Bu Blogda Ara

20 Eylül 2015

Bilememenin Dayanılmaz Hafifliği

                               
Evrim kuramı, hayatın başlangıcı, dinlerin geçerliliği ve yaratılış hipotezi gibi konularda paylaşımlar yapan birkaç forumu çok sık olmasa da takip etmeye çalışıyorum. Bu forumlarda yapılan tartışmaların büyük bir çoğunluğu; insanların sağdan soldan duyduğu ama ciddi anlamda bir fikir sahip olmadıkları konularda atıp tutmaları sonucunda gereksiz kısır döngülere dönüşüyorlar. Bu yazıda, kısır döngüye dönüşen konulardan birisini ele alıp, bu döngünün nasıl kırılabileceğini işleyeceğim. Aralara başlıklar ekleyeceğim ki okumak daha kolay olsun. Umarım çok uzun bir yazı olmaz.

Bilmemek Bizi Rahatsız Ediyor

İnsanlığın kadim soruları vardır. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlığın anlamı nedir? Neden yok değiliz de varız? Bilinç nedir? Zaman nedir? Gerçeklik nedir? Sorular artırılabilir, azaltılabilir de. Azaltılabilir çünkü pek çok insan hayatı boyunca bu soruların bir tanesini bile sormaz, ya da kendisine peşin olarak verilen yanıtlarla tatmin olduğu için kurcalamak istemez. Öyle ki yeryüzünde var olan ve bir zamanlar var olmuş tüm uygarlıkların hemen her birisinin kendisine ait bir kozmogoni (evrendoğum) mitolojisi vardır. Bugün bizim gülüp geçtiğimiz, hatta alay ettiğimiz pek çok hikâye bir zamanlar insanların sıkı sıkıya inandığı birer inançtan ibaretti. Zamanın çarkları arasında sıkışıp ezilen ve yok olan bu inançlar günümüzde gülünç ya da saçma olarak algılanıyor olsalar da bu durum, tarihin bir devrinde bu inançların mensuplarını bizden daha aptal oldukları anlamına gelmez. İnsansoyu (insanoğlu dememek için bu sözcüğü kullanıyorum), yaşadığı her devirde bilinmeyen tarafından rahatsız edilmiş ve bilinmeyenin kendisine zarar vereceğinden korktuğu için kendisini emniyet altına alma çabasına girişmiştir. Bu hem evrimsel süreçte, insansoyuna diğer hayvansoylarına karşı bir üstünlük getirmiştir hem de insanların tarihsel süreçte meydana getirdikleri topluluklarda sosyal/ekonomik sınıfların oluşmasına neden olmuştur. Bilen ya da bildiğini iddia eden kişi (rahip, büyücü, şaman, hekim vb) her zaman için toplum tarafından üstün bir sınıf olarak kabul görmüştür, saygı ile anılmıştır. Bunun yanında bilmeyen kişi değersizdir, herhangi birisidir.

İnsanlık tarihinin oluşturduğu bilgi birikimine bakarsak bilginin genelde pratik amaçlı kullanımlar için üretildiğini görürüz. Bu yüzden pek çok icat; askeri ya da ticari amaçlara hizmet etsin diye yapılmıştır. Yalnız, insanlığın bilgi birikimi pratik bilgilerin dışına da çıkmıştır. Matematik ve felsefe bu konuda ilk örnekleri vermiştir. Örneğin, karekök iki sayısının irrasyonel olması teknik anlamda antik Yunanlıların hiçbir işine yaramamıştır. Ya da pi sayısını milyarda birlik hatayla hesaplamak şimdi bile çok gerekli değildir. Buna rağmen insanda bitmek tükenmek bilmeyen bir bilme arzusu, soru sorma isteği ve sürekli daha fazla yanıt talep etme dürtüsü vardır. İnsan doğası gereği meraklıdır ve bu merak sayesinde içimizden bazıları belli konularda takıntılı hale gelirler ve yıllar, on yıllar süren çalışmaların sonunda bir takım önemli buluşlara, ufuk açan bilimsel devrimlere ön ayak olurlar. İnsanın neden meraklı bir varlık olduğu sorusunu yanıtlamak kolay değildir ve bu soru evrimsel biyoloji, evrimsel psikoloji, antropoloji gibi disiplinlerle uğraşan bilim insanlarına sorulabilir.

