Bu Blogda Ara

15 Mart 2021

BİR DAL ÖYKÜ

 


Yazmak; hayata atılan gizemli bir çelme, yeknesaklığa çakılan kalın bir kazık, umutsuzluğa verilen insancıl bir yanıttır. Ama bir de gündelik yazı programından sıyrılıp ufak kaçamaklar yapmak ve bu kaçamağın sınırları dahilinde meta-kurgu yoluyla saçmalamak vardır ki bu kısacık anların tadına -kış ayında dondurma yemek gibi- doyum olmaz.    

                             Naci Azra Arılı, 1989, Gurbetten Mektuplar, cilt 3, sayfa 341

                             
             Eşsiz güzellikteki Atillo romanının yazarı Vivian Darkbloom'a

Sıradan bir ilkyaz günüydü, ustura ağzı serinliğindeki kuşluk vakti kentin uzak semtlerine doğru çekingen bir edayla ilerliyordu. Sabahın erken saatlerinde başlayan koşuşturmaca iyice seyrelmiş, yerini sakin haftaiçi günlerine yakışan türden bir dağ gölü sükunetine bırakmıştı. Caddenin kenarındaki dar kuytulukta; elli - elli beş yaşlarında bir seyyar satıcıyla, öğrenci olduğu özensiz kılık kıyafetinden belli olan tıraşsız bir genç koyu bir sohbete dalmıştı.

- Beni Ali Rıza Bey tuttu, evladım. Başkasını tanımam. Maaşımı o ödüyor, yemek paramı o veriyor. Sağ olsun! Başta biraz işkillendim tabii ama her ay zamanında ödeme yapınca inancım arttı. Demek dürüst adammış, kandırmadı benim gibi cahil bir garibanı. İleride sigortamı da ödeyecekmiş. Öyle dedi, bugüne kadar yalan söylemedi bana, bugünden sonra da söylemez herhalde. Adım, benim adım mı? Ne yapacaksın benim adımı? Deftere mi yazacaksın? Ha, tamam! Ben Canali Irazarı. Canali birleşik yazılıyor, sakin ayrı yazma. Soyadımı mı tekrar edeyim? Irazarı evladım, ı-ra-za-rı! Ver ben yazayım! Bilmiyorum ne demek! Uyduruk bir şey dediydi rahmetli dedem vakti zamanında sorduğumda. Babama kalırsa nüfus müdürlüğündeki memurların pişkinliği. Değiştirmeye de üşendim. Zaten doğum tarihimi de yanlış yazmışlar, anam perşembe günü ajans haberlerinden hemen önce doğduğumu söyler. Bak bakalım takvime 23 Temmuz 1977 hangi güne denk geliyor. Perşembe olmadığı kesin! Al defterini, yazdım oraya adımın yanına. Gazeteci mi olacağım dediydin? Ödev mi yapıyorsun? Hayırlısı olsun, ben okumadım ama çocuklarımı okuttum. Biri Amasya’da öğretmen oldu. Yeni daha, bu yıl stajyer. Gider gitmez nankörleşti. Kış tatilinde de çalışacağım, yanına gelemem dedi. Yeme yedir, giyme giydir, sonra böyle olsunlar... Kızım burada yanımda, muhasebecilik okulunu bitirdiydi, çalışıyor şimdi evin yakınlarında bir şirkette. O işi de sağ olsun Ali Rıza Bey ayarladı. Tuhaf adamdır; biraz geçimsizdir, aksidir, hafiften kaçık ve gevezedir ama yüreği geniştir. Yardım edebileceği bir konu oldu mu elinden geleni ardına koymaz. Bu iş mi? Ne olsun işte, ekmek parası evladım. Yaşlandım, inşaatta çalışamıyorum artık. Sabah alıyorum arabayı Ali Rıza Bey’den. Eskiden simit satılırmış bu arabada. Bak, burada belediyenin amblemi var. Bilmiyorum nereden aldı. Vardır tanıdıkları sağda solda, eli kolu uzundur onun. Otuz yıldır devlette memur sonuçta, sırtı sağlam! Almış işte bir yerden, sağını solunu tamir ettirtmiş, lastiklerini yenilemiş, camlarına yazılar yazdırtmış. Bu hale getirmiş. Hah evet, sabah alıyorum arabayı. Sokaklarda, caddelerde ağır ağır yürüyorum. Kendini yorma dedi, Ali Rıza Bey. Yorulunca dinlen, soluklan, su iç, etrafı gözetle, kendini geliştirmek için yöntemler ara, daha az emek harcayarak daha çok kitabı nasıl satarım sorusuna yanıt ara dedi. Önemli olan her gün az az yapmakmış. Kendisi de öyle yapıyormuş, her gün yarım sayfa, her gün yarım sayfa... İki yılda bir roman bitermiş... O böyle diyor ama ben yine de bildiğimi okumaya devam ediyorum. Ekmek aslanın ağzında, çalışmadan, terlemeden, bacaklar titreyene kadar kendini zorlamadan olmuyor. Hep aynı yerde durunca para kazanılmıyor. Günde 20 kilometre yapıyorumdur İstanbul’un sokaklarında. Arada da bağırıyorum. “Öykücü geldi, öykücüüü…. Öykülerim var, kısalar var, uzunlar var, hüzünlüler var, mutlu sonla bitenler var, aşk öyküleri, masallar, modernler, postmodernler, realistler, romantikler, sosyalist realistler, efsaneler, metaforlar, kendi içine kıvrılanlar, kuyruğunu ısıranlar, var olmadığını iddia edenler, başka kitaplara başka dünyalara gönderiler yapanlar. Var oğlu var, gel vatandaş geeeel!” Bak burada, nasıl bağıracağımı yazdı Ali Rıza Bey. On beş farklı seçenek var, içlerinden rastgele seçip okuyorum. Biri gelip sorunca kitapları gösteriyorum. Alan oluyor, alay eden oluyor, küfredip giden oluyor, dudak büküp gözüyle kaşıyla hafife alan oluyor. Kimisi de üşenmeyip soruyor. Bu kitapların yazarı neden kitaplarını sıradan kitapçılarda satmıyormuş, kendisi neden uğraşmıyormuş da benim gibi bir zavallıyı çalıştırıyormuş, bu devirde seyyar satıcıdan mal alan mı kalmış, kitap dediğin bu kadar ayak altına düşmemeliymiş, dilimlenmiş hıyarı tuzlayıp satsam daha çok para kazanırmışım… Milletin ağzı torba değil ki büzesin! Dilim döndüğünce izah ediyorum ben de! Kolay değil tabii, Sabahtan akşama kadar kimler geliyor kimler bir bilsen. Dur telefon çalıyor. Ali Rıza Bey arıyor. Bekle azıcık.

