Bu Blogda Ara

17 Temmuz 2022

Yazar Neden Yazar? (2)



"Yazar Neden Yazar"ı yazdıktan sonra akşam karanlığında koşmaya çıkmıştım. Her zamanki gibi kendimi hasta edecek noktaya kadar, bir damla bile su içmeden, Shenzhen'in yaz sıcağında aralıksız 1 saat koştum -İnsan kendisine de zarar veremeyecekse neden yaşar ki bu hayatı? Hayat kendinden arttırdıklarınla kurulan dünyaya verilen addır.-. Koşarken tabii ki bol bol düşündüm -en çılgın düşünceler, en yaratıcı fikirler zaten ya koşarken, ya dağa tırmanırken ya da tıraş olurken gelir aklıma!- ve yazdıklarımla tarihsel ve toplumsal bir figür olan "yazar"a bir nebze haksızlık ettiğimi düşündüm. Evet; yazar bencildir, narsisisttir, dünyayı kendi etrafında dönüyor sanır... Yalnız bu durum yazarın yazmaya neden başladığı konusuyla ilintilidir daha çok. Sonrası, yani yazmaya bir kere başladıktan sonra yazma eyleminin arkasındaki temel mekanizma biraz daha karışıklaşır. Çünkü, yazmaya başlayan bir yazarın kanına artık yazıp bitirme hazzı girmiştir, tatlı bir zehir olan bu haz aşk gibi, intikam duygusu gibi, kıskançlık gibi bir etki yaratır yazarın iç dünyasında. Bir öyküyü, bir romanı, uzun bir makaleyi yazmanın tek ve yegane zevki o metnin sonuna atılan tarihli ve mekânlı imzadır*. Ve bu imza atılırken alınan zevk ne dünyanın en çekici kadınıyla/erkeğiyle sevişirken alınır ne de karşı kalenin filelerini topla havalandırırken. Bu sevinç eylemi; uzun süren bir özeziciliğin, insanın kendi kendisine reva gördüğü işkencenin, sıkıntılı ve ağrılı bir sürecin bittiğinin ve tüm bu çekilen acıların sonucunda ortaya çıkan gümrah ve gürbüz çocuğun tüm dünyaya "Haza gulam!" naralarıyla gösterilmesidir. Bu sevinç duygusu, bu bir şeyleri başlayıp bitirebilme ve sonucunda ortaya daha önce yeryüzünde hiç kimsenin görmediği bir eserin ortaya çıkması durumu insanı bağımlı yapan bir uyuşturucu özelliği taşır. Yani yazar yazmaya bir kere başladı mı, eğer ki yazdıkları okunmaya değer ve o güne kadar yazılmamış şeylerse, daha çok yazmak için içinde güçlü yaylardan ve zembereklerden oluşan mekanik bir sistem oluşturur. Bu mekanik sistem sayesinde elin kolun hareketinden aldığı enerjiyle pilsiz pulsuz çalışan saatler gibi yazdıkça yazar. Yazmadığı günlerde o günü boşa geçirmiş olduğunu hisseder. Bunu hissetmiyorsa, yani başını yastığa koyduğunda o gün tek bir kelime bile yazmamış olmak onu uykusuz bırakmıyorsa zaten yazarlığında sorun var demektir. Bu durum eroin bağımlılarının eroin bulamadıkları zaman krize girmeleri gibi bir şeydir. Yazarlık bir bağımlılık, bir çeşit zihinsel hastalıktır. Uyuşturucu ve alkol bağımlılarından tek farkı onlar kendilerine zarar verirken ortaya güzel bir eser çıkaramazken yazar kendinden verdikleriyle camdan saraylar inşa eder, savaş çıkarıp barış ilan eder, dünyayı sıfırdan kurar, kurduğu dünyayı hiç var olmamış gibi yıkar. Ve nasıl ki krize girmiş bir eroin bağımlısına "Gel sana güzel bir kız buldum, sabaha kadar takılırsın." ya da "Gel, dünyanın en pahalı lokantasında yemek yiyelim" demek hiçbir işe yaramayacaktır, yazamayan ya da günlük yazı kotasını dolduramamış bir yazara da dünyanın diğer zevkleri süfli ve malayani gelir. Yazmak dışındaki tüm eylemler yazamadığı zamanlarda anlamını yitirir. Bu eylemlerden zevk alamaz hale gelir çünkü hayattaki asıl amacı olan yazma işini yapamamaktadır. Bu durum çocuk yapmak isteyip de bir türlü çocuk sahibi olamayan bir çiftin içine düştüğü yeis hali gibidir. Ne içinde oturdukları villa ne de altlarındaki son model BMW çocuk sahibi olamamanın verdiği eksiklik duygusunun yerini doldurur. Aynı durum yazar için de geçerlidir. Metin onun çocuğudur ve herhangi bir kısırlık ya da düşük -bir türlü bitmeyen eserler- durumunda hayatın tüm diğer zevkleri yok olur. Sevişmek ritmik ve sıkıcı bir eyleme, yemek yapmak ya da yemek -ne kadar lezzetli olursa olsun- tatsız bir rutine, sporla vakit geçirmek vakit kaybına, arkadaşlarla takılmak iç şişirmeye, gidilen konserler gürültüye dönüşür. Bir de bütün bunların üzerine suçluluk duygusu biner. Kayda değer bir ürün çıkarmayan bu Fetret Devri devam ettikçe yazar tükenmişlik duygusuna kapılır. Tükenmişlik suçluluğu, suçluluk tükenmişliği körükler. Bu fasit daireyi kırmanın tek yolu ilk fırsatta gaza basıp suya sabuna dokunur bir şeyler üretmek ve eski özgüveni tekrar tahsis etmektir. Sonuç olarak yazar işte bu fasit daireye düşmemek için yazar, her gün hırsla ve umutla yazar, her gün inatla ve kinle yazar, her gün hasetle ve korkuyla yazar... Çünkü o daireye bir kere girdi mi tekrar geriye çıkmak ya çok zordur ya da imkânsızdır. Hani Sait Faik diyor ya bir öyküsünde "Yazmasaydım ölecektim" diye, işte o hesap! Yazar yaşadığı için yazmaz, hayatta kalmak için veya yaşadığı deneyimler bütününe "hayat" diyebilmek için yazar. Buna mecburdur. Yazmasa ruhu ölür, bedeni ise oksijen israfı yapmaya ve yeryüzünde eksikliği hissedilmeyecek uzun ince gölgeler çizmeye devam eder. 


* Örneğin, eğer bu yazı sanatsal bir çalışma olsaydı ve ciddi emek gerektirseydi, sonuna gururla  "Ali Rıza Arıcan. 17 Temmuz 2022, Shenzhen" şeklinde bir imza atabilirdim. Bir oturuşta, yaklaşık 40 dakikada ve sadece bu blogda yayınlanmak üzere yazıldığı için gerek görmüyorum. 

** Yukarıdaki resmin yazıyla ya da yazarlıkla bir ilişkisi yok. Doğum günümde öğrencilerden gelmişti. Kaybolmasın diye buraya koydum. 

14 Temmuz 2022

Yazar Neden Yazar?


 Gençlere bir tavsiyede bulunacak olsam onlara yazar (ya da genel anlamda sanatçı) olmamalarını tavsiye ederdim. Yazarlık, ya da yazar olma arzusu zaten kendi başına bir sorunun, derinlerde sinsi sinsi varlığını sürdüren bir travmanın, içi irinle dolmuş cılk yaraların işareti değil midir? Akıl sağlığı yerinde olan, çevresinde kendisine az çok bir yer edinmiş, iyi kötü ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş bir birey neden tüm bu olumlu vasıfları sıfırlayacak, aydınlık günlerini karanlık gecelere çevirecek, zihnini ömür boyu hiç eksilmeyecek bir tamamlanmamışlık duygusunun esiri haline getirecek bir maceraya girişsin de durduk yere yazar olacağım desin? Hadi gençti, toydu, deneyimsizdi, bir kere hata etti, heveslendi diyelim. Neden bu konuda ısrarcı olsun, ayak diretsin, illa da yazar olacağım diye ömrünün en verimli yıllarını heba etsin. Çünkü yazar olmayı istemek; her şeyden önce derin bir yalnızlığın, doymak bilmez bir egonun, hiçbir şekilde tatmin olmayan bir bencilliğin, başkalarına yukarıdan bakma eğiliminin işaretidir. Bir çeşit Tanrı rolünü üstlenmektir çünkü eğer başarılı olursa insanların zihninden yüzyıllarca silinmeyecek karakterler, şehirler, yollar, köprüler, ordular yaratacaktır. Hedef azımsanmayacak kadar büyük olunca o hedefe varmak için atılacak okun da hırslı ve dirayetli olması şarttır. Bu yüzden yazılanlar kadar yazarın neden yazma eylemiyle meşgul olduğu sorusu de önemlidir iyi bir okur için. Bana kalırsa hiç de öyle ulvi gerekçeleri yoktur yazma eyleminin. Bunda gocunacak bir durum göremiyorum ben. Samimi şekilde bu soruyu yanıtlayan her yazar eminim benimle hemfikir olacaktır. Toplum için yazıyorum, halkım için yazıyorum, insanlığın acılarına ses olmak için yazıyorum, hak hukuk için yazıyorum, Allah’ın davası için yazıyorum gibisinden yazarın kendisinin bile inanmadığı lakırdıları geçelim. Her yazar tek bir amaç için yazar. Bu amaç da okunmak, takdir edilmek, övülmek ve mümkünse toplumun gözünde bir yerlere gelmektir. “Ben sadece kendime yazıyorum”, “Yazmak aslında benim kendi içime doğru çıktığım bir yolculuktur”, “Tüm yazdıklarımı aslında kendime birer nasihat olarak yazıyorum” gibi beylik lafları da sıklıkla duyarız ama bunlar da asıl amacı, yani övülme ve adını duyurma arzusunun üstünü örtmeye yetmez. Şu anda okuduğumuz, adını bildiğimiz ya da kayıt altına aldığımız yazarların yeryüzünde şimdiye kadar gelmiş geçmiş tüm yazarlara oranı büyük bir olasılıkla %10’u bile geçmez. Yani %90’lık kısmı bir daha hatırlanmamak üzere unutulmuş gitmiştir. Tıpkı toprağın içinde çürüyen bedenleri gibi yazdıkları da bugün asla bilemeyeceğimiz nedenlerden ötürü yok olup gitmişlerdir. Kalan %10’luk kısmı günümüzü aydınlatmaya, bizlere yol yordam göstermeye, hayatı kolaylaştıracak teknolojileri geliştirmemize yetmiştir. Bunun yanında biz bu adlara hak ettikleri saygıyı da gösteririz. Oysa onları diğerlerinden üstün kılan şey büyük oranda şanstır. Tarihin onların yazdıklarını haklı çıkaracak ya da öne çıkaracak şekilde ilerlemiş olmasıdır. Herkes övülmek, ünlü olmak, adından bahsettirmek ister ama çok azı başarır. Peki ama insan bütün bunları neden ister? Çünkü yazdıklarının diğerlerinkinden farklı olduğunu, kendisinin diğerlerinden daha iyi olduğunu, ferasetinin ve cesaretinin herkesinkinden üstün olduğunu iddia etmektedir. Bu iddiaları doğru olmasa bile o bu iddialarda ısrarcı olur. O kadar ki başarının sırrı iddiaların orijinalliğinden çok yazarın ısrarcılığında, doğru zamanda doğru yerde bulunmasında, doğru kişilerle zamanın atmosferine uygun ilişkiler kurmuş olmasında gizlidir. Hayatı boyunca buna inanır, insanları da buna inandırmaya çalışır. Hayattaki en büyük mutluluğu insanların kendisi hakkında konuştuğuna şahit olmaktır. “Bakalım benim hakkımda hangi güzel şeyleri söylemişler!” diyerek açar bilgisayarını. Kendisi ya da yazdıkları hakkında söylenen güzel sözlere muhtaçtır ve bu sözler olmadan ne bir sonraki kitabı yazacak gücü vardır ne de başkalarının kitaplarıyla geçirecek vakti. Başka yazarla hakkında söylenen güzel şeyleri kıskanır, dikkate almaz, hatta tüm o güzel ifadelerden nefret eder. Kendisinin bir haksızlığa maruz kaldığı yalanına inanarak devam eder yazmaya. Hatta, bu mağduriyet duygusu -mağduriyetin gerçekleşmiş olması şart değildir- içindeki yazma arzusunun temel dinamiklerinden birisidir. Haset kine, kin hasede dönüşür. Güneşteki helyum-hidrojen dönüşümünden enerjinin açığa çıkması gibi bir şeydir bu. Haset-Kin döngüsünden yazı/sanat ortaya çıkar. O kinle vurur parmakları klavyeye, o sefil duygularla meydan okur dünyaya. Hiçbir zaman varamayacağı şatoların hayaliyle, Don Kişot misali saldırır yel değirmenlerine. Bir türlü içinden söküp atamadığı yalnızlık duygusunu unutmak için yeri geldiğinde kendini parçalar, bedenini hırpalar, en yakınındakilere bile zarar verir ama bunların hiçbirisi önemli değildir. Önemli olan bu eylemin gerçekleşmiş olmasıdır, önemli olan eserin ortaya çıkmasıdır, önemli olan ölüme meydan okuyabilecek ve zamanı yok sayacak kelimelerin tarihin o muayyen noktasına dev çivilerle sabitlenmiş olmasıdır. Çünkü yazmak zaten, yazarın -bizzat kendisinin ya da aidiyet hissiyle bağlı olduğu topluluğun- maruz kaldığına kendisini inandırdığı kötülüklere ve haksızlıklara saldırmasından, onları suçlamasından, onlardan kelimeler yoluyla intikam almasından başka nedir ki? Bu yüzden ben gençlere “Dünyayla sorununuz yoksa yazmaya kalkışmayın! Yaratıcı olursunuz ama yazar olamazsınız. Dünyayla ciddi bir derdiniz varsa zaten eninde sonunda içinizdeki o sanatçı en uygun bulduğu noktadan pırtlar, siz hiç merak etmeyin.” mesajını veririm. Yumruğunun biri sıkılı olacak, en kalın elbiselerin bile örtemediği içleri kurt dolu yaraların olacak, yüreğinin derinliklerinde haksızlığa uğradığına dair kızıl bir inanç olacak… Yazdıklarının hepsi bu yaralarına merhem olsun diye yazılmayacak tabii ki ama nitelikli okur anlayacak senin derdini. Çünkü nitelikli okur ne okuduğundan ahlak dersi çıkarandır ne de hikâyedeki karakterlerle kendisini eşleştirendir. Nitelikli okur; yazarın dünyayla ne derdi olduğunu araştıran, hikâyenin ötesine geçip yazarı karşısına alabilen, yeri geldiğinde bir dedektif gibi yazılanlar kadar yazılmayanlara da odaklanabilen ve nihayetinde “Yazarın dünyayla ne derdi varmış da bunca sayfayı doldurmak ihtiyacı duymuş?” sorusunu yanıtlayabilen kişidir. Nitelikli yazar da işte, arkasında böyle bir nitelikli okur kitlesi bırakabilen yazardır.  