Bilmemenin bizi bir nebze rahatsız etmesi güzeldir. Bunun yanında bilinmeyen karşısında takınılacak tavrın ne olduğu sorusu da yanıtlanması gereken bir sorudur. Çünkü bu rahatsız edici durumu lehimize çevirmek bizim elimizdedir. 

Bilinmeyen Karşısında Takınılacak Tavır   

Bundan beş bin yıl önce insanlar yıldırım ile gök gürlemesi arasındaki nedensel bağı bilmiyorlardı. Hatta ne yıldırımın nasıl oluştuğunu biliyorlardı ne de gök gürlemesinin aslında yıldırımla aynı anda gerçekleştiğini. Bilmiyorlardı ama bilmek istiyorlardı. Bu yüzden de hipotezler üretiyorlardı. Zamanın imkânları henüz elektrik yüklü bulutların varlığından haberdar değildi. Bu yüzden ortaya atılan hipotezler bilinmeyen bir dünyadan ödünç alınan tanrılar ya da tanrısal varlıklar içermek zorundaydı. Örneğin, gök tanrısı Tieng’in kızgınlığının işaretiydi bu. Yıldırım onun kılıcı, gök gürlemesi onun homurdanışıydı. Asla yanlışlanamayacak bu hipotez bir kere doğru olarak kabul gördü mü yüzyıllarca insanların bilme iştahını karşılayacaktır. Sorgulayan bir insan çıkıp, “Ya belki de Tieng kızgın olduğundan değildir. Başka bir nedeni vardır.” diyene kadar bu hipotez tek alternatif olarak yaşayacaktır.

Beş bin yıl önce yaşayıp, böyle yaratıcı bir hipotezle bilinmeyene yanıt bulan insan bulduğu çözüm için tebrik edilmelidir. Aynı insan bilinen karşısında daha emin, daha tutarlıydı elbet. Örneğin, ormanda bulduğu bir otu yedikten sonra midesine ağrı girmiş ve birkaç gün sancılar içinde kıvranmışsa, içinde yaşadığı topluluğa bu otu yememelerini tavsiye etmiştir. Aptal değildir yani; en az bizim kadar çevreye uyumlu, zekâsıyla gündelik hayatını şekillendirme yeteneğine sahiptir. Otun neden midesini ağrıttığını bilmeyebilir ama yine de bu durum aynı otu ikinci görüşünde tekrar yiyeceği anlamına gelmez.  

Bundan beş bin yıl önceki insan böyleydi de günümüzde durum çok mu farklı? İnsanın bilinmeyen karşısındaki tavrı aslına bakılırsa pek değişmişe benzemiyor. Bilimsel gelişmelerin de yardımıyla artık biliyoruz ki gök gürültüsünün nedeni yıldırım, yıldırımın nedeni de elektrik yüklü bulutların birbirlerine yakınlaşmalarıdır. İnsanlar akıllarına yatmayan bir olay gördükleri zaman artık işi tanrılarla, ruhlarla, hayaletlerle değil de nesnel ve sınanabilir dünyanın elverdiği ölçütlerle izah etmeye çalışıyorlar. Gökyüzünde tuhaf renkler gören insanın aklına ilk başta “Doğaüstü bir olay” düşüncesi gelse de, oturup sakin bir kafayla düşündüğünde “Mutlaka bilimsel bir açıklaması vardır.” diyor.  Bu çıkarım, bilimsel düşüncenin kafamızın içinde yerleşmiş olmasından değil elbette. Bilimin bir kurum olarak toplumda yer etmiş olması insanların bu şekilde düşünmelerinin ilk nedeni. Ayrıca gökyüzündeki tuhaf ışıklar insanın hayatını çok da etkileyen, dünyadaki varlığını sorgulatan bir oluşum değil.  Zaten iş bilimin de henüz elinin ulaşamadığı noktalara gelince fark ediyoruz beş bin yıl önce yaşayan atalarımızdan ne kadar farksız olduğumuzu. Bunun en güzel örneklerini Büyük Patlama (BP) kuramı gibi evrendoğum üzerine konuların tartışıldığı forumlarda görüyoruz.

Büyük Patlamadan Önce Ne Vardı?

