Bu Blogda Ara

25 Ağustos 2019

Şiddet Üzerine Kısa Bir Deneme


                         


Ne zaman bir kadına, bir çocuğa ya da bir hayvana uygulanan şiddet kameralara alınıp, görüntüler sosyal medya aracılığıyla toplumun her kesimine hızlıca yayılsa; toplum bir anda diğer zamanlarda yüzünü çevirip pek bakmadığı o ezilen ve hor görülen kesim için birleşmeye karar veriyor. Emine Bulut cinayeti, tıpkı kendisinden önceki yüzlerce diğerleri gibi canice ve haince işlenmiş bir cinayettir. Bir çocuğun annesinin yanında yalvarıp yakarması, annesinin yavrusunun yüzüne bakarak “Ölmek istemiyorum.” deyişi, etrafı kana bulayan kocanın elini kolunu sallayarak çıkıp gitmesi… Yürekleri dağlayan, insanı insanlığından utandıran sahneler bunlar ve maalesef, pek çoğumuz artık kanıksadığımız bu tip cinayetler karşısında sadece olay aşırı dramatize edilmiş bir halde karşımıza çıkarsa sesimizi çıkarıyor, bir şey yapmış olma adına sosyal medyada tepkimizi dile getiriyoruz. Oysa Emine Bulut cinayetinden birkaç gün sonra, Samsun’da yaşayan Hasan Beykoz, apartman dairesinde tartıştığı karısını ve kızını kurşun yağmuruna tutup öldürdüğünde yukarıda bahsettiğim tepkinin onda birini bile vermiyoruz. Peki ya iki gün önce Gaziantep’te hastaneye gelip yeni doğum yapmış karısını bıçaklayan adama ne demeli? Bu sabah abisi tarafından dövülen ve sokak ortasında bıçaklanan genç kız? Elimizde bıçaklanma ânının görüntüleri yok diye sesimizi çıkarmayacak mıyız? Ya da sadece Emine Bulut üzerinden mi şekillendireceğiz sosyal medya mücadelemizi? Onu simge yapıp –tıpkı bir zamanların Özgecan’ı gibi-, bu durumdan kendimize “Bak ben sosyal konularda duyarlıyım.” mesajı mı vereceğiz etrafımıza. Hatta daha da ileriye gidip, bu konuda yazıp çizmeyenlere sataşacak mıyız, onları duyarsızlıkla ve vurdumduymazlıkla mı suçlayacağız? Demek istediğim şey şu, toplum olarak “Bir milyon kişi ölür istatistik olur, bir kişi ölür trajedi olur.” sözünü doğruluyoruz bir bakıma. Bir çeşit kısır döngüdür bu. Yılda bir ya da iki kere toplum uyanır, şöyle bir silkinir, aslında hemen her gün gerçekleşmekte olan bir olaya, sanki diğerlerine vermediği tepkiden intikam alıyormuşçasına orantısız bir tepki verir. Orantısızdır ama haklıdır tepki, dolayısıyla siyasetçilerin ve hukukçuların dikkatini çekmeyi başarır. Birkaç milletvekili ya da bakan konu hakkında “Takipçisi olacağız.” anlamına gelen laflar ederler. Meslek örgütleri, sanatçılar, ticaret odaları sosyal medyada yüzbinlerce defa paylaşılan açıklamalar yaparlar, herkes tek yürek olup mazluma üzülür ve zalimi lanetler. Cani hapse girer, toplum sakinleşir ve bir sonraki infiale kadar eski uykusuna kaldığı yerden devam eder. Bu arada çözüm adına popülist fikirler de ürer. “İdam geri gelsin!”, “Bu adamı da aynı şekilde öldürelim!” gibisinden akla ziyan çözümler dalga dalga yayılır ve zamanla sönüp unutulur. Peki, gerçek anlamda ne yapmalı, toplumu nasıl dönüştürmeliyiz ki bu tip cinayetler tekrar etmesin.

Öncelikle, bu cinayetleri “kadın cinayeti” diye ayrı bir kategoriye koymak toplumda karşı konulmaz bir kutuplaşmaya neden oluyor. Kadın cinayeti, erkek cinayeti, çocuk cinayeti, hayvan cinayeti… Şiddet her yerde ve her şekilde şiddettir. Erkeğin kadına, kadının çocuğa, ev sahibinin evde temizlik yapan hizmetçiye, işverenin işçiye, polisin protestocuya, çocuğun hayvana, insanın ağaca… Ortada güçlünün fiziksel avantajını kullanarak güçsüz üzerinde tahakküm kurma ve onu ezme, sindirme, yok etme çabası vardır. Daha da kötüsü bu çabayı genelde kanıksamış bir toplum, ezilene “Senin elin yok mu, çaksaydın sen de iki tane!” diyen bir kültür var. Yani, “Ben güçlüyüm sen güçsüzsün, o halde ben seni ezerim, kafana vurur ekmeğini alırım, kimse de sesini çıkaramaz.” zihniyetinin toplumun her kesiminde öyle ya da böyle kabul görmüş olması vardır sorunun en temelinde. Bir kediye işkence eden ve bundan zevk alan çocuğun birkaç yıl sonra seviyorum diye kandırdığı kıza aynısını yapmayacağını garanti edebilir miyiz? “Vücudunda iz bırakmayacak kadar olursa kocanın karısını dövmesinde mahzur yoktur.” diyen bir adamın ileride kendisini tutamayıp karısını döve döve öldürmeyeceğini söyleyebilir miyiz? “Kızını dövmeyen dizini döver.” diyen bir ananın ileride öz kızının babası tarafından dövülmesine karşı çıkacağına kefil olabilir miyiz?

