Bu Blogda Ara

15 Ağustos 2016

Çin Mektupları 30


Nanjing Havaalanına indiğimde sorun yaşayacağımı biliyordum ama işin bu kadar uzayacağını asla tahmin edemezdim. Önceleri, yani geçtiğimiz üç yıl boyunca, pasaport kontrolü yapan memur benim TC pasaportumu görür görmez, şöyle bir duraksar ve amirini çağırırdı. Amir gelir, beni bir kenara çeker, pasaportumu alıp az ilerideki diğer polislere gösterir, bilgisayarda bir şeylere baktıktan sonra bana pasaportumu iade edip beni pasaport kontrolü gişesine gönderirdi. Bazen sorular sorardı. Nerede çalışıyorum? Neden bu havaalanını kullanıyorum? Nereden geliyorum? Bunu, pasaportumda Çinli makamlarca verilmiş bir yıllık oturma iznim olmasına rağmen yaparlardı. O kadar ki çalıştığım okul Çin devletine bağlı, beni işe alan şirketin kurucusu Çinli, ne çalıştığım okulda ne de sözleşmemi hazırlayan şirkette benden başka bir Türkiyeli var. Buna rağmen her geliş gidişimde bu muameleyle karşılaşırım, sorun çıkarmam. Biliyorum ki onların ülkesi, biliyorum ki istemezlerse almazlar beni, biliyorum ki Çin’in güvenli bir ülke olarak kalması için uğraşıyorlar ve bu benim de işime geliyor. Yine de içerlemeden edemem ama. İnsanız sonuçta! Herkes geçiyor, niye bir ben kalıyorum! Kendi kendime konuşurum beklerken. Utanır, sıkılırım! Taşıdığım, taşımak zorunda olduğum pasaportun getirisi bunlar. Duyduklarıma göre, birkaç yıl önce sahte TC pasaportlarıyla Çin’den kaçmaya çalışan Uygur Türkleri yakalanmış. O gün bugündür ne zaman bir TC pasaportu görseler ürküyorlar, kendi makamlarınca verilmiş vizeye bakmaksızın sorguya çekiyorlar.

Durum böyle olunca ben hazırlıklıyım bu gelişimde. Biliyorum çekecekler kenara, alkol kontrolü yapan trafik polisleri gibi bekletecekler beni. Pasaportumu veriyorum gişedeki memure hanıma. Kadın pasaportu görünce şöyle bir geriliyor. Ne yapacağını şaşırıyor. Hemen mi aramalı amiri yoksa pasaportun içine baktıktan sonra mı? Öylesine eviriyor çeviriyor pasaportu, bakıyor ama görmüyor gibi. Sonra hemen telefona sarılıyor, başta yapması gereken işi daha fazla geciktirmemesi gerektiğini biliyor olmanın verdiği telaş var yüzünde. Birkaç saniye içinde pasaportum bir erkek memurun elinde. Cam kapı açılıyor, kadın memure bana “Lütfen bu beyi takip edin.” diyor.

Ediyorum tabii ki, ne yapacağım. Gassalın elindeki meyyitten ne farkımız var sınır polisinin karşısında! Polis memuru beni gişelerin bittiği bir noktaya götürüyor. “Burada oturun, beş dakika bekleyin.” diyor. “İyi” diyorum içimden, “En azından beş dakika dedi. Hiçbir şey demeyebilirdi ya da on beş dakika diyebilirdi” Bu sırada Tayland pasaportuyla gelen Jaruwan benden önce geçtiği için aşağıya, bavulların olacağı yere inmiş. Benim çevirmeye yakalandığımdan habersiz. Bekliyorum bir süre. Pasaportumu alan memur geri gelip bana sorular soruyor. “Nerede çalışıyorsun?”, “Kaç yıldır Çin’de yaşıyorsun.” gibi aslında yanıtlarını pasaporttan bulabileceği ama bir de benden duyarak sağlama yapacağı sorular bunlar. Hepsine en doğru yanıtları veriyorum. İlkokuldan beri iyiyimdir sözlü sınavlarda :)

Memur tekrar gidiyor. Bu sırada Jaruwan geliyor. Uzaktan “Gelme, seni de tutarlar.” işareti yapıyorum ama anlamıyor beni. Yanıma oturuyor, ben ona durumu izah ederken yanımızda genç bir asker beliriyor. Elinde tüfek, sağında solunda bıçak ve cop… Ben tabii “ohaaa” oluyorum. Kaçacağımdan mı korkuyorlar? Pasaportumu aldılar, yanıma bir de silahlı asker diktiler. Neden? TC pasaportu taşıdığım için. Görünen tek neden bu! “Ne oldu? Bavulları aldın mı?”, soruyorum Jaruwan’a. “Yok” diyor. “Daha bizim uçaktan gelen bavullar ulaşmadı.” Birlikte bekliyoruz, şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz. Ne yapayım, stres mi yapayım yanımda yirmi yaşında tüfekli bir asker diktikleri için?

Bu sırada etraf sessizleşiyor, bizim uçakla gelen yolcuların hepsi geçip gidiyor önümüzden. Herkes şen şakrak, güle oynaya iniyorlar merdivenden aşağıya. Pasaport kontroldeki memurlar bile dükkânı kapatıp Cuma namazına giden esnaflar gibi gişeleri kapatıp gidiyorlar, bir sonraki uçağa kadar dinlenecekleri odalarına. Beni alıkoyan kadın memure geçiyor önümden. Yüzüme bakmıyor. İşini yapmış olmanın haklı memnuniyeti mi bu? Yoksa bilmediğim başka şeyler mi var? Ne olabilir ki? Öğretmenim ben ya! Hayatını matematiğin güzel olduğunu öğretmeye adamış, az buçuk edebiyatla uğraşan, arada da koşan bir insan.  Ayak sesleri seyreliyor, derin bir sessizlikle baş başayız şimdi. Sanki koca havaalanında üç kişiyiz. Ben, Jaruwan ve yanı başımızdaki asker. Bekliyoruz, bekliyoruz… En büyük endişem Çanco’ya giden son treni kaçırmak. Treni kaçırırsak geceyi Nanjing’de geçirmemiz gerekecek. İşin gücün yok, otel ara bu saatte. Yarın sabaha yapılacak işler de var!

Bir ara ben Jaruwan’a “Aşağıya in bak, bavullar gelmiştir. Sahipsiz sanıp başka bir odaya götürmesinler.” diyorum. Kalkıp gidecek ama yanımızdaki asker hareketleniyor hemen. “Dur” işareti yapıyor eliyle. Jaruwan durmuyor, askerin yanına gidip İngilizce bir şeyler söylüyor ama asker İngilizce bilmediği için durum iyice karışıyor. Eliyle, koluyla “Abla, sen az bir bekle. Ben amirime sorayım.” diyor. Koşarak gidiyor, koşarak geliyor. Yanında başka bir polis var. Jaruwan aşağıya bu polisle birlikte iniyor. Tek başına havaalanında gezmesi bile yasak. O kadar tehlikeli yani! TC pasaportu taşıyan bir adamın Taylandlı karısı… Her şey beklenebilir bu kadından!!! Neyse, o da gidiyor. Kaldım mı askerle ben baş başa! O bana bakıyor ben ona! Bekleşmeye devam… Jaruwan on – on beş dakika sonra iki kocaman siyah bavulla geri geliyor. Eskortluk eden polis onu bırakıp kayboluyor koridorun öteki ucunda.

Neredeyse bir saat geçmiş. Hiçbir haber vermiyorlar, ne yaptıkları da belli değil. Keşke daha fazla soru sorsalar da böyle bekletmeseler. Bir ara ayaklarım açılsın diye kalkıp dar bir alanda turlamaya başlıyorum. Duvarlardaki resimlere bakıyorum, yanlış bir şekilde İngilizceye çevrilmiş uyarıları okuyorum. Havaalanının olağan dışı suskunluğu içimde kabaran dalgaların seslerini daha bir duyulur hale getiriyor. Kayalara vurdukça köpüren dalgalar gitgide yükseliyor göğsümün boşluğuna doğru, girdaplar oluşuyor anlık çarpıntılarla, yosunlar vuruyor taşların keskin uçlarına… “Sakin ol.” diyorum kendi kendime.  3-4 saatlik sınavlara gözetmenlik yaparken vakit geçsin diye yaptığım asal sayı sayma alışkanlığıma sığınıyorum. Ufak adımlarla ileri geri giderken sayıyorum bir yandan: 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17,… Asker benim aksi bir harekette bulunmayacağıma emin olana kadar avını gözetleyen kaplan gibi bakıyor bana. Hatta, yaklaşıyor biraz, ters yöne koşarsam mesafeyi kapamak sorun olmasın diye belki de.