Bilimin konusu bilinebilenlerdir. Bilinmeyen bir konuda bilim insanı “Henüz bilmiyoruz.” der, asla bilinemeyecekler için ise “bilim dışı”. Bilememek bilim insanını rahatsız eder ama bu bilememek onu daha çok çalışmaya, daha çok vaktini bilimsel araştırmalara vermeye yönlendirir. Bilim insanın “Bilemediğimize göre yapacak bir şeyimiz yok.” deme lüksü yoktur. Elinden geldiğince aynı resme tekrar tekrar bakar, verileri kontrol eder, ilk bakışta ilgisi olmayan araştırmaların sonuçlarını inceler. Bir yerden bir şeylerin çıkıp, onun yoluna ışık tutacağı ânı beklemez. Ya da kolaya kaçıp “Madem bilemiyoruz, o halde bunun arkasında her şeye gücü yeten bir Tanrı vardır.” da diyemez. Bunu diyemez çünkü böyle bir yola girdi mi yakayı asla kurtaramayacaktır. Her yanıtını bilemediği soru karşısında “Tanrı böyle arzuladığı için.” deme fırsatını yakalamıştır çünkü. Bu durumda ne bilimin bir anlamı kalır ne de bilme isteğinin. Ayrıca, tüm varlığın kökeninde her şeye gücü yeten bir Tanrı olduğunu kabul edecek olan bilim insanı, eğer bu noktada durmayı tercih ederse bilim insanı olma sıfatına ters davranmış olmaz mı? Bilim insanı olmanın getirdiği koşullarca “Peki bu her şeye gücü yeten Tanrı nereden geldi?” sorusunu sorması gerekmez mi? Ayrıca bilim insanı soruların asla bitmeyeceğinin farkına varmış olan kişidir. Bir soruya yanıt ararken pek çok yeni soru ortaya çıkar. Bilim, soruları bitirmek için değil, var olanları yanıtlamak için vardır. Bunu yaparken de soruların sayısının artmasına engel olamaz. Bu yüzden de yanıtı olmayan soruların varlığı bilim insanını rahatsız etmez, tam tersine meraklandırır, kamçılar, onu tembellikten korur. Sorular artsın ki bilim gelişsin ister. Tüm soruların yanıtının bilindiği bir yerde bilimin yapılmasının bir anlamı kalmamıştır. Bilememenin ağırlığını, bilememenin neden olduğu dinamizme yorumlayıp, hafifler bilim insanı. O dayanılmaz hafiflik içerisinde keşifler yapar, varlığı anlamlandırır, olayların nedenlerini ve sonuçlarını gözlemler. Bilememenin dayanılmaz hafifliği önemlidir bu yüzden, diyalektik bir sihir vardır içinde, bilemediği için daha çok bilmek ister. İnanan insan her şeyin net ve kolay bir yanıtının olmasını ister. Soru kalmasın ister. Ancak o zaman rahat edecektir içi. Soru işaretleri rahatsız eder onu, önüne çıkan ilk ve en kolay yanıta sarılışı bundandır. Sorulardan kurtulup hayata dalmak ister, hayatı sorusuz ve kuşkusuz yaşamak ister. Çünkü kuşku inancın en büyük düşmanıdır. 

Bu arada ufak bir parantez açıp şunu da belirteyim. Yukarıdaki ifadelerde; ne tüm bilim insanları bilgi peşinde koşan fedakar insanlardır demek istiyorum ne de inanan insanların hepsi kolaya kaçıcıdır. Örneğin, birkaç hafta önce Zaman gazetesinde bir haber vardı. Habere göre yıllarını inşikak-ı kamer mucizesinin gerçekleştiğini kanıtlamaya harcamış bir jeoloji profesörü, NASA'nın son verileri ışığında bu mucizenin kanıtlandığını iddia ediyor. Oysa azıcık bir araştırma yapar, en azından haberde adı geçen derginin sayfasına giderseniz (NASA'nın resmi sayfası da olur), durumun inşikak-ı kamerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını görürsünüz. Olay kısaca şudur: Daha önce Ay üzerindeki yarıkların nedeni olarak meteor çarpmaları gösteriliyordu. Malum; Ay'ın atmosferi yok. Dolayısıyla Ay'a çarpan taşlar Ay'ın yüzeyinde ciddi izler bırakabiliyor. Son yapılan gözlemlerden sonra bu yarıkların bazılarının meteor çarpması sonucu değil de, Ay'ın kendi içindeki yanardağların patlamasından kaynaklandığı düşünülüyor. Çünkü meteor çarpması olsaymış izler yuvarlak olurmuş. Gözlemlere göre yarıklar çok geniş bir alanı kaplayan büyük bir dikdörtgen şeklindeymiş. Yani milyonlarca yıl önce Ay'ın üzerinde lavdan nehirler akıyormuş. Olay bundan ibaret. Böyle bir haberden yola çıkarak 1500 yıl önce (Ay'ın yaşına göre çok yakın bir tarih) gerçekleştiğini iddia ettikleri bir mucize için kanıt bulduk demek, bilim değildir, şarlatanlıktır. Bilimsel bulguları inandıkları bilim dışı söylentilere göre eğip bükmek ve bu bilim dışını bilimmiş gibi göstermeye çalışmaktır. Bana kalırsa, bu tip haberler bilim çalışmak ve gerçek anlamda bilgi peşinde koşmak isteyen gençlere, herhangi bir din aliminin söylemlerine nazaran daha çok zarar vermektedir. 