Nereden bakarsak bakalım, şiddeti seven, şiddeti kanıksayan ve bu kanıksamayı yeri geldiğinde filmlerimizle, siyasetimizle, spor müsabakalarımızla, günlük konuşmalarda ve sosyal medyada kullandığımız dille alenen gösteren bir toplumuz. Çok çabuk parlıyor, celalleniyor, tahrik oluyor ve iletişim yollarının belki yarısını bile tüketmemişken saldırıya geçiyoruz. Sakin değiliz ve anne-babadan çocuğa geçen irsi bir hastalık gibi taşıyoruz bu şedit halimizi. Onurumuz ve gururumuz var, ona laf edene hemen sokuyoruz sustalıyı. Deliyoruz ciğerini, karşımızdakinin –beş dakika önce muhabbet ettiğimiz dostumuz ya da yıllarca aynı yastığa baş koyduğumuz eşimiz de olabilir bu kişi- ciğeri kanla dolup taşarken bizimkisi soğuyor, rahatlıyor. Asıl utandıran durum ise mahkemede yaşanıyor. “Tahrik indirimi” denen bir şey var. “Beni tahrik etti, anama babama küfretti, bacıma sövdü, dinimle alay etti.” deyince yumuşayıveriyor yargıç. Çabuk tahrik olduğumuz için ve yasalarımızda tahrik indirimi olduğu için bizler de artık tahrik olma hakkımız varmış gibi davranıyoruz, ona göre şekilleniyor sosyal normlar ve etrafındaki davranışlar. Bana kalırsa kimsenin tahrik olma hakkı diye bir şey olmamalı, ilk fiskeyi vuran her zaman için suçludur. Söze sözle karşılık verilir, şiddetle değil. Hiçbir söz şiddeti tecviz edemez, etmemelidir.

Bir de alabildiğine korkağız, başımıza bir şey gelir de kendimizi koruyamayız diye bir şeylere dayanma ihtiyacı duyuyoruz. Cinayetleri işleyenlerin ifadelerini okuyun. “Yanımda her zaman taşıdığım bıçağı çıkardım ve soktum!” diyor adam. Kimse de sormuyor, neden yanında bıçak taşıyorsun? Ben hayatım boyunca hiç bıçak taşımadım mesela, yokluğunu da hissetmedim. Demek ki toplumun bir kesimi bıçağın yokluğunu hissediyor ve belki korkudan belki de alışkanlıktan ötürü sokağa adımını atmıyor o keskin metali beline takmadan. İstatistiklere göre Türkiye’de yaşayan yaklaşık her on yetişkinden birisi silah (tabanca, tüfek) sahibiymiş.  Silah alacak kadar parası olmayanlar da bıçak taşıyorlar yanlarında. Metro girişlerinde, çarşıda pazarda, bildik tüm meydanlarda kimlik kontrolü yapan polisler neden bıçak kontrolü yapmazlar mesela? Neden el koymazlar gereksiz yere taşınan bıçaklara? Şehirde evinden işine giden bir adamın karşısına nasıl bir tehlike çıkabilir ki bıçak taşıyor üzerinde? Neden ve kimden korkuyor? Savunma amacıyla taşıyorsa daha etkili yöntemler vardır sanıyorum. Ne bileyim, saldırganın gözlerini yakarak saldıramaz hale getiren biber gazı mesela! Ya da elektroşok vererek saldırganı kısa süreliğine etkisiz hale getiren küçük tabancalar…

Tabii ki bıçaklar değil sorunun temeli ve bütün bıçakları toplasak bu sefer başka yöntemler bulacaktır psikopat kafalı adamlar. Dün yine haberlerde vardı. Adamın birisi karpuz alıyor. 10 dakika sonra karpuz kelek çıktı deyip, karpuzu kendisine satan seyyar satıcının kardeşini bıçaklıyor. Bıçağı da karpuzcunun tezgâhından alıyor! Çocuk diyor ki “Ben bu adamı ilk defa görüyorum. Önce kelek çıkan karpuz yerine yenisini vereyim dedim, kabul etmedi. Paranızı geri vereyim dedim, siniri yine yatışmadı. Tezgâhtaki bıçağı alıp bana sapladı.” Böyle bir olayı okuyunca ister istemez şu soru geliyor akla: Karşılaştığı her sorunu şiddetle halletmeye alışmış bir insanı biz toplum olarak nasıl yetiştirdik? Ne yaptık da yanında taşıdığı ya da civarda bulduğu bıçağı anlaşamadığı kişiye saplamayı erkeklik sanan beceriksiz erkekleri yetiştirdik? Beceriksiz diyorum çünkü sorunları barışla, karşılıklı iletişimle, özveri ve güvenle çözmek beceri ister, sabır ister, ciddi çaba ister. Şiddet kolaya kaçmak, var olan düğümün üzerine bir düğüm daha atmaktır. Bir insan en basit bir engelle karşılaştığında hemen şiddete başvuruyorsa o insan çocuk ruhlu bir zavallıdan başka bir şey değildir çünkü daha iyisini becerebilecek kapasiteden uzaktır.