 

13 Temmuz 2022

Bir İnanç Sistemi Olarak Otoburluk ve Etyemezlik

 


Etyemezlerin (vejetaryen) ve otoburların (veganların), hepoburları (et ve ot tüketenler) ikna etmek için et tüketimini sağlıksız ya da çevre düşmanı ilan etmeleri, bana kalırsa haklı oldukları davada kendilerini haksız konuma düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Et yemek sağlıksız değildir. Hatta, ette bulunan yüksek ve nitelikli protein dolayısıyla makul miktarda tüketilen et, sebze ve meyvelerle desteklendiği sürece, insana sağlıklı ve uzun bir ömür vadedebilir. Nasıl ki her gün nohut pilav yerseniz bir süre sonra sağlık sorunları yaşamaya başlarsınız, aynı şekilde her gün tavuk döner ya da İskender kebap yerseniz, bu yediğiniz etler uzun erimde kalp ve damar sağlığı gibi konularda sorunlar yaşamanıza neden olabilir. Dengeli beslenildiği sürece makul miktarda et yemenin sağlığa zararlı olduğuna dair en ufak bir bilimsel kanıt dahi yoktur. Aynı şey hayvan yetiştiriciliğinin çevreye verdiği zarar konusunda da geçerlidir. Öncelikle, sadece hayvancılık değil, tarım da çevreye zarar veren bir girişimdir. Sonuçta tarım arazileri bir zamanların ormanlarıydı ve bu araziler ister istemez doğal ortamlarında yaşayan hayvanların ve bitkilerin su, gıda vb ihtiyaçlarını gasp ederek insanlığın hizmetine sunulmaktadır. Ayrıca, yarın öbür gün bir mühendis çıkıp da “Mevcut sistemin onda biri kadar su ve doğal kaynak tüketerek hayvancılık yapmayı geliştirdim.” derse ne olacak? O zaman bu gerekçeyle et yemekten vazgeçen insanlar “Ay canım, bak çevreye zarar vermiyormuşuz.” deyip kebap salonlarına geri mi dönecekler?  Bir insan etyemez ya da otobur oluyorsa bunu sadece ve sadece vicdani sorumluluğu bahane ederek yapmalıdır, başkalarını ikna edecekse de yine aynı vicdan-merhamet-şefkat kavramları üzerinden argümanlar geliştirmelidir. Hayvan yemiyorsa bu onların acı çekiyor olmalarından dolayıdır. Hayvanların mezbahanelerde acılar içinde ölmelerine vicdanı el vermediği içindir. Onların da biz insanlar gibi iyi kötü bir “ben” anlayışına sahip olduklarına ve insana kıyasla düşük seviyede de olsa işlevini yetine getiren bir bilinçle dünyayı algıladıklarına inandığı içindir. Bu bir çeşit inançtır, evet! Bunda gocunacak, darılacak, sinirlenecek bir durum göremiyorum ben. Hayvanların da biz insanlar gibi acı çektiğine, ölümü en azından ömürlerinin son anlarında dahi olsa korkuyla karşıladıklarına, ölmemek için çırpındıklarına, tepindiklerine, böğürdüklerine ve biz insanların bunları yapmaya hakkının olmadığına inanıyordur etyemez. Bu inanç da ona, hayvanları incitmemek için bir gerekçe, bir yol ve o yolda yürümek için irade veriyordur. İşin bu kadarlık kısmını bilimsel anlamda kanıtlamak -gereksiz kaçsa bile- pek de zor olmasa gerektir. Ömründe bir kere eline kıymık batmış bir çocuk dahi acı çeken bir hayvanı görünce onun çektiği ıstırabı anlar, kalbinin derinliklerinde hisseder, elinden geliyorsa o hayvana yardım etmek ister. Mesele işte kaybettiğimiz o çocuk kalbine geri dönebilmektedir. Yoksa gerisi fasa fisodur. Yok hayvan yetiştiriciliği çevreye zararlıymış, yok et yemek sağlıksızmış, yok et tüketen insanlar daha asabi oluyormuş… Bunlar suyu bulandırmaktan, vicdan ekseninden bakıldığında %100 haklı görünen bir davaya, eleştirilecek yumuşak noktalar eklemekten başka bir şey değildir. Bir insan çevre yüzünden et yemiyorsa o insan etyemez değil çevrecidir, sağlık nedeniyle et yemeyi bırakmışsa otobur değil sağlığına dikkat eden bakımlı insandır. İstediğimiz kadar inkâr edelim, et yememe eylemi bir çeşit inancın sonucudur. Bu inanç, insanlar gibi merkezi sinir sistemine sahip, beyni olan ya da en azından sinir uçlarıyla tehdidi algılayabilen, acı duyduğunda tepki verebilen diğer canlılara duyulan saygının ve sevginin sonucudur. Bu bir hayat tarzıdır ve uygulama aşamasında İslam dinini seçip domuz yememekten ya da Hindu olup inek yememekten farksızdır. Bir kere bu sevgi ve saygı duygusu kazanıldı mı rasyonel beyin mutlaka o duygunun etrafına akılla izah edilebilecek gerekçeler örecektir. Yalnız, karşı taraftaki insanlar her ne zaman bu gerekçelerde bilimsel ya da mantıksal bir delik açsalar, sanki inancın merkezindeki düsturlarda bir delik açmışlar gibi sevineceklerdir. İşte benim dikkat çekmek istediğim tehlike budur. Almanya yenildiği için biz de yenik sayılmayalım durduk yere. Yoksa bu yenilgilerin sonu gelmez…     


21 Haziran 2022

Kent ve Zaman

Son birkaç yıldır kafamı en çok meşgul eden kavramlardan birisi bilinç ve bilinçlilik oldu. Bilincin ne olduğu, var olup olmadığı, bilinç dediğimiz şeyin fiziksel anlamda bir tanımının yapılıp yapılamayacağı ya da onu fiziksel anlamda bir yere koyup koyamayacağımızı, “ben” dediğimizde tam olarak neyi kastetiğimizi, insan zihninden bağımsız bir bilincin mümkün olup olmadığını, hayvanların bilinçlerinin ne düzeyde olduğunu ya da bizden hangi yönlerde farklılıklar gösterdiklerini, karşımızdaki insanın tıpkı kendimiz gibi bir bilinç sahibi varlık olduğunu nasıl bilebildiğimizi ve daha pek çok benzeri soruyu yanıtlayabilmek için kitaplar okudum, inernette dolandım, pek anlamasam da bilimsel makalelere göz gezdirdim. Sonuçta hiçbir yere varamadım, tam tersine kimsenin de bir yere varmadığını fark ettim. Bilincin ne olduğu üzerine sanırım son 200 yılda -nörolojide ve cerrahide yaşanan gelişmelerle birlikte- bir hayli yol katettiğimizi kendimize söylesek de aslında bu bir çeşit avuntudan başka bir şey değil. Okuduklarımdan anladığım tek şey kimsenin henüz bu konuda söyleyecek yeni bir şeyi yok. Bir sürü hipotez var ama bunların bir kısmı bilimsel sınamaya kapalı (tümbilinçlilik), bir kısmı da sorunu inkâr etme yoluna giden (bilinç bir yanılsamadır) kolaycı açıklamalar. Sürekli lafı dolandırıp, topu taça atıp, bilincin üzerinden atlayıp sayfaları dolduran makaleler yazıyorlar, konferanslar düzenliyorlar, uzun uzun söylevler veriyorlar. Öyle ki bu konuda ümidimi bir nebze yitirdiğimi bile söyleyebilirim. En azından yakın gelecekte bilinç üzerine pek yeni bir şey söyleyemeyeceğiz gibime geliyor.  Nasıl ki Tanrı’nın var olup olmadığını bilimsel bir kesinlikle asla bilemeyeceğiz, bilincin ne olduğunu da asla tam anlamıyla bilmeyeceğiz demek en azından şimdilik en dürüst açıklama.

Bu bilinmezlik durumu bana birbirine paralel konumda yerleştirilmiş çerçevesiz iki aynayı düşündürtüyor. Ayna diğer aynaya bakarak kendisinin ne olduğunu kavramaya çalışıyor ama civardaki diğer nesnelerin ve ışık kaynaklarının yansımasından başka bir şey göremiyor. Kendisinin de karşısındaki aynayla aynı olduğuna dair inancı -kanıtı yok bunun ama olsun- onu etraftaki nesneler arasındaki ilişkilere, ışık kaynaklarının konumlarına ve bilimum diğer harici açıklamaya itiyor. Sabahtan akşama kadar ağaçları, kuşları, kedileri, arabaları anlatıyor ve bu şekilde aslında kendisinin ne olduğunu anlattığına dair yalancı bir tatminlik hissine -anlatılan varsa anlatan da var olmalı- kapılıyor. Hatta, öyle bir zaman geliyor ki kendisinin var olmadığını, aslında sadece dış dünyadaki cisimlerin yansımalarının bir koleksiyonu olduğuna dair solipsist bir inanca bile saplanıyor -bilincin aslında var olmadığı, var olduğunu düşündüğümüz içimizdeki benin aslında beynin yarattığı bir halisülasyon ya da hayatta kalma mekanizması olduğuna dair, hiçbir sorunu çözmeyen, sadece sorunu iteleyen hipotez- . Velhasılı kelam, ayna aynaya bakıyor ama bir türlü kendisini göremiyor, kendisini tanıyamıyor, kendi varlığını kanıtlayacak verilere birinci elden ulaşamıyor. Belki de bu durum etraftaki tüm ışık kaynakları ve cisimler yok olduğunda aynanın aynalık fonksiyonunun ortadan kalkmasıyla ilgili. Bir çeşit kendiyle yüzleşme korkusu, karanlık bir boşluğa bakıp sadece kendi sesinin yankısını duyma kaygısı ve bir türlü harekete geçememesi. “Ya aslında yoksam, ya gerçekten de her şey bir görüntüden, bir seraptan ibaretse…” Ayna, ayna olmak için dış dünyaya muhtaç, aynalığının farkına varmak için ise başka bir aynaya. İnsan da böyle. Hayvanlardan tek farkı kendi bilinçliliğinin farkında olması. Hayvanlarda da benlik ve kendilik duygusu var, bunu evinde hayvan besleyen herkes bilir. Yalnız, bilinçli olduğunun farkında olan tek varlık ve bilincini kendisine sorun eden tek varlık insan olsa gerek. İnsan-dışı canlıların kendi bilinçleri üzerinde kafa patlattıklarını gösteren bir kanıt yok elimizde, muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak.

Neyse, bilince daldım, asıl konuma bir türlü giremedim. Felfesi konular maalesef biraz böyleler. Her birinin ayrı bir çekiciliği var. Hele bir de kavramların metafizik boyutları ağır basıyor ve diğer metafizik kavramlarla (zaman, nedensellik, Tanrı…) yakından ilişki içindeyseler. Dipsiz bir kuyuda kuyunun iç çeperlerine çarpa çarpa seyahat etmenin nefes kesici cazibesi… Ama yeter, bu kadar lafazanlıktan sonra asıl konuya gireyim. Hoş, birbirinden tamamıyla bağımsız konular değiller bunlar.  En azından ben öyle olmadıklarını düşünüyorum. Öncelikle, zaman kavramı bilinçten çok daha önce filozofların aklını kurcalamaya başlamış. Bunun en büyük nedeni bilincin dinsel bir açıklamasının kolaylıkla kabul görmesi olabilir. Yani, insanı beden ve ruh diye ikiye ayırdın mı, bedenden arta kalan her şey ruh oluyor ve bilinç de tam olarak bu ruha tekabül ediyor. Onu da Tanrı’nın içimize koyduğu kendisinden bir parça, kolu kanadı kırılmış, gücü ve sesi törpülenmiş bir Tanrı ya da tanrılar kümesi -karakteri de ağır basan tanrı belirliyor- olarak tanımlamak düşünürlerin kolayına kaçmıştır. 

