Bu Blogda Ara

20 Mart 2019

BALIKKK (1)



Nan Da Jie ile Yang Lin’in kesiştiği köşedeki alışveriş merkezinin bodrum katında yeni açılan ve ithal ürünlerle Çin’in az bilinen pahalı markalarını satan lüks süpermarket, vakit öğlen olmasına rağmen ev hanımı, çocuk ve emekli kaynıyordu. XY kalabalığa yakalanmamak için öğlen gideyim demişti ama beklediğinden fazla insanı görünce canı sıkılmıştı. Onun gözünde, müşteri kılığına girmiş bu işsiz güçsüz takımı, süpermarkete akşam yemeği için alışveriş yapmaya değil de boş vakitlerini sebze meyve fiyatlarını kontrol etmeye ya da bekâr çocuklarına müstakbel eş aramaya gelmiş gibiydiler. Maksatları yem yemek değil de avare avare dolanmak olan tembel tavuklar gibi kafalarını sağa sola çevire çevire ve hatta çıkardıkları sese bakılırsa gıdaklaya gıdaklaya ilerliyorlardı ışıltılı rafların arasında. Etrafta tıngır mıngır dolanan el arabalarının çoğunun boş denilecek kadar az sayıda ürünle doldurulmuş olması -kasıtlı olarak seçilmemişlerdi de rafların yanından geçerken birer ikişer rastgele düşmüşlerdi sanki bu birbirinden bağımsız ürünler- XY’yi rahatsız etmekle kalmıyor, üstüne bir de kızdırıyordu. “Madem bir şey satın almayacaksınız, ne diye kalabalık yapıyorsunuz? Soya sosunun yanında kırmızı şarap! Tofunun yanında bisküvi! Renk uyumu olsun diye mi alıyorsunuz bu ürünleri? Yok mu başka işiniz? Gidin evinizde oturun, parkta dans edin, okul çıkışlarında torunlarınızı bekleyin, otobüse binip şehri turlayın. Yaşlılara bedava değil mi otobüsler, çocuklara da? Çanco ayaklarınızın altında kocaman bir tarla. Karış karış gezin, tutan mı var sizi? Neden buradasınız?”

Bunun gibi onlarca soruyu kafasında evire çevire önce, listeye sabah eklediği sebzeleri ve meyveleri aldı, ardından da vakit kaybetmeden gürbüz ve renkli balıkların uçsuz bucaksız bir okyanusta geziniyormuş gibi salına salına yüzdükleri dev akvaryumun önüne geldi. Sabahtan beri devam eden başının ağrısı, başka zamanlarda gülüp geçtiği, önemsemediği, günlük rutinlerin arasında eritip yok ettiği önemsiz ayrıntıları aşılması gereken yüksek eşiklere dönüştürmüştü. “Olduğum yerde durur, tek bir noktaya gözümü dikersem kafatasımın içinde taşıdığım kütle ağırlığını daha az hissettirir” düşüncesiyle uzun uzun suyun üzerinde hareket eden beyaz köpüklere ve bu köpükleri yutmak istermiş gibi yukarı doğru ağızlarını açıp kapayan balıklara baktı. Berrak suyun içinde, saniyeler içinde küçülüp yok olan köpüklerin arasında, sanki hiç ölmeyecekmiş, sanki bu akvaryuma satın alınmaya değil de eğlenmeye gelmişler gibi aheste aheste yüzen balıklardan birisi XY’yi görmüş, çekingen bir kız çocuğu gibi geniş cama usul usul yanaşmıştı. Meraklı gözlerini karşısındaki kadının gözlerine dikmiş, sanki onun kafasının içindeki tiftiklenmiş bulutları bir anda fark etmiş, hayvani içgüdüleriyle bu kadının istese de güzel bir balığa zarar veremeyecek birisi olduğuna karar vermiş ve utangaç dudaklarını cama değdirir gibi yaptıktan hemen sonra ani bir hareketle geriye kaçıp; köpük, renk, ışık ve balık cümbüşünün içinde kaybolmuştu.

XY, balığın bu çevik hareketinde, diğer balıklarda göremediği türden bir tuhaflık, ilk görüşte anlamlandıramadığı bir gizem, zor zamanlarda önünde aniden beliriveren yön gösterici ışık türünden bir tılsım sezmişti. Normalde terkedilmiş bir evin camlarından fazlasını göstermeyen o yuvarlak gözlerde bu sefer birisini görmüştü XY. Evet, birisi vardı içeride. Onu gören, onu fark eden, ona bir şeyler fısıldamak isteyen; bedeninin içine sığmayan ruhunun avuca konan cıva gibi oynak, şaşılacak kadar da ağır olduğu bilgisine erişebilen, biraz çekingen ve utangaç, ama en çok da meraklı bir bilinç vardı.  En son kim ona böyle bakıp, fark edildiğini anlar anlamaz bakışlarını kaçırmıştı? Kocasının iş arkadaşı TR vardı. Arada, iki aile birlikte yemek yediklerinde, karanlık bir gecede ışıldayan dolunaya bakar gibi çaprazında oturan XY’nin gözlerine bakar, enselendiğini fark ettiği anda da –XY’nin mızraksı kirpiklerinin kıskacına yakalanmamak için demişti bir arkadaşı durumu XY’den öğrendiğinde- bakışlarını kaçıracak delik arardı. Oysa XY’nin hareket beklediği gözlerde, kocasının ruhunun dışarıya açılan pencerelerinde, içindeki tüm o isterik özlemlerine ve tükenmez sabrına rağmen, pek bir aksiyon gerçekleşmez, beklentilerin boşa çıkmasının acısı er geç ağırlığını hissettirirdi. Kocası; yoğun iş dünyasının, hasta babasının ve sınavdan sınava başarıyla koşan çocuğun yarattığı bahaneler denizinde XY’nin alımlı yönlerini göremeyecek kadar duyularından arındırmış ve köreltmişti bedeninin isyana hazır tüm yerlerini.