Bir saatin sonunda pasaportumu alan amir geliyor yanıma. Sözünü ettiğim okulda çalıştığımı belgeleyen başka bir kanıtım olup olmadığını soruyor. Sigorta kartını gösteriyorum. Üzerinde hem kendi adım var hem de okulun adı. İçimden değil dışımdan söyleniyorum bu sefer, “Neden daha önce sormadınız bunu?” Amir yanıt vermeden karta bakıyor. Önünü arkasını kontrol ediyor. Tatmin olmadığını görebiliyorum kırpışan gözlerinden. “Çalıştığınız okuldan birisiyle görüşebilir miyim?” diye soruyor bu sefer. “Tabii ki!” diyorum. Telefondan okul müdürünün numarasını veriyorum ama müdür açmıyor. Amir başka birisini soruyor. Bu sefer Çince bilmeyen yabancı öğretmenlerin işlerini halleden asistan kızın (Wang) numarasını veriyorum. Wang yanıt veriyor telefona. Amir uzaklaşıyor yanımdan. Ne konuşuyorlar bilmiyorum. Bir ara elindeki pasaportumdan adımı harf harf okuduğunu duyuyorum.

Beş dakika sonra, benim bu durumlara düşmeme neden olan o “zalim” memureyle birlikte geri geliyor. Tamam, suç onun değil ama ne yapayım! Birilerine kızmam lazım. Her şeyi o başlattı işte. Treni kaçırırsam otel parasını bu kadından almam lazım… Kadının elinde pasaportuma damga vuracak olan kaşe var. Birlikte gişelerin oraya yürüyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi başlangıç noktasına geçiyorum. Uçakta unutulmuş bir yolcuyum ben aslında, son anda fark ediyorlar ve apar topar indiriyorlar. Memure hanım pasaportumu ilk defa görüyormuş gibi sayfalarını karıştırıyor, elektronik okuyucudan geçiriyor, bilgisayara bir şeyler yazıyor. Ben bu arada önümdeki müşteri memnuniyeti tuşlarına bakıyorum. Dört seçenek var: Mükemmel, iyi, kötü, berbat. Damga pasaportuma vurulur vurulmaz “Berbat” tuşuna basıyorum. Hiç beklemediği anda karşısına intikam alma şansı çıkan bir insanın şaşkınlığı var bende. Bir de yanlış yere alıkonulduktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûmun sevinci. Jaruwan’a işaret ediyorum, “Çabuk ol. Son treni kaçırmayalım.”

Amir yanıma geliyor tekrar. Damgamı da almışım, kükrüyorum artık. “Neden bu kadar uzun sürdü bu iş?”, “Beş dakikada yapılacak işi bir saat on beş dakikada yaptınız.”, “İtirazım bekletilmeye değil, bu kadar uzun süre sorgusuz sualsiz bekletilmeye…” Amir, suçluymuş da af diliyormuş gibi elini omzuma atıyor. Ahbap olduk bir anda. Az önce terörist muamelesi çektikleri adamla sarhoş dostluğu kurmaya çalışıyor aklı sıra! Yemem ben, kusura bakma. “İzah edeyim” diyor sevecen bir tavırla. Pasaportumu alıyor tekrar. Sayfaları karıştırıyor. Sonra da bana 2015 yılında Çin’deki havaalanlarından birisinde vurulmuş bir damgayı gösteriyor. “Bak, bu damgada ay rakamı okunmuyor. O yüzden tuttuk seni bu kadar.”

Ben kopuyorum o noktada, yokuş yukarı çıkarken zinciri boşalan bisikletin pedalları gibiyim. “Yalan söylüyorsun!” diyorum amire. “Hem o damgayı da senin gibi bir memur vurmuş. Benim ne suçum var? Kaşelerinizin mürekkep ayarını yapamıyorsanız ben neden sorumlu oluyorum bundan?”, “Ayrıca rakam da okunuyor, mart ayında giriş yapmışım işte. Neyini okuyamadınız? Kör müsünüz?” Daha da saydırıyorum ama amirin yüzündeki otorite zırnık sarsılmıyor. Elini tekrar omzuma koyuyor. Bu sefer dostça değil, “Çok bile konuştun. Hadi ikile hemen yoksa sonun iyi olmaz.” diyen bir ağır abi dokunuşu bu. “Sana daha fazla bilgi veremem.” diyor. O anda anlıyorum işin içinde bambaşka bir şeyler var. “Neden?” diyorum. Yapmak zorunda olmadığı halde üşenerek yapılan bir işe yeltenir gibi elini telefonuna uzatıyor. Çince-İngilizce sözlükte bir şeyler yazıyor. İngilizce çeviriyi gösteriyor ama okuduğumu anlayamıyorum. Çünkü çeviri kısmında “Sports day security…” gibi bir şeyler yazıyor. Saçma sapan bir ifade, anlaşılacak bir şey değil yani... Duvarlardaki uyarıları İngilizceye nasıl çevirdikleri anlaşılıyor böylece. Öğrenme arzumu yitiriyorum o anda, bilmemenin dayanılmaz hafifliğine doğru sıvışmak istiyorum. Belki amir de bilmiyor derdini İngilizce nasıl anlatacağını, ondan yaşadığımız bunca sıkıntı. Çaresizim artık, pes etmekten başka seçeneğim yok. “İyi tamam” diyorum en sonunda. İndiriyorum yelkenleri suya. Hem zaten pasaportuma damgayı almışım, daha ne uğraşıyorum ki. Söylenerek uzaklaşıyorum yanlarından.


Aşağıya inince hemen Wang’ı arıyorum. “Ne oldu? Neymiş sorun?” diyorum. Wang “Türkiye’deki olaylardan (Darbe girişimini kast ediyor) dolayı tüm Türkiyelilere yapılan sıradan bir kontrolmüş. Senle bir ilgisi yok.” diyor. Uzatmıyorum. Çok çok teşekkür edip kapatıyorum telefonu. Saatte 50 km/s hızla giden dev bir kamyonun arkasında bir saat on beş dakika boyunca oyalanmış bir Ferrari sürücüsüymüşüm gibi haksız, hatta züppece bir isyan var içimde. Bir kere solladıktan sonra kamyonu da, kamyonun arkasındayken hissettiklerimi de (yer yer haksız da olsam), kamyon şoförünün yol verme konusundaki inadını da unutabilirim.Yakalamamız gereken bir tren var önümüzde, ATM’den para çekmem lazım, hepsinden önemlisi uçaktan beri tuttuğum tuvalet ihtiyacımı gidermem lazım. Metro girişine yakın bir yerdeki tuvaletlerden birisine dalıyorum koşarak. Pisuarların altındaki su birikintilerini görünce tanıdık bir sahneyi uzun bir aradan sonra gören çocuk gibi seviniyorum.  İşimi görürken, idrar damlaları yere dökülmesin diye her pisuarın önüne konmuş olan uyarıyı okumayı da ihmal etmiyorum. “Senin için ileriye doğru küçük bir adım, uygarlık için dev bir sıçrama.” Evet, Çin’deyim artık...      