Nasıl Bir Yanıt Sizi Tatmin Edecek?  

Sorulardan en önemlisi budur. Hakikaten nasıl bir yanıt bekliyorsunuz bilim insanından? Diyelim ki bilim insanları önümüzdeki yüz yıl içinde BP’yi kanıtladılar ve BP’nin oluşumunu tetikleyen dinamiklerin denklemlerini bir bir sıraladılar. Öyle ki artık BP’nin neden meydana geldiğini öğrendik. Bilim insanları bu dinamiğe “CP” adını vermiş olsunlar. Yani, BP’nin kaynağı CP’ydi. Bu durumda inanan insan “İyi ama CP’nin kaynağı ne? Onu izah et bakalım. İşte CP’nin öncesinde Tanrı var.” diyecektir. Hadi bir yüz yıl daha geçsin. Bilim insanları CP’nin arkasında meydana gelmiş olan fiziksel dönüşümleri de izah etsinler, matematiksel tutarlı denklemlere indirgesinler ve bu yeni çözüme “DP” adını versinler. Ne diyecek inançlı insan? “İyi ama sen bana CP’nin arkasında DP var diyorsun. Peki DP’nin arkasında ne var? İşte orada her şeye gücü yeten, her yerde hazır ve nazır olan ulu Tanrı var.” diyecek. Kısacası bitmeyen bir öteleme yarışı yaşanacak. İnanan insan “Bunu da izah et, görelim.” diyecek. Bilim insanı onu izah ederken yeni bir takım bulgulara ulaşacak, evren hakkında yeni şeyler öğrenecek. İyice köşeye sıkışan inançlı kişi “Ha ha, iyi ama sen bana onu izah ettin. Onun nedeni ne bakayım. Onu da izah et de görelim.” diyecek. Saçma bir kısır döngünün içerisinde kendilerince yuvarlanıp gidecekler. Kısacası hiçbir yanıt inanan insanı tatmin etmeyecek ve onu inandığı Tanrı’dan vazgeçirmeyecektir. Çünkü aşağıda da belirteceğim gibi inanan insanın inanmasının nedeni bilimsel bir bulgu değildir, kendini güvende hissetme arzusudur. Kendi başına bir anlamı olmadığı hayatına dışarıdan anlam enjekte etme arayışıdır.

Tanrı İnancı Neden Bu Kadar Çekici?

Hepimizin bildiği bir tarihtir dünya merkezli evren anlayışından merkezsiz bir evren anlayışına uzanan insan bilgisinin serüveni. Antik Yunan’da dünya merkezdedir çünkü kendisini bir halt zannetmek isteyen insan içinde yaşadığı gezegeni ortaya almak ister. Diğerleri onun için vardır, ona hizmet etmek için yaratılmıştır. Galileou, dönenin güneş değil de dünya olduğunu söylediğinde; insanın bu kendini beğenmiş görüşünü sarstığı için engizisyona gönderilir.  Kopernik, güneş merkezli bir sistemi ortaya koyduğunda artık insanın tahtı durdurulamayacak şekilde sarsılmaya başlamıştır. Bırakın dünyanın evrenin merkezinde olmasını; ne güneş merkezdedir, ne de içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi. Aslına bakılırsa kocaman bir evrenin bir köşesinde, belli belirsiz bir noktadan ibaret olduğumuzu öğrenmişizdir. Galaksimizin konumu, bir futbol sahasının herhangi bir köşesine düşürülen toplu iğnenin durumu gibi bir şeydir. O kadar küçük, o kadar değersiz, o kadar “hiç kimsenin umurunda olmayan” bir nesneyiz.