Evliliğinin onuncu yıldönümünü kutladıkları iki hafta öncesinde aynı zamanda tutkusuz geçen dokuz yılın da yıldönümünü kutlamışlardı.  Pahalı bir lokantada yenen yemek, özenle seçilmiş albenili bir elbise, kuaförden yeni çıkmış kimsenin dokunmaya kıyamayacağı uçları kıvrımlı saçlar, abartılı renklerde ve boyutlarda adlarından bile emin olamadıkları çiçekler, görkemli kutulara konmuş ufak hediyeler ve tüm bunların fotoğrafları; her biri birkaç açıdan, rengârenk, pırıl pırıl, gerçeğinden daha güzel… Aralarındaki bedensel uzaklık arttıkça dışarıya yansıttıkları şatafat da artıyordu. Böyle hissediyordu XY, her şeyin tersine gittiği dünyada tersine giden yeni bir şey bulmanın iç huzuruyla haksız bir mutluluk duyuyordu ama bu mutluluğun uzun erimde kendisine zarar vereceğinin bilincinde olmak aldığı hazzı zehirlemeye yetiyordu. Olmanın yerini görünmenin, yaşamanın yerini yaşıyormuş gibi yapmanın, aşkın yerini efsanevi aşk hikâyelerinin gölgesi altında kendinden ve eşinden nefret etmenin aldığı bir zamanda XY ve kocası üzerlerine düşen görevi yerine getiriyorlar ve gerisine karışmıyorlardı. İç çeperlerde gerçekleşen çatlaklar büyüdükçe, o çatlakları dışarıya çaktırmamak için daha çok çaba sarf etmeleri gerekiyordu sanki; daha çok para ve gülücük, sosyal medyada paylaşmak üzere daha çok fotoğraf ve video. İşin en kötü yanı da bu bedensel mesafelerin alışkanlık haline gelmiş olmasıydı. Denge halini bulmuş bir ilgisizlik denizinde kaygısızca yüzüyorlar, dalgaların durgunluğundan ve rüzgârın yokluğundan dolayı sessiz –biraz da suçluluk duygusu yüklü- bir memnuniyet yaşıyorlardı. Sonuç olarak her ikisi de, birbirine en iyi ihtimalle teğet geçen bu iki bedenin içinde hapsolmuş, yörüngeden kopup güneşten uzaklaşan gezegenler gibi her geçen gün biraz daha soğuyan, biraz daha karanlığa ve umutsuzluğa gark olan aciz ruhlarının karşılıksız arzularından şikâyetçi olmamaları gerektiği konusunda kendilerini inandırmıştı.

Sağlıklı, zeki ve çalışkan bir oğulları vardı. Daha ne isteyebilirdi on yıldır evli bir çift. Aşkı kim kaybetmişti de o bulsundu! Kendisiyle aynı kategoriye giren evli kadınların hiçbirisi –hem de hiçbirisi- aşk konusunda memnun değildi hayatından. O kadar ki hemen hepsi kelimeyi ağızlarına bile almaz, akıllarına bile getirmez, aşksız bir hayatın tahmin edilebilir monotonluğunda, sakin bir gölde ağır ağır yüzen dev bir kaplumbağa gibi yaşamaya, yaşıyormuş gibi görünmeye, yaşamıyor olmanın derin sıkıntısını saklamaya çalışırlardı. Yaşamak zaten yaşayamıyor olmanın utancını saklamak için üretilen oyuncakların ve heveslerin resmi geçidi oluvermişti son yıllarda. XY, etrafındaki kadınların bu vazgeçmişliklerinden ve umutsuz hallerinden kendine ders çıkarır, “Yaşadığımız dünya böyle işte, ben ne yapayım?” deyip günlerini farklı meşgalelerle doldurmaya çalışırdı. Bu bahaneyle son zamanlarda kendisine yeni tutkular arayışına girmiş, evliliğinin ilk yıllarından sonra terk ettiği, mutfakta tek başına vakit geçirme alışkanlığına kendisini bile şaşırtan bir ivedilikle dönüş yapmıştı. Annesinden öğrendiği yemekleri yaparak evliliğinin ilk on yılını iyi kötü bir şekilde geçirmişti ama bundan sonra bir farklılık yaratmaya kararlıydı. Geçen hafta, internette gördüğü bir tavuklu çorba yapmış, normalde yemeğe ve sofraya son derece ilgisiz olan kocası –aslında karısının yakınlarında olduğu her yere ve her şeye karşı ilgisizdi ama yine de XY, yüreğinin derinliklerinde kalan son umut tortusuna tutunarak bu gerçeği kabul etmemekte direniyordu!-, hayatında ilk defa tavuk yiyormuş gibi, hatta tavuğun yenebildiğini yeni keşfediyormuş gibi yemek kabını yalayıp yutmuştu. Kocası o kadar mutlu olmuştu ki uzun zaman aradan sonra o gece yatakta XY’yi defalarca öpmüş, normalde şipşakla geçiştirdiği sevişmeyi uzatmak için fark edilir –neredeyse kahkahayla gülecekti XY kocasının bu çırpınışına- bir çaba sarf etmişti. O gecenin sabahında, şehvetin yıkıcı izlerini taşıyan dağınık yatağı toplarken aklında aşkın sadece ve sadece aramadığın yerde ve zamanda bulunabileceğine dair çelişkili de olsa kulağa hoş gelen düşünceler vardı. Bugün de, bir arkadaşının tarifini gönderdiği balık kızartmasını deneyecek, mutfağın altını üstüne getirme pahasına da olsa akşama kocasına ve oğluna şenlik yaşatacaktı. Kim bilir belki de filmlerde gördüğü ve her gördüğünde içinde bir yerlerde çatlaktan sızan suyun bıraktığı türden bir ıslaklık hissi bırakan sahnelerden birisini yaşatırdı kocası ona! Bunun için gelmişti canlı balıkların satıldığı süpermarkete. En güzel, en lezzetli balığı almadan da gitmeyecekti. Tabii ki soranlara gece karanlığında parıldayan siyah incilerin dansını, kocasının bir ahtapotun kolları gibi uzayan parmaklarının hünerlerini, istediği zaman profesyonel bir maraton koşucusu gibi iki kişilik yatağı koşu parkuruna dönüştürebileceğini anlatmayacaktı. Oğlunun lezzetli bir yemekten sonra şimşek gibi çakan gözlerinden, kayınvalidesinin beğendiği yemekleri yerken çıkardığı ağız şapırdatmasından, kocasının yemekten sonra içtiği sigarayı azaltmasından –yemekten aldığı zevki kaybetmemek için elbette- bahsedecekti.

