Bu Blogda Ara

20 Ekim 2020

7. Bölüm: Ahlatın Düşüşü

 
          

Yattığımdan beri dört dönüyorum yatakta. Genelde sağ omzumun üzerine yatar yatmaz uyuyan ben, bu gece nedense bir türlü dalamadım uykuya. Defalarca gözüm aldı, defalarca uyandım, uyanır uyanmaz nerede olduğumu sordum kendime her seferinde. Bal’la Süt’ü aradı gözlerim karanlıkta ama nafile! Yüzüstü uyumayı denedim, karnım ağrıdı. Sol omzum üzerine yattım, göğsüm sıkıştı. Ne yaptımsa bulamadım hem vücudumu hem de zihnimi rahat ettirecek bir pozisyon. Çamura saplandığı için patinaj yapan lastik gibi döndüm boyuna bir türlü ısınmayan çarşafın üzerinde. Bir ara Ayşegül’ü de uyandıracağım diye endişelendim, kalkıp diğer odada yatayım dedim ama üşendim. En sonunda uyuma ısrarından vazgeçtim. Sırt üstü yatıp tavanı izleme başladım. Babamın evinde geceleri soğuk olur diyordum ama burası çok daha kötüymüş. Yaz ayında altında yattığımız yorgana bak! Kışın ne yapıyordu dedelerimiz acaba? Bu ev gündüzleri doğru dürüst ışık almıyor, ondan herhalde. Isınmıyor bir türlü. Bir de duvarlardan tüyler ürpertici bir çıyan gibi sızan bu ağır nem, insanın içine terk edilmişlik duygusu pompalayan bu iğrenç rutubet, çürüyen tahtalardan yükselen küf ve mantar kokusu…

Gözlerim hâlâ tavanda, uzun süre karanlıkta aynı noktaya bakınca hareketsiz cisimlerin birbirleriyle oynaşmaya başladıklarını fark ediyor insan, başka zamanlarda umurumuzda bile olmayan eşyalar girift bir bulmacanın parçalarına dönüşüyorlar, her şey başka bir şeye benziyor, başka bir şeye dönüşüyor, gelişiyor, tekâmül ediyor. Kirişleri birbirine bağlayan halatlar bin başlı bir yılan gibi uzatmışlar uçlarını mesela; tavandan sarkan lamba göğe doğru yükselen bir zembile, duvardaki koyu lekeler vahşi bir cinayetten arta kalan izlere, pencereden sızıp odanın karşı köşesinde sonlanan zayıf ay ışığı hedefi 12’den vuran bir oka dönüşüyor. Sonra bunlar birbirleriyle etkileşmeye, alt alta üst üste boğuşmaya, bitmeyen bir savaşın içinde çarpışmaya başlıyorlar. Yorgun olduğu halde bir türlü uyuyamayan ben ise yarı hayranlık yarı korku içerisinde bir yandan karanlığın içinden türlü şekillere bürünerek çıkan bu cisimlerin ölümsüz kavgalarını izlerken bir yandan da yarınki cenaze namazında imamın soracağı “Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusuna cemaatin ne yanıt vereceğini düşünüyorum. Malum, babam aksi bir adamdı. Kendisinden ve biricik oğlu Ahmet’ten başka kimseyi düşünmediğini söylesem herhalde koca köyde tek bir kişi çıkıp itiraz etmez. İstanbul’dan getirdiğim akrabaların da çok farklı düşündüğünü sanmıyorum. “Ucuza bilet bulduk, köye gider kalırız birkaç hafta.” demiştir kimisi. Off baba ya! Nasıl bir hayat yaşadın, nasıl bir miras bıraktın çocuklarına! Para da para, mülk de mülk, mal da mal; ömrünü av peşinde geçirdin, bir kere oturup avladıklarının tadına bakamadan bastın gittin. Ne çocukların nasiplendi senin inatçı ve hırslı tavırlarından ne de torunların. Anam bile senin cimriliğin yüzünden çabucak eriyip gitti. Az yalvarmadı sana üç beş kuruş için. Kendisi için değil de çocukları için isteyince bile vermedin, sakladın paraları, akla hayale gelmeyecek deliklere soktun. İşte gör şimdi parayı, aha böyle yatarsın gasılhanede. O deliğe şimdi sen girersin. Kazandıkların da büyük oğlunun kasasında tembel tembel yatar. Yatar mı yatmaz mı bilmiyoruz ya! Kara delik gibi çekti Ahmet Abimin işleri sendeki tüm birikimleri. Beton oldu, ev oldu, villa oldu, kayboldu gitti hepsi…

Telefona gelen mesajla dikkatim dağılıyor. 

* Devamı yayımlanacak romanda. 24 saatliğne metin sayfada duruyor, vakit dolunca ilk iki paragraftan sonraki kısmı siliyorum.