirlendim biraz! Böyle şaka mı olur? İnsan azıcık düşünür annesinin acısını. Beni de kalpten göndermek istiyor herhalde babasının yanına. Açmayacağım, Hasan'ı arayacağım önce. Arayıp soracağım bu densizliğin hesabını. Aha kapı çalıyor
Tak tak tak…
Kim acaba bu saatte. Sabah beni binaya girerken kimse görmediydi. Pazar sabahı erkenden geldim ki konu komşu uykudayken sessizce süzüleyim apartmana. Sütçü bu saatte gelmez. Kapıcı da sabah servisini yapmıştır. Nesibe mi acaba? Fal bakmaya mı geldi?... Ah Nesibe, hani uzun bir ömür vaad etmiştin bize, hani üç vakte kadar Ercan’a ve bana sayahat görünüyordu. Yok ama Nesibe çağırmadan gelmez ki! Allah Allah! Kafam karıştı. Bir yanda ölmüş kocamdan gelen bir elmek, bir yandan ıssız eve ziyarete gelen komşular, Nesibe’nin hiçbir zaman doğru çıkmayan kehanetleri ...
Tak tak tak…
Dur bekle, çatlama geldim…
* * *
Devam edecek...

22 Eylül 2011

Yazamamak Üzerine

Son bir aydır yazamadım. Yazmadım demiyorum çünkü yazabilseydim mutlaka bir şeyler üretir, bir yerlere de üç beş satır çiziktirirdim. Yazmanın her şeyden önce zihinsel bir eylem olması pek çok insanı şaşırtan, yazmayı hiç denememiş insanların kafasını kurcalayan bir durumdur. İnsan yazmaya zihninde başlar. Pek çok zaman yazılacak makalenin, şiirin ya da öykünün ilk cümleleri, ilk sözcükleri alâkasız bir iş yaparken gelir yazarın aklına. Spor yaparken, traş olurken, yemek yerken, çok sevgili bir dostla muhabbet ederken düşer tohum toprağa.

Yalnız başına tohum anlamsızdır, bir hiçtir haşin doğa kanunlarının karşısında, çürümeye ve yok olmaya mahkûmdur. Su ister, hava ister, gübre ister, hayata karşı yenilmemek, daha başlamadan mağlup olmamak için cesaret ister. Yazarın rolü de tam bu noktada başlar. Yoksa “Benim hayatım roman, bir anlatsam çoksatanlar listesine girer.” diyen tamirci Hüsamettin usta’nın aklına düşen ilk tohumlarla, romanları milyonlar tarafından okunan ünlü romancı Orhan Pamuk’un aklına düşen o ilk hikaye tomurcukları arasında özde bir fark yoktur. Herkesin anlatacağı bir hikayesi, başkalarının dikkatini çekmeyi başaracak ilginç serüvenleri olmuştur hayatta. Zaten sıradan insanların sıradışı hayatları olmasaydı ne roman sanatı olurdu ne de sinema. Yazarı ya da genel anlamda sanatçıyı farklı yapan şey rahme düşen o ilk tohumu beslemek, onu büyütmek, ona gözü gibi, bebeği gibi bakmak, doğum gerçekleşene kadar diken üstünde kuluçkaya yatmış tavuk gibi tedbirli ve tedirgin olmaktır.

Yanlış anlaşılmak istemem. Öz olarak Hüsamettin ustanın yaptığı işle Orhan Pamuk’un yaptıkları arasında fark yoktur. Hüsamettin usta da kendisine getirilen arabanın üzerine titrer, ince çekiç darbeleriyle eğer, büker, düzeltir. Onun işi de ciddi anlamda bir yetenek ve yoğunlaşma gerektiren bir iştir. Birini diğerinden üstün görmek insanın toplumdaki rolünü inkar etmektir. Hüsamettin ustanın neden iyi bir yazar olmayacağı gerçeğiyle Orhan Pamuk’un neden iyi bir kaportacı olmayacağı gerçeğidir dikkati çekmek istediğim nokta. Bu noktaya ulaşmış olmak aslında bizi ortak bir paydaya, insanların ilk bakışta görmek istemeyecekleri, gördüklerinde inanmak istemeyecekleri bir sonuca götürür.