Evet, o akşam bu akşamdı, o aşçı da kendisiydi. Sadece eti bol bir balık değil; yüzü düzgün, gözleri boncuk gibi parlayan, yakışıklı ve parlak pullu bir balık bulmalıydı bu amaca ulaşabilmek için. Sadece karnı değil, gözü ve gönlü de doyurmalıydı. Az önce cama dokunup kaçan balığı aradı bakışları. Nasıl olduysa hemencecik de buluverdi. Akvaryumun dip kısımlarında, kendisinden küçük bir kırmızı balıkla dalaşıyordu. Beyaz fayanslı duvarın kenarından yavaş yavaş yürüyerek akvaryumun öteki tarafına geçti. Belini büküp, alnını camın alt tarafına yanaştırarak kaybetmekten korktuğu balığa dikkatlice baktı. Bu kalabalık içinde aradığını bulabiliyor oluşu, yani daha işin başındayken, başarısız olma olasılığının yüksek olmasına rağmen başarılı olmakta bilinmeyen bir nedenden dolayı ısrarcı olması; doğru bir seçim yaptığı konusunda kendisini inandırmasını kolaylaştırıyordu. Evet, bu balığı; az önce meraklı bakışlarla kendisini karşılamaya gelen, mercan gibi sarı gözleri suyun yüzeyindeki ay kırığı gibi parıldayan, tombul yüzü ve gövdesi bu küçük havuza dar gelen bu güzel balığı alıp götürmeliydi. Elini cama koyup, parmaklarıyla akvaryumun dış çeperini tıkırdattı. Gözünü koyduğu balığın kendisine geri gelmesini bekliyordu ama o güzel pullu, iri balığın XY’yi taktığı yoktu. Bu yüzden XY, şansını daha da zorlamamak ve bulduğu bu mücevheri başkasına kaptırmamak için yanında beliren görevliye akşam yemeğinin malzemesini gösterip, “Benim için şu balığı yakalar mısınız?” diye hafifçe mırıldandı.       

Uzun kollu kırmızı bir kazak giymiş, orta boylu ve kısa düz saçları alnının yarısını kapayan bir kadın olan süpermarket görevlisi XY’nin işaret ettiği balığa bakmamıştı bile. Siyah çizmelerinin içine soktuğu pantolonunu gören bir insan, balığı denizden bu kadının getirdiğine pekâlâ inanabilirdi. Oynak gözlerinde ve buruşuk yüzünde bir tilkinin kurnazlığı seçilebiliyordu. Eline aldığı fileli kepçeyi suya daldırıp, ağa takılan ilk balığı çekmişti yukarıya. XY çekilen cılız ve çirkin balığa bakıp “Bu değil, bu değil, bu değil…” diye üç kere tekrarladı, istediği oyuncak değil de başka bir tanesi eline tutuşturulan çocuk gibi. Görevli kadın “Ama bunu gösterdin az önce” dedi iddialı bir sesle. “İyi göster bu sefer.” XY parmağını tekrar cama dayayıp, “Bak şurada, köşedeki kırmızı balıkla oynuyor. Kocaman sarı gözleri var, yüzgeçlerinde de metalik bir mavi var. Ben onu istiyorum, başka balık almam.” Görevli kadın müşterilerinin şımarıklıklarına alışıktı, çocuklarına oyuncak ya da akşam gidecekleri önemli parti için lüks çanta seçer gibi balık seçmelerine ses çıkarmazdı bu yüzden. Eğlenirdi bir nebze. En çok da onların seçtiği balığı değil de kendisinin seçtiği balığı müşteriye kakaladığı zaman eğlenirdi. Ehh, kendisi de domates alırken en sertlerini, en sağlamlarını, en kırmızı olanları seçmiyor muydu? O en güzellerini seçtiği halde satıcı kız tezgâhın altına gizlediği çürük domates dolu çantayı kendisine yutturmuyor muydu? Hayat buydu işte, okul okumak gerekmiyordu güçlünün dişini geçirebildiği leşlerin üzerinde ayakta durarak gücünü korumayı başardığını anlamak için.