Sorunun temeli çok derinlerde olduğu için çözüm de çok derinlerde yatıyor maalesef. İş her zamanki gibi annelerle başlıyor. Çocuklara merhametli olmayı, duygudaşlık geliştirmeyi, iletişim kurmayı öğretmeleri gereken kişiler anneleri ve babalarıdır. Bunu hem etkinliklerle hem de ev içinde örnek davranışlar sergileyerek yapabilirler. Çocukları öyle yetiştirecekler ki değil herhangi başka bir insanı bir böceği, bir karıncayı, bir çiçeği bile incitmeye çekinecek çocuk. Ona göre yaşayacak, ona göre tedbirlerini alacak ve hayatını kimseye zarar vermeme ilkesi üzerinden inşa etmeye çalışacak. Şiddet hiçbir zaman dünyasına girmeyecek. Gerekirse televizyondan, şiddet içerikli filmlerden ve oyunlardan uzak kalacak. Yeri geldiğinde, bir sivrisineği öldürdüğünde bile suçluluk duyacak. Bunun yanında okul öncesi eğitimlerde şiddetin çözümsüzlüğü körüklediğini, duygudaşlığın bir zaaf değil insani bir erdem olduğunu, konuşarak ve anlaşarak kazan-kazan tarzı çözümlere ulaşabileceğimizi Türkiye topraklarında yaşayan her çocuğa öğretmeliyiz. Bunun için tabii ki önce okul öncesi eğitimi zorunlu hale getirip, ülkenin her köşesine yaymak gerekecek. Şiddetin savunma dışında hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacağını, bıkmadan usanmadan anlatmalıyız gençlere. Okullarda ahlak derslerini din dersinden ayırıp, uygulamalı hale getirmeliyiz. Matematiği, bilimi öğretmeye çalıştığımız kadar ahlakı da öğretmeye çabalamalı, bu konuda ciddi müfredat çalışmaları yapmalıyız. Şiddetsiz bir toplumu yaratmak için gençlere, sorunlarla sadece ve sadece iletişim yoluyla, aklımızı ve duygularımızı kullanarak baş etmenin yollarını öğretmeliyiz. Kültürün kodlarına sızmış şiddet içeren tüm mekanizmaları yavaş yavaş elimine edip uzun erimde yok etmeliyiz.

Yol uzun, çetrefilli; ciddi çaba ve sabır gerektiriyor. Üç beş yılda sonuç verecek, binlerce yıldır kültürün içinde var olmuş şiddet elementlerini yok edecek bir yöntemin var olduğunu düşünmek saflık olur. Ne idamın gelmesi ne de bu tür olayların sosyal medyada daha çok ses getirmesi sorunun çözümüne fayda sağlayacaktır. Hatta tem tersine, cinayeti işleyen kişiyle hemfikir olanların sayılarının gizli gizli artmasına bile neden olabilir bu tarz infialler. Şiddet, damarlarda atıl halde gezen bir virüs gibi dolanır insanın/toplumun bünyesinde, ortaya çıkıp kendisini ifade edeceği ve çoğaltacağı ânı bekler. Kuduz virüsü gibi, bazen yıllar alır belirtilerin ortaya çıkması. Bir kere belirtiler görünmeye başlayınca da virüsün neden olduğu hastalık durdurulamaz. Bu yüzden çocuklar çok erken yaşlarda aşı olurlar, zararlı virüsler sonradan bedene girince etkin hale gelemesinler diye. Dolayısıyla şiddeti aşısız yenemeyiz. Aşının en iyi tutma yaşı da çocukluktur. Çocuklara merhameti, sevgiyi, huzuru ve iletişimi doğru şekilde öğretir; onları toplumun DNA’sına sızmış şiddet normlarından koruyabilirsek, bu nesli olmasa bile bir sonraki nesli barışçıl bir dünyada ağırlayabiliriz. Buna bir an önce başlamalı, popülist çözümlerden uzak durarak her yönüyle şiddetsiz bir ülkeyi inşa etme yoluna, konunun uzmanlarının (psikologlar, ahlak felsefecileri, suçbilimciler, eğitimciler...) ve karar verici mekanizmaların (siyasetçiler) desteğini de yanımıza alarak girmeliyiz.