11 Ağustos 2016

Aforizmalar 7-10

Yedinci Aforizma: Dünyayla sorunları olmayan insan yazmamalı bence. Moda oldu şimdi. İki cümle yazıp, sosyal medyada beğeni kazanan herkes yazar, şair oluyor… O gazla hemen gidiyorlar, meşhur bir yazarın verdiği yaratıcı yazarlık kursuna. Zannediyorlar ki çıkınca hepsi Zola ya da Tolstoy olacaklar. Olmadığını, olmayacağını anlamanız için kaç yüz kişinin daha bu kurslarda heba olması gerekiyor? Geçen kış Beyoğlu’nda gezerken bir afişe rastlamıştım. Ünlü isimler, bir haftalık yaratıcı yazarlık semineri verecekmiş. Sırf merakımdan telefon ettim, fiyatı sordum. 2.000 TL gibi bir şey söylediler. Ucuz da değil yani, kolay mı? Bitince Dostoyevski olacaksın! Bir yıl sonra kitapların Orhan Pamuk’un kitaplarının yanında satılacak. Hatta Haldun Taner ve Sait Faik ödüllerini beğenmeyip doğrudan Nobel’e uzanacaksın. Bakınız, tüm samimiyetimle yazıyorum bunları. Sapla samanı ayırmak ve naif ruhlara bir iyilikte bulunmak için yapıyorum yani. Yaratıcı Yazarlık kurslarına gitmeyiniz, gidenleri uyarınız, gücünüz yetiyorsa engelleyiniz. İlla gidecekseniz, bir ya da iki kitap yayınladıktan sonra, yani yazar olduğunuzu kendinize kanıtladıktan sonra, tekniğinizi geliştirmek ya da başkalarının düşüncelerini öğrenmek için gidiniz. Neden mi? İzah edeyim. En başta, bu kurslarda iki önemli konu birbirine karıştırılıyor. Yaratıcılık ve yazarlık. Yaratıcılık öğretilir, öğretiliyor da zaten. Bunca güzel sanatlar fakültesi, bunca edebiyat bölümü neden var? Binlerce öğrenci her yıl öğrenmiyor mu resim yapmayı, müzik bestelemeyi, deneme / öykü / şiir yazmayı? Ver herhangi bir lise mezununa beş farklı karakter, bir mekân ve bir çatışma; sana öykünün en güzelini yazar. Dahi olmaya gerek yok roman yazmak için. Bakın televizyon dizilerinin çoğuna, sizce o dizileri yazanlar çok mu zekiler, çok mu yaratıcılar? İçlerinde mutlaka istisna güzellikte yapıtlar vardır ama genel olarak TV dizileri pespayelikten, klişeden geçilmez. Yazılan kitaplara da bakın. Liseli öğrenciler bile roman yazar oldu artık. Yazamazlar demiyorum, tam tersine yazarlar ve bunda abartılacak bir şey yok diyorum. Mesele de burada başlıyor zaten.  Sorun bir şeyler yaratmak değil ki; sorun yazmak, sorun güzel yazmak, sorun okuyucunun aklına değil yüreğine girmek, sorun yazarak bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak ve bu uğurda dünyaya meydan okumak. Yani yazar olmak için dünyayla bir sorununuz olmalı, yumruklarınız hep sıkılı olmalı, mutlu olabilirsiniz ama aynı zamanda eksik hissetmelisiniz kendinizi. Huzursuz olmalısınız, içinizde atlar tepiniyor olmalı. Bir şeylerin değişebileceğine, dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine, insanların huzura kavuşacağına inanmalısınız ve bu uğurda çaba sarf etmenin ulvi bir görev olduğunu düşünmelisiniz. Evrensel normlarınız olmalı; insan sevgisi, doğaya hayranlık, bilime saygı, güzel olan karşısında donup kalma, zayıfın yanında olma, haklıyı savunma, zalime meydan okuma, ne olursa olsun insanın yanında olma… Bunlar yoksa neyi yazacaksınız, söyler misiniz bana? Beni rahatsız eden şey dünyaya söyleyecek tek bir kelimesi olmayan insanların yüz bin kelimelik roman yazmaya çalışması ve parayı bastırıp kitabı yayımladıktan sonra ortalıkta yazarım diye fink atması… Değilsin kardeşim, yaratmışsın bir hikâye. En iyimser ifadeyle romancısın. Yaratıcılık kolay iş, asıl zor olan yazarlık kısmı. Yazar olmak için bir ideolojin olmalı; bir duruşun, bir bakış açın, sarsılmaz bir değerler dünyan, sürekli genişleyen bir ufkun, zengin bir dilin, kıvrak bir hayal gücün (kurgu için değil, güzel yazmak için) olmalı. Bunları da sekiz haftalık yaratıcı yazarlık kurslarında kazanamazsın. Değil sekiz hafta, sekiz ay bile yetmez. Sabır lazım, dirayet lazım, inat lazım, az da olsa her gün yazman lazım. Yazamadığın günlerde içinde bir sıkıntı oluşması lazım, öyle ki gece yastığa başını koyduğunda kendini suçlu hissetmen lazım, “Ben ne kadar tembelim, 24 saat geçti tek bir cümle yazmadım.” diyebilmen lazım. Bu sancılı düzeye gelene kadar da çok yazman, çok hata yapman, çok saçmalaman, çok kendine kızman lazım. Kolay mı bir Nabokov olmak, bir Orwell olmak, bir Yaşar Kemal olmak. Öyle cümleler kurmalısın ki okuyucunun başı dönmeli, ayakları yerden kesilmeli, o güne kadar seni tanımadığı için geçmişine küfretmeli. Bu noktaya gelmen için de çok okumalı, çok gözlem yapmalı, çok not almalı, çok düşünmeli ve çok pratik yapmalısın. Aylardan değil, yıllardan bahsediyorum. Çantanda mutlaka iki tane defterin olmalı, biri büyük biri küçük. Acil durumlarda küçük olanı –yürürken bile-, zamanın bol olduğu zamanlarda büyük olanı kullanmalısın. Yazarken internetten uzak durmalısın, internetin olmadığı mekânlara gidip yazıya yoğunlaşmayı denemelisin. Sürekli insanları gözlemlemelisin. Hareketlerini, mimiklerini, sözlerini, kaçamaklarını, mırıldanmalarını, yüzlerinin kızarışını, kahkahalarını, ağlamalarını, gözlerini kaçırışlarını, kaşlarını oynatışlarını, yanaklarını içe çekişlerini, dudaklarını büzüşlerini, saçlarıyla oynamalarını… Bunları yaparsan zaten kursa falan gerek kalmaz. Birkaç yıl sonra güzel metinler yazmaya başlarsın. Güven bana, yazarsın! Bir davan varsa, dünyanın daha güzel olacağına dair bir umudun varsa mutlaka yazarsın. Yaratıcı yazarlık kurslarından alacağın sertifikayla açılmayacak demir kapılar, azimle ve inatla açılır önüne. İlla bir sertifikayı hak etmek istiyorsan kendine şöyle bir test yap.  Sağlığın sıhhatin yerindeyken, herhangi bir olağanüstü yoğunluğun yokken ve kimseden bu konuda bir baskı görmüyorken; şöyle bir iki hafta kendini yazıdan uzak tutmayı dene, zorla kendini. Yazmamaya ant iç ya da bilgisayarını / yazı malzemelerini kasaya kilitle ve anahtarı güvendiğin birisine var. Bak bakalım huzursuz oluyor musun? Bak bakalım uykuların kaçıyor mu? Bak bakalım hayatın anlamını yitiriyor mu? Yazmayı bırakmayı deneyip bırakabiliyorsan sen zaten hiç yazar olmamışsındır. (Yaşlanıp emekliye ayrılan ustaları tenzih ederim) Yok, yazmayı bırakmayı beceremiyorsan sen zaten yazar olmuşsundur. Hiç öyle kursa falan gitmene gerek yok. Yazmaya devam et. Bugün değerini bilmezler, beş sene sonra bilirler, on sene sonra bilirler, sen öldükten sonra bilirler. Sen yaz, ama her gün yaz. Düzenli yaz, disiplinli yaz, bir gün yazıp iki ay ara verme. Okumaları da ihmal etme, iyi yazarları elinde kalemle oku, altını çize çize, not ala ala… Gerisi zaten gelecektir. Yetenek diye bir şey yoktur. Çalışmayla, azimle, yıllarını vermekle oluyor güzel şeyler. O güzellik eninde sonunda seni de bulacaktır. Bu da tüm genç yazarlara benden bir ders olsun. Şimdilik bu kadar…

Sekizinci Aforizma: İnsan kötü edebiyatı gençliğinde okumalı. Yaşı ilerledikçe tahammül eşiği yükseliyor çünkü (tahammülsüzlük eşiği alçalıyor da denilebilir); iyi yazılmamış cümlelere karşı alerjik bir tepki veriyor zihni, süslü püslü ama içerikten ve derinlikten yoksun betimlemelere ister istemez burun kıvırıyor, en kötüsü de hem bu tür ürünleri ortaya koyanlardan hem de kendisini yalnızlığa sürükleyen entelektüel züppelikten tiksinmeye (bırakamasa bile) hakkı olduğunu düşünüyor. Evet, lise ve üniversite çağlarında okunmalı popüler yazarlar ve şairler. Çünkü o yaşlarda henüz farkına varamıyor insan, kötü edebiyatı kötü yapan öğelerin aslında çok da uzağımızda olmadığının. Hem vakit de bol, hata yapma payı geniş. Her şey okunabilir, hatta her şey okunmalıdır. Genç yaşta ucuz edebiyatla tanışan insan zamanla sıkılacaktır okuduklarından çünkü sadece gerçek edebiyat sıkmaz insanı, içine çeker ve sarıp sarmalar, her daim yeni şeyler öğretir, yeni ufukların açılmasını sağlar. Nitelikli edebiyat insan denilen muammayı hazır bir formül olarak ele almadığı için ve insanın sürekli değişen varoluşunu tüm değişkenleriyle birlikte incelediği için sıkmaz, bunaltmaz. Ucuz edebiyat ise bayat olandır, içinde yenilik barındırmadığı gibi gerçeklik de barındırmaz. Gerçekliğin bir boyutunu barındırır sadece, tünelin içindeki karanlığı ve o karanlığın meydana getirdiği keşmekeşi değil sonundaki aydınlığı anlatır hep. Karakterle genellikle tek boyutludur, hikâyeler yazarın duruşu hakkında bir bilgi vermez.  Aynı şeyleri tekrar etmekten bıkmaz, okuyucuyu aptal yerine koymaya bayılır, en kötüsü de okuyucuyu soru sormaya ve keşfetmeye değil de hazır yanıtlara götürür. Gençlerin, yani yolun başında olanların bu tarz aldatmalara kanmalarını anlayışla karşılayabiliriz. Okumaya devam ettikleri sürece er ya da geç nitelikli edebiyata kavuşacaklardır. Çeviri metinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Her çeviri bir yeniden yazma sürecidir ve dolayısıyla yazarın orijinal metninden bir sapmadır. Çeviri sırasında yazarın üslubunun korunması için çevirmenin de bir üslup ustası, yani az çok bir yazar olması gerekir. Hem çevirdiği dilin (örneğin İngilizce) kültürünü çok iyi bilmelidir, hem de çevrilecek dilde (örneğin Türkçe) bir yazı ustası olmalıdır. Sırf dil biliyor diye, kültürü ve edebiyatı özümsememiş birisine çevrilmesi için verilen yapıt, tüyleri yolunmuş tavuğa dönüşür. Tavuk tavuk olma özelliğini korumaktadır: gıdaklar, yemini yer, yumurtlar, kuluçkaya yatar… Ama tüyleri olmadığı için güzelliğini, estetik cazibesini yitirmiştir. Kimse bakmaz yüzüne, kimse de onu tavuk diye çağırmaz. Bu yüzden gençlere tavsiyem lise ve üniversite yıllarında okuyabildikleri kadar dünya edebiyatı okumalarıdır. Eğer kitapları seven, edebiyata aşk derecesinde bağlı olan birisiyseniz belli bir yaştan sonra çeviri metinlerde de tuhaf bir iticilik bulacaksınız. Burada tabii ki edebi olma amacı gütmeyen yapıtları hariç tutmak şart. Örneğin, bir felsefe ya da sosyoloji kitabının çevirisindeki üslup kaygısı, bir romanın ya da öykünün çevirisindeki üslup kaygısından çok daha azdır. Çünkü edebi eserde üslup ve içerik etle kemik gibi birbirine bağlıdır. Biri diğerinden ayrı çözümlenemez, ayrı düşünülemez. O kadar ki romandan öyküye, öyküde şiire doğru ilerledikçe içerik önemini yitirir, üslup ise daha bir önem kazanır. Bu da çevirmenin işini bir hayli zorlaştırır. Çeviri metinlerde yazarın üslubunu yakalamak imkânsız olmamakla birlikte kolay değildir. Bazı hassas okurlar bu konuda taviz vermezler ve her türlü çeviriyi reddederler. Ben son yıllarda, Türkçe yazılmış bir kitapla Türkçeye çevrilmiş bir kitap arasında tereddütte kaldığımda her zaman için Türkçe yazılmış kitabı tercih ediyorum. Türkçeye çevrilmiş bir kitabın İngilizce aslı varsa, onu bulmaya çalışıyorum. Bu şekilde okuduğum onlarca roman olmuştur. Kitap bildiğim iki dilin dışında bir dilde yazılmışsa, bazen İngilizce çeviriyi Türkçe çeviriye tercih ediyorum. Hayır, İngilizce çeviri daha iyi olduğu için değil, İngilizce çeviriden beklentilerim daha az olduğu için. Daha doğrusu İngilizce çeviride üslup, ton, cümle arayışım olmuyor pek. Deplasmandayım sonuçta, beraberlik bile kârdır diye düşünüyorum.

