Bu Blogda Ara

13 Ağustos 2014

Tatil Aforizmaları (1)

Temmuz ayının başından beri Türkiye'deyim. Tatil dolayısıyla sürekli hareket halindeyiz, bir haftalığına Rusya'ya gittik, oradan gelince bir haftalığına köyde kaldık. Şimdi de İstanbul'da geziyoruz, eski(meyen) dostları ziyaret ediyoruz. Bu hareketlilik doğal olarak yazma performansıma negatif olarak yansıyor. Uzun süredir bir şey yazmadım, yazamadım. Yine de not almaya devam ettim. Bu aralar evde biraz daha fazla vakit geçirebildiğim için defterdeki notları yazayım dedim. Çin'e dönünce yine Çin üzerine yazmaya devam edeceğim ne de olsa. Kafamda tatil öncesinde ve sırasında beliren öyküleri Çin'e geri dönünce yazacağım. 

Metro Üzerine:

Metroları severim. Dünyanın neresine gidersem gideyim, metroya bindim mi kendimi olası tehlikelerden ve kaybolma korkusundan uzak hissederim. Hissettiğim güven ve rahatlık metroların düzensiz kentlere düzen getiren bir çeşit şablon olmalarına bağlanabilir. Bununla beraber metro, kente eklenmiş bir süs değildir, sağladığı şekilci performanstan çok daha fazlasını verir kente ve insanına. Kentleri insan bedenine benzetirsek, metronun dört bir yana açılan demirağları bedenin her yerine kan yoluyla besin ve oksijen taşıyan damarlardır. 

Güzellikleri salt kullanışlı olmalarına değil; görünmez olmalarına, karanlık olmalarına, hızlı olmalarına ve en önemlisi şaşırtıcı olmalarına bağlıdır. Kentin bir yerinden bir deliğe girip, kilometrelerde uzakta başka bir delikten çıkabiliyor olmak, bir köstebek gibi yerin altında yolunu bulabilmek ve bu işlemi hemen her gün, her saat yapabiliyor olmak şaşırtıcı değildir de nedir?

Metroyu bana çekici kılan önemli bir özelliği de dış dünyaya olan fiziksel yakınlığına rağmen onunla duyusal anlamda tüm bağlantılarını koparmış olmasıdır. Biliyorum ki az yukarıda yollar var, insanlar var, kediler ve köpekler var; belki deniz var yakamozlarıyla göz kırpan, belki eli yüzü kapkara olmuş aç bir dilenci var elleri havada. Bunları görmemek iyi midir kötü müdür tartışmasına girmeyeceğim bu yazıda. Yalnız, okuma ve düşünme vakitleri sürekli dışarıdan gelen imge bombardımanlarıyla delik deşik olmuş modern zamanların modern bir vatandaşı olarak ben fazlasıyla muhtacım böylesi bir göreceli inzivaya. Kara pencerelerin ışıltılı yansımalarına bakarak geçirilmeyecek yolculuk beni mecburen bir kitaba, bir gazeteye yöneltir. Yarım saate varan yolculuk esnasında, başımı bir kere bile kaldırmadan okuyabilirim metrodayken. Ne durağa bakmam gerekir ne de pencereden dışarıya! Başım önümde, pür dikkat okurum, düşünürüm, dalıp giderim kitabın sayfalarından beynimin derinliklerine doğru yayılan bulutsu dünyaya.

Hoş, İstanbul’da var olan yer altı sistemine metro demek pek doğru olmaz. İnsan Şanhay’ı, Moskova’yı, Seul’ü görünce bizdekine ister istemez “eksik” gözüyle bakıyor. Hadi, Güney Kore gelişmiş bir ülke olduğu için kendimizi onlarla kıyaslamayalım; peki ya Moskova’nın, Şanhay’ın gerisinde kalışımıza ne demeli? Bu kentlerdeki sistemlerin kullanım kolaylığı ve ucuzluğu da cabası. Şanhay’da ve Seul’de ulaşım ücretini sisteme girerken değil, sistemden çıkarken ödersin. Böylece, gittiğin mesafeye göre eksilir kartından para. Moskova’da ise tüm transferler ücretsizdir. Bir kere metroya girdin mi varacağın noktaya kadar yapacağın hiçbir transfere para vermezsin. Bu hem zaman kaybını engeller hem de turnikeler önündeki gereksiz yığılmaları. Bizde ise belediye para kazanmayı kendisi için ilk hedef olarak belirlediği için halkın huzuru ve ulaşımın kolaylığı ikinci plana atılır. Örneğin, Maltepe’deki evimden Taksim’e teorik olarak metroyla gidebiliyorum. Bunun için iki defa hat değiştirmem gerekiyor. Buraya kadar sıkıntı yok. Modern bir kentte olması gereken de budur. Hat değiştirmeye razısındır metroya girerken çünkü tek bir hattın seni kentin her yerine götürmesi olanaksızdır. Yalnız, bir hattan diğerine geçerken hem sürekli turnikelerden geçmem gerekiyor, hem de sürekli ödeme yapmam gerekiyor. Zaten sırf bu fazladan ödemeler insanlara mantıklı gelsin diye hatların adları birbirinden farklı yapılmış. Örneğin; Kartal metrosundan inip Marmaray metrosuna biniyorum, Marmaray’dan inip Taksim metrosuna biniyorum. Oysa bunlar birbirlerinden ayrı metrolar değildir, İstanbul metrosunun hatlarıdırlar. Hat değiştirmek metro değiştirmek değildir. Her bir hatta ayrı bir renk verirsin, olur biter; karışıklık önlenmiş olur. Mavi hattan inerim, yeşil hatta geçerim. Yeşilden iner, kırmızıya binerim. Böylece her seferinde para ödemek zorunda kalmam.