Birileri çıkıp da “Sen de amma tatlı su bebesiymişsin. Sevgi pıtırcığı olmakla çözülmez ülkenin sorunları.” diyebilir. Maalesef, bu alaycı tutum her zaman var olmuştur, ileride de var olmaya devam edecektir. Hiçbir sorunu çözemeyen, çözüm üretenlere de köstek olan, kısa erimli çözümlerle günü kurtarmayı marifet sayan güruhlardır bunlar. Sevmeyi ve merhamet duymayı edilgen bir eylem olarak gören bu zihniyete göre hayat mücadeleden ibarettir ve insanlar çocuklarına mücadeleci olmayı, kavga etmeyi, hakkını yedirmemeyi öğretmelidir. Esasen bu tutumum gözden kaçırdığı tek bir nokta vardır. Mücadeleni, kavganı ya da adını ne koyuyorsan koy, eyleme geçirdiğin planını barış ve huzuru hedef alarak yapmıyorsan hayatını, hiç kuşkusuz, hakkın yenilerek geçireceksindir. Çünkü, okyanuslarda ne kadar büyük olursa olsun herhangi bir balıktan daha büyük başka bir balık mutlaka vardır. Zalimi övdüğümüz ya da ona hak verdiğimiz sürece mağlup olmayı da hak ediyoruz demektir bu. Hayat evrimsel anlamda bir mücadele olabilir ama eğer biz insanlar, aklımızı kullanarak barışçıl toplumlar kuramıyor, içinde yaşadığımız şehirleri şiddetten uzak tutamıyor ve sorunlarımıza kansız çözümler üretemiyorsak neden taşıyoruz o beyni kafamızın içinde, neden böbürlenerek geziniyoruz diğer hayvanların arasında zekâmızla övünerek?

AA - 25.08.2019, Changzhou

17 Ağustos 2019

Kötü Edebiyatın Sarsılmaz İlkeleri


                   Kötü Edebiyatın Sarsılmaz İlkeleri


2019-2020 yazı sezonumu böylesi sert bir eleştiriyle açmam iyi olmadı belki, ama ne yapayım! Bir roman okudum ve okuduğum her sayfada romandan nefret ettim. Hem kendi adıma hem de Türkçe edebiyat okuru adına üzüldüm. Romanın vermek istediği çevreci-özgürlükçü mesajla hemfikir olmam bile dindirmedi içimdeki bu üzüntüyü. Buyurunuz efendim, bir oturuşta yazılmış ve kötü edebiyatı kötü edebiyat yapan ilkelerin bazılarını sıraladığım kısa bir denemeyi bir de siz okuyun.  
   
1.       İyiler ve kötüler keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılırlar. Okur ne iyinin neden iyi olduğunu ne de kötünün neden kötü olduğunu anlar, bu konuda düşünmesine ya da fikir yürütmesine izin verilmez. Yazar, kendi yarattığı ahlaki normlara göre şekillendirdiği karakterlere iyi ve kötü elbiselerini giydirir. Roman boyunca da bu ahlaki normlar okura dikte ettirilir; tek doğruymuş gibi okurun, yazarın seçmiş olduğu iyinin tarafında olması talep edilir. Eğer bir çocuk romanı ya da çizgi roman yazıyorsanız böylesi bir seçim anlaşılabilir ama modern roman dediğimiz ve bireyin özgürleşmesiyle başlayan edebi sanat böyle yazılmaz. Bu yüzden Raskolnikov kendisine o cinayetleri işleten sosyal yapının içerisinde takdim edilir okura. Pek çok okur Raskolnikov’a sempati besleyebilir. Madam Bovary genç kızken okuduğu romantik romanların onda yarattığı beklentilerle birlikte verilir ki okur, kocasını aldatan bu kadının nasıl bu hale geldiğini ve nihayetinde nasıl kendi sonunu hazırladığını kendi hayal dünyasında gözlemleyebilsin. Emma saf kocasını aldatan kötü bir kadındır belki ama mutlaka dünyanın bir yerinde Flaubert'in çizdiği çerçeveden yola çıkarak ona hak veren naif okurlar vardır. Kötünün daima kötü, iyinin daima iyi olduğu romanlar okura belli bir ahlaki normu dikte ettiği için, okuru aptal yerine koyduğu için ve en çok da karakterlere haksızlık ettiği için “ahlaksız” kategorisine alınmalıdır.   

2.       Bol bol klişe ifadeler, tatsız ve aşırı benzetmeler, yanlış yerde kullanılan kelimeler ve deyimler, sürekli tekrar eden sahneler ve imgeler, düşük ya da bozuk cümleler, gereksiz ayrıntılar içerirler. Bir lise öğrencinin yapacağı türden hatalardır bunlar. Sınırları bilememekten, ne yaptığının tam olarak farkına varamamış olmaktan, sahneleri zihinde tahayyül etmemekten, ayrıntılara yeteri kadar önem vermemekten, yazılan cümlelere özen göstermemekten kaynaklanır. Son Ada romanından birkaç örnek vereyim:

Akşam güzel, hava yumuşak, denizden esip yüzümüzü yalayan serinletici ve minik su zerrecikleri getiren rüzgâr pek hoştu. (Yüzümüzü yalayan şey su zerrecikleri mi yoksa rüzgâr mı? Şöyle yazılabilirdi: Akşam güzel, hava yumuşak, denizden eserek gelen ve serinletici minik su zerreleriyle yüzümüzü hafifçe yalayan rüzgâr pek hoştu.)