İşte bu yüzden inançlı insan çekici bulur Tanrı inancını.  Çünkü inanınca biyolojik bir varlığın ötesinde değerinin arttığını hisseder, evrende bir önemin olduğunu düşünür, varlığının bir anlamı olduğunu zanneder, ölümsüz olduğuna inanıp ölüme karşı kendince bir kalkan geliştirir. Yetim ve öksüzüzdür oysa. Başımızı okşayacak bir Tanrı yoktur hastalanıp, zayıfladığımızda. Ölünce kurtlar yer bedenimizi, ateşlere atarlar, akbabalara yem ederler. Hayat bu kadar gerçektir işte. Doğadan gelip doğaya gideriz. Çünkü ondan farklı bir yanımız yoktur. İnanan insanın BP’nin arkasında bir Tanrı aramasının asıl nedeni bilimsel bir hipotezi sınamak ya da kanıtlamak değildir. Onun yerine yanıtı olmayan sorulardan dolayı sıkışan ruhunu rahatlatmak, kendine evrende bir yer açmak ve böylece anlamsızlık/amaçsızlık sorununa ucuz bir çare üretmektir. Tanrı’nın olmadığı bir evreni soğuk, karanlık ve itici bulur. Kendi bedeninin evrenin bir parçası olduğunu, evreni oluşturan elementlerin kendi bedenini de oluşturduğunu kabul etmek istemez. Anlamsızlık ve amaçsızlık en büyük korkusudur.

Sana Kötü Bir Haberim Var

Sana kötü bir haberim var. Diyelim ki bilim insanları BP’nin arkasında bilinçli bir varlığın var olduğuna dair kanıtlar buldular ve bu durumu kabullendiler. Sence bilim insanı duracak mı? O çok güçlü bilinçli varlık nereden geldi demeyecek mi? Demeyecekse bilim insanı olma özelliğini yitirmiş olmaz mı? Büyük Patlama kuramını duyunca “Ondan önce ne vardı ha?” diye bilgiçlik taslayan inançlı insan, neden iş bilinçli bir varlığa varınca hemen yelkenleri suya indiriyor? Eğer BP’nin arkasında ne var sorusunda samimiyse, Tanrı’nın arkasında ne var sorusunu da sorabiliyor olmalıdır. Ha burada, “Ama Tanrı kendiliğinden var olandır, gücü sonsuzdur, onu var eden bir başka güce ihtiyacı yoktur.” denilecekse, samimiyetini kanıtlama konusunda tarih boyunca daha güzel örnekler vermiş olan bilim insanının bu çıkışa da vereceği bir yanıt vardır.

Sana Kötü Bir Haberim Daha Var

Öncelikle varlığı kendinden ifadesi kabul edilebilir değildir. Neden bilinçli ve güçlü bir varlığın kendiliğinden var olabileceğine inanıyorsun da sonlu ve bilinçsiz olan bu evrenin kendiliğinden var olabileceğine inanmıyorsun? Mantıklı olarak düşününce bilinçsiz ve sonlu bir evrenin kendiliğinden var olma olasılığı daha yüksek görünüyor. Bilinci yok ne de olsa, sonu da var! Diğerine göre sonsuz derecede kolay olmalı böyle bir evrenin var olması. Oysa Tanrı, kendiliğinden var olacaksa onun bilincinin nereden geldiği sorusunu sormamız gerekir. Bilincin var olması bilnçsizliğin var olmasına göre çok daha zor olmalıdır. Hem nasıl sonsuz oluyor bu bilinç? Sonlu olan bir şeyin bile kendi kendine var olabildiğine inanmayan insan, sonsuz olanın kendi kendine olduğuna nasıl inanabilmektedir? Madem bir şeyin kendi kendine var olabildiğine inanacağım, o halde gözümün önünde her gün gerçekleşen evrenin var olduğuna inanırım. En azından evrenin var olduğunu görüyorum, inkâr edemiyorum. Oysa Tanrı’nın var olduğuna dair tek bir fiziksel kanıt bile yok ortada. Var olduğunu iddia edenler kafa karıştırmaktan, spekülasyonlar üretmekten ileriye gidemiyorlar maalesef.

Ayrıca, sonsuzluk hiç de öyle sanıldığı gibi, bir yerde bitebilen ve bir “şey” olabilen sabit bir kavram değildir. Sonsuz tane sonsuz vardır ve her bir sonsuzdan daha sonsuz olabilen sonsuz tane sonsuz vardır. Kafa karıştırıcı gelebilir ama maalesef gerçek budur. Yani, Tanrı sonsuzdur deyince işin içinde sıyrılamıyorsun maalesef. Çünkü her sonsuzdan daha büyük bir sonsuz daha vardır. Kısacası en sonsuz diye bir şey yoktur. En sonsuz kavramı kendi içinde çelişkilidir. Bu durumda Tanrı’nın kendisini var eden daha büyük bir sonsuz tarafından var edildiği gerçeği ortaya çıkar. Yani Tanrı sonsuzdur ama ona bu sonsuzluğu bahşeden daha büyük bir sonsuz vardır. Kısacası Tanrı mutlak surette kendisinden daha büyük bir sonsuzluğun altkümesi olmak zorundadır çünkü altküme olmayan bir sonsuz tanım gereği imkânsızdır. 