Dokuzuncu Aforizma: Hep düşünmüşümdür. Neden elektromanyetizma ya da Doppler Etkisi gibi konuların tartışıldığı programlara değil de sadece evrim kuramının tartışıldığı programlara din adamları ya da dindarlığı kanıtlanmış felsefeciler davet edilir? Yani, hangi yetkinlik ve yetkiyle bu imam / dindar felsefeci böyle bir programa katılabiliyor? Ya da insanlar nasıl bir beklentiyle evrimi bir din adamından veya evrim kuramını reddeden bir sosyal bilimciden dinlemeye gidiyorlar? Ramazan ayının bereketiyle ilgili bir programa moleküler biyologları davet ediyorlar mı ki konu evrim olunca üniversitede Kelam, Hadis, Fıkıh, Epistemoloji, Etik, Ontoloji okumuş insanlar söz sahibi olabiliyorlar? Daha da ilginç olan şu; din adamları kendilerine dokunmayan bilimle ilgili en ufak bir yorum yapmazlar. Ne bileyim; hiçbir imamın ya da papazın çıkıp da “Hayır efendim, kütleler arası çekimin hızı ışık hızından daha düşüktür.” dediğini duymayız. Çünkü böyle bir iddianın doğruluğu veya yanlışlığı onların otoritesine doğrudan bir saldırı oluşturmayacaktır. Bilim umurlarında bile değildir. Ne bilimsel bilginin doğruluğuyla ilgilenirler ne de bilimsel bilginin yaygınlaşmasının topluma vereceği ahlaki olgunlukla. Seslerinin bu kadar çıkmasının nedeni korkularıdır, güçlerini kaybedecekleri endişesidir. Buradan da şu sonuç çıkar. Din adamları sadece otoriteleri sarsılmaya başladığında bilimle ilgilenirler (ilgileniyormuş gibi yaparlar) ve bilimle ilgili yorumlarını halka sunarlar (halkın böyle bir talebi olmasa bile). Bunu yaparken de izlenilmesi gereken yolu izlemezler, kolaya kaçarlar. Madem evrim kuramını öğrenmek itiyorsun git bir kütüphaneye, önce evrim kuramı neymiş ne değilmiş onu öğren, git konunun uzmanlarıyla konuş, git herhangi bir öğrenci gibi ders çalış, oku, ezberle, işin mekanizmasını çöz. Ondan sonra itiraz edeceksen yine et ama bilimsel argümanların sınırları içerisinde yap bu itirazı. Otoriten sarsılacağı için ya da senin cami / kilise kürsüsünden anlatacağın hikâyelere kimse inanmayacak kaygısıyla yapma. Maalesef ülkemizdeki din adamları, hakkında hiçbir fikirleri olmadıkları halde fırsat buldukça evrime saldırmaya devam ediyorlar. Adnan Hoca diye bilinen adamın evrim hakkında çok pahalı kuşe kâğıtlara basılı kitaplarının olduğunu bilmeyen yoktur. Dawkins’e bile göndermiş bir nüsha. Düşünsenize! Adam hayatında tek bir biyoloji dersi bile geçmemiş ama biyoloji alanında doktora yapmış birisine kafa tutuyor, “Ben senden daha iyi biliyorum. Sen yanılıyorsun.” diyor. Dawkins de haklı olarak kıçıyla gülüyor bu duruma, ne yapsın adam başka! Pek bilinmez ama Fethullah Gülen de 70’li yıllarda Evrim Kuramı üzerine bir konferans vermiştir. Üç dört saatlik bu konferansta FG; kendisinin “tekamül nazariyesi” adını verdiği evrim kuramını yerden yere vurur, safsata olduğunu iddia eder. Batıdaki Akıllı Tasarımcıların (Intelligent Design) temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp bilim insanlarının önüne sunduğu zırvalıkları FG bir kere daha tekrar eder. Evrimin ne olduğunu ve nasıl bir mekanizmayla çalıştığını az çok anlamış birisi FG’nin baştan sona saçmaladığını çabucak anlayacaktır ama o konferansa gidenlerin ya da konferansı sonradan dinleyenlerin böyle bir amacı yoktur, asla da olmamıştır. Böyle bir amaçları olmadıkları için evrimin ne olduğunu öğrenemedikleri gibi hayatları böyle bir imamın peşinde dolanmakla geçer. Öncelikle konferansın adı “Evrim kuramı nasıl çürütülür.” olmalıdır çünkü konuşmacının evrim kuramını öğretmek gibi bir niyeti yoktur. Ayrıca, evrim kuramını anlamamış olduğu için böyle bir yetkinliği de yoktur. Sorulması gereken soru da budur zaten; camilerde imamlık yapması gereken, insanları güzel ahlaka ve iyiliğe davet etmesi gereken bu şahıs neden kafayı evrimle bozmuştur? Yanıt yukarıdakiyle aynı, bilimin her geçen gün artan nüfuzunun dinin alanına girmesinden korkmaları. Kendi nüfuzları azalırsa; nasıl kandırırlar insanları, nasıl himmetlerine el koyarlar fakirin fukaranın, nasıl milyonlarca insanı hipnotize olmuş gibi peşlerinden sürüklerler! Evrim kuramını akılları sıra çürütmeleri bu yüzdendir. Dedikleri şeyin gülünç olduğunu düşünmeden ve düşündürmeden yaparlar bunu. Çünkü evrim kuramı karşıtlarına göre evrim kuramını savunanlar bunu kasıtlı olarak yapmaktadırlar. Binlerce bilim insanı yalan söylediklerini bile bile bu safsataya destek vermektedirler. Yani; uzaya uydu gönderirken, bulaşıcı hastalıklardan korunmak için ilaç geliştirirken, 10.000 km uzaktaki akrabanla telefondan görüntülü iletişimi sağlayan aletleri yaparken, nanoteknolojiyle asla ıslanmayan ve yanmayan kumaşı geliştirirken aldatmayan bilim insanı iş evrim kuramına gelince düzenbazın, üçkâğıtçının, dolandırıcının önde gideni oluyor! Oh ne güzel! Onlar istedikleri kadar çırpınsınlar; bilim yine bildiğini okuyor. Din ise her geçen gün biraz daha köşeye sıkışıyor, Tanrı hipotezinin dolduracağı boşluklar her geçen gün biraz daha azalıyor. Zaten samimi bir bilim insanının evrim kuramıyla ciddi bir problemi olamaz. Duygusal yaklaşmak gibi bir lüksleri yoktur bilim insanlarının. Eldeki bulgular değerlendirilir, kurama uyuyorsa devam edilir, uymuyorsa kuramda değişikliklere gidilir. Eğer öyle bir zamana ulaşılır da yapılan değişikliklerden dolayı evrim kuramı tanınmaz hale gelirse, yeni bir kurama geçilir. Fizik bilimi nasıl Newton’dan (mutlak uzay ve zaman) Einstein’a (göreceli uzay ve zaman) geçiş yaptıysa biyoloji bilimi de benzerini gerçekleştirebilir. Bilim bir gün evrimi reddetse, bu durum din adamlarını yine mutlu etmeyecektir (ayrı bir yazının konusu bu) çünkü yerine konacak olan kuram da hiçbir şekilde bir yaratıcıdan söz etmeyecektir. Bu yeni kuram evrim kuramının yanıtlayamadığı soruları da yanıtlayacaktır, daha kapsamlı olacaktır, daha ufuk açıcı olacaktır, din adamlarının daha fazla nefretini kazanacaktır. Türkiye’de dini cemaatler evrim konusunda bilimsel kurumlardan daha etkinler maalesef. FG gitti ama onun yerini dolduracak yığınla isim var. Cüppeli var, AKP’nin her yerde mantar gibi biten eğitim vakıfları var… Bu yüzden halkın büyük bir çoğunluğu evrimi bir safsata olarak görüyor.  Bu konuda Avrupa ülkeleri ve ABD’nin dâhil olduğu 32 ülkelik bir grup içinde %75’le birinciyiz (yani %25le sonuncuyuz!). Danimarka’da evrim kuramının geçerli olduğunu düşünenlerin oranı %81. Bizden sonra gelen ülke ise ABD. Akıllı Tasarımcıların en büyük kalesidir ABD, bu yüzden şaşılacak bir durum yok. Orada da cemaatler, tarikatlar deli gibi çalışıyorlar. Biz ABD’ye değil de seküler Avrupa’ya bakalım. En azından ABD’deki Hristiyanların silahlanıp köktendinci bir akım oluşturma, devleti devirme, İsa’nın liderliğinde bir HABD kurmak gibi bir idealleri şimdilik yok. Türkiye’de ise cemaatler her zaman için siyaset üstü oynayan kurumlar olmuşlardır. Kısacası, övünülecek değil, ağlanılacak bir durumumuz var. Ve bu durumun en büyük sorumlusu Türkiye’deki dini cemaatlerin bu konuda yürüttükleri, büyük miktarda paralarla destekledikleri kampanyalardır. Oysa; üniversiteler, bağımsız akademiler ve yayın kuruluşları bu konuda ayrı bir çaba sarf etmeliler. Toplumun aydınlatılması için, bilimin bilim yapan insanlar tarafından öğretilmesi için önayak olmalılar. Türkçede evrim kuramı konusunda çok kaynak yok ama literatür yavaş yavaş çoğalıyor. ODTÜlü öğrencilerin başlattığı Evrim Ağacı projesi hem içerik açısından hem de nitelik açısından gençler için güzel bir kaynak. Ben de sürekli takip ediyorum. Sadece evrim kuramını değil, bilimin tüm konularını ele alan geniş bir sayfa. Facebook’tan takip edebilirsiniz. Lise veya üniversite çağında çocuklarınız / yeğenleriniz / arkadaşlarınız varsa onlara da tavsiye edin. Günümüzün gençlerinin en fazla ihtiyacı olan şey siyasi tartışmalar ya da futbol değil, doğru ve güvenilir kaynaklardan beslenen bilimsel bilgidir. Biz yetişkinlerin en önemli görevi de gençleri yönlendirmek, onların zihnini elimizdeki en nesnel doğrularla doldurmaktır. Unutulmaması gereken şey şudur: Sadece aydınlanmak değil aydınlatmak da ahlaki bir sorumluluktur. (Bu da ayrı bir yazının konusu)   