*** Devam edecek *** 

14 Haziran 2022

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

                                                       

 “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” Sevgi Soysal’ın 1970’lerin başında yazdığı ve kendisinin 1974 Orhan Kemal Roman ödülünü almasına vesile olmuş özel bir yapıt. Öyle sanıyorum ki kitabın bana çekici gelen yönüyle kitaba ödül kazandıran yönü tam anlamıyla örtüşmüyorlar. 2018’in yaz tatili olmalı, kitabı ilk defa bir akrabamın kitaplığında görmüştüm. Yola çıkacaktık, gezi sırasında okurum diye çantama atmıştım. İlk izlenimim deneysel anlamda başarılı ve cesur olduğu üzerineydi. Devrilmek üzere olan bir kavak ağacının –mevcut düzen- etrafında toplanan insanların birbirlerine çok da dokunmayan hayatlarının hikâyeleriyle başlar roman… Mevsimin yaz oluşu ve benim seyahat modumda olmam ağır eleştirel düşüncelerimden kitabı azâd eylemişti büyük bir olasılıkla. Aklımın bir ucunda deniz, yaylalar, gezilecek müzeler, görülecek arkadaşlar… Bu yüzden kitap bende sanatsal derinliğiyle çok iyi bir izlenim bırakmıştı. Kitabın hoşuma giden yanı bir roman olarak değil de bir öykü derlemesi olarak okunabilecek nitelikte olmasıydı. Birbirine teğet geçen hayatları tek tek mercek altına alışı ve ince detaylarıyla inceleyişi hem ilgimi çekmiş hem de beni bir nebze kıskandırmıştı. Çünkü, benim de bir günün 24 saatini birbirine zayıf düğümlerle bağlı 24 ayrı karakterin gözünden anlatmak gibi bir projem* vardı o zamanlar ve öykülerin bir kaçını yazmıştım. Henüz yazmakta olduğum ve bana ait olduğunu düşündüğüm düşüncenin benden 50 yıl önce yapılmış ve başarılmış olması beni biraz imrendirmişti doğrusu. Kitabın bu yönünün ilgimi çekmesinin nedeni ise, bu yöntem sayesinde olaylara değil de karakterlere ve karakterler arasındaki ilişkilere odaklanabiliyor oluşumuzdu. Edebiyata bakışı dünyanın sorunlarını çözmek değil de dünyayla sorunları olan insanları anlamak ve tanıtmak olan benim gibi müzmin bir okur-yazar için gayet de anlaşılabilir bir bahanedir bu sanırım. Sonuç olarak herkesin hayatı yazılsa roman olur ama burada mesele bir insanın hayatındaki olayların bir roman teşkil edecek kadar zengin olması değil, o romanın yazılmasıdır. Tersinden söylersek, pek çoğumuzun hayatı yazılmadığı için roman olamıyor. Dolayısıyla, bu tür bir deneysellik kapsamında her karakterin -sokakta yürürken omzunuzun sürttüğü yaşlı teyzenin ya da köşede sevgilisini bekleyen bıçkın delikanlının, kaldırımda simit satan üç çocuk babası adamın, dükkânının önünde bekleyen berberin, berberde sırasını bekleyen emekli tarih öğretmeninin…- kendine özgü renkli bir dünyası olduğunu ve ancak bu dünya merkeze alınarak ve mercek altında saatlerce incelenerek ona hak ettiği ilgiyi verebileceğimizi görüyoruz. Bir çeşit Mandelbrot kümesi aslında edebi metinler, uzaktan bakınca farklı görünen hayatlar içlerine girdikçe yakınsıyorlar birbirlerine ve her bir insanın hayatında kendi hayatımızdan kesitler görmeye başlıyoruz ister istemez; önce bu duruma şaşırıyor, ardından da edebiyatın asıl görevini icra edişine tanık olmanın sevinciyle okumaya, yani farklı görünen yepyeni bir Mandelbrot çizgesinin içine girmeye devam ediyoruz… Neyse, benim kitapla tanışma faslımı ve kitap hakkında takındığım ilk tavırları bir yana bırakıp romanın çözümlemesine ve eleştirisine geçeyim. Yoksa yine kendi poetikamın etrafında dolanıp eleştiriye yeterli vakti ve enerjiyi bulamayacağım. Kitabı, Shenzhen Edebiyat Topluluğu'na önermemde yukarıda anlattığım izlenimlerin payı büyük. Bu vesileyle ben de ikinci kez okuma fırsatı buldum. Hani Nabokov diyor ya, "Kitaplar okunmaz, tekrar okunur." Ben de öğrencilerime hep bu lafı söyler ve eklerim. "Eğer bir kitabı bir kere okuyup kitaplığınıza geri koyuyorsanız ya o kitabı beğenmemişsinizdir ya da iyi edebiyata nasıl muamelede bulunacağınızı bilmiyorsunuzdur. İyi edebiyat okunup bir kenara bırakılmaz, kadim bir dost gibi hep yanınızda taşırsınız onu, özlersiniz, ara ara açıp rastgele sayfalar okursunuz, yakınınızda olmadığı zamanlarda kaygıya kapılırsınız." Sevgi Soysal'ın "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" adlı romanı, eksiği ve fazlası olmasına rağmen bu tür kitaplardandır. 

Roman, Ahmet karakteriyle açılıyor. Günümüzde de örneklerini sıklıkla gördüğümüz, gelenekle modernlik arasında sıkışmış, modernliği kendisine yakıştırırken gelenekselliği yakınlarına -sevgilisine, kız kardeşine, yeri geldiğinde annesine…- yakıştıran bir Türk erkeği. Bana en çok Behzat Ç’deki Harun karakterini anımsattı ama eminim pek çok dizide ve romanda benzerleri mevcuttur. Ahmet, evlenilecek kız – eğlenilecek kız ayrımına sahip çıkışı da dahil olmak üzere, bir şekilde günümüze denk varlığını sürdürmüş bir türün temsilciliğini yapıyor. Bunun yanında sevgilisi Şükran sınıf atlama meraklısı, kendisini kolay kolay yedirmeyecek, yedirse bile Ahmet’in boğazına takılıp onu yaptıklarına pişman edecek bir karakter. Kendisi okumamış ama okumuş arkadaşlarından öğrendikleriyle Ahmet’e laf yetiştirmeye ve ağırdan ağırdan ilişkide daha etkin bir rol almaya başladığını gözlemliyoruz. Bunu da en çok sürekli adından ve deneyimlerinden söz ettiği öğretmen Günseli’den anlıyoruz. Bölümün sonunda Ahmet’in sevişme hevesinin kursağında kalması da bir nebze Günseli’nin eseri denilebilir. Şükran akıllanıyor, kaderini anlık zevklerin peşinde koşan bir erkeğin ellerine değil de gelecek planları olan ve ona insan muamelesi yapacak birisinin ellerine teslim etmek istiyor. Daha güzel bir ifadeyle kaderini kendisi belirlemek istiyor. Bu açılışın, kökleri kuruduğu için devrilmek üzere olan kavak ağacıyla birlikte sunulmasında simgesel bir anlam bulunabilir mi bilemem ama Şükran’ın kavak devrilmeden oradan uzaklaşması ve bir daha romana dahil olmamasında onun yeni Türk kadınına evrilecek bir genç kız olarak tasarlanmış olmasına verebiliriz.

Yazılışından elli yıl sonra bile biz okurlara tanıdık gelen bu sahneden sonra roman her bölümde yeni karakterler tanıtmaya devam ediyor. Herkese haddini bildiren, öğrencilerini kendi evinin işlerinde çalıştıran, hatayı affetmeyen, bilakis ceza yerini bulsun diye yırtınan Hatice Hanım’dan sonra Selanik göçmeni, hayata 5-0 önde başlayıp bu şansını kullanamamış Necip Bey’le tanışıyoruz. Onun ardından bankada çalışan, yoksul ama tutumlu, güzel günlerin hayaliyle kazandığı paranın büyük bir kısmını biriktiren Mehtap geliyor. Necip Bey’in bankadaki tüm parasını çekiyor olmasına şaşıran Mehtap, yoksulla zenginin birbirini asla anlayamayacak olmasının da açık bir örneğini gözler önüne seriyor.  Necip Bey’in bir Yahudi dönmesi olması ve bu kimliğini saklaması, dönemin azınlıkçı politikaları hakkında da ipuçları veriyor. Necip Bey’den sonra sırasıyla gözü hep yukarılarda olan görgüsüz tüccar Güngör’ü, vekil kızıyla evlenmiş Salih Bey’i, herkese yukarıdan bakan Mevhibe Hanım’ı tanıyoruz. Her birisinin hayatı çocuklukları ve ilkgençliklerine kadar irdeleniyor. Nasıl bu hale geldikleri, ebeveynlerinin ve çevrelerinin onların üzerindeki etkileri, eğitim ve iş hayatları derinlemesine inceleniyor. Tabii, biz okuyucular yazarın bizi nasıl bir odaklanmaya hazırladığını henüz fark etmiş değiliz. Kitabın bu şekilde devam edeceğine dair bir umudumuz ya da umutsuzluğumuz var. Belki de kendisinin değil de içinde bulunduğu edebiyat dünyasının, edebiyatın ayna görevinden başka görevler üstlenmesi gerektiğine dair görüşü ağır basıyor ve yazar biraz da kendisini zorlayarak hikâyeyi “Olcay, Doğan, Ali” üçgenine yakınsatıyor.

Olcay ve Doğan’ın üst sınıf bir aileden gelmeleri, ceplerinde para olması, iyi okullarda okumaları, Avrupa dillerindan birkaçını konuşabilmeleri ve tüm bunların karşısında Ali’nin tüm bunlardan yoksun, fakir ve gururlu bir delikanlı olması romanın hikâyesine sınıf çatışması anlamında bir anlam katsa da maalesef yazarın Ali karakteri üzerinden yaptığı yoksulluk güzellemesi her şeyi berbat ediyor. Öyle ki Ali, sadece sosyalist değil, aynı zamanda bir ahlak, bilgi ve gurur abidesi. Her iki sözünden biri pankartlara yazılıp 1 Mayıs kortejlerinde yürütülecek cinsten, baştan aşağıya propaganda kokan, yaşayan değil de yaşayamayan ve gerçekdışı olmasıyla insan zihninde adeta bir karikatür imajı yaratan bir karakter. Sevdiği kızla çırılçıplak bir halde yatakta yatarken bile devrimci tavrından ödün vermiyor, 20 yaşlarında kanı kaynayan, kadın bedenine ve ruhuna aç bir erkek değil de yazarı tarafından programlanmış bir Lenin kopyası adeta. Bu yönüyle Ali, romanın en başarısız ve romana en büyük kötülüğü yapan karakteri. Onu da bir Aysel ya da Ahmet gibi yaratıp bir kenara bıraksaydı anlayabilirdim ama romanın merkezinde bu derece gerçekdışı bir karakterin yer alması bende yazarın bu seçimi kendi özgür iradesiyle yapmadığı, dönemin toplumcu sanat akımlarına yaranmak için yaptığı gibisinden bir kuşku uyandırıyor. Yoksa, güzel bir şekilde ilerleyen edebi bir yapıtı neden bu tarz siyasi bir manifestoyla berbat etsin? Bu noktada da edebiyat (genel anlamda sanat) dünyasının en büyük çelişkilerinden birisi akla geliyor doğal olarak. Sevgi Soysal***, eğer Ali karakterini bu şekilde örnek alınacak bir solcu, her daim tetikte ve hiçbir zaman hata yapmayan bir devrimci, duygularına yenik düşmeyen bir erdem abidesi olarak yaratmasaydı Orhan Kemal Roman Ödülünü alamayacaktı. Bu ödülü almasaydı belki bu derece meşhur olamayacak, kitapları ikinci baskısını bile yapamayacak ve bizler onun adını bile duymayacaktık. Dolayısıyla, yenilikçi olmakla popüler olmak arasında var olan bir danıkışıklı dövüşü tanımak ve bunu hak ettiği yere koymak zorundayız. Ali karakteri bu derece tek boyutlu** olmasaydı roman çok daha güzel olurdu belki ama dönemin edebi kaygılarına yanıt veremediği için ödül alamazdı. O zaman da okunmazdı, okunmayınca da romanın diğer güzel yönleri bilinemez, Sevgi Soysal gibi nitelikli bir kalem unutulur giderdi. Bu durum sanırım Türk edebiyatında -Dünya edebiyatında da- bir yerlere gelmek isteyen hemen her yeni yetme yazarın hayatının bir safhasında karşılaştığı bir çelişkidir. Edebiyatın bir tüketim ürünü olması devam ettikçe de varlığını sürdürecektir.

 Yanlış anlaşılmak istemem. Tabii ki edebiyatın bireylerin ve toplumların dertlerine eğilmesi, onların sorunlarını konu edinmesi; haksızlıkları, adaletsizlikleri, zulümleri ve zorbalıkları konu etmesi güzel ve yerinde bir tutumdur. Yalnız bunu yaparken, gerçeklikten kopmamak, edebiyatı salt bir siyasi propaganda aracına dönüştürmemek, yaratılan her karaktere hakkını vermek önemli bir koşuldur. Eflatun’un felsefi metinlerinde gördüğümüz türden, okuyucuya felsefi bir doktrini kabul ettirmek için yazılmış diyaloglar veya bu diyalogların şekillendirdiği karakterler eserin edebi yönüne yarar değil zarar getirir.

Sevgi Soysal’ın Ali’yi bize tanıtmadan hemen önce yazmış olduğu sahne bir şaheser niteliğindedir. Doğan’ın Altındağ’daki gecekondu mahallesinde film çekme girişiminden bahsediyorum. Bu sahneyi dikkatlice okuyan bir okur yazarın eleştirel kaleminin sadece gelenekselci ve sağcı görüşlere değil de sol kesime de yönelik olduğunu anlamıştır. Solcu-halkçı olduğunu iddia eden sanatçıların yoksul halktan ne derece uzak olduğunu, halkı anlamaktan ziyade halkın sefaleti üzerinden prim yapma gayreti içinde olduklarını, bazıları bu konuda başarılı olsa da Doğan’ın deneyimsizliğinden kaynaklanan bir naiflikle işleri nasıl eline yüzüne bulaştırdığını muhteşem bir gözlem ve kurgu eşliğinde zihnimizde canlandırır. Kısacası, 1970’lerin Türkiye’sinde “ben cesur bir yazarım, kimseye de eyvallahım yok” gibisinden bir ilkeyle ortaya çıkar. Doğan’ın yurt dışındaki bohem hayatı sırasında hasbel kader edindiği modern sinema teknikleriyle ağır ağır Türkiye’deki sol ve sosyalist sanat camiasına sokulma girişimi, hem film çekiminde halktan gördüğü tepki -halk kendisinde olan sefaleti değil kendisinin asla erişemeyeceği debdebeyi ve şöhreti görmek ister beyaz perdede- hem de halktan bazılarından yediği azarlar Doğan’a gerçek Türkiye hakkında onulmaz bir ders vermiştir. Yazar bu sahneyi yazarak bir taşla iki kuş vurmuştur. Hem kendi cenahına “Halkı konu edineceğim derken madara olmayın, önce onlara yukarıdan bakmamayı öğrenin.” demiştir hem de Doğan’ın başarısızlığıyla, elinde kalan filmin işe yaramazlığıyla, halkın onun yapmış olduğu özverili işe saygı duymayışıyla, sanatın salt duygu sömürüsü ve ajitasyon üzerine kurulamayacağını, bundan çok daha fazlası bir tekniğin ve bilgi birikiminin gerektiğini bizlere söylemiştir. Dolayısıyla, bu sahneyi okuduktan sonra ben bir okur olarak sormadan edemedim: Kendi cenahına bile bu derece eleştirel yaklaşabilen ve cesur sahnelerle yol arkadaşlarının sanata dair görüşlerini alaya alabilen bir yazar nasıl oluyor da Ali gibi torna kalıbından çıkmış, eğilip bükülmeyen, Hacivat-Karagöz ayarında bir karakteri yaratabiliyor?