-Buyurun Ali Rıza Bey. Bir durum mu var? Ha, buraya mı? Ben nerede miyim? Şu anda Çeliktepe’nin girişinde, otobüs duraklarının yanındayım. Evet, evet, geldi gazeteci genç. Eh işte, sorular soruyor, ben de dilim döndüğünce… Adı mı ne? Adını hiç sormadım. Siz dün ondan bahsedince gerek… Tamam sorayım efendim. Adın ne senin genç?

- Naz Rica

- O nasıl ad öyle ya! Tombaladan çıkmış gibi! Neyse, Naz Rica’ymış adı çocuğun. Soyadı mı? Soyadın ne genç?

- Arıalı

- Arıalı’ymış. Evet, Naz Rica Arıalı. Tamam, tamam, yazıyı yazacak ama gazetede yayımlamadan önce size mutlaka gösterecek. Olur söylerim şimdi. Başka bir emriniz var mı? Haaa, öyle mi, buraya mı? Buyurun gelin. Lahmacun mu? Olur, neden olmasın. Ben üç tane yerim, bu genç de dört tane yese toplam yedi eder. Siz de kendi açlık durumunuza göre... Tamam. Anlamadım? Haaa, yeni öykü var. Bu sabah bitirdiniz düzeltileri. Tamam getirin, satalım Ali Rıza Bey. Bu sabah iki kitap, dört tane de tek dal öykü sattım. İyi başladı gün, devamı de gelir inşallah. Tamam, bekliyoruz burada. Durakların bitip, ana caddenin başladığı yerdeyiz. İyi lokasyon tabii Ali Rıza Bey, ayıp ettiniz. Geleni geçeni avlıyorum burada. Hadi kapattım, görüşmek üzere…

- Gerçekten de kendisi miydi? Buraya mı geliyor şimdi? 