Aforizmalar 10: Yazarlık kontrollü deliliktir (controlled madness). Kim demiş bu lafı anımsamıyorum şimdi. Benzeri bir cümleyi yaratıcılık gerektiren tüm işler için söyleyebiliriz. Sanatçıların / yazarların biraz deli olmaya hakları varmış gibi düşünülür genelde. Sanatçıdır onlar çünkü, yaratmaları için sınırları zorlamaları gerekir. Ehh, ara sıra sınırları aşarlarsa da hoş görebiliriz, sesimizi çıkarmayız. Aslına bakılırsa sanat da tüm diğer insan ürünleri gibi zekâ, disiplin, azim ve çok çalışma gerektirir. Gerisi, yani yetenek ve deha züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Tamam; herkes maraton koşamaz ama ciddi bir sağlık sorununuz yoksa ve disiplinli bir şekilde hazırlanırsanız koşarsınız. İnsanüstü bir yeteneğiniz olması gerekmez. Yazarları, sanatçıları, düşünürleri delilerle aynı kategoriye koyarak aslında onları şımartmaktan başka bir şey yapmış olmuyoruz. “Sanatçıdır, ne yaparsa yeridir.” gibi bir noktaya getiriyoruz. Kendim yazmayla ilgilendiğim için ondan örnek vereyim. Bir kere yazma dediğimiz yaratı büyük bir oranda fiziksel bir uğraştır. Herkes zanneder ki yazarlar çok düşünüyor, çok kafa yoruyor, çok tasarlıyor… Hayır efendim, öyle düşünmeyle, tasarlamayla, hayal kurmayla yazılmıyor öyküler / romanlar. Disiplinle, işe yoğunlaşmayla, azimle ve inatla oluyor. Yani fiziksel olarak bedenini yattığın yerden kaldıracaksın, bilgisayarın başına oturacaksın, interneti keseceksin, odanın kapısını kapatacaksın ve günlük hedefini bitirene kadar durmaksızın yazacaksın. Bu ritüel kişiden kişiye değişir ama işin fiziksel oluşu pek değişmez. Bunu her gün, her hafta, her ay yapacaksın. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan… Ve inanın bana tıpkı koşmak gibi, yazmak da asla kolaylaşmıyor. İster ilk öykünüzü yazın, ister yirminci; bir öyküye başlamak hep zordur. Çünkü seni zorlayan yok, tutup yakandan masaya oturtan yok, “beş yüz kelime bitmeden sabah kahvaltısı sana haram.” diyen mazbut bir patron yok… Kendi kendinin patronu ve işçisisin. Çıkaracağın işin çok kötü olma ihtimali de var, kimse beğenmeyebilir, hatta sen bile! Olsun, sen yine de yazacaksın. Kimsenin senin yazdıklarını okumamasını kafaya takmadan, tek bir olumlu eleştiri almamış olmayı önemsemeden, on beş yıl boyunca yazdığın halde yazıdan tek kuruş kazanmamış olmayı düşünmeden… Yaratıcılığın hiç de öyle dillere destan bir yanı yok. Ne deli olmak gerekiyor ne de dahi. Sadece fiziksel olarak kendini işe vermen gerekiyor. Hiç bir roman güle oynaya yazılmaz. Sancısız doğum olmaz! Daha önce üç çocuk doğurmuş bir kadın dördüncüyü doğururken daha az sancı çekmez. Yazarlık da öyle bir şey işte! Aksini iddia etmek sanatçıların doğaüstü bir kaynaktan beslendikleri gibi hem yanlış hem de tehlikeli bir pencere açar yazmayanların düşünce dünyasında. Sanatçıları putlaştırmak onlara yapılacak en büyük kötülüktür. Yazarların / sanatçıların beslendiği kaynaklar hayatın içindekilerdir. Hepimiz hayatın içinde olduğumuza göre başka nereden gelebilir ki ilham? Amerikalı bir öykücü vardı. Adını anımsamıyorum. Adam berber. Sabahtan akşama kadar müşterileriyle sohbet ediyor. Düşünsenize, ne büyük bir malzeme! Her bir müşteri o gün ne tuhaflıklarla karşılaştığını, çocuğunun okuldaki sorunlarını, karısıyla sabah yaşadığı tatsızlığı, kaybolan kedisinin iki hafta sonra hiçbir şey olmamış gibi geri dönüşünü anlatıyor. Bu berber de geceleri, tek başına kaldığı zamanlarda dinlediklerinden yola çıkarak öyküler yazıyor. Yazmayabilirdi de. O zaman öykücü olmazdı. Şimdi biz bu örneğe bakarak yazar olmak için berber olmak gerekir diyebilir miyiz? Ya da bu yazarı ilham kaynağından dolayı kıskanabilir miyiz?  Öykücülerin babası konumundaki Çekhov’u düşünelim. Adam doktor, sürekli uzak köylerde gezinmiş. Köylülerin bilgisizliklerini, pasaklılıklarını, fırsatçılıklarını gözlemlerken bir yandan da iyi yürekli, gösterişsiz ve yardımsever olduklarını fark etmiş. Bu fark edişten yola çıkarak kendi içindeki çatışmayı (şehirli okumuş bir doktorun köylülere yukarıdan bakışı), utanmadan sıkılmadan öykülerine işlemiş. Bakınız Çekhov’un öykülerine, aydın-köylü çatışması sıklıkla karşınıza çıkar. Bu örnekten yola çıkarak iyi yazar olmak için köy doktoru olmak gerekir diyebilir miyiz? Tikel örnekler çoğaltılabilir ama yanıt değişmez. Yazar (sanatçı) olmak için gerekli olan bir meslek yoktur. Edebiyat hayatın aynasıysa, herkes iyi bir gözlemle ve sıkı bir çalışmayla yazar olabilir. İşin zor kısmı konu bulmak değildir, zor kısım yazma eyleminin kendisidir. Hatta; yazar olmaya yardımcı olan bir meslek bile yoktur diyebilirim. Edebiyat tarihine şöyle bir bakarsanız, pamuk toplayıcısından makine mühendisine; aristokrat bir ailenin el bebek gül bebek yetiştirdiği evladından, yoksulluktan üç gün ağzına tek lokma girmemiş zavallılara kadar çok geniş bir yelpazenin edebiyat sahasında ürünler verdiğini görürsünüz. Hayatın yelpazesi kadar geniş ve özgürdür edebiyatın yelpazesi. Bundan daha teşvik edici bir güç olabilir mi? Ama sen illa “İlham kaynağım yok? Bende yaratıcı zekâ yok.” diye tembelliğine bahane ararsan o başka iş.  İlham her yerdedir. Bunu sen de biliyorsun ama salt ilham olarak değersiz olduklarının farkına varmak işine gelmiyor. Bir ayakkabı tamircisi bile eğer yazmayı kafaya takmışsa, sabahtan akşama kadar tamir ettiği ayakkabılara bakarak o ayakkabıların sahipleri hakkında çok güzel öyküler yazabilir. Önemli olan ilham kaynağın değil, ilhamı nasıl değerlendirdiğindir. Yoksa “Hayatım roman.” diyenlerin hepsi haklıdır. Evet, herkesin hayatı romandır ama yazılmadığı için bu potansiyel romanlar bir işe yaramamaktadır. Bir yazılsa, güzel bir dille ifade edilse, detaylar tüm çarpıcılığıyla gözler önüne serilse, o çetrefilli ilişkiler tek tek okuyucunun zihnine işlense herkesin hayatı “best-seller” olur. Senin; bıktığın, oflayıp pufladığın, içindeyken hep dışarıdaki olası mutlulukları hayal ettiğin monoton hayatın bile… [Not: Aforizmalar kendime yazdığım notlardır. Sen diye hitap ettiğim kişi yine kendimdir. Kimseyi hedef almıyorum. Alınmayın sakına J]