Neyse ki yazarımız romanı Olcay-Doğan-Ali üçgeniyle bitirmiyor. O kısır döngüyü ve öngörülebilir konuşmaları, sıkıcı ilişki yumağını bir tarafa bırakıp bizi son bir kere daha sokaklara çıkarıyor. Herhalde, “Bakın işte, diyetimi ödedim, dönemin kodamanlarına selamımı çaktım, bundan sonra özgürüm” diyor olmalı. Bu noktadan sonra çingene kimliğiyle övünen Boyacı Necmi’yle, Sakarya Caddesinin adsız delisiyle, hayatı baştan sona acılarla geçmiş Aysel’le ve son olarak da karısına laf yetiştirmekten iş yapamayan kapıcı şiddet düşkünü Mevlüt’le tanışırız. Roman, son bir çalkalanmayla eski kimliğine kavuşur. Arada yine Ali’ye denk gelsek de buralarda  Ali’nin insancıl yönünü görürüz, çok da üzerinde durmayız. Onun dışında bu karakterlerin canlı kanlı olmaları, hayatlarını kontrol eden değerleri savunmaları ve kendi doğrularını yaşıyor olmaları bu karakterleri hem gerçekçi hem de inandırıcı yapar. Öyle ki roman, sanki Olcay-Doğan-Ali üçgenine merkezini feda etmemiş gibi, önceden süregelen olayları sonlandırma ihtiyacı duymadan bir anda bitiverir. Ağaç devrilir, karakterlerden birisi hayatını kaybeder, diğerleri hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler… Tıpkı bugün, yani aradan elli yıl geçmiş olmasına rağmen, bu insanların benzerlerinin ya da aynılarının aramızda dolaşıyor olmaları gibi.

 

* Bu kitap 9 öyküyle 2021 yılında yayımlandı.

** Ali’nin bu derece zayıf bir karakter olmasının en büyük nedeni yazarın doğup büyüdüğü sosyo-ekonomik çevreye uzak olmasıdır diyebilir miyiz? Sonuçta, Sevgi Soysal da iyi okullarda eğitim görmüş, Avrupa’da bulunmuş, dil bilen bir kentlidir. Gecekonduları ya uzaktan görmüştür, ya da birkaç defa içlerinde bulunup, içinde yaşayanlara acımıştır. Olcay ve Doğan karakterleri aslına bakılırsa kendisini ve çevresinden bizzat tanıdığı diğer eğitimli insanları anlatması açısından çok daha başarılı ve gerçekçi karakterlerdir. Bunun yanında Ali, yazarın gerçek sesidir, olmak istediği, insanlara duyurmak istediği vicdanının sesidir. Bu yüzden kolay kolay susmaz, yanılmaz, çelişkiye düşmez, mahkemede hakkını savunan davalı gibi ha bire haykırır. Olcay ve Doğan yazarın kaçıp geride bırakmak istedikleri kimlikler olmasına rağmen aynı zamanda en iyi bildiği kimliklerdir. Ali ise içindeki susturamadığı çığlık, varlığının amacı ve kitaba varoluş amacı veren veren ruhtur. 

*** Siyasi anlamda aktif yazarların, belli bir dava uğrunda hayatlarının bir kısmını, yaşam tarzlarını ya da dostlarını feda etmiş cesur insanların edebi eserler verirken bu kimliklerinden bir nebze sıyrılmaları ve topluma daha insani bir açıdan yaklaşmaları gerekir. Aksi halde eser siyasi manifestoya dönüşür ve edebi niteliği ağır yaralar alır. Sonuç olarak edebiyat herkese hakkını verme, herkesin sesini duyurma sanatıdır. Dilenci de konuşacak, zengin bankacı da. Bunlar konuşurken kendilerini haklı gördükleri yönleri öne çıkarılacak ki eserin bir anlamı olsun. Sonuç olarak hiçbir bankacı sabah evinden çıkarken "Bugün de birkaç yoksulu sömüreyim, birilerinin evine haciz kondurayım, birilerinin belini borçla bükeyim!" diyerek çıkmaz. Onun da kendisini lüzumlu, hatta vazgeçilmez ve haklı gördüğü yönler vardır. Bu yüzden edebiyatın ölümsüz karakterleri çok yönlü ve çok katmanlıdırlar. Raskolnikov iyi ya da kötü, erdemli ya da ahlaksız değildir. Hepsi birdendir. İçinde yaşadığı koşulların etkisiyle cinayet işlemeyi kendisine görev bilen bir katildir. Ama aynı Raskolnikov vicdan sahibi bir genç, âşık olabilen bir delikanlı, annesinin haline üzülen bir oğul, kız kardeşinin mürüvveti için çabalayan bir kardeştir. Raskolnikov'u tüm halleriyle beğenmek zorunda değiliz, bir halini beğenir diğer halinden nefret ederiz. İyi edebiyat okuyucuya bunu yaptırtmayı başaran edebiyattır.   

05 Haziran 2022

Çember* ve Tanrı


Bir geometrik yapı olarak var olan çember kavramıyla insanların zihinlerinde var edilen Tanrı kavramının aynı toplumsal gereksinimlerin sonucu olarak ortaya çıktıklarını düşünüyorum. Sadece bu da değil, bu iki kavramın doğuş, gelişim ve varlığa erme serüvenlerini etkileyen zihinsel evrimler de alabildiğine örtüşüyorlar. Yani, çemberi var eden düşünsel ve mantıksal silsileler Tanrı’yı var eden düşünsel ve mantıksal silsilelerle hemen hemen aynı. Tasavvuru daha kolay olduğu için çemberle başlayalım. Nedir çember? Biz düzlem üzerinde rasgele seçilmiş bir noktaya (merkez) eşit uzaklıktaki (yarıçap) noktalar kümesi. Bu noktalar sonsuz sayıda olduğu için biz, birbirinden ayrı noktalar değil de başı ve sonu birleşen sürekli bir eğri görürüz. Bu kadar basit bir cümleyle tanımlamamıza bakıp yanılmamak lazım. Tanımda geçen kavramlara insanlığın zihinsel anlamda hazırlanması yüzbinlerce yıl almıştır. Düzlem nedir? Nokta nedir? Küme nedir? Düzlemde uzaklık ne anlama gelir? Tüm bunlar yine “etrafını cami ağyarını mâni” bir biçimde tek tek tanımlanması gereken kavramlardır. Yani, çembere gelene kadar, daha doğrusu çemberin doğru bir tanımını yapana kadar, pek çok başka engeli aşmamız gerekir.  İşin matematiksel boyutu hem soyut olması yönüyle hem de derinliği nedeniyle bu yazının konusu değil. Benim amacım insanın çembere neden ihtiyaç duyduğu ve çemberi neden yarattığını irdelemek!

Bu soruyu sorduğumuzda da aklımıza ilk gelen nesne doğal olarak tekerlek oluyor. İnsanlık tekerleği büyük bir olasılıkla tarım ve yerleşik hayat devriminden bile önce keşfetmiştir. Belki dağlardan yuvarlanan kayalardan ilham almıştır, belki top olup yuvarlanan böceklerden… Öyle ya, bir ağacın kütüğünü düz bir şekilde kesmeyi başarabilirsen tekerlek elde edersin. Bundan iki tane yaparsan iş görür bir araç için önemli bir adım atmış olursun. Demek ki tekerlek, yani çember biliminin yaratması gereken teknoloji çemberden çok daha önce vardı. Kütükten kestiği odunlarla el arabası yapan insanın çemberin tanımıyla ilgilendiğini sanmıyorum. Az çok bir merkez ve yarıçap kavramları zihninde şekillenmiştir ama gerisi işin pragmatik doğasında yitmiştir. Zaten tekerlek, teknolojinin bilime öncelik edebileceğinin net örneklerinden birisidir. Biz genelde tersine alışığız. Önce bilimsel kuramlar geliştirilir, sonrasında o kuramların ortaya koyduğu sonuçlar sömürülerek teknoloji geliştirilir. Bunun tersinin da gayet mümkün, hatta daha mümkün olduğunu görmek açısından tekerlek ve çember (daire) ilişkisi önemlidir bence.

Neyse, konuya dönelim. Tamam, tekerleği icat ettik ama hâlâ matematiksel bir tanım olan çemberden çok çok uzağız. Tekerlek günlük hayatı kolaylaştırmasıyla hayatımızın bir parçası haline gelir ve zamanla yeni gereksinimlere neden olur. Yollar yapılır, bir kayganlaştırıcı olarak yağ kullanımı yaygınlaşır, iletişim ve ulaşım bir nebze hızlanır, şehirler inşa edilir… Çemberin var olması için de şehir dediğimiz yapı bir ön şarttır. Çünkü şehir artı-değerin tecessüm etmiş halidir. Şehirde yaşayan insanın tarlada geçirmek zorunda olmadığı boş vakti vardır ve bu boş vaktini soyutlamalara -şiir de olabilir bu matematik veya felsefe de- harcayabilir. İşte bu noktada insan tüm hayatı boyunca gördüğü mükemmel olmayan tekerleklerden mükemmel olan çembere sıçrama yapabilir. Bu çok önemli, devrim niteliğinde bir sıçramadır ve sadece tekerlek-çember arasında gerçekleşmez. Hayatın her alanında, somutun yetersizliğinden yakınan standart arayışındaki kentlilerin elini attığı her alanda gerçekleşir. Baktığımız her yerde tekerlekler görürüz ama bunların hiçbirisi mükemmel değildir. Bir yerlerden basıktırlar, bir yerlerden kırıktırlar, yamukturlar, merkezi tam tutturamazlar falan filan. Hadi gelmiş geçmiş en mükemmele-yakın tekerleği ürettik diyelim, bu ürettiğimiz tekerlek bir gün gelecek kırılmayacak mı? Yağmurda, karda, çamurda esnemeyecek mi? Sağı solu çürüyüp dökülmeyecek mi? Zamanın minik ama sürekli darbelerinin ölümcül etkilerine maruz kalmayacak mı? Her ne kadar mükemmele en yakın olsa da mükemmel değildir, ölümsüz değildir, kalıcı değildir, tutarlı ve sabit değildir.  Oysa insanın içinde mükemmel olana varmak gibi bir arzu vardır. Hatta bu doğal bir arzudan çok toplumsal bir gereksinimdir, var olma koşuludur. Eksiklere, zayıflara, zamana karşı eninde sonunda yenik düşecek olanlara, değişenlere, her seferinde farklı görünene, adamına göre muamele yapanlara uzun erimde bel bağlayamaz. Değişmez, yıkılmaz, parçalanmaz, tükenmez, adamına göre farklı davranmayan bir yapıya, bir dayanağa ihtiyaç duyar. İşte yukarıda verdiğim matematiksel çember tanımı bu işi görür.

Bu tanım mükemmel midir? Tabii ki hayır, sonuçta birbirine dayanarak var olan ve temelde insan zihninin dışında gerçekleşemeyen bir kavramlar kümesidir matematik. Noktayı var etmeniz için düzleme ihtiyaç duyarsınız, düzlem için iki doğru gerekir, doğru için de noktayı tanımlanmış olmak gerekir. Kısır bir döngüdür adeta, kendi ayağı üstünde durur ama alttaki ayağın altında üstteki ayak tekrar belirir ve bu işlem sonsuza kadar gider. İşe yarar olması ve değişmezliği onu ölümsüz ve muktedir yapar. Çemberi bir kere değişmez bir şekilde tanımladık mı artık Plato’nun ideler dünyası gibi yeni bir aleme girmiş oluruz. Artık içinde yaşadığımız dünya, var olduğuna kendimizi inandırdığımız ideler dünyasının bir kopyasından başka bir şey değildir. Bizler birer sefil kopyayızdır, elimizle ayağımızla yaptığımız şeyler de. Değişmeyen, bozulmayan, kırılıp dökülmeyen, her yerde hazır ve nazır olan ise zihnimizde var ettiğimiz tanımlardır. Çember her yerdedir çünkü nerede olursanız olun tanımını kullanarak çemberi sıfırdan elde edebilirsiniz. Tanım size mükemmel olan çemberi verecektir. Bu sayede binlerce kopya üretebilecek, hayatınızı idame ettirebilecek, gerçek hayatta gözlemlediğiniz çemberleri elinizdeki tanımla kıyaslayarak mükemmele yakınlık sırasına koyabileceksiniz. Yapacağınız tüm çemberler, var olduğuna inandığınız o tek çemberin kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemeyecektir ama olsun insan zaten zayıf olduğunu, ölümlü olduğunu, eksik ve beceriksiz olduğunu hayata adım attıktan kısa süre sonra anlayabilen bir varlıktır.  Bu yüzden güçlü olana, ölümsüz olana, tam ve mükemmel olana muhtaçtır. Günlük hayatını, toplumsal kurallarını, yasalarını ve bu yasaların sonucunda ortaya çıkacak cezaları bu ölümsüz “gerçeklere” dayandırmak zorundadır.

Bu noktada artık “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusu gereksiz hale gelir. Felsefi açıdan hâlâ geçerli bir sorudur bu. Çemberin varlığıyla, şu anda masamın üzerinde bulunan kahve fincanının varlığı aynı şekilde mi vardırlar, yoksa birinin varlığı diğerininkinden üstün müdür? Bu çok çetrefilli ve tartışması uzun sürecek bir sorudur. Yalnız tüm bu sorular bize tek bir tespiti yaptırmak için vardırlar. Çemberi var eden bu ölümsüzlüğe ve mükemmelle duyulan ihtiyaç Tanrı’yı var etmede de aynı yolu izlemiştir. Yani, çemberi var eden düşünsel izlek ile Tanrı’yı var eden düşünsel izlek birebir örtüşür. Bu noktada “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusuyla “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” sorusu ontolojik bağlamda aynıdır. Nasıl ki çemberin varlığını masadaki fincanın varlığından ayrı düşünmek zorundaysak, Tanrı’nın varlığını da ayrı düşünmek zorundayızdır. Onun varlığı da bir gereksinimin, bireysel ve toplumsal eksikliklerin, hayatı idame ettirirken karşılaşılan çelişkilerin doğal sonucudur. Sıradan bir lise öğrencisi çemberin varlığını sorgulamaz. Merkezini ve yarıçapını bildiği çemberi çizer, sorulmuşsa denklemini bulur, teğet doğrularının denklemlerini çözer. Çember var mıdır diye sorarsanız, önce yüzünüze aval aval bakar, sonra da az önce bir sayfa çözümünü ürettiği soruyu göstererek “Tabii ki var, olmasaydı bu kadar işlem anlamsız, gereksiz ve yanlış olmaz mıydı?” diye sorar. Çemberin kullanımından, onun varlığının kabulünün ortaya koyduğu girift sorulardan ve çemberin kolaylaştırdığı hayatından yola çıkarak çemberin var olduğunu iddia eder. Tıpkı evrende var olduğunu iddia ettiği nizamdan ve güzelliklerden yola çıkarak hayatın bir anlamı olması gerektiğini çıkarsayan ve buradan da ufak bir sıçramayla Tanrı’nın varlığına ulaşan dindar insan gibi.