Eldivenli parmaklarıyla tuttuğu kepçeyi ve içindeki cılız balığı suya batırdı, XY’nin gösterdiği ama curcuna içinde kendisinin çabucak kaybettiği balığı aramaya koyuldu. Müşterinin istediği balığı gözüne kestirse bile, akvaryumdaki yavaş hayat görevli kişi kepçeyi suya daldırdığı anda yerini kaosa bıraktığı için, arzu edilen balığın kepçeye düşme olasılığı bir hayli düşüyordu. XY, görevli kadının kendisinin yardımı olmaksızın bu işi beceremeyeceğini anlamıştı. Akvaryumun etrafında dolanıyor, akşam saadetinin kaynağı olacak balığı hem gözüyle hem de eliyle takip ediyordu. “Bak burada, bak bak yukarı çıkıyor, tüh yine kaçırdın. Bence kepçeyi dik değil de suyun yüzeyine paralel bir şekilde batırmalısın. Böylece balık farkına varamaz senin onu yakalamak istediğini, kolayca girer kepçenin içine.” Görevli kadın, biraz bıkkınlık biraz da kızgınlıkla dinliyordu XY’nin talimata varan tavsiyelerini. Normalde arzu edilen balığı, eğer kendisi de istiyorsa, kısa sürede yakalar, poşete koyup tartıya gönderirdi ama bugün nedense –sinirlerini gittikçe geren bu kadından dolayı olabilir miydi?- beceremiyordu balığı yakalama işini. “Ama sen benim istediğim balığın peşinden gitmiyorsun ki, gösteriyorum bak! Bu tarafa geldi, senin onun peşinde dolandığını anlamış olmalı hep köşelerde takılıyor. Hah şimdi geliyor, parmağımın hizasına bak, yükseliyor yükseliyor. Yakala şimdi, indir kepçeyi üzerine… Offf, olmadı yine!” Görevli kadın belini doğrultup XY’nin şaşkın suratına baktı. “Hanımefendi, hangi balığı istediğinizi anladım. Siz şöyle kenara çekilin, ben halledeceğim” diye bağırdı kendisinin bile beklemediği yüksek bir ses tonuyla. XY bu beklenmedik tavır karşısında biraz tırsmış, “Ne bağırıyorsun be!” diye çıkışmak istemiş ama bu durumda istediği balığı asla elde edemeyeceğinden endişelendiği için tutmuştu içindeki seli. Hafiften geri çekilmiş, içinde dondurulmuş ithal etlerin olduğu bir buzdolabına yaslanıp kadını izlemeye başlamıştı.

Görevli kadın XY’yi kontrol altına aldığından emin olduktan sonra, akvaryumun altına sıkıştırılmış olan sekmeni yerinden aldı ve bir tavşan çevikliğiyle üzerine hopladı. Bedeni hızlanmış, kollarının ve eldivenli parmaklarının aldığı biçim işinin ustası bir balıkçıyı andırırcasına serileşmişti. Gözleriyle yakaladığı balığı kepçenin içine yerleştirmesi ve kaşla göz arası bir el çabukluğuyla yukarı çekmesi on saniye bile sürmemişti. Kepçeyi tamamıyla suyun dışına çıkarmamış, balığın çıkmasını engelleyecek kadar bir kısmı suyun içinde bırakmıştı. “Bak, gördünüz mü? Siz karışmayınca nasıl da kolay oluyor bu iş?” derken kafasının içinde bir kişinin yapabildiği işi iki kişi yapmaya kalktığında dört kişilik enerji gerektiği düşüncesi geziniyordu. XY kepçenin içinde, hâlâ suyun içinde yüzen ama filenin iplerine çarptıkça dönen, bu haliyle kuyruğunu kovalayan bir köpek yavrusuna benzeyen balığa baktı. Evet, bu istediği balığın ta kendisiydi. Emin olmak için biraz daha yaklaşmıştı ki balık ani bir hareketle olduğu yerde sıçradı. Havada yarım takla attıktan sonra suyun içine düşeceği yerde önce akvaryumun kenarına, ardından da XY’nin ayaklarının ucuna düştü. XY süpermarketin beyaz ışıklarının altında ışıldayan ayakkabıları ıslanıp kirlenmesin diye hemen geri çekildi. Bu sırada kahkahalar atarak sekmenden inen görevli kadın, eldivenli elleriyle tuttuğu balığı önlüğünün cebinden çıkardığı bir poşete koymuştu. Yüzünde bir güleçlik, XY’nin telaşından zevk alan bir ruh hali vardı. Elindeki poşetin içinde kıpır kıpır zıplayan balığa aldırmayarak “Temizleyeyim mi yoksa siz mi temizlemek istersiniz?” diye sordu. XY, çok önceden bildiği yanıtı nedense vermekte gecikti. Aklı nedense bir anlığına onu terk etmiş, süpermarketin ortasında onu yalnız bırakmıştı. Az önce büyük bir hevesle seçtiği; o sarı gözlü, mavi yüzgeçli, güzeller güzeli balığın bu kadar hızlı bir şekilde beyaz bir poşetin içine konup ölüme gönderilmesi düşüncesi ruhunu daraltmıştı. “Ev, eve, eve götüreceğim.” dedi kısık bir sesle. “Onu ben de biliyorum.” dedi kadın. “Tasma takıp gezdirmeyeceğinize göre. Temizleyelim mi onu soruyorum. Pullarını, midesini falan…” XY yavaş yavaş kendine gelen bir ayyaş gibi kafasını kadının arkasındaki balık temizleme tezgâhına çevirdi. “Ha, yok, temizlemeyin. Suyun içine koyun. Taze kalsın, akşama daha çok var.” Görevli kadın bu sefer kendisini tutamamış, kahkahayı basmıştı. “Suyun içine değil de buzun içine koyabiliriz. Zaten birkaç saat sonra ölecek hayvan, suyu ne yapsın?” XY sesini çıkarmadı. Sadece gülümsedi. Görevli kadını takip etti sadece. İçi buz dolu poşete konan balığa baktı, poşetin ağzının bağlanmasını, sonra bu beyaz poşetin ikinci bir beyaz poşetin içine konmasını, bu ikinci poşetin üzerine fiyat etiketi yapıştırılışını ve eline tutuşturuluşunu izledi sessizce.