05 Ağustos 2016

Japonya Anıları 1-3

1:

 Osaka Tren İstasyonu’nun yakınındaki otellerin çok pahalı olduğunu öğrenince, eşim Jaruwan kiralık odalardan tutmuş. Sanırım Türkiye’de bunlara “apart” deniyor. Evini kullanmayan birisi birkaç günlüğüne kiraya veriyor, böylece ek gelir elde ediyor. Şehre akşam vardığımız için, zar zor da olsa apartmanı bulduk (ayrı bir hikâye var burada) ve odamıza yerleştik. İki gün boyunca Osaka kazan biz kepçe gezdik durduk. Şehirdeki son günümüz için planımız, Çin’den tanıdığım ressam / hattat bir Japon arkadaşı ziyaret etmekti. Bizi şehrin dışındaki evine, hem ailesiyle tanışmamız hem de birlikte öğlen yemeği yememiz için çağırmıştı. Biz de Japonya’ya gelmişken bir de kırsal kesimi görelim diyerek düştük yola. Bir buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra vardık Lena’nın ailesinin işlettiği lokantaya. Yedik, içtik, muhabbet ettik… Geri dönüş için bizi tren istasyonuna bırakacak arabaya bindik. Yolda Jaruwan Lena’ya, Osaka’da çektiği fotoğrafları gösteriyordu ki Lena gördüğü fotoğraflardan birisine daha dikkatle bakmak istedi. Telefonu eline aldı, ekrandaki görüntüyü büyüttü ve ardından “Aman Tanrım, aman Tanrım… Siz bu binada mı kaldınız?” gibi ilk anda anlayamadığımız heyecanlı laflar etmeye başladı. Kızcağız heyecandan dilini yutacaktı neredeyse! Yüzü pembeleşmiş; elleri kıpır kıpır, gözleri pırıl pırıl olmuştu. Herhalde bu binada bir anısı vardır diye geçirdim içimden. Ne bileyim, ilk erkek arkadaş ya da ilk öpücük falan. Bilirim, unutmaz böyle şeyleri kızlar. Belki de ünlü bir film burada çekilmiştir. Lena bu, sanatçı sonuçta, değer verir böyle şeylere. Dedim; “Evet, bu binada kaldık. Ne oldu ki!” Birkaç tane daha bol ünlemli şaşkınlık ve taşkınlık yaşadık küçücük arabanın içinde. Sanki araba bir anda küçülmüş, biz içine sığmaz olmuştuk. Öyle tarifsiz bir his işte! Sonra dile geldi kız, çözüldü yani, anlattı binanın kerametini. Meğer; Lena’nın çocukluğu bu binada geçmişmiş. Emin olmak için adresi verdik, onu da doğruladı. Öyle birkaç yıl da değil, on beş yıl falan! (Ehh, binayı tanımasa ayıp ederdi herhalde!) Ben tabii en kaba tabirle “Ohaaaa” oldum. Sen Çin’den Japonya’ya gel, ucuz olsun diye üç günlüğüne Osaka’daki yüz binlerce binadan birinden daire tut, tuttuğun daire Çin’deki komşu şehirden tanıdığın Japon arkadaşının çocukluğunun geçtiği binada olsun. Neyse ki aynı daire çıkmadı! Aynı daire olsaydı herhalde Lena kalp krizi geçirirdi, biz de hiç hesapta yokken Japon hastanesi görürdük. Yolun kalan kısmını gülerek, şaşırarak, hayretler ederek; Çince, Japonca, Türkçe, Tayca argolar geliştirerek ve böyle bir olayın gerçekleşme olasılığının ne kadar düşük olduğunu konuşarak geçirdik. İstasyona varınca da sarılıp ayrıldık, trene bindik ve havaalanına gittik. Gelelim sadede! Bu olayı neden bu akşam hatırladım ve neden bu konuda yazma gereği gördüm? Zaten asıl soru bu. Yoksa böyle olaylar herkesin başına gelir. Mesele, bundan sonrasını irdelemek: Hayatta hemen her şey tesadüflerin ürünüdür. Her saniye, her dakika meydana gelen bir tesadüfle (isterseniz buna kader de diyebilirsiniz) önümüze yeni yollar, yeni alternatifler açılır. Buna rağmen biz bu olayların çok azına şaşırırız. Neden? Olasılıkların azlığı değil yanıt çünkü her olay çok ama çok az bir olasılığın ürünüdür. Örneğin benim bu sabah evden çıktıktan sonra yolun sol kenarında beyaz bir köpek görme olasılığım çok ama çok düşüktür. Beyaz köpek görmüşsem ben buna şaşırmam. Çünkü beyaz bir köpek görmeyi ummuyorumdur evden çıkarken. Hani sokağa, beyaz köpek avlamaya çıkmışsam ve evden çıkar çıkmaz beyaz bir köpek görmüşsem, tamam. Şaşırma hakkımı sonuna kadar kullanabilirim. Bu durumda asıl konuşulması gereken şey şaşırılacak şeylerin azlığı ya da niteliği olmalıdır. Zaten sorun da burada, biz sadece ve sadece şaşırınca hesaplıyoruz olasılığı. Örneğin bir zarı beş kere üst üste attık ve zarlar sırasıyla 1, 2, 4, 3, 1 geldi. Şaşırır mıyız? Hayır. Peki zarlar sırasıyla 1, 2, 3, 4, 5 gelseydi şaşırır mıydık? Büyük ihtimalle evet. Hemen elimize kalem kâğıt alır, böyle bir olayın gerçekleşme olasılığını hesaplardık. Oysa bu iki olayın gerçekleşme olasılıkları eşittir. Sormamız gereken soru, ikinci olayın neden gerçekleştiğinden ziyade, neden birinci olaya değil de ikinci olaya şaşırmış olmamızdır. Daha doğrusu, neden ikinci olayın olasılığıyla ilgileniyoruz? Çünkü ikinci olaydaki dizge tanıdık geliyor, sayılar birbiri ardına sıralanmış. Birinci olayda herhangi bir örüntü yok gibi. Eğer bir matematikçiyseniz, bir beşli dizgeye uzun süre bakarsanız “herhangi bir örüntü” bulmanız çok zor olmayacaktır. Dikkatle bakarsanız, birinci dizgedeki sayıların ikiye katlayarak gittiğini ve beş modunda hesaplanmış olduklarını görürsünüz. Fazla uzatmadan sonuca varayım. Bizi şaşırtan şeyin şaşırtıcı oluşunun nedeni olasılığının düşüklüğü değildir, olaya tersten, yani olay gerçekleştikten sonra bakıyor oluşumuzdur. Zarları atarken 1, 2, 3, 4, 5 dizgesi beklemiyorsak, şaşırmaya da hakkımız yoktur. Yok, bu sıralı dizge gelecek diye bekliyorsak ve beklediğimiz dizge gerçekleşiyorsa şaşırabilirsiniz. Beklemediğimiz bir olayın gerçekleşmesine şaşırmamızın tek nedeni o olayın bize tanıdık gelmesidir, yani öznel bir anlamı olmasıdır. Bunun dışında, diğer olasılığı düşük olaylardan farkı yoktur. Biz, Osaka’da Lena’nın çocukluğunun geçtiği apartmanda kalmamış olsaydık da Lena’nın bir sınıf arkadaşının yaşadığı apartmanda kalsaydık, bunun olasılığı da aynı olacaktı ama şaşırmayacaktık. Kısacası, olay gerçekleştikten sonra geriye dönüp “Vay be, böyle bir olayın gerçekleşme olasılığı çok düşüktür.” deme lüksümüz yoktur. Çünkü olay gerçekleşmişse olayın gerçekleşme olasılığı %100’dür. Gerçekleşmiş ve bitmiştir. İşte böyle. Bu arada, ileriki günlerde başınıza böyle bir olay gelirse sakın şaşırmamazlık etmeyin. Şaşırmak da gülmek, eğlenmek, ağlamak, sevmek gibi insancıl bir eylemdir. İşin analitiğini yaptık diye hayatın tadını kaçırmayalım.