Doğadaki yarım yamalak yuvarlak şekillerden mükemmel çember tanımına varan ve bu tanım üzerine medeniyet inşaat eden insan zihni tabii ki de aynı zihinsel sıçramayı kendisi üzerinde de yapacaktır. İnsan zayıftır, ölümlüdür, yeri geldiğinde kindar, yeri geldiğinde kıskanç, yeri geldiğinde intikamcıdır. Kimi zaman şehvetinin, kimi zaman iştahının, kimi zaman da hırslarının peşinde helak olur. Bu yüzden toplumsal kuralları kendi zaafları üzerine inşa edemez. Ya kendi içerisinden çıkardığı üstün-insanlara (peygamberler, azizler, liderler, adil krallar… Nietzsche’nin tabiriyle “ubermench”) bel bağlayacaktır ya da onları da güçlü yapan ölümsüz, şaşmaz, yanılmaz, asla yalan söylemez, sonsuz seviyede merhametli ve adil olana bel bağlayacaktır. Mükemmel olmayan insan kendisinin mükemmel versiyonunu yaratmak ve bu yarattığının peşinden gitmek zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde hayatına anlam kazandırabilir, toplumsal kurallar değişmez birtakım yasalar bütünü olarak yüzyıllara yayılır ve kabul görür. Matematiksel bir tanım olan çember nasıl ki doğada gördüğümüz çemberlerin (ya da dairelerin) zihinsel bir sıçramayla üretilmiş ideal halidir, Tanrı da insanın ve toplumun değişmez standart arayışına yanıt vermek için üretmek zorunda kaldığı bir mükemmel insandır. Bu yüzden Tanrı her şeyi görür, her şeyi duyar, her şeye gücü yeter, her şeyi bilir, her daim adil ve şefkatlidir, her daim tutarlı ve bütüncüldür.

Bu noktadan bakınca “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusunu saçma bulan lise öğrencisiyle “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” sorusunu ahmakça bulan dindarın tepkileri de az çok aynıdır. Çünkü, hayatının her ânını çocukluğundan beri inandığı Tanrı’nın varlığı ekseninde şekillendirmiş bir insan için aksi düşünülemez. Güneş bir anda yok olsa bile dünya 7 dakika daha güneş oradaymış gibi yörüngede dönmeye devam edecek diye anlatılan bir bilimsel geyik vardır ya, bunun aynısı dindar insan için de geçerlidir. Tanrı yoksa bile ben aynı yörüngede, sanki varmış gibi, dönmeye devam edeceğim zaten. Tanrı’nın varlığı değildir onu dindar yapan, Tanrı’nın varlığına duyduğu inanç ve bu inancı paylaştığı insanlarla birlikte bir toplumda yaşamaktır. Evinde çocuğuna verdiği eğitimden, Cuma günü camide gördüğü komşusuna verdiği selama, Pazar günü gittiği kiliseden, dibinde ağladığı duvara kadar hayatına anlam katan her şey, kısacası toplumsal kimliğinin en temel kodları bu Tanrı inancı tarafından belirlenmiştir. Bu noktadan sonra bu Tanrı var mıdır yok mudur sorusu anlamını zaten yitirir. Sorulması gereken “Tanrı inancı değerli midir ya da gerekli midir?” gibi daha pratik bir yön içermelidir. Tanrı, tıpkı çember gibi vardır ya da yoktur ama varlığının kabulünün etrafında şekillenmiş haleler sayesinde insanlar huzur, mutluluk, anlam gibi hayatı yaşanır kılan değerleri meydana getirmişse, onun varlığının sorgulanmasının aşılması ve ziyadesiyle ona duyulan inancın ve güvenin doğurduğu düzen göz önüne alınmalıdır. Kısacası, Tanrı vardır ya da yoktur sorusu önemsiz, modası geçmiş bir sorudur. Modern düşünürün odaklanması gereken soru Tanrı’nın varlığına duyulan inancın neden var olmaya devam ettiği sorusudur. Bu inanç etrafında şekillenen toplumların, küçük ölçekli toplulukların ve hatta ailelerin güçlerini aldıkları iman kavramı gerçekten muazzam bir potansiyele sahiptir. İnancın gerekli olup olmaması, tanrıtanımazcılıkla pozitivizmin birbirine karıştırılan tavırları ve bir insanın nasıl olup da hem tanrıtanımaz hem de dinlere karşı anlayışlı olabileceği ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdilik bu kadar yeter… Sağlıcakla…

AA

* Yazıda genelde çember kelimesini kullanmış olsam da aslında pek çok yerde daire demem gerekiyordu. Zırt pırt değiştirip okuyucuyu konunun asıl hedefinden uzaklaştırmamak için elimden geldiğince tek bir kelimeye sadık kalmaya çalıştım. 


Bir sonraki yazı: Kent ve Zaman

04 Haziran 2022

Peki Hocam, Bütün Bu Öğrendiklerimiz Gerçek Hayatta Ne İşimize Yarayacak?


23 yıldır dört farklı ülkede ve sekiz farklı okulda öğretmenlik yapmış birisi olarak öğrencilerden -hangi ülkede veya okulda olurlarsa olsunlar- duyduğum en sık sorulardan birisi şudur: Hocam bütün bunları neden öğreniyoruz? Bir matematik öğretmeni olarak sanırım bu soruyu dil, tarih ya da beden eğitimi öğretmenlerinden daha sık duyarız. Lise öğrencisi tahtada gördüğü ve bir bakışta herhangi bir anlam veremediği türev ve integral simgelerine karşı bir savunma mekanizması geliştirmek zorundadır ve bu mekanizmaların en kolay bulunanı "Zaten bunlar gereksiz şeyler" bahanesine sığınmaktır. Ben bu soruya maruz kaldığım zamanlarda elimden geldiğince samimi olmaya ve karşımdaki öğrencileri aptal yerine koymamaya çalışırım. Logaritmayı öğrenmeniz ileride veri analizlerinde çok işinize yarayacak, trigonometri olmadan elektronik sistemler var olamaz, türev bilmeden mühendis olamazsınız gibi zorlama yanıtlardan elimden geldiğince kaçınırım. Bu yüzden yanıtım genelde sinsi bir gülümseme eşliğinde "Hiçbir işinize yaramayacak." olur. Çoğu zaman da devam ederim. "Okulda öğreneceğiniz en önemli üç şey anadilinizi ve yabancı bir dili özgüvenli bir şekilde konuşmanızı ve yazmanızı sağlayacak bilgi ve bellek birikimi, gündelik hayatınızı idame ettirecek kadar aritmatik bilgisi -ilkokul matematiği yeter de artar bile- ve mümkünse sizi özdisiplinli olmaya alıştıracak bir sanat ya da sporla yakın ilişki kurmaktır. Bunların dışındaki şeyler ülkelerin mevcut rejimleri tarafından dayatılan ve üç temel amaca hizmet eden ulusal eğitim sistemi denilen dayatmacı yapının yansımalarından ibarettir."

Burada bazen dururum, devam etmem çünkü söyleyeceklerim başıma bela açabilir. En azından eskiden biraz daha ihtiyatlıydım. Şimdilerde daha az takıyorum böyle şeyleri. Ağzıma geldiği gibi konuşuyorum. Bir çeşit dibe vurma arzusu benimkisi, dibe vurayım da geri sıçrayayım, dibe vurayım da bitsin bu nazlı gelin ayakları, hep ben mi uğraşacağım, biraz da dünya beni taşısın demenin sessiz halleri... Özellikle lise sonlara ve lise 3'lere dobra dobra anlatıyorum düşüncelerimi. Belki de bu yüzden beni seviyor öğrenciler, samimi ve cesur buluyorlar beni. Kendilerinin de aklından geçirdikleri ama korkudan dile getiremedikleri şeyleri söylediğim için beni kendilerine yakın hissediyor olabilirler. Asıl niyetimi bilmiyorlar tabii! :)

Öğrencilerime söylediğim ve kısaca izah ettiğim bu üç amacı burada da yazayım. Üç günlük tatilde bir şeyler üretmiş olurum hem. Boşa geçmesin tamamıyla. Hem belki devamı gelir, ufak ufak yazmaya yeniden başlarım. 

1. Ulusal Eğitimin, yani çocukları ve gençleri sabahtan akşama kadar bir binaya tıkıştırıp, beyinleri sulanana kadar onları bilgi yağmuruna tutmanın en birincil amacı ebeveynlerin gün içinde işgücüne katkıda bulunmalarına huzurlu bir kalple devam etmelerini sağlamaktır. Çocuklar okuldayken güvendedirler, sağa sola salça olmazlar, kötü alışkanlıklar edinmezler, şiddete ya da cinselliğe eğilim gösteremezler, oyun oynayacağım derken evi yakmazlar ya da kirlenen kardeşlerini çamaşır makinesinde yıkamazlar... Dolayısıyla da ebeveynler çocuklarını okula bıraktıktan sonra gönül rahatlığıyla işlerine odaklanabilirler, verimli bir şekilde uzun saatler çalışabilirler, hatta verimlerini ikiye katlayacak sosyal ilişkiler kurabilir, çocuklarının ilgi bekleyen gözlerinden ırak bir ortamda eğlenebilirler. Onların bu şekilde işgücünde kalmaları, üretime ve istihdama katkıda bulunmaları, sağlıklı sosyal ilişkiler kurmaları ülke ekonomisinin ve doğal olarak da devletin güçlü bir şekilde idame etmesinin de yegane yoludur. 

2. İkinci amaç ise toplumu gençlerin şerrinden korumaktır. Evet, yanlış okumadınız, bana göre okul bahçelerini çevreleyen duvarlar sanıldığı gibi çocukları ve gençleri toplumun zararlı unsurlarından korumak için yapılmazlar. Bilâkis, toplumu çocukların ve gençlerin fevri, irrasyonel, saman alevi gibi bir anlığına parlayıp hemencecik sönüveren ateşli davranışlarından korumak için dikilir o duvarlar. Öyle ya; gençtirler, toydurlar, her an her şeyi yapabilir, her şeye çabucak kanabilir, akıl süzgecinden geçirmedikleri düşünceleri harekete geçirmeye kalkarlar, yarım yamalak anladıkları ideolojileri başkalarına dayatmaya çabalarlar. Kaybedecekleri fazla bir şey olmadığı için de cesur ve diğerkâm görünürler. Bu yüzden, yani toplumun mevcut düzeninin, huzurunun ve hiyerarşik yapısının korunması için evlerinde tutulmayan bu çocukların ve gençlerin yüksek duvarlarla çevrili hapishanelerde tutulmaları gerekir. Modern toplumun kendisine atfedilen işlevlerini yerine getirebilmesi için bu adı konmamış hapishaneler şarttır. 

3. Yukarıdaki ilk iki amaç eğitimin, toplumun verimliliğine ve huzuruna yönelik faydaları olarak görülebilir. İşin ulusal yanı apayrı bir boyuttur. Sabah kapısından girdiği kurumda akşama kadar hademelerle, öğretmenlerle, yöneticilerle, sınıf arkadaşlarıyla iletişime geçip ilişkiler kuran bir çocuk burada devletin bir mikroölçeğini deneyimler. Hiyerarşiyi, makama saygıyı, emre itaati, kurallara ne pahasına olursa olsun uymayı öğrenir. Sadece davranış eğitimi değildir verilen, derslerde ve törenlerde de devlete bağlılığı, atalarının uğruna kanlarını döktüğü topraklar için yeri geldiğinde kendisinin de canını vermesi gerektiğini, kendi atalarının kimseye kötülük yapmamış, tam tersine hep zulüm görmüş ve cesaret ve metanetle cani düşmanlarının üstesinden gelmiş olduğunu öğrenir. Devlet bekasını garanti altına almak için tarihi, coğrafyayı, sanatı, yeri geldiğinde bilimi ve matematiği bile kendi yakınsak lenslerinden geçirdikten sonra öğrencinin önüne koyar. Böylece, liseden mezun olan ortalama bir öğrencinin kafasında ne olduğunu bilir, onu ileride karşılaşacağı bürokrasi labirentlerine, çelik gibi sert üs-alt ilişkilerine, kolluk güçlerinin keskin kılıçları karşısında veya yargının ucundan adalet damlamayan kaleminin altında sükut etmeye davet eder. Çünkü devlete lazım olan şey itiraz eden, hakkını arayan, zırt pırt şikâyet eden vatandaş değildir. Devlete lazım olan laf dinleyen, sesini çıkarmayan, ailesi ve kişisel serveti dışında bir şeye karışmayan bireylerdir. Bunu da okul sıralarında öğretmene kayıtsız şartsız saygı duyarak, okul yöneticileri karşısında el pençe divan durarak, kitaplarda yazılanları olduğu gibi kabul ederek yaparlar. Toplumun mikro ölçekli bir yansıması olan okulda ilerideki hayatının bir benzerini yaşar, bir çeşit simülasyonu deneyimler.   

Peki ya dersler, tenefüsler, müfredat, sınavlar, sıralamalar falan neden var? Ulusal Eğitim denen şey bir kontrol mekanizmasından, devletin yeri geldiğinde sertleşip yumruğa dönüşen şefkâtli ellerinden başka bir şey değilse neden öğreniyoruz logaritmayı, bütan molekülündeki karbon atomu sayısını ya da hücrenin içindeki mitokondrinin ne işe yaradığını? O da bir çeşit yan ürün bana kalırsa. "Madem buradasınız, bir şeyler öğrenin bari. Boşa geçmesin vaktiniz." gibisinden bir kaçamak. Başka türlü nasıl kontrol edeceksiniz yüzlerce genci, taşkınlık yapmalarını nasıl önleyeceksiniz. Zihinlerini ve bedenlerini meşgul etmeniz gerekir. Ver bir matematik sorusu, uğraşsın dursunlar yarım saat boyunca. Bundan daha ucuz, daha kolay ve daha güvenli bir kontrol yöntemi var mıdır? Böylece onların yıkıcı yanlarını törpülemiş olursunuz, zihinlerini kurumsallaştırmış, bedenlerini uysallaştırmış olursunuz. Hem belki içlerinden birisi ileride çığırlar açacak bir bilim insanı ya da yeni yöntemler deneyen bir sanatçı olmaya karar verir. Bundan iyisi mi var? Olmasa da olur ama olursa can sağlığı, öp başına koy, bir de içinde katkın varmış gibi kendinle gurur duy.   