Evet, yazmak da bir eylemdir. Tıpkı çay yapmak, çivi çakmak ya da araba tamir etmek gibi fiziksel bir eylem. Nasıl bir fiziksel eylemde yeteneklerimizi geliştirmek için pratik şarttır, yazmada da pratik şarttır. Bunun yanında tutku, inat ve inanç gerekir ki bunlar da yazmaya has şeyler değildir. Bir sepetçi de yaptığı işi severek, tutkuyla yaptığı sürece işinde başarılı ve yaratıcı olabilir. Yaratıcılığın bir numaralı itici gücü içeriden gelen motivasyondur. Yalnız bu motivasyon öyle sanıldığı gibi gökyüzünden zenbille inmez, insanın içinde mucizevi bir şekilde de doğmaz. Toplumsal ve kişisel tarihin üzerine insanın çabası eklenince doğar ve ortaya çıkar sanatçının yaratıcı ruhu. Bir yazar da belki okuduklarından belki yaşadıklarından etkilenerek başlar ilk cümelerini kurmaya. Yazdıkça tutkusu artar, tutkusu arttıkça daha çok yazmak ister. O ilk cümleler kafasında şekillenmeye başladığında ister dışarıdan olsun, ister içeriden, gereken desteği bulamazsa, Aralık ayında toprağa düşen tohum gibi çürür gider o düşünceler. Varlığıyla yokluğu arasında fark olmaz.

Bu yazıyı yazmamın nedeni de kişisel sorunlarımdan dolayı içine düştüğüm tenbellik döngüsünden kurtulmaktır. Hepimizin başına gelir böyle zamanlar, hayatın büyüklüğü ve içinde sakladığı sürprizler karşısında aciz kaldığımız zamanlar, elimizin ayağımızın bizim emirlerimize itaat etmedikleri anlar. Yazarlar hayatın dertlerine karşı bağışıklık kazanmış bireyler değildir ki onlardan olağanüstü gatretler bekleyelim. Ölümün, ayrılığın, kaybolan dostların, kalp kırıklıklarının ve uzaklara duyulan özlemin susturmayacağı insan var mıdır ki yazar susmasın, şöyle bir durup düşünmesin, hayatın muhasabesini yapmasın, silkinmesin? Hayat zorsa herkese zordur. Bu zorluktan nasibini alır dilencisi de iş adamı da. Yazarın sorunu yaratmadığı süre içerisinde acı çekiyor olmasıdır, suçluluk hissetmesidir, kendisine ve kendisinden bir şeyler bekleyen okuyuculara karşı.

Bu yazıyı niye yazdım, yazmamışlığımı haklı çıkarmak, kendimi zeytin yağı gibi üste çıkarmak için mi? Hayır, bu yazıyı iki sebepten ötürü yazdım:

Birincisi bir aydır içine düştüğüm kısır döngüden kurtulmak için yazdım. Bu döngünün kişisel olması, sorunların kısmen de olsa devam ediyor olması benim yazmamı engellememeli dediğim ve bunu kendime kanıtlamak istediğim için yazdım.

İkinci neden ise çok daha önemli. Yazmanın fiziksel bir eylem olduğunu, yazmak için gereken şeyin inat ve tutku olduğunu ortaya koymak ve bu gerçeği paylaşmak için yazdım. Ne dün gece yatağa girerken ne de sabah uyandığımda bu konuda yazmak vardı aklımda. Her şey bir anda dökülüverdi kağıda, bir kaza gibi adeta, plansız başlayan ama planlı ve bilinçli bir şekilde örülen bir halı deseni gibi.