XY, annesinin elinden tutmuş yaramaz bir çocuk gibi hoplayıp zıplayan balığın hareketlerine o kadar alışamamıştı ki süpermarketten çıkıp, uç noktaları likenlerle kaplanmış koyu yeşil kaldırıma ayak bastığında, yüzüne çarpan soluk eylül güneşinin neşesini ve o içinde olmadan da tüm taşkınlığıyla akmaya devam eden hayatın şaşkınlığını; uzun süren bir filmden sonra sinemadan çıkmış gibi çalkantılı bir denge bulma arayışıyla yaşamıştı. Kasadaki kadının yanağındaki kiremit kırmızısını, sırada beklerken kasanın yanına konmuş çikolataları deviren çocuğun yüzündeki soluk pembeyi, çıkıştaki el arabalarını iç içe koyan yaşlı adamın çenesinin altından gülümseyen büyük beni ve yürüyen merdivenlerdeki genç kızın kırmızı mokasenlerini; çok uzun zaman önce yaşanmış ve unutulmaya yüz tutmuş anılar gibi anımsıyordu şimdi. Balık poşetin içinde adeta dans ediyor, ne teslim oluyor ne de uygun bir delik bulup kaçabiliyordu. İçi buz dolu bir balık kaç saat dayanabilirdi ki oksijensizliğe ve soğuğa? Ya da balık için gerçek sorun soğuk değildi de içinde oksijen bulunan suyun azlığı mıydı? Sonuçta akvaryumdaki su da çok sıcak değildi herhalde. Ne olur ne olmaz diye çıktığı kapıdan geriye girip, üst kattaki tuvaletlerden birisine attı kendisini. Bir an önce balığa istediğini vermeli, onu rahatlatmalıydı. Neyse ki tuvalet boştu, “Bu balıkla tuvalette ne yapıyorsun be kadın, çıldırdın mı sen?” diyen bir arsız yoktu görünürde. Lavabonun kenarına koyduğu elleriyle balığın içinde bulunduğu poşetin altında ufak bir delik açıp ne kadar buz varsa bu delikten aşağıya döktü. Ardından da çeşmeyi açıp dış poşetin içine su doldurdu, iç poşetteki deliği büyüttü. Eve gidene kadar balık sorun yaşamazdı herhalde. En azından ölmezdi. İçi su dolu poşetin ağzını kapattığında, balığın eskisi gibi hoplayıp zıplamadığını fark etti. “İyi” dedi içinden, “yol boyunca haytalık yapmaya devam etseydin, kaldırım taşına kafanı vurup oracıkta öldürebilirdim seni.”
XY’nin yüzü gülmüştü. Poşete doldurduğu musluk suyunun içinde sakinleşmiş olan balık, onu da sakinleştirmiş, sabahtan beri zonklayan başının ağrısını unutturmuştu. Annesinin elinden tuttuğu halde hoplaya zıplaya yürüyen küçük kız olma sırası poşetin içindeki buzların arasında ölüme direnen balığın hücrelerinden taşmış; XY’nin eline, koluna, gövdesine ve nihayetinde yüreğine bulaşmıştı adeta. Çok büyük bir iyilik yapmıştı da bunun karşılığında gökler, sıkı yapraklı ağaçların serin gölgelerinin ortasından fışkıran berrak bir pınar bahşetmişlerdi ona. Küçük bir çocukken, ne zaman ailenin başı derde girse ya da evde birileri hastalansa, annesi onun elinden tutar, sabah daha güneş doğmadan evden çıkıp, yakınlardaki bir Budist tapınağına giderlerdi. Nehrin kenarındaki bu tapınağa gelen, her biri başka bir dertten mustarip insanlar, süslü dev kapının az gerisinde satılan uzun boyunlu siyah kaplumbağalardan alır, tapınağın arkasına dolanıp satın aldıkları bu kaplumbağaları nehrin sularına bırakırlardı. Sabahın ilk ışıklarının kırık aynadan yansıyan huzmeler gibi havaya karıştığı o anlarda, XY küçücük göğsünün ortasında, asansör aniden yukarıya çıkmaya başlamış da içi bir tuhaf olmuş gibi, dayanılmaz bir hafiflik hissederdi. XY, kendisi suya düşmesin diye kolundan sıkı sıkıya tutmuş annesinin bu iyilikten aldığı zevki sezer, bir canlıya canını bağışlamanın ya da en azından bağışladığını sanmanın ne büyük bir ruhsal zenginleşme sağlayacağını küçük aklıyla çözmeye çalışırdı. Böyle sabahlardan sonra eve döndüklerinde ise manzara pek değişmezdi. Çanco’nun en iyi liselerinden birisinde Fizik öğretmenliği yapan babası, annesinin bu hareketini alabildiğine küçümser, “Bari çocuğu alıştırma şu saçma sapan hurafelere. Sen cahilsin, yapıyorsun anladık. Çocuğu ne diye kandırıyorsun, kafasını karıştırıyorsun. Ben kızım bilim okuyacak, babasının gidemediği üniversitelere gidip araştırmacı olacak, ileride Nobel alacak diye uğraşıyorum, bir de senin şu yaptığına bak. Hadi yaptığının bir işe yaramayacağını hesaba katmıyorsun, peki ya bir gören olur diye de mi hiç korkmuyorsun? Komşular ne der diye düşünmüyor musun? Fizik Öğretmeni KR’nin çocuğu tapınakta derdine derman arıyor, aklın ve bilimin yolunu bırakmış; yozlaşmış, içi boşaltılmış, hiçbir işe yaramayan geleneklerin peşinden gidiyor demezler mi?” Babası bir başladı mı kolay kolay susmazdı. Ne hafta sonu gazetesindeki eğlendirici bulmacalar ne de öğretmenliğin getirisi olan ve hiç bitmeyen ödev kâğıtları babasının önünde set olabilir, onun yaylı bir sistem gibi hareket eden çenesini durdurabilirdi. Tüm bu laf kalabalığına ve zan altında bırakılmaya rağmen annesi güler geçerdi söylenenlere. Evdeki işlerle ilgilenir, mutfağın sağını solunu siler, çok çok nadiren babasına yanıt verirdi. Her seferinde aynı şeyleri duyduğu için alışmıştı da artık duymaz mı olmuştu yoksa annesinin bildiği ama kimseye söylemediği bir şey mi vardı, XY bu sorunun yanıtını hiçbir zaman öğrenemedi. Bildiği tek şey çocukluğu boyunca –üniversite sınavından birkaç gün önce gidişleri son olmuştu- defalarca aynı tapınağa gittiği ve onlarca kaplumbağaya, birkaç gün sonra tekrar aynı satıcı tarafından yakalanacaklarını bile bile, özgürlük bağışladıklarıydı. Şimdi ise, akşamleyin türlü soslarla bezenmiş halde kocasının, kayınvalidesinin ve oğlunun önüne koyacağı kocaman balığın ömrünü birkaç saat uzatmış olmanın buruk sevincini yaşıyordu. Süpermarketteyken aklına gelen ama bir türlü tam olarak ifade edemediği soru bu sefer net bir şekilde belirdi zihninin boşluğunda: Yaraladığı ceylanın yanına gidip yarasını saran, onun başını okşayan ve ölümünü geciktirmek için çabalayan avcı aslında, kendisi istediği kadar inkâr etse bile, avın ta kendisi olmuyor muydu?    