Tanrı Sormuyor mu Kendisini Var Eden Gücü?

Biz kullarına düşünerek ve sorgulayarak kendisini bulmamızı emreden Tanrı kendi gücünü sorgulamıyor mu? Dünyadaki güzelliklere, yıldızların ahengine, hayvanların nizam içindeki davranışlarına, kalbimizin atışındaki ihtişama  bakıp Tanrı’ya ulaşan insan, neden Tanrı’dan aynı olgunluğu beklemez? Öyle ya, Tanrı sonsuz gücün kendisine nereden geldiğini sorgulamalıdır tıpkı bizim yaptığımız gibi. Biz insanlar içinde yaşadığımız evrenin kendi kendine var olacağına inanamıyorsak ya da böyle bir şeye inanmamız yasaklanıyorsa, bu durumda Tanrı’nın da kendisinin kendi kendine var olduğuna inanması yasak olmalıdır. Bu yasağı ona kim bildirecektir? Tabii ki kendisine bu gücü veren Mega-Tanrı yapacaktır bu işi. Peki bu Mega-Tanrı nereden gelmiştir? Süper-Mega-Tanrı’dan mı? Sorular sürüp gider, anlamsız ve tekrar eden bir dizi üzerinde gereksiz yere vaktimizi harcamaktan başka bir iş yapmış olmayız. 

Tanrısız Bir Hayat Mümkün mü? Amaç ve Anlam

Büyük Patlama’yla ya da Evrim Kuramı’yla ilgili her videonun, her resmin altına yorum yazmayı ve temcit pilavını ısıtıp ısıtıp her misafirin önüne süren ev sahibi gibi “Peki ilk hücre nereden geldi?”, “Peki, Büyük Patlama’dan önce ne vardı?” sorularını yapıştıran arkadaşım. Bu sözlerim sana, iyi dinle.

Tanrısız bir dünyanın amacı yoktur ama anlamı vardır. Ona anlamı sen vereceksin. İlla bir amaç arıyorsan boşuna uğraşma. Kocaman bir evrenin uzak bir köşesinde dönüp duran bir gezegenin içindeyiz. Yaşamaktan, üremekten ve ölmekten başka bir amacımız varmış gibi görünmüyor. Tüm bunları da amaç olarak saymak pek anlamlı olmaz eğer dünyanın bir gün soğuk bir kaya parçasına dönüşeceğini biliyorsak. Yok yani, kabul edelim bunu. Yaşamın bir amacı yok. Yalnız, amacı olmayan bir şeyin anlamı da yok diyemeyiz.

Lunaparka gidersin, dönme dolaba binersin. Eğlenirsin, çığlıklar atarsın, şakalaşırsın, mutlu olursun… Sonra vakit dolar ve evine gidersin. Eğlendiğinden, mutluluğundan başka elinde bir şey kalmamıştır geride. Lunaparkta eğlenmenin bir amacı yoktur ama bir anlamı vardır. Mutlu olmuşsundur, dertlerini unutmuşsundur, çocuğunu sevindirmişsindir, yükseklik korkunu yenmişsindir. Hayat da böyledir. Boştur aslında, bomboştur. Ona anlamını sen vereceksin. Sanatla, bilimle uğraşacak ve yaşadığın ânı doya doya yaşayacaksın. Spor yapacak ve deli gibi terleyip rahatlayacaksın. Bir düşmüşe elini uzatıp onu yerden kaldıracaksın. Bir yetimin başını okşayıp, eğitim masraflarını karşılayacaksın. Güneşin batışını izleyip hayran kalacaksın. Yağmurda şarkı söyleyeceksin. Sevgiline sıkı sıkı sarılıp, aşkınız hiç bitmeyecekmiş gibi öpüşeceksin. Bunlar hayata anlam katar, seni ve etrafındakileri mutlu eder. Çocuk gibi, lunaparktan çıkınca “Ama ben parkta sonsuza kadar kalmak istiyorum.” demenin bir anlamı yoktur. Bu çocukluktur, olgunlaşamamaktır, kendini olduğundan yüksek yerde görmektir. Olgun insan, yaşadığını yaşar ve bitiş zili çaldığında da sessizce çıkmasını bilir. Daha fazlasını istiyorum deyip, ortalığı velveleye vermenin ne insanın kendisine ne de etrafındakilere bir faydası vardır.