-Kapattı. Evet, ta kendisiydi. Buraya geliyormuş. Bize öğlen yemeği de getirecek. Az çekil oradan, şu lastiği sileyim. Yokuşu çıkarken çamura battıydı teker. Görmesin Ali Rıza Bey, kızmasın boşuna! Nasıl bir insan mı? Ehh, gelince görürsün evladım. Bu arada adın da fena değilmiş. Neydi? Naz Rica? Nereden buluyorlar böyle adları, bilmem ki. Neyse, bana kalırsa gayet sıradan bir adam. Karısı var, kedileri var. Bir köpeği vardı, birkaç yıl önce öldü, çok üzüldü. Şaka yapmayı, boş konuşmayı, çay içip muhabbet etmeyi sever. Ama çalışırken rahatsız edilmekten nefret eder. Komşuyuz ya, sen bana sor neler çektik onun titizliğinden. Evde iki çocuk, gürültü yapmadan oluyor mu? Zırt pırt kapıya gelir. Elinde bir tas çorba ya da meyve olur. Rüşvetini hazırlamıştır yani. Mahcup bir sesle "Biraz sessiz olur musunuz?" der. "Öykülerimi öğlen paydosunda, yemekten hemen sonra yazıyorum ama düzelti yapmak için akşamları bu vakitten başka vaktim olmuyor" diye mırıldanır ardından. Dilenci gibi büker boynunu. O mahcup ben ondan mahcup… Nasıl mı yazar? O kadarını bilemem evladım. Birkaç kere lafı geçmişti aramızda ama her seferinde yuvarlak cevaplar verip geçiştirmişti. Bana kalırsa o da bilmiyor nasıl yazdığını. Tek sırrı her gün, aynı saatte ve aynı yerde, işbaşı zili çalınca makinenin başına geçen bir işçi gibi çalışmaya başlamasında sanırım. Dedim ya; her gün azar azar, cümle cümle, kelime kelime, iğneyle kuyu kazar gibi yazıyor. Damlaya damlaya göl oluyor senin anlayacağın. İnattan, sabırdan ve hikâyenin bir gün biteceğine dair duyduğu inançtan başka bir şeyi yok elinde. Bunların dışında gayet sıradan bir vatandaştır kendisi. Yolda görsen torna dükkânında usta sanırsın ya da emekliliğine gün sayan bir banka müdürü. Dur azıcık, bak müşteri geldi, ilgileneyim. Sen de dikil orada izle beni. Bakalım satabilecek miyim?..

-Buyurun hanımefendi? Ne bakmıştınız?

-Ne satıyorsun sen burada bey amca.

-Kitap satıyorum hanımefendi, belli olmuyor mu?

-Kitap mı? Ne kitabı ayol. Portakal mı bu sokak sokak geziyorsun, seyyar arabayla kitap... Hiç görmedim daha önce! 

- En az portakal kadar yararlı kitaplar bunlar. Vitamini, proteini, minerali bol hepsinin. Bence bir bakın, okumayı seviyorsanız alırsınız. Ruhunuzun da gıdaya ihtiyacı vardır sonuçta.

- Ha ha, sen de az değilsin ha! Radyo spikeri gibi konuşuyorsun. Dur bir bakayım, belki sevdiğim bir yazar vardır. Sait Faik var mı sende, Sait Faik? Bizim oğlana okuldan ödev vermişler. Anne Beşiktaş'a inince al demişti. Sende varsa bir daha uğraşmam orada.

-Yok, o dediğin yazar yok.

- Eeee, buradaki kitapların hepsi tek bir yazara ait.

- Evet hanımefendi, doğru bildiniz. Ali Rıza Canarı’nın kitapları hepsi.

- Evet, adını görüyorum kitapların üzerinde. Daha önce hiç duymamıştım. Kim o?

- Bizim komşu!

- Ha ha ha ha, hiç güleceğim yoktu sabah sabah. Senin komşun kitap yazıyor, sen de satıyor musun?

- Evet, ne var bunda!

- Ay yok, ne olacak. Biraz saçma geldi.Ya da ne bileyim, saçma değil de başka bir şey... Ay kelime bulamadım şimdi.

- Niye saçma olsun hanımefendi. Satan memnun, alan memnun, ticaret başka nasıl olacak. Alın bir kitap okuyun, beğenmezseniz bir daha almazsınız. Bir kitap alanlar geri gelip diğerlerini de alıyorlar, benden söylemesi.

- Hakikaten mi? Peki beğenmezsek geri getirebiliyor muyuz?

- Bir gün içinde iade alıyoruz. Kitap zarar görmemişse paranızın tamamını geri alabilirsiniz.

- Şimdiye kadar parasını geri isteyen oldu mu?

- Valla ne yalan söyleyeyim, arada çıkıyor ama genelde giden geri gelmiyor.