Acele adımlarla aldı eve giden yolu XY. Ayaklarının altından kaymıştı neredeyse ıslak kaldırım taşları. Taksi tutup daha hızlı gitmek geldi bir ara aklına ama trafiğe yakalanıp tersi bir durumla karşılaşmamak, arabanın içinde beklerken metro inşaatının dev vinçlerinin gürültüsünü dinlemek zorunda kalmamak için vazgeçti. Kafasının karışıklığı ayaklarını da birbirine doluyordu. Sanki iki yıl önce gittikleri o sahil kentinde, gecenin bir vakti yaptıkları plaj yürüyüşündeydi şimdi. Kafasının üstünde yıldızlar, ayağının altında kayıp duran ıslak kum taneleri, karanlıkta bir panterin siyah gözleri gibi parıldayan deniz, uzaklarda zayıf ışıkları ışıldayan balıkçı tekneleri; başı dönmüş, dengesi sarsılmış, biraz endişelenmiş, kendisinin hangi dünyaların arasında kaldığını ayırt edemeyeceği hale gelene kadar bu sarsıntılı bedenine hükmetmesine izin vermişti. Şimdi ise kalbi ikirciklikten çatlayacak halde, sadece göğsünün sol yanında değil de her yerinde atıyordu. Ne olmuştu da bu kadar kısa bir süre içerisinde bu kadar yumuşamıştı içindeki sert kayalar? Balığı yerde çırpınırken gördüğü için mi olmuştu bu? Ya da özellikle bu balık olacak diye ısrarcı davrandığı için mi? Yoksa, balık daha kepçeye girmeden önce aralarında duygusal bir yakınlaşma mı olmuştu? Bu son ihtimali düşününce kahkaha atası geldi XY’nin. Köpek mi ki bu insan duygusal yakınlık hissetsin? Hele ki kendisi, kedileri bile sevmeyen, oğlunun ısrarlarına rağmen eve kedi alınmasına izin vermeyen birisiyken! Süs balığı olsa belki biraz anlardı içindeki bulamacın nedenini ama her zaman aldığı cinsten, sıradan bir …. balığıydı bu. Tamam diğerlerine göre biraz daha dolgun, biraz daha güzel ve alımlı görünebilirdi ama hepsi o kadar. Birdenbire kendisini yaşadığı sitenin giriş kapısında bulunca şaşırdı. İstemeyince ne kadar da hızlı geçebiliyordu zaman, yollar nasıl da kısalabiliyordu yolu unuttuğun zamanlarda! Asansörün zeminine atılmış sigara izmaritleri ve köşeye konmuş iki adet kâğıt kahve kupası başka zamanlarda olduğu gibi sinirlerini zıplatmamıştı bu sefer. Asansörden çıkıp eve doğru adımlarını atarken içinden bir ses eve gitmeyi geciktirmesini söylüyordu. Ev, kararın verileceği yerdi ve mutfağa girdiğinde kafasının karışıklığının sonlanacağından, çıkacak kararın balığın aleyhine olacağından endişe ediyordu. Uzun yolculuklarda uykuya daldığında, yolculuğun bitmemesi –varılacak yerde kendisini bekleyen daha rahat bir yatak olmasına rağmen- için yüreğinin derinliklerinde hissettiği türden arzuya benziyordu bu.