Burada keseyim. Bir anda gelen bir istekle yazdım bu yazıyı. Ne daha önceden planını yaptım ne de üzerinde ciddi anlamda kafa yordum. Yazının başında bahsettiğim forumlarda gördüğüm yorumlardan sonra gelen aşırı bir yazma isteğiyle doğdu yazı. Zaten böyle derin konularda birer paragraf yazıp geçiştirmek pek de doğru bir iş değil. Yine de sayfaya koyuyorum. Belki birilerinin kafasını karıştırırım, düşünmelerine vesile olurum. Umarım hem kendimin hem de siz okuyucunun vaktini israf etmemişimdir. Çünkü hayat güzel, sokaklar güzel, insanlar güzel, hafta içi çalışan bizler için Pazar günleri ayrı güzel. Boşa harcamaya gelmez, eğlenmenize bakın.


07 Temmuz 2015

Ara Veriyorum

Merhaba,

Üzerinde çalıştığım büyük bir projeden dolayı, uzun süredir bu sayfaya yeni bir yazı eklemedim. Bu suskunluk bir süre daha devam edecek. Yaz sonuna kadar yoğun bir şekilde çalışacağım. Sonrasında eskisi gibi güncellemelere devam ederim.

Saygılar, sevgiler...

AA


03 Haziran 2015

Çin Mektupları 29 - Geleneksel Çin Tıbbı


Geleneksel Çin Tıbbı (GÇT), Çin’e gelmeden önce de sıklıkla duyduğum bir kavramdı. Tayland’da ve Vietnam’da yaşarken; kronik bel ağrısı, baş ağrısı, çocuk sahibi olamama, kolay hasta olma gibi nedenlerden dolayı GÇT’ye başvuran arkadaşlarım/akrabalarım olmuştu. Çin’de yaşamaya başladıktan sonra GÇT hakkında, özellikle Çinli öğrencilerimle, gerek ders içinde gerekse de ders dışında birkaç sohbetimiz oldu. Bir istatistik öğretmeni olarak öğrencilere bilimsel olanla bilimsel olmayan arasındaki farkı açık ve net bir şekilde öğretmeyi temel görevlerimden birisi sayarım. Yalnız; kolay olacağını sandığım bu iş, öğrencilerin beni Çin’i anlamamakla ve GÇT’yi bilmemekle suçlamaları neticesinde bir hayli uzun sürdü. Sonuçta, ikna olmayan öğrencilerimin sayısı azımsanmayacak kadar olsa da kalıcı bir yarar sağladığımı düşünüyorum. Ayrıca; on yedi – on sekiz yaşlarındaki gençlerin, kısmen bilim felsefesini ve epistemolojiyi de ilgilendiren konuları çabucak kavramasını beklemek hayalperestlik olurdu. Öyle ki, GÇT’nin bilimsel olduğunu kanıtlayın deyince bir öğrencim “Okulun yanında sekiz katlı GÇT hastanesi var, hocam. Yetmez mi?” demişti. Ben de cevaben; “Sekiz katlı bir hastane GÇT’nin bilimsel olduğunu kanıtlayabiliyorsa, kiliseler de Tanrı’nın varlığını kanıtlar.” demiştim. Gülmüş ve geçmiştik. Şimdi konuyu kaleme alıp, ciddi bir çözümlemeden geçirme zamanı.

Öncelikle yazının içeriğinden söz edeyim. Ben ne tıp konusunda ne de GÇT konusunda uzmanım. Dolayısıyla eleştirilerim GÇT’nin pratik oluşuna ya da işe yarayıp yaramadığına dair olmayacak. Hatta yazım, işin Çin kısmıyla değil geleneksel kısmıyla ilgili olacak. Yani aynı eleştiri Geleneksel Brezilya Tıbbı, Geleneksel Türkiye Tıbbı ve benzerleri için de geçerli olacak.  Daha çok bilimsellik, geçerlilik ve tutarlılık noktalarından konuyu ele alıp; GÇT’nin neden bilimsel olmadığı üzerine kafa yoracağım. Bunu yaparken doğal olarak, her ne kadar felsefi terimlerden kaçınmaya çalışsam da, bazı teknik konulara ucundan köşesinden değineceğim. Umarım çok sıkıcı bir yazı olmaz.