Bir keresinde, zırhlı otomobilinin geçtiği yolda patlatılan bir C4 bombasından… (Bombanın türünün okura ya da hikâyeye kattığı hiçbir şey yok. Zaten “C4” ifadesi sadece bir kere geçiyor roman boyunca.)

… resimlerinden (fotoğraflarından) tanıdığımız iradeli yüzüyle bize doğru … (iradeli yüz nasıl belli oluyor?)

Beyaz giysileri içinde son derece yakışıklı, tertemiz, disiplinli ve kibar görünüyordu (disiplinli görünmek ne demek?)

Kimse birbirine itiraf etmese de adadaki gerginlik her geçen gün daha elle tutulur bir hal alıyor ve özellikle tepesi tıraş edilince, ırzına geçilen bir bakire gibi güneşin altına sere serpe uzanıveren yol, hepimizde müthiş bir huzursuzluk duygusu uyandırıyordu. (Öncelikle gerginlik asla elle tutulur bir hal alamaz. Zihinleri meşgul eder, insanların hareketlerine yansır, günlük davranışlarda anlık akıldışılıklara neden olur… Ayrıca “ırzına geçilen bir bakire” benzetmesi çok ama çok kötü bir benzetme. Bir benzetmede amaç insan muhayyilesine sığan bir imgeyle durumu anlatmak, okura daha önce hissetmediği bir tadı tattırmaktır. Örneğin, “kedi adımlarıyla indi merdivenlerden” ya da “gökyüzü yaramaz öğrencilerine kızmış bir öğretmen gibi kükredi defalarca”. Sonuç olarak hepimiz kedilerin nasıl sessizce ve hızlı adımlarla merdivenlerden aşağıya indiğini gözlerimizin önüne getirebiliriz. Kızmış bir öğretmenin sınıfında bulunmayanımız yoktur. Muhayyilemiz bu benzetmeleri algılarken ne ajite olur ne de zorlanır. Peki, “ırzına geçilen bakire” deyince ne geliyor aklınıza? Hem çirkin, hem ilgisiz hem de benzetme yapmanın temel gerekçesine ters.)

Kocası karışık işler yapan… (Karışık işler? Yasa dışı? Kumar? Kaçakçılık?)

Onu, yıllar önce başkentte bir kafeteryada garson olarak çalışırken keşfetmiştim. (Gazinoya assolist buluyorsan sorun yok ama burada anlatıcı sevgilisiyle nasıl tanıştığını anlatıyor.)

Beyaz pantolon ve tiril tiril gömlekler (Bu ifade sanırım üç ya da dört defa geçiyor 169 sayfalık roman boyunca.)

Yazar’ı bir türlü geçmişi hakkında konuşturmayı başaramıyorduk. (Yazar’ı geçmişi hakkında konuşturmayı bir türlü başaramıyorduk.)

… hummalı ateşler içinde sayıklayarak, çaresiz doktorun kolları arasında öldü. (Günlerce hasta yatmış bir kadın neden doktorun kollarında ölsün? Ayrıca çaresiz olan doktor mu hasta mı?)

Gölgeli ağaçlarımızın altında … (Sık yapraklı ağaçların gölgesinde…)

Köküne kibrit suyu ekecekti (Köküne kibrit suyu dökecekti)

Parası olmayan halk çocuklarının çoğu gibi ücretsiz askeri okula yazdırılmıştı. (Askeri okullar zaten ücretsiz olurlar, dolayısıyla “ücretsiz” kelimesi hem gereksiz hem de yanlış bir algı yarattığı için hatalı. Ayrıca eğer normalde paralı olan bir yere burslu olarak yazılacaksa cümle “Parası olmayan halk çocuklarının çoğu gibi askeri okula ücretsiz yazdırılmıştı.” şeklinde olmalı.)

Günlerce ateşler içinde yattı, işin en kötüsü de çok uzun bir süre gitar çalamayacak olmasıydı. (Ölüm döşeğindeki bir insan için en kötü şey gitar çalamaması olamaz. Belki kendi dünyasında, çok sevdiği gitarından uzak kalmak onu çok yıpratacaktır, bunu bilemeyiz ama anlatıcının hasta yatağında ateşler içinde yatan bir müzisyen için böyle bir cümle kullanması hem saçma hem de mantıksız.)