İlerki günlerde aksatmadan yazabilmek ümidiyle...

06 Eylül 2011

Soaking Wet

The air is dark, there is nothing in the sky resembling the stars.
I am soaking wet from head to toe.
Climbing the stairs slowly, while looking back.
I am soaking wet from head to toe.

I remember her call, not sure whether it was a dream or not.
It is raining crazy outside.
Letting my body free fall to the floor.
I am soaking wet from head to toe.

I knew it from the trembling of your hands.
The rain drops ooze through my clothes, not easing for a second.
Are those pouring out from your tongue also wet?
I am soaking wet from head to toe.

Leave me to the wind, leave me to the temporary vermilion of the horizon.
Dew too should be considered as rain.
Whichever direction you open your hands to, whichever face you shout to
I am soaking wet from head to toe.

From one ladder to another, this is life… In between we see the plains…
It is obvious that this coat is good-for-nothing.
Where do you find all these words one after the another?
I am soaking wet from head to toe.

They get on the bus, they walk… People who are tired of yesterday, from the day before yesterday, from the previous week…
My forehead is once more wet … I got perspiration.
The caterpillars will make slapdash noises again.
I am soaking wet from head to toe.

Think of the children going to school… Everywhere is dark…
Think of how they will get dry, when, the books and notebooks soaked with the rain water.
It bends and curves in the fire, the rubber boots of the class.
I am soaking wet from head to toe.

Which side are you talking about, which side?.. I cannot find it where I put them.
To your wet eyelashes, to your protective eyebrows, to your hands rushing to the puddles
Is it because you, I and our hands are soaking wet
the entire universe is soaking wet?

Written by Ulaş Başar Gezgin (2005)
Translated into English by Ali Rıza Arıcan (6th September 2011)

The original poem can be found here or you can simply read it below.


SIRILSIKLAM

Hava karanlık, hiçbir şey yok yıldız namına...
Üstüm başım sırılsıklam...
Çıkıyorum merdivenlerden ağır ağır, arkama bakarak...
Üstüm başım sırılsıklam...

Hayal meyal hatırlıyorum çağırışını...
Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına...
Yere bırakıyorum kendimi hemen...
Üstüm başım sırılsıklam...

Ellerinin titreyişinden anlıyorum...
Yağmur içe işlemede, geri durmamada bir an olsun...
Bir hayli ıslak mı ne, ağzından dökülenler...
Üstüm başım sırılsıklam...

Beni rüzgara bırak, beni ufkun her gün geçip giden kızıllığına...
Çiğ de bir tür yağmur sayılmalıdır...
Ne yana açsan avucunu, hangi yüze haykırsan,
Üstüm başım sırılsıklam...

Bir merdivenden bir başkasına... Hayat bu işte... Arada düzlükler...
Paltonun işe yaramadığı ortadadır...
Bunca sözcüğü, ard arda bulmadasın sen, nereden?..
Üstüm başım sırılsıklam...

Otobüse biniyor, yürüyorlar, dünden, evvelsi günden, geçen haftadan yorgun insanlar...
Alnımda yine ıslaklık... Terlemişim...
Savruk sesler çıkaracak bugün yine, iş makinaları...
Üstüm başım sırılsıklam...

Okula giden küçükleri düşün... Her yer karanlık...
Düşün, nasıl kuruyacak, ne vakit, yağmur suyu almış defter ve kitap...
Eğilir bükülür ateşte, lastik çizmeleri sınıfın...
Üstüm başım sırılsıklam...

"O yan" dediğin ne yan?.. Bulamıyorum bıraktığım yerde,
Islak kirpiklerini, korugan kaşlarını, seğirişini ellerinin, su birikintilerine...
Sen, ben, ellerimiz sırılsıklam diye midir ki,
Bütün dünya sırılsıklam?..

Ulaş Başar Gezgin