Anahtarı deliğe sokup çevirdiğinde artık dönülmez bir yola girdiğinin farkındaydı XY. Sandalyenin kenarına bıraktığı terliklerini giyer giymez mutfağa yöneldi. Poşet, içindeki su boşaltılınca patlak bir balona, hatta ezik büzük bir deriye benzemişti. Sıkı sıkı tuttuğu balığın bir gevşeyip bir kasılan bedeni kış günlerinde nadiren girdikleri küçük odadaki nemli döşeği andırıyordu. XY’nin gözü istemsizce kaydı aşağıya doğru, parmaklarının arasında kıpır kıpır oynamak için can atan ama ıslak poşetten dolayı ne gövdesi ne de gövdesini kaplayan o güzelim pulları görünen hayvanın cüssesinin büyüklüğünü hesap etti kafasının içinde. Bu irilikte bir balığı parçalamadan pişirecek bir tenceresi var mıydı ki? Olmazsa komşulardan alırdı, daha önce yapmadığı şey değildi ne de olsa! Şimdi halledilmesi gereken ilk iş bu balığı öldürmekti. Bir kere öldükten, yani balık da geri dönüşü olmayan yola girdikten sonra, her şey, hem de her şey çok daha kolay olacaktı. Başparmağının altında kesik bir damar gibi titreyen yüzgeçleri biraz daha sıktı. Balığın gözü, ıslak poşetin altından az çok belli oluyordu, iri bir misket gibi parlıyor, ortasındaki siyah nokta suçlayıcı imgelerle dolup taşıyordu. “Göz kapağı da yok ki kapatıversin zavallı hayvan!” diye geçirdi içinden. Kendi gözünü kapattı bu düşünceden sonra, eliyle yokladığı poşeti mutfaktaki lavabonun ortasına yerleştirdi. “Burada uslu uslu kal, yavaş yavaş öl, tamam mı? Senin diğer balıklardan bir farkın yok. Akşama benim ve ailemin karnını doyurarak, oğlumun ödevlerini daha hızlı yapmasını sağlayarak, kayınvalidemin benim hakkındaki olumsuz düşüncelerine dev bir darbe vurarak ve en çok da kocalık görevini yapmamak için türlü bahaneler uyduran kocacığımın aklını başına getirerek bu dünyaya geliş amacına fazlasıyla ulaşmış olacaksın.” Bu sırada farkında olmadan kendi gözlerini açmıştı XY. Balığın gözünü aradı kendisini inkâr ede ede ama bulamadı. Ellerini hafifçe gevşetti, hareketsiz kalmış olan balığın bu ani durgunluğu XY’yi inandırmamıştı. “Hiçbir balık elle sıkıldığı için ölmez.” dedi sesine alaycı bir kıvrım vererek. Poşeti iki ucundan tutup ağzı aşağıya gelecek şekilde salladı. Balık, döne döne, tıpkı yüksekten havuza atlayan profesyonel yüzücüler gibi düştü lavabonun gri zeminine. Solungaçları inip kalkıyor, kuyruğu belli belirsiz oynuyor, gözleri kar tanesi gibi bir solup bir parıldıyordu. “Gücü tükendi herhalde, birazdan ölür.” dedi içinden. Buzdolabının kapısını açıp sebzeleri çıkardı. Ortasında Tom ve Jerry resmi olan küçük leğenin içine elindekileri boşalttı. Leğenin altını balığa dokundurmamaya özen göstererek –tekrar canlanacak diye korkuyordu- leğenin içine su doldurdu ve iyice ağırlaşan leğeni lavabonun yanına, pencereyle bulaşık selesi arasında kalan yere koydu. Akşama daha çok vardı. En iyisi salona geçip biraz oturmaktı. Ellerini bulaşık sepetinin köşesindeki beyaz havluya silip mutfağı terk etti ama kapıdan çıkarken yine de kendisini alamadı, dönüp baktı balığın uslu durup durmadığına. Hoş, neden endişelendiğini kendisi de bilmiyordu. Ne yapacaktı balık, kanatlanıp uçmayacaktı ya!