Ormanın bir kıyısında, uzaktan bile alevlerini ve dumanını gördüğümüz bir yangın çıkarıldı. Yangın ilerledikçe tilkiler, diğer bütün canlılarla (hayvanlarla!) birlikte ormandan çıkıyor, yıldırım gibi kaçıyordu. … Lara evde, kulaklarını elleriyle kapatmış titriyor, ne olduğunu anlamadığım bir şeyler söylüyordu. Sanırım bir sinir krizi geçiriyordu. (Sanır mısın? Romanın başından beri ne kadar çok sevdiğini anlata anlata bitiremediğin sevgilin sinir krizi geçiriyor ve sen “sanmakla” yetiniyorsun. Git bir bardak su getir, sakinleştirici hap ver, doktoru çağır. Hiç olmazsa sarıl kadına, elini tut, öp yanağından.)

Bir paragraf sonra da şu cümleler geliyor: Bu arada burnumuza bir is kokusu geldi. Sanki çok yakında odun yakılıyordu. Aradan çok geçmeden de bahçeye dumanların dolmaya başladığını gördük… (Anlatıcı karakterin tam bir geri zekâlı olduğunu gösteriyor bu cümle. Küçücük bir adadaki tek orman cayır cayır yanıyor, hayvanlar kaçışıyor, avcılar kaçan hayvanları vuruyor ve bizim anlatıcı bahçeye dolan is kokusundan yola çıkarak yakınlarda bir yerde odun yakıldığı sonucunu çıkarıyor. Bu nasıl bir iş? Nasıl bir neden-sonuç ilişkisi? Nasıl bir yazılan sahnenin yazarın zihninde şekillenmemiş oluşu…)

Örnekler çoğaltılabilir. Hemen her sayfada en az bir tane bunlara benzer örnek bulmak mümkün bu romanda.  

3.       Yaratıcı imgeden mahrum olmak.  Bir edebiyat yapıtını edebiyat yapan şey okura verdiği zevktir. Yazdığınız şey ne olursa olsun, ister şiir, ister öykü ya da roman, okurun yazardan beklediği en önemli şey yaratıcı imgelerle süslenmiş bir hikâye ya da anlatıdır. Yaratıcı imgeler olmadan ortaya çıkan şey bir gazete haberinden ya da bitirme tezinden farklı olmayacaktır. Çoğu roman zaten birkaç paragrafta özetlenebilecek niteliktedir. Yani olayların akışı, karakterlerin tanıtımı ve hikâyenin sonlanışı zaten ayaküstü bir sohbette aktarılabilecek kadar kısadır. Önemli olan detaylardır, üslup ile içeriğin uyumudur, daha önce kimsenin aklına gelmemiş yaratıcı imgeler bulmak ve bunları uygun yerlere yerleştirmektir. Kısacası, iyi edebiyat okuru elit lokantalarda yemek yiyen tatbilirlere (gurmelere) benzetilebilir. Doymak için değil, lezzet için okur. Bir şekilde doyacaksın zaten, en azından zevkini çıkararak ye.

