Bu Blogda Ara

17 Şubat 2019

5. Bölüm: Bir Güzel Orman


Hayattaki en güzel şeyler hangi nedenden dolayı güzel olduklarını anlayamadığımız şeyler değil midir? Bilmek istemeyiz güzelliğin arkasındaki nedeni, korkarız bir nebze; bizden o güne kadar saklanmış olan sırrı öğrenirsek etkisi altında yaşamaktan memnun olduğumuz sihrin bozulacağından, aynı deneyimden eskisi gibi haz alamamaktan, daha önce hayatımıza anlam katan inceliğin sıradanlaşıp basmakalıp hale gelmesinden ve en çok da bu gizemin başkaları tarafından da öğrenilip güzel olanın sıradanlaşmasına yol açmasından endişe ederiz. Bunu öyle sinsice, öyle akıl dışı bir zeminde arzularız ki kimi zaman görmek istemediğimiz bu gerçekçi gerekçelerin hışmına uğrayıp hayatımızın yörüngeden çıkmasına, tıpkı rezil olacağını bildiği halde yine de zil zurna sarhoş olana kadar içen adam gibi izin veririz. Sırf bu yüzden, çözümlendiğinde temel elementlere ve bu elementleri birbirine bağlayan basit denklemlere dönüşecek olan o girift muammalar, o pırıltılı tılsımlar, o yakamozlu geceler, bir daha yaşanmayacağına emin olduğumuz o muhteşem hayat hikâyeleri, imrene imrene kendimizi tükettiğimiz özgürlük destanları mutluluk düşkünlüğümüzün ve zevkperestliğimizin kurbanı olurlarken azıcık da olsa gocunmayız. Boticelli’nin baktıkça insanda daha çok bakma isteği uyandıran Venüs’ün Doğumu tablosundan, Mozart’ın en miskin insanın içinde bile kıpırdanmalara neden olan ritmik melodilerinden, Mimar Sinan’ın sonsuz güzellikte bir imza gibi İstanbul’un göbeğine işlediği Süleymaniye’sinden, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirinden veya Marquez’in Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı’nda yarattığı o hikâye-ötesi tılsımlı dünyadan bahsetmiyorum sadece; daha insani, daha evrensel, daha derin duygulardan bahsediyorum. Âşık olduğun kadının kusurlarını görememekten mesela, içinde aşkın olmadığı bir hayatı anlamsız ve çekilmez görme nankörlüğünden, gerçekleri söyleyebilmek için sarhoş olmayı beklemekten ve her ayıldığında suçu alkole atıp özenle seçilmiş kelimelerin yardımıyla özür dilemekten –karşı taraf bu kelimeleri aynı özenle okumayacak olsa da-, iyilik yapınca iyilik bulacağını ummaktan, başına gelen her beladan sonra çektiğin acıların daha önce yapılmış bir kötülüğün diyeti olduğuna inanmaktan, seni öldürmeyen her şeyin mistik bir yönlendirmeyle seni güçlendireceğini zannetmekten, doğup büyüdüğün toprakları tüm olumsuzluklara rağmen, kayıtsız şartsız sevmek zorunda olmaktan, üzerine bir de uzun süre ayrı kalınca özlemekten, özlemiş gibi görünmekten, özlemiyor oluştan ve bu gamsızlığa rağmen özleniyor olmaktan dolayı suçluluk duymaktan bahsediyorum…

Pasaportumdaki Türkiye mührüne baka baka –baktıkça soru işaretine dönüşüyor mührün silik silüeti- geniş alandan geçip bavul nakil bantlarının olduğu kısma geçiyorum. Uçaktayken okuduğum kitaptan kalan kelimeler patır patır dökülüyorlar ayaklarım yere değince, tıpkı topraklanınca bedenden akıp giden elektronlar gibi karışıyorlar dünyanın derinliğine.  “Hayat duygusallık kaldırmıyor, Selim!” diyen ve bunu derken kıs kıs gülen bezik gözlü eski bir dostun yüzü beliriyor gözlerimin önünde. Etrafıma bakıyorum anıların ve düşüncelerin oluşturduğu girdapta boğulmamak, gerçekliğin zayıf da olsa bir dalına tutunup evrene hak ettiği hayranlığı besleyebilmek için. Kollarında otomatik silahlar taşıyarak gezinen polisleri, tekerlekli çantalarını köpeğini yürüyüşe çıkarmış çıtı pıtı hanımlar gibi arkalarından sürükleyen hostesleri, Arap turistlerin yüzlerce kiloluk bavullarını taşımak için sıraya girmiş bıyıklı ve göbekli –bizden!- hamalları, kutsal topraklardan döndükleri için olsa gerek yüzlerinde mübarek bir gülümsemeyle ağır adımlarla –yaşlılıktan mı yoksa Kabe’yi birkaç gün önce ziyaret etmiş olmanın ağırlığını omuzlarında taşıdıkları için mi bilemiyorum!- ilerleyen sakallı amcaları ve bembeyaz başörtülü teyzeleri, annelerinin elinden kurtulup hoplaya zıplaya uzaklaşan zıpır çocukları, bu çocukların peşinden koşan telaşlı babaları, dipleri siyah uçları sarı saçlarını savura savura koşar adımlarla ilerleyen genç kızları, gözlerindeki arzuyu saklama ihtiyacı hissetmeden bu kızları baştan aşağı süzen parlak saçlarını geriye doğru taramış delikanlıları; hepsini, hem de hepsini, Monet’nin dev bir tablosuna –şimdi tablodan çıkıp benimle konuşacaklarmış duygusuyla- bakar gibi uzun uzun, biraz hayranlık biraz da kıskançlıkla gözlemliyorum…

Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.)