İstanbul metrosunda gerçek anlamda transfer birkaç noktada mevcut. Örneğin; Seyrantepe sapağı, ileride açılacak olan Boğaziçi sapağı –ücretsiz olacağını umuyorum- , Kirazlı sapağı. Bunun dışındakiler transfer değil, ulaşım modunu değiştirme eylemidir, adı yanlış konmuştur ve asıl amaç vatandaştan para toplamaktır. Dünyanın neresinde 75 saniyelik bir tünel yolculuğu için 1 Amerikan doları ödersiniz Allah aşkına? Bu konuda şikâyetler alınca İETT’nin tavrı genelde şöyle oluyor: Eee, aktarmalarda fiyatı düşürüyoruz ya! Daha ne istiyorsunuz? İyi ama fiyattaki düşüş oranı en fazla %30. Bir insan iki aktarmayla A noktasından B noktasına gidiyorsa toplamda en az 4 TL ödemek zorunda kalıyor. Bu Moskova’da ödeyeceğinizin 2 katı. Şanhay’da en pahalı metro bileti bile –istediğin kadar transfer yap- 2 TL’yi geçmez. Rusya’nın ve Çin’in kişi başına düşen gelirleri Türkiye’ninkine yakın olduğu için bu ülkeleri örnek veriyorum. Madem aşağı yukarı aynı gelir düzeyine sahibiz, neden biz iki kat fazla ödüyoruz toplu taşımaya? Çok mu enayiyiz, yoksa gönlümüz mü zengin?

2. Modern Dünyada Gezme Fetişizmi

Gezmenin hakkını veren, yola saygıda asla kusur etmeyen Fatma Özdirek'e... 

Geçen gün on iki yaşındaki yeğenim sordu, “çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir” diye. Sanırım ilkokul öğrencilerine sorulan evrensel sorulardan birisi bu. Su molekülünü oluşturan atomların hidrojen ve oksijen olduğunu, çıkarmanın aslında bir çeşit toplama olduğunu, yarasanın ve balinanın memeliler sınıfına dâhil olduklarını, karenin özel bir dikdörtgen olduğunu bildiğin gibi bu soruyu da bileceksin. Yanıtı hakkında hiçbir fikrin olmasa da büyüklerine ha bire soracaksın ki okulda öğrenci olduğun, öğretmenlerin tarafından ilk fırsatta böylesi bir soruya maruz bırakıldığın bilinsin.

Soruyu duyunca gülümsedim tabii, kendi okul yıllarımda bu soruyu tartıştığımız günler geldi aklıma. Sınıf ikiye ayrılır, şuursuz fanatikler gibi bağıra çağıra birbirimize saldırır, hiçbir sonuca ulaşamadan zilin çalmasıyla teneffüse çıkardık. O zamanki aklımızla ve bilgi birikimimizle hiçbirimiz “Doğru yapıldığı takdirde her yolculuğun bir kitap, her kitabın bir yolculuk” olduğunu kestiremezdik. Hem kestirsek bile o yaşlarda düşündüklerimizi dile getirecek edebi kabiliyetten fersah fersah uzak olduğumuz için ne düşündüğümüzün pek bir anlamı olmuyordu.