4.         Hikâyenin basit, daha önce başka bir konumlandırmada anlatılmış ve sonunun tahmin edilebilir olması.  Zaten iyiler ve kötülerin kesin çizgilerle birbirlerinden ayrıldığı bir hikâyede okura çok bir seçenek bırakılmamaktadır. Roman boyunca iyinin kazanacağı ânı bekler okur ve nihayetinde beklediği gerçekleşir. Maksadı ahlaki bir ders vermek ya da siyasi bir manifesto ortaya koymak olduğu için yazar da işin bu kısmına pek kafayı takmaz. Hedef yeni bir şey söylemek, insanların ufuklarında yeni pencereler aralamak değildir. Daha çok, siyasi bir bilinç oluşturmak ya da var olan bilinci pekiştirmektir. Bu yüzden pek çok temel soru ihmal edilir. Örneğin, “Son Ada” romanında başlangıçta huzur içinde yaşayan ada halkının neden ve nasıl huzur içinde yaşadığı irdelenmez. Kırk haneden oluşan bu adada çöpleri kim toplar, sokakları kim süpürür; bozulan ev aletlerini, kırılan kiremitleri, çöken yolları kim tamir eder? Bu insanlar varsa adada bir ekonomi var demektir. Ekonominin olduğu yerde de huzur değil, sınıf çatışması olur. Cennet gibi tasvirlerle geçiştirilen bu tür mekânlar bile ekonomik ilişkilerden muaf değildir.  Bu durumda adadaki herkes mi mutludur? Kiremitleri onaran ve hak ettiğinden az para aldığını düşünen işçi de mutlu mudur mesela? Kırılan camın yerine yenisini takan usta aldığı paradan ya da gördüğü muameleden dolayı memnun mudur? Son Ada romanında, bildik bir cennetten kovulma hikâyesini okuyoruz ama cennetin kuramsal olarak bu dünya koşullarında (Aslına bakılırsa öteki dünya koşullarında bile! Huriler ve gılmanlar sosyal sınıfın en altında yer alıyorlar sonuçta!) var olamayacağını ve şiddet olaylarının her zaman için ezenler tarafından başlatıldığını (Ezilenler zaten şiddete maruz kaldıkları için ezilmişlerdir!) göz ardı ediyoruz. Dolayısıyla, hikâyenin en baştan sorunlu olduğunu (Sınıfsız toplum hayaliyle başlaması ama bu sınıfsız toplumun gelir kaynağının belirsiz olması. Tabii ki bu belirsizlik akıllı okuyucunun “demek ki zamanında bunlar da diğerlerini sömürmüş.” demesine engel olamıyor.), bu sorun üzerine inşa edildiği için de asla gerçekçi bir noktaya parmak basamayacağını iddia edebiliriz. Yine romanın bir yerinde, anlatıcı ve sevgilisi adadan ayrılmayı düşündüklerinde şu cümlelerle karşılaşıyoruz: Lara bir garsonluk (işi) bulabileceğini, olmazsa evlere temizlik işlerine (temizliğe) gidebileceğini söylüyordu. Benim gönlüm bir türlü razı gelmiyordu bunlara. Adada geçen onca huzurlu yılın ardından, o vahşi, acımasız, korkunç dünyaya geri dönme düşüncesi ürpertiyordu beni.  (Bu cümlelerde iki ana sorun var. Baş anlatıcının sevgilisinin çalışma isteğini olumsuz karşılaması. Kadın çalışmak istiyorsa adamın gönlü buna neden razı gelmiyor? Sonrasında gelen cümle ise daha bir elitist. Siz adada huzur içinde yaşıyorsunuz da ülkenin kalanında yaşayan, ter döken, emek harcayan, yolsuzluklara ve adaletsizliklere rağmen evine ekmek götüren insanlar ne yapacak? Adanızın huzurundan başka düşünecek bir şeyiniz yok mu? Sizler sabah sporuyla güne başlayıp, akşama kadar yan gelip yatıp, akşamları da gün batımını izleyip, sevgililerinizin kollarında yatağınıza giderken ülkenin kalanında insanlar acı çekiyormuş, zindanlarda çürüyormuş, enflasyon canavarının pençeleriyle parçalanıyormuş, çocuklarının karnını doyuramıyormuş; umurunuzda mı? Kısacası, kitap boyunca öyle plansız, öyle rastgele sarf edilmiş cümleler var ki hikâyenin vermek istediği mesajın tersi rahatlıkla çıkarsanabiliyor bu cümlelerden.)

5.       Karakterlerin hiçbir derinliğe sahip olmamaları, tek boyutlu ve tek sesli olmaları. Bu durum hikâyenin basitliğiyle de yakinen ilgili. İyi edebiyatta karakterler çok yönlüdürler. Yazar onlara verdiği iç seslerle bize karakterin yaşadığı çelişkileri, kafasında yaşanan hafakanları anlatır. Bazen iç sese bile gerek kalmaz, karakterin eylemlerinden anlaşılır kafasının karışıklığı, zihninde meydana gelen fırtınalar. Hemen hepimiz böyle olduğumuz için bu tarz bir yazım bize insanı anlama yolunda önemli bir mesafe kat ettirir. Kötü edebiyatta ise durum tam tersidir. Karakterler ya mutlak iyi (mazlum, nazik, âşık, kırılgan…) ya da mutlak kötü (zalim, bencil, küstah, katı…) oldukları için yazarın onların iç dünyalarına girebilme olanağı yoktur. Bunun en büyük nedeni bu tip karakterlerin bir iç dünyasının olmamasıdır. Adeta birer robot gibi sanki her şeye çok önceden karar vermişler gibi, büyük bir özgüvenle gerçekleştirirler eylemlerini. Karşı tarafı anlamaya çalışmak, değişmek, değişmenin sancısını yaşamak mümkün değildir. Sesleri ve tuttukları taraf hikâye boyunca hiç değişmez. Son Ada romanındaki anlatıcının ve sevgilisinin masum, “Yazar” adlı karakterin bilgili ve Başkan’ın ise zalim olması bu duruma güzel bir örnektir. Roman boyunca bu özellikler hiç değişmez, bu karakterlerin neden bu halde oldukları sorgulanmaz.