Yazacaklarım bu kadar,

aa

-Bir sonraki deneme: Tanrı ve Çember

-Daha sonraki: Can Sıkıntısı ve Yaratıcılık

27 Nisan 2022

23 yıl sonra aynı yerde...

İlk öykümü Eylül 1999'da yazmıştım. Gölcük Depreminden sonra birkaç günlüğüne arama kurtarma çalışmalarına katılmış, gördüğüm korkunç manzaradan bir hayli etkilenmiştim. Nedense yıkılan binaların altında sahibini arayan bir köpeği seçmiştim konu olarak. Ferit Edgü'nün "Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku" öyküsünden etkilenmiştim sanırım. Büyük bir olasılıkla şimdi elime alsam ilk paragrafını okuyup, "Bu da ne böyle, ne kadar kötü yazılmış bir metin" deyip bir kenara atacağım bir öyküydü. Sonra nasıl olduysa bu öykü bir dergide yayımlandı. Birkaç arkadaşım -fakültede asistan olan uzun boylu düz saçlı kız da dahil :)- öyküyü okuyup beğendiklerini söylediler. O öykü de dergi de kayboldular sonraları ama bendeki yazma arzusu kaybolmadı. 23 yıldır yazıyorum. Kimi zaman ara vererek, kimi zaman inatla ve sıkı disiplinle. Tayland'da, Vietnam'da, Türkiye'de ve Çin'de hep gördüklerimi kaleme almaya çalıştım, kafamı kurcalayan soruları karakterlerle ve olaylarla harmanlayıp yazdım, kendi kendime dedim ki "Bir gün okuyacaklar..."

Ama olmadı, 23 yıldır yazıyorum ama 23 tane okurum olduğunu sanmıyorum. Hiçbir kitabımın benim aldıklarımı saymazsak 23 tane sattığını da sanmıyorum. Hep yazdım ama hiç okunmadım. Birkaç dostum bana olan hürmetlerinden ya da nezaketlerinden dolayı kitabı alıp okuduklarında mutlu oldum, internette tanımadığım bir blog yazarı kitaplarımdan birisi hakkında iki üç cümle yazınca sevindim, hiç tanımadığım birisi bana mesaj gönderip kitaplar hakkında birkaç kelam edince neşeden yerimde duramaz hale geldim. Maalesef bütün bunlar yetmiyor bir yazarı var etmeye. En son Sait Faik Hikâye Armağanı'na başvurmuştum. Bu ikinci başvurum oldu. Daha önce "Puslu Kentin Mavisi"yle başvurmuştum, şimdi "Bir Avuç Hayat"la. Oradan umutluydum. Hiç yoktan kısa listeye girerim diyordum. Yok, o bile olmadı. Eskiden okunmadığım için seçtiğim konuları bahane ederdim. Kim ne yapsın Tayland'daki rahiplerin, İsan'ın bir köyünde son günlerini yaşayan bir köpeğin, Vietnam'daki "xe om" sürücülerinin, Çin'deki temizlikçi kadınların öykülerini. Öyle ya, Türkiye'nin yeteri kadar sorunu var, bir de Doğu Asya'nın dertleriyle mi ilgilensin millet? Kim niye okusun adını bile telafuz edemediği bir kentte yaşayan insanların aşklarını, umutlarını, korkularını... Oysa aynı konular Fransız, İngiliz hatta Japon ya da Brazilyalı yazarlar tarafından işlenince okunuyordu. Belki de sorun seçtiğim konularda değildi. Ben kötü bir yazardım ve kötü bir yazar olarak da asla edebiyat kapısını tutan muhafızların ilgisini çekemeyecek, o kapıdan içeriye giremiyecektim. Ne doğru yöntemi biliyordum ne de bu yöntemi uygulamaya koyacak imkânlara sahiptim. Türkçe yazıyorum ama konum Türkiye değil. Türk insanının davasına ortak olamıyorum, onlara destek çıkamıyorum, ezilenlerin ya da sesini duyuramayanların sesi olamıyorum. Ne siyasi yazabiliyorum ne de toplumsal. Yaşadığım toplum benim yazdıklarımı dil farklılığı nedeniyle okuyamıyor. Ben de İngilizce yazmamak konusunda ısrar ediyorum*. Yıllarca bunu dedim kendime, Türkçeye hizmet edeceğim dedim. Ama Türkçe bana hiç geri dönüş yapmadı. İstediğim kadar işlediğim konuların evrensel bir takım değerler üzerinden ilerlediğini iddia edeyim, istediğim kadar kendimi kandırayım, gerçekleri değiştirmem imkânsız. 

Bugünlerde yazmayı bırakmayı düşünüyorum. Yeter bu kadar. 23 yıl: 8 yayımlanmış kitap, 2 özbasımla yayımlanmış e-kitap, 1 bitmiş ama henüz yayımlanmamış roman ve bir bitmemiş roman...Kendime yeni bir uğraş bulmalıyım, bahçecilik ya da bisikletle dünya turu falan. İkisine de çok uzağım şu anda, ama hayal etmesi bile güzel.Yazmanın geride bırakacağı boşluğu dolduracak bir meşgaleyi bulmak zor olacaktır. Belki de hiçbir şey yapmam, bol bol okurum, düşünürüm, kimsenin okumayacağı bir deftere notlar alırım. Öğretmenlik yeteri kadar zamanımı alıyor zaten. Yaz tatillerinde de bahçeyle, sebze meyve yetiştirmekle uğraşırım. Yaşlanıyoruz, beş yıl sonra elliyi devirmiş olacağım. Yazma konusunda bunca yıl ısrar etttim, en sonunda pes ediyorum. Gerçi, bu tip şeyler öyle "Bıraktım" demekle olmuyor. Eksikliği huzursuz ediyor, belli ediyor kendisini. Bu yaz iki ay boyunca Çin'de ne yapacağım mesela? Mecburen yazacağım bir şeyler. Basit bir günce belki, Çin üzerine kısa denemeler, Shenzhen üzerine gözlemler. O da belki... Hayat güzel; dağlara çıkarım, denize girerim, bisiklet sürerim, benim gibi memleketine gidemeyen arkadaşlarla buluşup kafayı bulurum... 

Neyse, zaman gösterecek. Şimdilik tüm hissiyatım yazıyla arama duvarlar örme yönünde. Hayatımda çok ciddi bir deprem olmazsa da bu duvarların yıkılacağını sanmıyorum. 

Bu giriyi sabah balkonda yazdım. Aşağıda Tai-Chi yapan amcalar var, site içerisinde koşan gençler, köpeklerini gezdirenler, çöpü atmaya çıkmış pijamalı teyzeler... Kuşlar cıvıldıyor, havada bahar var. Sıcak ve bunaltıcı bir günün en güzel saatleri bunlar. Şimdi duş alıp okula gitme zamanı. Vaktim olursa gün içinde tekrar okur, gerekli düzeltileri yaparım. Gerçi okula bir girdim mi başımı kaşıyacak vaktim bile olmuyor. Yine de umut, her şeye rağmen umut... 

Sağlıcakla,

* Belki Türkçe yazmayı tümüyle bırakıp, öykülerimi İngilizce yazmalıyım. Bunları çevirtmek ve yayımlatmak çok daha kolay olacaktır... (Bak nasıl da bırakmak istemiyorsun yazmayı!!!)

 


23 Şubat 2022

Tünelin Sonunda Yeni Tüneller Var

Binanın önüne konan test çadırı.

Bizim oturduğumuz binada yaşayan bir adamın yakın arkadaşının Covid19 testinin sonucu pozitif çıkmış. Adamın testi pozitif değil, bir gün önce görüştüğü arkadaşınınki pozitif. Buna rağmen bizim bina üç günlüğüne karantinaya alındı. Bizim binadan bir çocuk karşı binadaki arkadaşının evine gittiği için o bina da karantinaya alındı. Üç gün evden çıkamayacağız. Bina dediğime bakmayın, 32 katlı apartmanlar bunlar, her katında 5 daire var. Toplam 160 daire eder. Her birinde ortalama üç kişi yaşasa yaklaşık 500 kişi... 

Zaten şehrin sağında solunda patlak veren müfredit vakalar yüzünden okullar Çin Yeniyılı sonrasında yüzyüze eğitime açılamadı. İki haftadır okula gidiyoruz ama öğrenciler gelmiyor. Bilgisayarın başında ders veriyoruz sabahtan akşama kadar... Şimdi bir de eve kapandık. Apartmanın weixin (whatsapp gibi bir iletişim uygulaması) grubunda birisi "Tünelin sonunda ışığı görebiliyorum." yazmış. Ben de "Ben göremiyorum" yazdım. Birisi sormuş, "Neden?". Ben de yanıt olarak "Tünel çok uzun olduğu için" dedim. O da cevaben "Sadece 3 gün kalacağız, 30 değil." yazmış. Karşılık vermedim, çünkü benim tünel derken kastettiğim şeyin üç günlük süreç olmadığını anlamamış. Hem grupta 250 küsur kişi var, hemen hepsi de Çinli. Biliyorum ki bu ülkede resmi söylem dışında fikir beyan etmek kadar moral bozucu şeyler söylemek de yasak. Türkiye'de olduğu gibi burada da "vatan haini", "batının uşağı", "emperyalist" damgalarını yemek çok kolay. O yüzden sustum ve buraya geldim, kendi kendime konuşmak için. Evet, ya tünel çok uzun ya da tam bitti derken yeni tünellere girmekle geçiyor ömrümüz ve bu yüzden çoooook uzun bir tüneldeymişiz izlenimi ister istemez ruhlarımızı esir alıyor. 

Çin'in salgının başlangıcındaki normal karşılanabilecek bocalamasını saymazsak, son iki yılda salgınla mücadele adına yaptıklarını azımsayamayız. Ben tüm bu süreç boyunca Çin hükümetinin tam teşekküllü tedbirlerini hep destekledim, halkın bu tedbirlere koşulsuz itaat etmesine -halkın sağlığı ve huzuru için- hayranlıkla karışık saygı duydum. Gerçekten de bütün dünya hâlâ her gün binlerce insanı salgına kurban verirken Çin'de son iki yılda neredeyde tek bir kişi bile Covid19 yüzünden hayatını kaybetmedi. Tabii ki bu gurur verici sonuç fedâkarlık yapılmadan ve bedelini ödemeden gerçekleşmedi. Şu anda Çin'e uçan hava yolu sayısı bir hayli az, gelenler de çok seyrek geliyor. Bilet fiyatları fırlamış durumda. Uçuşlar sıklıkla iptal ediliyor. Başka bir ülkeden buraya gelmek için otuz ayrı koşulu yerine getirmeniz gerekiyor. Yok uçağın kalktığı şehirde en az yedi gün kalacaksınız, orada üç kere test olacaksınız, kendinizi karantinaya alacaksınız, uçağın durduğu tüm havaalanlarında tekrar test olacaksınız falan filan... Vize almanın zorluğundan hiç söz etmiyorum. Yurt dışından gelen kargo bile karantinaya tabi tutuluyor. Her yerde yeşil sağlık kodunuzu, son 48 saatte alınmış test sonucunuzu, aşı durumunuzu göstermek zorundasınız. Maskesiz metroya, AVM'ye, hatta bazen parka bile giremezsiniz! Bunları bırakın, sosyal medyada "Artık virüsle yaşamayı öğrenmeliyiz!" diye de yazamazsınız. Yazarsanız hapse girersiniz. Tamam, insanların hayatlarının kurtulması pahasına neşeli hayatımızdan, seyahat zevkimizden, ve hatta ifade özgürlüğümüzden vazgeçtik diyelim. Peki tüm bu vazgeçişler, sadece ve sadece, tünelin sonunda bir ışık hüzmesinin var olduğuna inanmakla anlam kazanmıyor mu? Yani, ben yaz ayları geldiğinde ülkeme dönüp ailemi  ve arkadaşlarımı göremiyorsam, bilimum tatillerde yaşadığım kentin dışına çıkamıyorsam, evde bilgisayarın başında her gün beş saat -250 dakika- ders verip, üzerine bir de onlarca sınav kâğıdını bilgisayar ekranında okumak zorunda bırakılıyorsam -gözlerimin ağrısı başıma vuruyor öğleden sonraları-, tüm bu yaptıklarımın bir sonu, bir bitiş noktası, bir mükâfatı olmalı. Yoksa neden katlanıyorum ben bunca sıkıntıya?

Son zamanlarda bu soruyu sıklıkla sormaya başladım. Bu virüs eninde sonunda girecek ülkeye. Gördüğüm kadarıyla da istediğin aşıyı ol, istediğin kadar ilaç kullan, tedbirli davran, bir şekilde kapacaksın bu virüsü ve kaptığında da, aşılar sayesinde ölmeyeceksin belki ama ciddi anlamda sürüneceksin. Yani, kurtuluşu yok gibi. Herhalde vücudumuzda yaşayan pek çok başka virüs ya da bakteri gibi bir şey olacak Covid 19 da. Onunla savaşmaya ve onunla yaşamaya alışmamız gerekecek. O da mülayimleşecek, bizimle yaşamayı öğrenecek. Evrim her zamanki görünmez ve sabırlı mekanizmasıyla uzun erimde sorunu çözecek, dengeyi bulmamızı sağlayacak. Peki Çin bu savaşa ne zaman hazır hale gelecek? Sınırları hep böyle kapalı mı tutacak? Ya da bu durumu politik bir üstünlük olarak sunmaya on yıllarca daha devam mı edecek? Ben açıkçası tünelin sonunu da sonundaki ışığı da göremiyorum. Büyük bir plan var da benim mi haberim yok acaba! Bir vakitte bir şeylerden vaz geçip, bu kadar yeter deyip, insanlara "Artık ülkeye gelebilirsiniz!" diyecektir herhalde. O zaman ne olacak? 1 milyar 400 milyon insan sormayacak mı "Madem sonunda bu virüse kapıları açacaktık, neden baştan beri bu kadar sıktık dişimizi?" Şimdiki haliyle Çin ölümsüzlük iksirini içtikten sonra hayatta hiçbir risk almayan, karşıdan karşıya bile geçemeyen, araba kullanmayan, elektrikli eşyalara dokunmayan birisine benziyor. Kaybedeceğin sonsuz bir hayatsa her risk sonsuz pahalı hale gelmiş demektir. 