Salondaki L şeklindeki koltuğa uzandı, sehpanın üzerine koyduğu çantasından telefonunu çıkardı. Bir iki arkadaşından gelen mesajlara sırf yanıt vermiş olmak için gülücükler gönderdi. Canı hiç de birileriyle konuşmak, ezelden beri mutsuz yaşamaya alışmış arkadaşlarının gündelik şikâyetlerini dinlemek istemiyordu. Aklına kocasını aramak geldi ama ararım da açmaz sonra yüreğim gereksiz yere sıkışır diye vaz geçti. Şu hayatta yanıtsız bırakılan mesajlardan, geri dönülmeyen aramalardan, kısacası takılmamaktan, varlığıyla yokluğu bir kabul edilmekten, yokluğunda özlenilmemekten, varlığında rahatsızlık duyulmasından daha utanç verici, daha yerin dibine geçirici ne olabilirdi? Kocasıyla da ilişkisinde son zamanlarda bunu hissetmeye başlamıştı. Özellikle son bir hafta içinde, yani o ateşli sevişme akşamından sonraki günlerde, kafasında kurup kurup bozduğu oyunlar, bir punduna getirip kocasının ilgisini çekme ve ona kendi kafasında geçen şeyleri anımsatma girişimleri, fazlasıyla vaktini alır olmuştu. Neredeyse günün yirmi dört saatini, nasıl yapayım da o akşamı kendime bir daha yaşatayım, nasıl yapayım da kocamı tekrar bana âşık edeyim, ne yapayım da o gecenin bir rastlantı değil de uzun sürecek bir yangının ilk kıvılcımı olduğunu ona bir daha asla aklından çıkmayacak şekilde anlatayım? Bunun bir yöntemi var mıydı bilemiyordu ama mutfakta yavaş yavaş ölen balık bu tereddütlü sorulara bir yanıt vermek için çırpınıyordu. Balık aklına gelir gelmez kuyruğunda sallanan sorular da dökülüverdi XY’nin başından aşağıya. Neden süpermarketteki görevliden rica etmemişti balığı temizlemesini? Hadi balığı canlı aldı, neden yolda ölmesin diye poşete su koymuştu? Hiçbir şey yapmasaydı balık çoktan vermişti son nefesini. Balığı iki defa ölümden kurtardıktan sonra şimdi neden onu lavabonun ortasında ölüme terk etmişti? Bütün bunların, bu tereddütlü ve ikircikli tavırların kocasının aşkını geri kazanmakla ne ilgisi vardı? Var mıydı? Yoksa tüm bu hafakanlar kendi kafasının, kendi takıntılı aklının, direksiyonu kilitlendiği için kontrolden çıkmış bir üçteker gibi kendi etrafında dönen şapşal hayallerinin kaçınılmaz bir sonucu muydu? En kötüsü de ne zaman aklı bu derece karışsa, ne zaman yaptıklarıyla yapmadıklarının muhasebesine girişse, bu muhasebenin sonucunda kendisini ezilmiş ve geride bırakılmış hissetse, ne zaman yaşadığı hayatın kendisine ait değil de dışarıdan ithal edilip üzerine giydirilmiş bir sahtekârlık olduğuna inanmaya meyil gösterse; çözüm olarak kaçabildiği tek nokta kendi elleriyle kendisini tatmin etmek oluyordu. Uzun ince parmaklarının dokunduğu her yer, kocası tarafından ihmal edildiği için kurumuş bir bahçeye dönmüş o güzelim teni, uzun süren kuraklık döneminden sonra hayata dönüyor ve canlanıyordu. Bir çeşit intikam alıyordu XY; aklının eremediği, değiştiremediği ve değiştiremeyeceğine inandığı, kendisine büyük gelen hayattan. Ne kadar büyük olursa olsun her zaman için bir çıkış noktası vardı kendisi için. Kocası ve oğlu gündüzleri evde olmazdı. Kayınvalidesi de sık sık dışarı çıkar olmuştu son zamanlarda. Böyle yalnızlıkların ona getirdiği iki şeyden birisi suçluluk duygusu oluyorsa diğeri bu suçluluğu bastırmak için icat ettiği kendi kendisini tatmin etmek oluyordu. Bir kere de o yola girdi mi, namluda ilerleyen kurşun gibi durdurulamaz bir eylemin içinde buluyordu bedenini. Suçluluk duygusu ve zevkperestlik, kendi yarattıkları fasit dairede göğe doğru uzanan bir spiral gibi şiddetini arttırıyor, içinden çıkılmaz bir döngünün yıkıcılığını getiriyordu. Böylesi döngülere kapılıp aklını ve bedenini ellerinin hünerine terk ettiği zamanlardan sonrasında ise, yani o tensel zirveye ulaşıp yorgunluktan bitap düşünce derin bir pişmanlık sarıyordu ruhunu. Sanki ayıp bir şey yapmış gibi, suçu yanlış yerde arayıp yanlış kişiyi idam etmiş gibi, kendi kendisini mağdur ilan edip mağduriyetin hem avcısı hem de kurbanı olmuş gibi ciddi olamayacak kadar laçka, şaka olamayacak kadar da gerçekçi bir duygu bataklığının ortasında buluyordu ruhunun en rafine olmuş, en kırılgan halini. Karanlık bir gölge üzerine çöküyor, özgür iradesine el koyup varlığını esir ediyordu. 

DEVAM EDECEK

13 Mart 2019

在电动车流中自杀

"Bir Eylül Sabahı" adını verdiğim öykü seçkisindeki ilk öykü olan "Bisiklet Şeridinde İntihar Denemeleri", Çin'deki bir edebiyat dergisinde yayımlandı. Devamı gelecek... 

 Çince yayımlanan ilk öyküm oldu bu. Kitabın kendisi ne zaman yayımlanır bilemiyorum. Sırada başka dosyalar olduğu için bekletiyorum. "Buz" yayımlanmak üzere, sözleşme imzalandı. "Tokcay'ın Son Günü"nü Ve Yayınevine gönderdim, yanıt bekliyorum. "Uçurum" romanı ise içlerinde en eskisi olmasına rağmen beklemede. "Tokcay'ın Son Günü" yayımlandıktan sonra "Uçurum"la uğraşacağım.