2:

Japonlar hayatımda gördüğüm en yardımsever insanlar. O kadar yardımseverler ki bir süre sonra etrafınızdakilerden yardım istemeye utanır hale geliyorsunuz. Çünkü yolda çevirip, adres sorduğunuz kişi yapmış olduğu tarifin işe yarayıp yaramadığından emin olmak için hiçbir zahmetten kaçınmayabiliyor. Bu da doğal olarak yardım isteyen bizleri mahcup durumuna düşürüyor. Tayca’da bu durum için, benim de çok sevdiğim güzel bir kelime vardır. Birisinden yardım istemeye çekinmeye, utanıp sıkılmaya “grengcay” derler. Neyse, gelelim olaya. Shizuoka’daki tepeye çıkmışız ama Fuji dağı gökyüzünü kaplayan bulutlardan görünmüyor. Ben çok takmıyorum da Jaruwan için büyük bir hayal kırıklığı bu. En büyük hedeflerinden birisiydi Fuji dağını bu tepeden görebilmek. Manzara umudumuzu yitirince bari yakınlardaki yeşil çay bahçelerini görelim diyoruz. Elimizdeki haritalardan pek bir şey anlamayınca, otobüs duraklarının yanındaki dükkâna girip yeşil çay bahçelerine nasıl gideceğimizi soruyorum. Kasadaki genç, kasayı bırakıp benimle dışarı çıkıyor ve eliyle işaret ediyor takip etmemiz gereken yolu. Sonra da diyor ki “Ama emin değilim yolun açık olup olmadığından. Orada inşaat vardı geçen hafta. Bitmemiş olabilir.” Ben de ne diyeceğim, teşekkür ediyorum. “Sorun değil, biz iner bakarız. Kapalıysa geri döneriz.” Çay bahçelerine inmeden önce meydanda biraz daha oyalanıyoruz. On dakika kadar sonra bir bakıyorum bizim genç, bana tarif ettiği yoldan geri geliyor. Çocuk; işi gücü bırakmış, yol açık mı değil mi diye kontrol etmeye inmiş. Benim tahminim şu; eğer yol kapalıysa bize yanlış yolu tarif etmiş olacak ve bunun utancını yaşayacak. Bu utancı yaşamamak için, yani yaptığı işin sonucundan emin olmak için yokuş aşağıya inmiş, yolun açık olduğunu görmüş ve geri gelmiş. Ben tabii en hafif tabirle “grengcay” oluyorum delikanlının karşısında. Değil boynumu, tıpkı Japonlar gibi, belimi büküp teşekkür ediyorum. Hak etti yani, bu sıcakta sen in o kadar yolu, tekrar çık… Ne için? Yardım ettiğinden emin olmak için. Yol az da değil, biz inince fark ediyorum. En az beş dakika yokuş aşağı inmen gerekiyor çay bahçelerine açılan yolun açık olup olmadığını anlaman için. Benzer bir olay da Osaka’da geldi başımıza. Kalacağımız apartmana yaklaştığımızı elimizdeki Google haritalar söylüyor ama hangi apartman olduğunu söylemiyor. İki kişiyiz, bir Japon etmiyoruz. Her yerde Japonca yazılar, işaretler, dükkânlar falan. Bildiğin “Lost in Translation” durumu! Telefona göre kalacağımız yer yolun ortasında! Ben sağa gidiyorum, sola gidiyorum ama adresteki binayı bulamıyorum. Baktı benden hayır yok, Jaruwan yoldan geçen iyi giyimli genç bir adama soruyor. Adam adrese bakıyor, etrafa bakıyor ama çıkaramıyor bir türlü. Kendi telefonunun haritasını gözden geçiriyor, yine olmuyor. Elimizdeki kâğıttaki telefon numarasını çeviriyor kendi telefonuyla. Oradan da bir şey çıkmıyor. On - on beş dakika bizimle birlikte cebelleşiyor ama sonuç hâlâ yok. Ne yapsak ne etsek derken, orta yaşlı bir adamdan bizim adımıza yardım istiyor. Bu sefer ikisi aralarında Japonca anlaşarak –Ara sıra kavga ediyorlar sanısına kapılmadım değil!- gideceğimiz binayı bulmaya çalışıyorlar. En sonunda, aradığımız binanın aslında beş metre arkamızda kalan bina olduğunu anlıyoruz. (Ne kadar postmodern değil mi? Aradığın şey yakınında, uzak sensin, dönüp dolaşıp yine kendine varacaksın falan...) Orta yaşlı olan adam bizim apartmanı bulduğumuzu anlayınca izin isteyip gidiyor. Ben de dünyanın en iki büklüm patronu olarak adama önce teşekkür edip, ardından müsaade veriyorum! Genç olan bizimle birlikte binanın önüne kadar geliyor. Bundan sonrası biraz bulmaca işi çünkü elimde üç şifre var anahtara ulaşmam için. Otel değil kalacağımız yer, birisinin kullanmadığı apartman dairesi. Odanın sahibi de anahtarı paspasın altına koymayı akıl etmemiş maalesef! Güvenilir bir Ayşe teyze de yok ki ona emanet edilse anahtar. Demek, hak etmemiz gerekiyor bazı şeyleri. İnanıyoruz, azimliyiz, başaracağız! Birinci şifre binanın giriş kapısının şifresi. O kolay. Girişin sağ tarafındaki tuşlara basıyorum, cam kapı açılıyor önümüzde. Cennet bahçesine girer gibi giriyoruz klimalı lobiye ama beklediğimizin aksine lobide danışılabilecek kimse yok. Bildiğiniz apartman girişi… Neyse, elimizde şifreler var ne de olsa, kim ne yapsın apartman görevlisini. İkinci şifre posta kutusunun şifresi. Onda da pek sıkıntı yaşamıyorum. Eski kovboy filmlerindeki banka kasası şifrelerine benziyor. Sola 3, sağa 8, sola 4 gibi sıralı ve yönlü bir kombinasyonu var. Posta kutusunu da açınca karşımıza ağır bir metal kutu çıkıyor. İşte bunu açması zor çünkü şifreyi nereye gireceğimi anlayamıyorum. Üstünde bir sürü rakam var ama hangi sırayla, hangi yönde, neye göre? Deneme yanılmayla yapacağım mecburen, biraz vakit alacak ama olsun. Ben böyle yenilgilerden yenilgi beğenmeye kendimi alıştırmışken, bizimle birlikte binanın lobisine giren yardımsever genç hemen alıyor kutuyu elimden. Belli ki benzerlerini görmüş, adam deneyimli tabii. Bizim gibi görmemiş değil ki paspasın olmadığı yerde saksı altlarında umut beslesin. Tit, tak, tik, tak… Açılıyor kutu. Dairenin anahtarı elimizde, artık asansöre binip yukarı çıkabiliriz. Genç adam yılmıyor ama emin olmak istiyor yardımseverliğinin sonuca ulaştığından. Valizleri taşımayı bile teklif ediyor da vermiyoruz. “Senin gelmene gerek yok, bundan sonrası Türkiye’de de aynı.” diyoruz ama adam anlamıyor. İlla gelecek. O da biniyor asansöre bizimle. On birinci kata çıkıyoruz, daireyi buluyoruz. Kapıyı açıyorum çok uğraşmadan. Ehh, olsun o kadar değil mi? Ben de anahtar çevirme konusunda deneyimliyim. Adam bir seviniyor, bir seviniyor. Ama nasıl! Sanki daireye giremeseydik sokakta sabahlayacak olan kendisiydi… Biz tabii haklı olarak “grengcay”ın doruklarındayız yine. Adamcağıza bir şey hediye edeyim diyorum ama o telaşta elimiz ayağımız birbirine karışıyor. Yine iki büklüm vaziyette, beş rükû beş kıyam, adama teşekkür ediyoruz. O gözden kaybolduktan sonra da on beş metrekarelik odamıza girip kapıyı kapatıyoruz.

3: 


Birkaç örnekle başlayacağım. Sonrasında bu örnekleri neden verdiğimi izah edeceğim.

1. Kyoto’da bindiğimiz otobüsün şoförü inen her yolcuya “Arigato Gosemas” (Çok teşekkür ederim) diyor. Bir değil, iki değil… Tek tek her yolcuya teşekkür ediyor adam, başını sallıyor, gülümsüyor. Otomatiğe bağlamış bir robot gibi adeta. O anda ne düşünüyor çok merak ediyorum. Çocuğunun okul taksitini mi yoksa karısının ayakkabısını tamire vermeyi unutuşunu mu? Öyle ya, insan evladı o da. Hangimiz sürekli tekrarlardan oluşan bir işi yaparken bambaşka şeyleri düşünmeyiz?