Kafam son zamanlarda bir hayli karıştı. Biraz da yoruldum açıkçası. Bu yaz da Türkiye'ye gelemeyeceğim. Ailemi, dostlarımı, köyümü, bahçemi, boğazı, martıları göremeyeceğim. Çin'de yaşayan pek çok öğretmen / yabancı çalışan gibi benim için de bu ülkenin ve mesleğimin en güzel yanı uzun tatillerde civar ülkere veya memleketime gidip rahat bir nefes alabilmektir. Çinliler bu yasaklardan pek etkilenmiyor olabilirler ama yabancılar bıkmaya başladılar bile. -Ya sev ya terk et seslerini duyuyorum- Haksız mıyım ama? Yazın rahatlayıp güzün başında hafiflemiş bir halde işimin başına dönemiyorsam neden çalışıyorum ben bu ülkede? Neden katlanıyorum bu kadar mesafeye ve yalnızlığa? Tayland'da ya da Türkiye'de de yaşayabilirim bu yaştan sonra. Öteki yandan, etrafımda kimsenin ölmemesi, insanların sağlıklarından olmaması da sevindirici bir durum. Yani, her zamanki gibi iki köy arasında gidip geliyor zihnimin kıvılcımları. "Sarı Çizgili Mehmet Ağa" öyküsü bu ikircikli hallerin bir uzantısıydı. Belki başka öyküler de çıkar bu durumdan. Çok da yazmak istediğim bir konu değil aslında, işin politik yönü beni ürkütüyor. 

Neyse, iki kelime yazayım dedim, bir sürü yazdım. Yetsin bu kadar. Bilgisayar ekranına daha fazla bakamayacağım. 

---

Dip notu: Az önce grupta yazıldı. Dün akşam binanın karantinaya alınacağını öğrenen birisi akşam evine gelmemiş, otelde kalmış. Eee, ne anladım ben bu işten. Sormazlar mı adama "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diye? Ya bu adam pozitifse ve şimdi oteldeki yüzlerce kişiyi enfekte etmişse... Böyle çelişkiler çok aslında. Bir başka örnek de otobüslere binerken yeşil kod sormamaları. Otobüs kapalı alan değil mi? Parka girerken bile soruyorlar oysa, açık alan olmasına rağmen...

Dip Notu 2: Bu sabah 3:50'de kapımıza geldiler. Beyaz hazmatlı sağlık görevlileri, zaten hep kabile halinde geziyorlar, kapımıza da o şekilde gelmişler. Neymiş hemen aşağıya inip test olmalıymışız. Haydaaaaa! "Neden sabahın 4'ünde?" diye sorsak da yanıt alamadık tabii ki! Aşağıda insanlar, pijamalı dedeler, battaniyelere sarılmış bebekler, titreyen kadınlar... Neyse ki çok uzun sürmedi. 4:20 gibi yatağa geri dönmüştüm. Uyku tutmadı hemen. Sabah da uyanamadım bu yüzden. Sabah altıda kalkmam gerekirken 7:35'te uyandım. Alarm mı çalmadı, çaldı da ben mi duymadım!  


 




20 Şubat 2022

Denize Düşen Tarkan'a Sarılır

Neymiş efendim, Tarkan gerçek bir sanatçıymış, dik duruşuyla ve tarafını belli etmesiyle Türk halkının kalbinde yerini etmişmiş, her yerde çalınmalı ve sesi göklere yazılmalıymış... Yok daha neler! Sormazlar mı adama "Ayol, bunca yıllık muhalefetiz, Tarkan'a mı kaldık?" diye? Düne kadar şıkıdım şıkıdım diyen, kız hepsi senin mi diye sokaktan geçen genç kızlara laf atan -fakir diyorsa sözlü taciz, zengin diyorsa flört diye kategorize edilen- erkek ağzıyla ortalığı yıkan, senin gibi fındık kıraaaaaaan gibi saçma sapan liriklere müzik yapan popçu tek bir şarkıyla Ahmet Kaya gibi, Tarık Akan, Ruhi Su gibi muhalif sanatçı mı oldu? Muhalefet, ya neseb-i gayri sahih bir zafer sarhoşluğundan ya da savaş (siyaset) sanatından* hiç anlamadıklarından olsa gerek saçma sapan saiklerle kendisini rezil etmekle meşgul. Ben Tarkan'ı ne severim ne de sevmem. Genel olarak pop şarkıcılarına karşı herhangi bir tavır takınmam, onları dinlemem, dinleyenleri de anlayışla karşılar ve sesimi çıkarmam. Eğlencedir, ter atmaktır, stres azalmaktır... İnsanların müziğe atfettiği görevler farklı farklıdır, karışmayı doğru bulmam. Bu sefer dinledim, bangır bangır tüm haber kanallarında "Geççek" üzerine methiyeler düzüldüğüne göre bir şeyler vardır dedim. Her zamanki gibi umudum boşa çıktı. 

Bir kere şarkının siyasi bir amaç güttüğünü söylemek imkânsız. Muhalefete değil de iktidara yardım etmek için de yazılmış olabilir. Uzun zamandır yoksullukla, salgınla, terörle, baskıyla ve zulümle yönetilen bir halka "bugünler de geççek, accık sabredin!" demiş. Nasıl geçecek, neyle geçecek, kiminle geçecek... Bunları dememiş! Şıkıdım  şıkıdım eller havada, kıçımız bir o yana bir bu yana oynayarak geçmeyecek herhalde? Tarkan'ın kendisinin de çok memnun olduğunu sanmıyorum ortaya çıkan bu tablodan. Yani, siyasi yelpazenin bir kutbuna çekilip, bir tarafın övgüsüne diğer tarafın tehditkâr nefretine mazhar olmayı beklemiyordu büyük olasılıkla. Bekliyorduysa ne ala! Bunu onun naifliğine, siyaseti anlamamasına, Türkiye'nin hemen her alandaki sert kara iklimlerine uzak oluşuna verebiliriz. Peki ya siyasiler, onları neyle aklayacağız?

Bir yıl sonra seçime girecek olan muhalefetin projelerle, geleceğe dönük siyasi ve ekonomik planlarla, halkın boş cüzdanlarını ve aç midelerini rahatlatacak çözümlerle gelmesi, bunları her yerde anlatması, insanları ikna etmesi beklenmez mi? Yani, son yirmi yıldır AKP'ye oy vermiş ve bugün artık yıllardır sırtını dayadığı siyasi partiye sırtını dönmeye hazırlanmış bir kitleye ne sunuyor muhalefet? Neyin sözünü veriyor? Ne değişiklikler öneriyor? Hangi parayla hangi dönüşümleri yapacağını iddia ediyor? İktidarı eleştirmek bir şeydir ama iktidara namzet olmak başka bir şeydir. Oy kullanacak bir vatandaş olarak -ki AKP'ye hiçbir zaman oy vermedim- ben bile bu soruların yanıtlarını bekliyorken, yukarıda sözünü ettiğim ve yönelecek cenah arayan kitle hayli hayli bu sorularla meşguldür. Sokak röportajlarına bakarak "bu maçı alacağız" havasına girmek hem çok yanlış -Hafta içi gündüz vakti sokakta yürüyen vatandaş Türkiye'nin seçmen nüfusunu temsil edebilir mi Allah aşkına!- hem de çok tehlikelidir. 

Uzun yazmanın bir anlamı yok. Çok bilgili ve iddialı olduğum konular değil bunlar. Sadece durumu can sıkıcı ve alarm verici bulduğum için, günlük yazı programımdan biraz sapıp bu satırları yazma ihtiyacı duydum. Yarın yine bu aralar üzerinde çalıştığım öyküye dönerim.   

Sevgiyle ve umutla kalın,

* Çinli askeri stratejist Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı" adlı kitabında şöyle bir cümle geçer. Kitap yanımda yok, İngilizcesinden kabaca çevireyim: Bütün savaşlar kandırma sanatına dayanır. Saldırıya hazır olduğumuzda, hazır değilmişiz gibi görünmeliyiz. Kuvvetlerimizi cepheye sürerken, bir şey yapmıyormuş gibi görünmeliyiz; yakındayken onların bizim uzakta olduğumuzu düşünmelerini, uzaktayken de yakında olduğumuzu düşünmelerini sağlamalıyız.



12 Şubat 2022

Kulaklık (1)

  Tık tık tık…


Adımlarını yeşil ışığı ilk gördüğü 50 metre geriden hızlandırmış olan Yi Xiong, ışık kırmızıya dönerken yola atlamış ve arabalarının içinde sabırsızlıkla bekleyen sürücülerin sabırsız bakışları eşliğinde caddeyi koşar adımlarla geçmişti. Kazandığı birkaç saniyeyle ne yapacağını bilemese de soluk soluğa diğer kaldırıma adımını attığında bu başarısından dolayı kendisini tebrik etti. “Aferin sana, Yi Xiong. Zamanını verimli kullanarak hayattan alınabilecekleri maksimize etmede üstüne yok!” düşüncesi tam olarak bu sözcüklerle aklından geçmemiş olsa da bu düşüncenin tortusu denilebilecek bir ferahlık ve serinlik tepesinden tırnağına kadar yayılmıştı. Çocukluğundan beri böylesi ufak tefek kazançlardan mutluluk anları çıkarmaya ve bu anları kişisel bir ego bayramına dönüştürmeye alışmıştı; kimseyi kırmayan, hiçbir canlıya zarar vermeyen, genel kurallar ve kabul görmüş uygulamalar dahilinde yapılan, küçük hesapların küçük kârlarını elde etmek ona hep ne kadar da zeki ve iyi kalpli bir insan olduğunu hatırlatmış, bu şekilde hem başkalarına iyi örnek olduğunu hem de dünyanın toplam iyilik küfesine olumlu anlamda katkıda bulunduğunu düşündürmüştü. Kurmuş olduğu küçük prensliğin ezeli ve ebedi hükümdarıydı o, kimseye hesap vermek zorunda olmadığı gibi çoğunlukla etrafındakilerin takdirini de kazanırdı. Keşke herkes onun gibi, kimseyi rahatsız etmeden, sadece ve sadece daha çok çalışarak ve aklın önerdiği yöntemleri kullanarak mükemmele giden yolun müdavimi olsalardı. O zaman ne yoksulluk kalırdı dünyada ne de savaş! Adaletsizlik, zulüm ve gözyaşı silinirdi yeryüzünden bir daha hortlamamak üzere. Ama nerede? İnsanların akılları fikirleri ya hak ettiğinden fazlasını istemekle ya da asla elde edemeyecekleri bir güzelliğin kapısında mızmızlanmakla meşgul. Bir de herkes duygularının esiri olmuş bu devirde, kısa erimli hazların peşinde helâk olmayı uzun erimli huzura tercih ediyorlar. Yalan mı? Her gün tanık oluyordu sabırsızlığın ve akılsızlığın doğurduğu elim sonuçların örneklerine, her gün, her saat, her dakika! Ama o farklıydı, farklı olduğu için de kendisini tanıyanların gıpta ettikleri basit, sakin ve istikrarlı bir hayatı vardı.Emin adımlarla tırmanıyordu başarı merdivenlerini, bir gün gelecek başarısının sırrını soran gazetecilere anlatacaktı hayatını üzerine inşa ettiği üç kolonun disiplin, çalışkanlık ve iyilikseverlik olduğunu. O güne daha çok vardı, şimdilik gün batımına az kala çıktığı akşam yürüyüşünü bitirmesi gerekiyordu. Hem zaten içinde kendisini duyurmak için hoparlörün üzerindeki toz zerreciği hibi zıpzıp zıplayan ikinci bir ses daha vardı. Bu ses tüm bu aklından geçenlerin, öz gayretiyle göğsünü şişirip aynaya bakma alışkanlığının, başkalarının gözüne şirin görünmek adına yapılan şaklabanlıkların ne kadar yalnız ve sefil bir hayatı olduğunu unutturmak için uydurulmuş bir bahaneler zinciri olduğunu söylüyordu. Bu ikircikli durumdan kurtulmak için duraksadı, derin bir nefes aldı. Hangi yöne gideceğine karar verdi. 


Ara yola dalmadan önce kendi etrafında tam bir tur yapıp çevresini gözlemledi. Ağaçların dallarına asılmış irili ufaklı yüzlerce kırmızı fener, dükkânların camlarına yapıştırılmış şişman kaplan resimleri, binaların önlerine konmuş saksılar içindeki mikroskop altında bakılan sinek gözünü andıran mandalina ağaçları, telefonundan videolar izleyerek akşamın gelişini hızlandırmaya çalışan bir bekçi, bomboş cadde boyunca kendinden emin adımlarla yürüyen tasmasız bir köpek… Yüreğinde az önce beliren anlık memnuniyet saman alevi gibi sönüvermişti bu son görüntüyle. Şu sahipsiz köpek kadar sert adımlar atamıyordu ya, ona yanıyordu içten içe. O bile nereye gideceğini biliyor, hedefine kilitlenmiş, oyalanmıyor etrafıyla, güm güm güm, yavrularına yemek götüren bir anne ya da yolun sonundaki inşaat sahasında arkadaşlarıyla buluşacak bir delikanlı… Peki ya sen! Sen nereye gidiyorsun? Denize düşmüş ve dev dalgaların esiri olmuş ufacık bir oyuncaktan farkın ne? Yapacak bir işin olmadığı için, tüm arkadaşların şehirden ayrılmış olduğu için,  en çok da yalnızlığını kendine unutturmak ve sabah yüze çalınan soğuk su gibi şehrin ıssız caddelerini suratına vurup ayılmak için… Oysa beklediğinin tam tersi gerçekleşmek üzereydi.  Akşamın alacakaranlığında gözüne takılan her şey, böylesi önemli bir günde bu koca şehirde cadde kenarına bırakılmış bir zavallı yavru kediden farksız olduğu duygusunu köpürttükçe köpürtüyordu göğsünde. 