Şimdilerde yirmiye yakın ülke görmüş, ömrünün üçte birini doğup büyüdüğü toprakların uzağında geçirmiş ve az çok düşüncelerini kâğıda dökebilecek kadar yazıyla iştigal etmiş birisi olarak, bu soru çok daha manidar geliyor bana. Soruya tek bir cümleyle yanıt vereceksek şöyle demek gerekir: Kitap okur gibi gezen mal mal gezenden, gezer gibi okuyan da mal mal okuyandan daha çok bilir. Argo tabirlerimi bağışlayın ama neden argoya kaçtığımı yazının ilerleyen satırlarında değişen tondan da anlayacaksınız.

Artık herkes gezebiliyor. Yüzyılın getirdiği en büyük olanaklardan birisi de orta sınıf insanına kazandırdığı hareketlilik (mobility) kabiliyeti. Öyle eskiden olduğu gibi çok zengin olmaya, burjuva takılmaya gerek yok. Gezip geldikten sonra “Almanyalara da gittim ben” diyerek hava atmak bile artık “görmemişin oğlu olmuş, tutmuş …” tepkisiyle karşılanıyor. Çantasını sırtına atan, eline rehber kitabını alan; azıcık da parası varsa bir şekilde yolunu buluyor ve yaşadığı semtten, ilçeden, ilden uzaklara doğru yola çıkıyor. Yolculuğun illa yurt dışına olması gerekmez. Bir İzmirli için Bitlis, Yunanistan’dan daha farklı/ufuk açıcı bir deneyim olabilir örneğin.

Gezmenin en güzel yanları yolcu olabilme, yolcu olmayı tatma ve yolcu olmuşluğun getirdikleriyle yüzleşme olarak sıralanabilir. Görülecek yerlerden çok daha önemlidir yola çıkma cesaretini gösterebilmek. Çünkü yol öğretir insana; şekillendirir ve değiştirir. Yola çıkmadan önceki sen ile yoldan geldikten sonraki sen aynıysa o yolculuk olmamış demektir. Yolcu, yol ile birleşir, bir aşığın maşuğuna kavuşması gibidir aralarındaki ilişki. Varılacak yerden çok, alınacak yol önemlidir. Sevgiliyi düşündüğünde çarpan yürek, kaşınan dudak gibidir yolcunun yola çıkmadan önceki durumu.

Yolun en öğretici yanı ise insana verdiği kaybolma özgürlüğüdür. Kentlerde yaşayan insanların böyle bir özgürlüğü yoktur. Dakikaları sayarak yaşarız kentlerde, saniyelerle yarışırız boyuna. Beş saniye geç kalırsak treni kaçırırız, on saniye geç kalırsak vapur iskeleden kalkar. Bu yüzden en kısa yolları, en çabuk araçları bir kere keşfetmeli ve daha iyisi bulunana kadar onları kullanmalıyız. Farkına varmasak bile katı bir disiplin içinde yaşarız kentlerde, mekanik bir verimlilik ilkesiyle yürütürüz işlerimizi. Öğrenmek bile fire vermemek üzere inşa edilmiş bir sistemin dâhilinde gerçekleşir. Okullarda derslerin saatleri vardır, öğretmenleri vardır, net sınırları vardır. Kısacası kent yaşamı sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş bir çeşit kafestir. Bu yüzden gezmek kent insanı için özgürlüğe açılan birkaç alternatif kapıdan birisidir. Verimliliği, kârı, parayı en elverişli şekilde kullanmayı bir kenara bırakıp; salt gitme içgüdüsüyle hareket etmenin yeridir yolculuk. 

Yolcu kaybolandır, kaybolma hakkını elinde bulundurandır, kaybolmuşluğu kafaya takmayandır, kaybolabilmenin bir hak olduğunu düşünendir. Çünkü kaybolma hakkı elinden alınmış bireyin özgürlüğü de elinden alınmıştır. İnsan ancak kaybolduktan sonra gerçek anlamda keşfedebilir. Eliyle koymuş gibi bulduğu her şey aslında bir keşiften ziyade, kendisine verilen vazifeyi yerine getirebilmiş olma mutmainliğidir. 

Kaybolamayan yolcunun elinde rehber kitaplar vardır, üzerlerinde kocaman harflerle “must-see” ya da “off-beat” yazan müze ve saray resimleri vardır. Yolcuyu gerçek anlamda yolcu olmaktan çıkaran da bu popülist, bir ya da iki sözcükten oluşan yargı ifadeleridir. Öyle ki; ceplerindeki kısıtlı bütçelerle, sırt çantalı pek çok genç, gezmek yerine ellerindeki rehber kitaplardaki “must-see”lere “check” atmakla geçirir gezilerini. “Rehber kitapta yoksa gitmem”, “must-see değilse gitmem”, “orası off-beat bir yer, görmeye gerek yok” tavırları maalesef yolculuğun felsefesini yok saymakla eşdeğerdir.