- Şu kâğıt tomarları ne?

- Onlar yazıcıdan çıkarılmış öyküler. Kitap almak istemezseniz öyküleri tek tek de alabiliyorsunuz. Ya da isterseniz size özel bir paket yapabiliyoruz.

- Bu ne böyle bey amca? Züğürt tiryakilerin yol kenarlarından bir dal sigara almaları gibi. Gerçi fikri beğenmedim diyemem. Orijinal bir adammış bu senin Ali Rıza Bey.

- Öyledir. Alacak mısınız bir kitap?

- Yok.

- Neden?

- Benim aradığım yazar yok burada. Ben Sait Faik’i arıyorum.

- Olsun, çocuğunuz bir de Ali Rıza Canarı’yı okusun.

- Öyküler tek tek ne kadar?

- En ucuzu 2 TL. En pahalısı 5 TL.

- İyi ver bakalım bir tane 2 TL’lik öykü. Yenilerden ver ama, dili eski olmasın, anlayacağım bir şey olsun.

- Seçmek ister misiniz?

- Yok, rastgele çek o tomardan. Otobüste okurum. Eve varınca da oğlana veririm.

- Tabii ki!

- Beğenmezsek geri getiririm, ona göre!

- Tek tek satılan öykülerin iadesi yok hanımefendi. İade sadece kitaplar için geçerli.

- Şaka yapıyorum şaka. Nerden bulacağım ben seni bir daha. Hadi acele et, otobüsü kaçırmayayım. Kalkış saatine beş dakika var.

- Tamam. Aaaa, bakın ne kadar şanslısınız. Kitapların yazarı Ali Rıza Bey de geldi.

- Bu o mu?

- Evet, ta kendisi. Yolun karşısından buraya doğru gelen.

- Çok da zayıf, çelimsiz biriymiş. Ben daha iri yarı, heybetli biri sanmıştım. Televizyona çıkan sanatçılar gibi. Dur ama duymasın dediklerimi.

- Ali Rıza Bey hoş geldiniz. Bakın ben de tam şimdi bu hanımefendiye sizin bir öykünüzü satmıştım. Şuradan rastgele bir öykü çekeceğiz. Sizin tavsiye edeceğiniz bir şey var mı? Buyurun siz seçin isterseniz. Nasıl? Haaaaa! Yeni öyküyü mü? Olur, neden olmasın. Bu mu yeni öykü?

- Ne o? Ne verdi sana?

- Bu öyküyü dün yazmış, bu sabah da düzeltileri yapmış. Fırından çıkmış taze ekmek gibi, bakın sıcacık. Kıpır kıpır harfler, yerlerinde duramıyorlar, zıplayıp sayfanın dışına çıkmak istiyormuş gibi bir halleri var. Belki de ilk okuyan siz olacaksınız. Bunu almak ister misiniz?

- Oluuuur, benim için fark etmez. Otobüste okuyabileceğim bir şey olsun yeter. Dili bana ağır gelmez herhalde.

- Tamam, sarıyorum hemen. 

- Dur, dur, sarmadan önce yazarından bir imza alsak mı? Hazır buradayken yani...

- Olur tabii, neden olmasın, değil mi Ali Rıza Bey? 

- Adım Nazlı. Nazlı Hanım'a diye imzalayabilir.

- Tamamdır, Nazlı Hanım. Buyurun, bakın imzaladı sayfanın sol üst köşesini. Rulo haline getirip, üzerine lastik geçireceğim.

Kadın rulo halindeki kâğıdı eline aldı, lastiğini çıkarıp kırıştırmamaya özen göstererek ağır ağır açtı. Mürekkebi kurumamış imzanın siyah ışıltısını görünce hafiften heyecanlandı. Hemen sonrasında bu nedensiz heyecanı bastırıp kendisini toparladı. Gitmeye hazırlandı. Bir yandan da yeni satın aldığı öyküyü merak ediyordu. Bir gözüyle kendisine selam bile vermemiş olan Ali Rıza Bey’e kuşkuyla bakarken, diğer gözüyle kâğıdın en üstündeki, epigrafın hemen altında yer alan ilk cümleyi mırıldanarak okudu. 

Sıradan bir ilkyaz günüydü, ustura ağzı serinliğindeki kuşluk vakti kentin uzak semtlerine doğru çekingen bir edayla ilerliyordu."

 

        Ali Rıza Arıcan  - 15 Mart 2021 - Changzhou