Şirketin verdiği parayı kabul edip, bu yılbaşında annesini ve babasını görmekten vaz geçmişti Yi Xiong. Ne uğraşacaktı bu zamanda seyahat etmenin onca ceremesiyle. Otur oturduğun yerde, salgın bitince gidersin, hava biraz yumuşayınca, önlemler azaltılınca. Böyle düşünmüştü parayı kabul ederken ama şimdi görüp hissettikleri taş gibi oturmuştu midesine. Gerçeklik böyleydi işte, acı bir şurup gibi vaat ettiği güzel geleceğin ücretini peşinen tahsil ediyordu.  Banka hesabı kabarmış, seneye almayı düşündüğü arabaya bir adım daha yaklaşmış ama aynı oranda ayakları karıncalanıp karnı ağrımaya başlamıştı. 


Tık tık tık…


Neyin sesiydi bu. Annesinin telefonda konuşurken tırnaklarıyla sehpanın üstünde tutturduğu ritmik melodinin mi? “Bu yılbaşını da bensiz geçirin anneciğim. Teyzelerim, dayım var orada, onların çocukları var. Yeter size. Ben bu yıl gelmeyeyim. Salgın bitmedi henüz, şimdi geri dönüşte sıkıntı çıkmasın. Bak şirket para verdi Shenzhen’den ayrılmayanlara. “Yeter ki bir yere gitmeyin, işler aksamasın” dedi patron. O paranın bir kısmı senin, banyonun kırılıp dökülen fayanslarını yenileyeceğiz. Tamam mı anneciğim? Anlaştık mı?” Böyle mi demişti? Babasına da alet takımını yenileyeceğine dair söz vermişti. Ne fark eder ki, unutacaklardı zaten. Yılbaşında biricik oğullarını göremedikten sonra kim ne yapsın yeni fayansları ya da pilli matkabı! Seneye dillerinde bir tek “Geçen yıl gelmemiştin, bu yıl ne iyi ettin de geldin” cümlesi olacaktı. O, “gelmemiştim değil gelememiştim” diye düzeltmeye çalışsa da beceremeyecekti. “Aman canım ne fark eder” deyip soymakta olduğu sarımsaklara dönecekti annesi. Sessizliğiyle, iç çekişiyle, en çok da et kesme tahtasının üzerinde sessizce hareket ettirdiği bıçakla tüm dünyadan intikam almasını bilen annesinin solgun yüzü belirdi zihninde. Kafasını dağıtmak için etrafında gördüğü şeylere odaklanmaya karar verdi Yi Xiong. Uzun saplı faraşa dayandırılıp kaldırımın ortasında bırakılmış bir süpürgeyi görünce şaşırdı. Etrafta belediyenin temizlik görevlilerinden birisi yoktu. Ne yapmıştı adam; süpürgesini, faraşını kaldırımın ortasına bırakıp yemeğe mi gitmişti? Yılbaşı akşamlarında dışarıdaki hayatın bu derece yavaşladığını, hatta donma noktasına geldiğini ilk defa gözlemliyordu Yi Xiong. Birbiri ardına gelen onlarca kapalı dükkân serisini bozan açık bir tuhafiyeci kalmıştı. Onlar da zabıtaların yokluğunu fırsat bilip dükkânda ne varsa kaldırıma sermişler, yoldan geçen tek tük vatandaşa gocuk ve yelek satmaya çalışıyorlardı. Çırılçıplak soyulmuş bir mankenin kafasına konmuş kırmızı bere, yolun karşı tarafında geç kalmışlığın verdiği acelecilikle kâğıttan bir evi yakmaya çalışan yaşlı bir kadın, streç filmle kaplanmış saksıda mandalina ağacı, kepenklere yazılmış anlamsız resimler ve karakterler, cadde boyunca ilerleyen irili ufaklı kırmızı fenerler ve onların altlarından sarkan püsküller… Bütün bu gördükleri ona tek bir soruyu sorduruyordu: 15 milyonluk bu şehirde neden bu kadar yalnızdı? Şirkette kendisi gibi memleketine dönmemeyi tercih eden onlarca kişi vardı. Belki de şimdi lüks bir otelin lobisinde bir araya gelmişler, birazdan yiyecekleri açık büfe yemeğin tartışmasını yapıyorlardı. Neredeydi tüm bu insanlar? Lüks bir otelin 32. katındaki 360 derece dönebilen lokantada yemek yemeye karar veriyorlardı da neden ona haber vermiyorlardı? İçlerinde kadınlar da vardı muhakkak. Su damlasını andıran gümüş küpeler takan sekreter de katılmış mıydı yemeğe acaba? Ya da çok nadiren de olsa asansörde karşılaştığı o burnu hızmalı kız? Bu kızı ve burnundaki hızmayı ne zaman aklına getirse yüreğinde sinsi bir çığlık belirirdi, bir türlü yüzeye çıkamayan kocaman bir kava kabarcığı gibi bu dev çığlık uzun süre sağlıklı düşünmesinin önüne geçerdi. Öyle ya, noktadan hallice bu ufacık metal nasıl oluyordu da sıradan bir genç kızın çehresini bu derece çekici hale getirebiliyordu. Defalarca rüyasını görmüş, parmak uçlarıyla dokunup sertliğini ve soğukluğunu hissetmiş, eğilip tam öpecekken nefes nefese uyanmıştı. Hele bir de kız gülümsediğinde, yanakları şişip dudakları büzüldüğünde, tavandan gelen ışık hızmadan yansıyıp zehirli bir ok gibi onun bezik gözlerine saplandığında… Böyle anlarda bacakları çözülür, asansörün halatları kopmuş gibi bir boşluk duygusu midesine hücum eder, nereye saklayacağını bilemediği mahçup yüzünü aşağıya çevirirdi. 


Tık tık tık… 


Belki de babasının balkondaki masayı tamir ederken yere düşürdüğü vidanın sesiydi bu. Hani şu masanın göbeğini bir türlü tutamayan, iki-üç haftada bir kendiliğinden gevşeyip düşen, babasının da sanki dev bir makineyi onarıyormuş gibi eski alet çantasıyla balkona çıkıp birkaç başarısız denemeden sonra yerine yerleştirdiği ve iyice sıktığı vida. Bu düşünce zihninde belirir belirmez sol eli istemsizce kulağına dokundu. Bir anda göğsünden karnına doğru inen bir sıcaklık hissetti. Ayağı yaş betona saplanmışçasına olduğu yere mıhlandı. “Lanet olsun!” dedi duyabileceği bir sesle. Sonra devam etti kendisine hitap etmeye, “Lanet olası kulaklık, aptal şey, ne ara düştün de bana haber vermedin, zaten bekliyordum senden böyle bir ihanet!”. Dönüp arkasına baktı, kaldırıma serdiği gocukları toplayan ve dükkânını kapatmaya hazırlanan kadından başka kimseyi göremedi. Dinlediği motivasyon arttırıcı kitabının ne zaman durduğunu hatırlamaya çalıştı ama olmadı. En son, “Nihayetinde bebeğin kafası görünmeyecekse çektiğiniz acılar boşuna yaşanmıştır.” gibi bir şeyler demişti. Evet, bunu demişti kitabı kulağına okuyan ses, kendisi de hafiften gülümsemişti bunu duyunca. Bu cümleden sonrasını hatırlamıyordu. Yürürken kitap dinlemek ona göre değildi, bunun farkına çoktan varmıştı ama yine de vazgeçemiyordu bu yeni edindiği huyundan. Ne yapsındı? Birbirinin aynı sözleri tekrar edip duran saçma sapan müzikleri mi dinleseydi? Müzik dinlemeyi kendini bildi bileli sevmemişti, insanların müzik dinlerken neden zevk aldıklarını, neye dayanarak kontrolü kaybettiklerini, hangi gizemli dünyaların kapılarını aralayıp kısa bir süreliğine de olsa oralarda cirit attıklarını ne anlayabiliyordu ne de anlamak istiyordu. Kitap dinlerken, dikkatini her daim kitaba veremese de, en azından bir şeyler öğreniyor, değerli vakti boşa geçmemiş oluyordu. Hem bu devirde vakitten daha değerli, daha kıt ne vardı ki zar zor elde ettiği bu değerli mücevheri har vurup harman savursun? Doğru olanı yaptığından emindi, doğru ve verimli olanı. Gerçi, bu kablosuz kulaklıkları kullanmaya başladığından beri ikircikli bir kaygı doldurup taşırıyordu yüreğini. Kulakları mı çok ufaktı, kulaklıklar mı çok iriydi, yoksa adımlarını daha mı aheste atmalıydı?. Neden aklının bir köşesinde hep onların düşeceği düşüncesine yer vermek zorundaydı? İşyerindeki arkadaşlarının hiçbirisinde böylesi bir kaygıyı gözlemlememişti. Bir tek kendisi vardı koskoca dünyada kulakları düşecek diye endişelenen ve bu yüzden dinlediklerine odaklanamayan. Hoş, görünen o ki bunca hafakan da bir işe yaramamıştı, düşen düşmüş ona da haber vermemişti. En azından bir yönden şanslıydı. Kulaklık yılın en sakin, en sessiz, en yalnız akşamında düşmüştü. Eğer yürüdüğü yolu gerisin geriye takip ederse kulaklığa ulaşması zor olmayacaktı. 


Kaldırım çok kalabalıkmış da diğer yayalara yol açıyormuş gibi yaparak kenara çekildi. Düşündü, kaba bir plan yaptı. Yere bakarak yavaş yavaş yürüyecek, en azından hafif suçlar işlemiş gençlerin tutulduğu eğitim merkezine -kulaklıkları bu binanın önünden geçerken takmıştı- kadar adımını attığı her yeri didik didik edecekti. Yollar tenha olduğu için kulaklığı birinin görüp de almış olma olasılığı düşüktü. En kötü senaryo birisinin farkına varmadan ayağıyla vurması ve kulaklığın ya yola ya da yol kenarındaki çalıların arasına savrulması ihtimaliydi. Bunu da göze alacak, en azından kaldırım kenarındaki çimenlere göz gezdirerek ilerleyecekti. Yeşilin içine dalmış bembeyaz bir nesnenin akşamın alacakaranlığında kendini belli etmesi ve ben buradayım demesi çok zor olmasa gerekti.   


10 Şubat 2022

Sabahları Yazmak

İnsan bir kere yirtirdi mi günlük rutinini, eski momentumuna tekrar kavuşması vakit alıyor. En azından, benim gibi yazma eylemini hiçbir zaman kolay bulmayan, yazmayı lastikleri patlak bir arabayı yokuş yukarı itmekten farksız gören amatör yazarlar için bu durum böyle sanıyorum. Eski okulumdayken 2 saatlik öğlen paydosu çölde bulunmuş vaha misali hayati bir değere sahipti benim için. Şimdiki okulumda ne bir öğlen paydosum var ne de gün içinde iki kelime yazacak kadar vaktim. Beş ayrı dersim var her gün, her bir sınıfa farklı bir şey öğretiyorum. Akşama kadar deli danalar gibi dolanıyorum ortalıkta. Gerçi denemedim diyemem. Okulun kütüphanesinde yazmayı denedim ama olmadı. Çok öğrenci var, soru soruyorlar, rahatsız ediyorlar. Hiçbir şey yapmasalar bile, birbirleriyle İngilizce konuştukları için -anlamadığım bir dil konuşsalar rahatsız olmazdım- yazdıklarıma odaklanamıyorum. Akşamları yazmayı denedim birkaç kere ama yine olmadı. Hem çok yorgun oluyorum -bedenen ve zihnen cılkım çıkmış oluyor eve geldiğimde- hem de akşamları J ile birlikte bir şeyler yapabileceğimiz tek zaman dilimi olduğu için sürdürülebilir bir çözüm değil bu. Dışarıya yürüyüşe çıkıyoruz, sitedeki kedileri besliyoruz, parkta oturuyoruz, arkadaşlarla buluşuyoruz falan... Bunları yapmasak bile evde oturup birlikte film ya da belgesel izliyoruz. Akşama kadar zaten yalnız J, bir de ben eve gelip yemek yedikten sonra kendimi odama kapatıp iki saat yazıyla mı uğraşayım? Haksızlık olur ona! Bu yüzden geriye kalan tek zaman dilimine, sabahlara sığındım. Son üç sabahtır iyi gidiyor. Bir aksilik çıkmazsa hafta içi hafta sonu demeden bu rutini her gün devam ettirebilirim. Sonuçta, her sabah 6'da kalkıyorum yataktan. Okulda ilk saat dersim olmadığı için biraz geç gitsem sorun çıkmıyor. Zaten kimsenin karıştığı yok bana. They need me much more than I need them. Sabah 6 ile 7:15 arasında 500 kelime yazmak zor olmuyor. Kalkıp tuvalete gittikten ve elimi yüzümü yıkadıktan sonra hemen oturuyorum masanın başına. İlk kırk beş dakikada kahve içmiyorum. Beş dakika ara verip kahvemi yapıyorum ve sonrasında devam ediyorum kaldığım yerden. Ev sabahları sessiz oluyor. J uykuda, kediler uykuda. Bir tek Boncuk uyanık oluyor. Onu da kapıya -daireler arasındaki boşluğa, merdivenlere ya da asansöre girişi yok- çıkarıyorum birkaç dakikalığına. Hevesini alıp geri geliyor, uykusuna kaldığı yerden devam ediyor. Ben de en azından bir paragrafı bitirene kadar yazıyorum. Önceki yazdıklarımı düzeltiyorum. Vakit dolu dolu geçmiş oluyor. Tatmin olacak kadar yazdıktan sonra da duş alıp okula gidiyorum. Okulda neşem yerinde oluyor çünkü günlük yazı sorumluluğumu yerine getirmişim, artrık her türlü çılgınlığı ve tembelliği yapabilirim. Üzerimden büyük bir yük kalkmış oluyor, insanlığa karşı ahlaki ve vicdani ödevimi yerine  getirmişim gibi bir hafiflikle günü geçiriyorum. Başka şeylerle -kitaplar, youtube videoları, matematik vb- ilgilenirken ne bir suçluluk duyuyorum ne de kafam ikide bir "bugün ne zaman yazacağım?" sorusuna saplanıyor. Tabii, işin sürdülebilirliği en önemli yanı. Üç sabah yazıp sonrasında devam edemeyeceksem boşuna hevesleniyorum demektir. Onu da zaman gösterecek. İlk üç günde verimi ya da kaliteyi düşüren bir unsura rastlamadım. Belki ileriki günlerde akşamları daha erken yatmayı -10:30 mesela- ve haftada bir gün -Pazar sabahları?- ara vermeyi düşünebilirim. Bekleyelim görelim... Au revoir :)