6.       Göstermek yerine anlatmak, okurun gözüne sokmak, hiçbir şeyi gizlemeksizin tüm ayrıntılarıyla her şeyi izah etmek. Çehov’un çok sevdiği bir laftır bu. “Anlatma, göster.” Kendisi de tüm öykülerine uygular bu tavsiyeyi. “Ay ışığı evin içini bile aydınlatıyor.” demek yerine “Pencereden giren ayın ışığı cam bardakların saydam yüzeylerinde kırılıp bin parçaya bölünüyor ve odanın duvarlarını loş bir aydınlıkla süslüyordu.” der. (Bunu Çehov demiyor, ben şimdi yazdım ama Çehov’da benzerlerini görmek mümkün.) Şimdilerde moda oldu, beceriksizliğe de sanat diyorlar, hatta daha da kötüsü bunu yapana halk sanatçısı (Oysa halk sanatçısı halkın değerlerini nitelikli yöntemlerle ve yoğun uğraşıyla evrensele dönüştüren kişidir.) diyorlar. Adam betimleme yapamıyor, doğru dürüst cümle kuramıyor, kullandığı kelimelerin anlamlarını bilmiyor, siyasi manifestodan ileriye gitmeyecek eserlere edebiyat nazarıyla bakıyor ama yine de “Halkın seviyesine inmiş olmak için basit bir dil kullandım.” diyerek zaaflarını kapatabiliyor. Zaten en kötüsü de bu. Roman boyunca yazarın “Ben bilerek böyle basit bir dil kullandım.” diyerek okurun sempatisini kazanmaya çalışması. Oysa iyi bir sanatçının asıl hedefi halkın seviyesine inmekten ziyade halkı kendi seviyesine çıkarmak olmalıdır. Bu konuda benim tavrım biraz serttir. Edebi eser veriyorum diyorsan hakkını vereceksin, hata yapmayacaksın, yapmışsan en kısa sürede hatanı düzelteceksin, gece gündüz çalışıp okura hak ettiği eseri okutacaksın. 144 baskı yapıp hâlâ kötü cümlelerle okurun karşısına çıkıyorsan ya okura hiç saygın yoktur ya da edebiyata. Yanlış anlaşılmak istemem; “Ölümsüz Aşk”, “Git Kendini Sevdirmeden”, “Kırmızı Güller de Solar” gibi zihni 15 yaşında kalmış kişilerin yazdıkları edebiyat-dışı romanlara bir sözüm yok. Onların alıcısı bellidir ve doğal olarak tarih boyunca her zaman bu tür edebiyat-dışı (eğlendirici, karın doyurucu) romanlar var olmuştur. Benim derdim büyük iddialarla ortaya çıkan, toplumun gözünde yer eden ama aslen hem içeriği hem de üslubu bakımından edebiyata hiçbir katkıda bulunmayan eserlerle. Ucuz edebiyat ya da “kitch” denilen, kolay yoldan duygusallık, siyasi görüş veya felsefi bakış açısı pazarlayan, popülerliği sanatla karıştıran ve daha önce yazılmış olan kült eserlerin kötü birer taklidinden öteye gidemeyen bu eserler aslında edebiyata ve onunla ilgilenen gençlere en büyük zararı veriyorlar. Bana kalırsa 15 yaşından büyüklere bu tarz romanlar yasaklamalıyız ki gerçek edebiyatla tanışabilsinler, düşüncenin ve sanatın kolay yoldan elde edilemeyeceğini çok geçmeden kavrayabilsinler.

Yazı uzatılabilir, pek çok şey eklenebilir. Ben bu yazıyı Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuduktan sonra yazdım. Romanı dün akşam bitirdim ama bitirene kadar akla karayı seçtim. Şanghay Edebiyat Günleri grubunun kararı olmasaydı birinci bölümden sonra bırakırdım kitabı elimden. Yukarıda belirttiğim altı özelliğin altısı da var bu romanda, her yönüyle başarısız bir eser. Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Kıskançlık mı? Hayır! Nefret mi? O da değil! İnternete baktım, bu roman hakkında yazılmış eleştirileri aradım. Bir tane samimi eleştiri bulamadım. Herkes romanı övüyor, yere göğe sığdıramıyor. 144 baskı yapmış bir romandan bahsediyoruz bu arada, yazıyla ifade edeyim “Yüz kırk dört” baskı. İçim doğal olarak tarifsiz bir acıyla doldu. Pek çok güzel romana, pek çok güzel edebiyatçıya haksızlık yapıldığını düşünmeye başladım. Sonuçta insanların bir okuma kapasitesi vardır ve bir kitap çok okunuyorsa diğerleri daha az okunuyordur ya da o çok okunan kitap başka kitapların okunma zamanlarını çalıyordur. Ayrıca, eğer Livaneli’nin yazdığı şey iyi roman oluyorsa onların yazdıkları ve benim gözümde çok daha nitelikli olan eserler ne olacaktı? Sanırım yazarı ünlü bir müzisyen ve sol cenahın tanıdık bir yüzü olunca eserin roman olup olmaması da önemini yitiriyor. Livaneli iyi bir müzisyen, cumhuriyetin değerlerine sahip çıkan çok değerli bir aydın olabilir. Bu konularda kendisine sonsuz saygım var. Bu demek değil ki aynı Livaneli iyi bir edebiyatçıdır, usta bir romancıdır. Değildir, olmadığını göstermek için de bu yazıyı yazdım. Umarım birileri okur, bana hak verir. Hak vermese bile cevap verir, karşılıklı atışırız. Ne demiş eskiler, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan çıkar.” Hadi hayırlısı!

 Ali Rıza Arıcan, 17 Ağustos 2019*

* Bu arada 20 yıl önce bugün, belki de benim bu yazıyı yazmaya başladığım saatlerde (Çin saatiyle sabah 8 suları), Gölcük depremi  meydana gelmişti. O gece hayatını kaybeden binlerce insanı saygıyla anıyorum. Umarım bu tür acıları tekrar yaşamayız.