2. Shizuoka’da otobüs beklerken diğer turistlerle birlikte sıraya girmiştik. Sonra bir baktık, Japon vatandaşlar başka bir sıra yapmışlar. “Ne oluyor? Hangi sıra gerçek?” diye sorarken anladık ki otobüs sırasının bile nerede başlayacağı ve hangi yöne doğru uzayacağı kaldırımdaki çizgiler ve oklar aracılığıyla belirtilmiş. Nereden bilsin batıdan gelmiş barbarlar böyle incelikli Japon işlerini! Biz öyle boncuk gibi dizilmiştik ne güzel.

3. Kaldırımlar bisiklet sürücüleri ve yayalar için ikiye ayrılmış. Ne bir bisiklet sürücüsü yayaların tarafından bisiklet sürüyor ne de bir yaya bisiklet yolunda yürümeye yelteniyor. Biz yabancılar bunu bilmediğimiz için ara sıra şaşırıyoruz yolumuzu ama nezaket yine onlarda kalıyor. Bir kere bile kornaya basmıyorlar rahatsızlık vermemek için. Çin’de, kaldırımda ilerleyen iki arabanın kafa kafaya çarpıştığına şahit olmuş birisi olarak ben baya bir suspus oluyorum tabii, deneyimlediğim bu üstün medeniyet karşısında.

4. Jaruwan bir dükkâna giriyor yiyecek bir şeyler almak için, ben dışarıda bekliyorum. Dükkânın önündeki genç bir kız robot gibi sürekli aynı şeyleri söylüyor. Sanki kasetten konuşuyor gibi. Yüzünde sabit bir gülümseme var, hiçbir şeyin bozamayacağı zarif bir maske. Gözleri bakıyor ama görmüyor gibi, belki de neyi gördüğünün bir önemi olmadığı için takmıyor artık önünden geçen insan selini. Öylece duruyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor… Dükkânın içinde satılan bir ürünü tanıtıyor bıkmadan usanmadan, aynı kelimelerden ve aynı yüz ifadesinden zırnık taviz vermeden.

5. Trendeki yolcuların hepsi sanki birileri onları uyarmış gibi inmeden önce koltuklarını düzeltiyor, otelde kahvaltı yapan herkes masasını peçeteye temizliyor ve artıklarını çöpe atıyor, beş adımlık yollara konmuş trafik ışıklarında bile yayalar bekliyor,  yollarda çöp kutuları ya çok az ya da hiç yok ama buna rağmen caddeler, kaldırımlar, sokaklar pırıl pırıl.  Koca şehir bir bilgisayar simülasyonuna benziyor. İnsanlar nerede ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar ve hepsi aynı şeyi yapıyorlar. Kişisel inisiyatif en aza indirgenmiş durumda.

Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan tikel örnekler değil zaten. Bunların ne anlama gelebilecekleri. Benim çıkardığım ilk sonuç Japonların, bir yandan robotları insanlara yaklaştırırken bir yandan da insanları robotlara yaklaştırmayı başarmış olmaları. Laboratuvarlarda insana benzeyen robotlar yapmaya çalışıyorlar. Kısmen de başarıyorlar bunu. Bir yandan da kentlerin her yerini insanlar arası iletişimi en aza indirecek makinelerle dolduruyorlar. (Nasıl bir kafa yapısı metro istasyonlarına yapay kuş sesi koymayı akıl eder, Alla’şkına? Parklarda gerçek kuşları görünce şaşırmıştım.) İçecek almak için makineler var, otobüs ve tren biletlerini makineler veriyor, istasyonlardaki valiz kasaları bozuk parayla çalışıyor, kahve yapan makineyi biliyordum da Japonya’da nudıl yapan makine bile var. Resmen bir lokanta gibi hizmet veriyor. Atıyorsun parayı, içine ne koyacağını seçiyorsun. Hooop! Akşam yemeğin hazır.  Ehh durum böyle olunca, insanlar bir süre sonra, ister istemez hayatlarının büyük bir kısmını paylaştıkları robotlara benzemeye başlıyorlar. Birer robot gibi eksiksiz ve hatasız işlem yapmaya gayret ediyorlar, bir robot gibi otomatiğe bağlayıp bıkmadan usanmadan aynı şeyi tekrar etmeye alışıyorlar. Bunu olumsuz bir gelişme olarak görmüyorum, yalnızca ilk defa gördüğüm için tuhafıma gitti, hepsi o kadar! Hatta çoğu zaman hoşuma bile gitti insanların başlarına buyruk hareket etmiyor olmaları. Robotların daha hızlı ve daha doğru işlem yapabiliyor olmaları bize göre üstün yanları. Bunun yanında insanlar gibi hisleri olmaması –en azından şimdilik- onları küçük görmemiz için önemli bir gerekçe. İdeal rasyonel varlık hislerine yenik düşmeyen ve aklının sınırlarını zorlayandır. Bilim insanları kendilerine benzeyen robotlar yapmaya çalışırlarken aslında kendilerinin robot gibi düşünmelerinin önüne geçemezler. Dönüştürmek isteyenin kaçınılmaz dönüşümüdür bu, bir çeşit dinamik diyalektik! Eninde sonunda robotlar da insanları dönüştürecek ve insanla robot orta bir yerde buluşacaktır. Belki elli, belki de daha kısa bir süre içinde robotik özellikleri bedenine işlenmiş insanlar dolaşacak sokaklarda. Bugün akıllı telefon dediğimiz cihazlar beynimizin bir parçası olacak. Bir arkadaşın “Herakleitos” deyince sen hemen google’a bağlanıp, kafanın içinden Herakleitos’un hayatını okuyabileceksin. Uçak biletlerini, yemek siparişlerini, yol tariflerini parmağını bile kıpırdatmadan halledebileceksin. Bir şeye karar vermekte zorlandığın zaman robot beynin en verimli seçeneği önüne sunacak ve seçimi yapacak. Beynin binlerce kat daha hızlı çalışacak, hesaplayacak, rasyonel kararlar verecek. Mutluluk sorun olmaktan çıkacak. Verimlilik ve başarı kalacak sadece. Bunun yanında insan olmanın zaaflarını da (Evet, o gün gelince robot-insanlar küçük görecekler içinde azıcık bile robot bulundurmayanları.) –âşık olmak, bağlanmak, kızmak, merhamet etmek vb- taşıyacaksın ki türün devamı mümkün olsun. Peki ya robot akıl bir gün gelir de biyolojik insanın üremesini engellemek isterse? İşte o zaman sıklıkla izlediğimiz bilim kurgu filmleri gerçek olur. Tarihin tekerrüründen bir sahne izleriz. Kendi yarattığı sistemin ezilenlerini yok etmeye çalışan bir sınıf çıkar ortaya. İnsan onurunu savunan solcular organik tarafta, statükoyu korumak isteyen sağcılar mekanik tarafta olur… Hayat aynı bugünkü gibi bir mücadele halinde devam eder J


Bir başka ilginç soru da şu olabilir? Nasıl olur da bu kadar temiz, bu kadar nazik, bu kadar hoş insanlar İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Asya’ya kan kusturan bir canavara dönüşürler? Öyle ya, hepimiz biliyoruz Japon askerlerin Nanjing’de yaptıkları katliamı. Yüz binlerce masum insanı öldüren, on binlerce kadına tecavüz eden; sadece Çin’de de değil, Kore’de, Filipinler’de, Tayland’da, Burma’da; insanları hayatlarından bezdiren faşist bir güç haline geliyor Japonya. Belki de insanların otoriteye bu derece sadık olmaları ve sorgulamadan eyleme geçmeleri, hem disiplinin hem de faşizmin temelidir. Almanya için de benzeri şeyler söylenebilir. Gündelik hayatta da katı bir çalışma disiplini vardır Almanların. Bir yandan da çok nazik, hoş sohbet, hayat doludurlar. Aynı Almanlar milyonlarca Museviyi ve çingeneyi gaz odalarında katlederken farklı bir kimliğe mi bürünmüşlerdi? Günümüzdeki Japonların ya da Almanların sorgulamaksızın itaat ettiğini iddia etmiyorum. Birkaç günlük gözlemden çıkarılacak acemice bir sonuç olurdu bu. Ama gerçekten de nasıl oluyor da bu saygı ve sevgi timsali insanların dedeleri 70 yıl önce Çin’de katliam yapan askerler oluyor? Yanıtlanması gereken soru, şiddetin potansiyelinin nerede gizli olduğundadır. Katı disiplin, sorgulamaksızın itaat, kuralların değişmezliği… Bu arada, Japonyayı böyle görünce Murakami’nin romanlarındaki tuhaflığı anlayabiliyorum. Kendisini pek beğenmem, klişe ve elit bulurum. Romanları da birbirinin taklidinden ibarettir. Daha önce bu konuda yazdığım için tekrar değinmeyeceğim. Yine de insan hak veriyor yazara (bir ya da iki roman için), Japon toplumunun genel havasını soluyunca.