Bir de şimdilerde akıllı telefonların gündelik hayata büyük bir oranda yerleşmesi var. On saniyede indiriyorsun programı. Haritalar gözünün önünde, oraya daha önce gitmiş olanların yorumları parmaklarının ucunda. Etrafındaki yerel insanlarla tek kelime bile etmeden yolculuğunu tamamlayabiliyorsun. Kimseyle tanışmaya gerek yok, kimseyle iki dakika muhabbet edip yeni dostluklar kurmaya vakit yok. O kadar çok “must see” var ki otelden çıktığın gibi rehber kitabın önerdiği doğrultuda hemen müzeye gitmelisin, oradan çıkıp nehir boyunca yürümelisin, sonra şu eski kilise var görülmesi gereken, ardından eski bir cami, sonrasında yol üzerinde bir heykel, son olarak da opera binası. Plan hazır, aksaklığa neden olacak hiçbir şey yok, olmamalı da. Telefonumu kaybetmediğim sürece ya da telefonun pili çalıştığı sürece güvendeyim. Bu güvende oluş düşüncesi ise aslında yolculuğun tüm anlamını yerle bir ediyor. Evinde güvendesin, odanda güvendesin, yatağında güvendesin. Yollarda da aynı güvenceyi arıyorsan yola hiç çıkmamışsın, fiziksel olarak yolda olsan bile düşünsel anlamda yolcu olamamışsın demektir.

Belki biraz gericiyim –geriyorum evet!- bu konuda ama benim için gezmek bir ânın zevkine varmak demektir. Örneğin, büyük bir ağacın gölgesine oturup serinlemek, krallardan kalma saraylardan daha eğlenceli olabilir. Bir yokuşun sonuna soluk soluğa varıp çantanızdan çıkaracağınız elmayı dişlemek ya da orada yerel bir içecek satan yaşlı kadınla gülüşmek –konuşamadığınız için!- en değerli müzelerden daha ufuk açıcı olabilir. 

Nasıl ki bir lunaparka belli duyguları –korku, heyecan, kaygı vb- hissetmek için gideriz, aynı şekilde gezmeyi de bu amaçla yapmalıyız. Önemli olan yolculuk sırasında hissettiklerimizdir, fotoğraf makinesiyle çekip seyahat torbamıza koyduğumuz binlerce resim değil. Sonuç olarak mutluluğun resmini çekemeyiz, onu yaşarız ve unuturuz. Unuttuğumuz için de bir sonraki mutluluk ânı güzeldir, yaşamaya değerdir. Sonsuza kadar hep aynı mutluluk duygusunu yaşasak mutluluk durumunun diğer durumlardan farkı kalmayacaktı.


Kısaca özetlemek gerekirse, bilinçli gezildiği zaman yolculuk gerçek anlamda öğretici olur. Rehber kitaplardaki “must-see”lerin peşinde üç dört gün geçirip evinize dönüyorsanız, aslında evinizi hiç terk etmemişsiniz demektir. Yolculuk özgürlüktür, kaybolabilme hakkını kullanmaktır, kent yaşamının baskısından uzaklaşmak ve saatin tik-taklarını umursamamaktır. Bunu yapabilen gezgin gittiği yeri bir kitap gibi okur, kentin sokaklarında defalarca kaybolur ve her kayboluşunda yeni bir şey keşfeder. Kimsenin gitmediği yerlere gider, kimsenin görmediklerini görür ve hepsinden önemlisi o kentin insanlarıyla tanışır, konuşur –konuşamazsa gülüşür!-, onları anlamaya çalışır. Bir rehber kitabın yanınızda olması iyidir ama o kitabı kutsal bir metin gibi satır satır takip etmek, orada yazılanların dışına çıkmamak ve karşılaştığınız her yeni şeyi rehber kitabın penceresini kullanarak gözlemlemek, rehber kitaba sadık bir okuyucu yaratır. Gerçek yolcu ise yolun hakkını verendir, yol ile hemdem olan ve onun kıvrımlarında yaşamın sırlarını –bunu beklemese bile- keşfedebilendir. Yolu hedef yapmayan, yolun kendisini kendisine rehber edinmeyen insan, ömrünün sonuna kadar deryada yaşayıp deryayı bilmeyen balıklar gibi dolanır durur. 

Sonraki aforizmalar:

3. Bir Aşırı Özgüven Hikâyesi
4. Evrensel Müze Gezme Rehberi
5. Aradeğerler ve Uçlar
6. Araya Adam Sokmak