GÇT’nin bilimsel olup olmadığını anlamamız için öncelikle gözlem ve deney arasındaki farkı anlamamız gerekir.

Gözlem Nedir?  Sonuçları nelerdir?

Gözlem bir popülasyondan (population of interest) rastgele seçilen bir ya da birden fazla örneklemden (random sample) elde edilen verilerin analiziyle yapılan araştırmadır. Bir örnekle izah edeyim. Diyelim ki elma yemenin diş sağlığı üzerindeki etkisi üzerine bir araştırma yapıyorum. Bunun için herhangi bir popülasyondan 1000 kişilik rastgele bir örneklem seçiyorum ve bu 1000 kişiye iki soru yöneltiyorum.

1.       Haftada en az bir elma yiyor musunuz?
2.       Ağzınızdaki çürük diş var mı?

Soruları evet/hayır şeklinde yanıtlanabilecek formatta yazdım ki kategorik değişkenlerle çalışabilelim. Doğrudan sayıları da sorabilirdik ama o zaman analiz biraz daha çetrefilli olurdu. Bu yazı istatistik öğretme amacı gütmediği için elimden geldiğince örneği basit tutuyorum.

Diyelim ki örneklemimizdeki 1000 kişi bu iki soruya samimiyetle yanıt verdi (Kendi-bildirim (self-report), meyilli bir sonuca neden olacaktır. Şimdilik bunu ihmal edelim.) ve biz sorunsuz bir şekilde verileri topladık. Aşağıdaki tabloyu da bu iki sorudan yola çıkarak doldurduk.


En Az Bir Elma yiyor
Hiç Elma yemiyor
Toplam
En Az Bir Çürüğü var
50
400
450
Hiç Çürüğü yok
150
400
550
Toplam
200
800
1000

Bu tablodan çıkarılacak ilk sonuç aşağıdaki gibi özetlenebilir. Oranlar arasındaki fark yüksek ve örneklemin büyüklüğü yeterli olduğu için herhangi bir istatistiksel test (Çay-kare testi uygun olandır) yapmaya da gerek yoktur.

Elma yiyenlerin çürüğü olma oranı: 50/200 = %25
Elma yemeyenlerin çürüğü olma oranı: 400 / 800 = %50

Peki, bu oranlardan yola çıkarak aşağıdaki sonuçlardan hangilerine varabiliriz?

a.       Bir insanın haftada en az bir elma yiyip yememesi değişkeniyle o insanın ağzındaki çürük diş olup olmama değişkeni “bağımsız değildir.”

b.      Haftada en az bir elma yiyen insanların ağzında en az bir çürük dişi olma olasılığı, haftada en az bir elma yemeyenlerin ağzında en az bir çürük diş olma olasılığının yarısı kadardır.

c.       Haftada en az bir elma yemek ağızdaki çürük diş olma olasılığını düşürür.  

Yanıtı hemen vereyim. İlk iki sonuçta sorun yoktur. Zaten bunlar gözlemin doğrudan getirisidirler. İstatistiksel olarak kanıtlanabilirler. Yalnız ilk sonuçta (a) “bağlıdır” demek yerine “bağımsız değildir” ifadesini bilinçli olarak kullandığımı söyleyeyim. Bağımsız değildir derken, örnekte sözü edilen iki değişkenin dışında başka değişkenlerin rollerinin mümkün olabileceğine gönderme yapıyorum.

Bağımlı – bağımsız değil ayrımına bir örnek daha vereyim. Yaz aylarında dondurma satışları artar, yaz aylarında boğularak ölenlerin sayısı da artar. Buradan yola çıkarak dondurma tüketiminin boğularak ölümlere neden olduğunu söyleyebilir miyiz? Tabii ki söyleyemeyiz. Her ikisini de aynı yönde etkileyen üçüncü bir değişken vardır. O da yaz aylarının getirdiği hararettir. İnsanlar sıcaktan bunaldıkları için dondurma yerler ve yine aynı sıcaktan bunaldıkları için denize girerler. İki değişkeni de aynı yönde etkileyen sıcaklık boğulma oranlarıyla doğrudan ilişkilendirilebilir. Dolayısıyla dondurma satışlarıyla boğularak ölme sayıları birbirine bağlı değildir (Biri diğerinden dolayı gerçekleşmez) ama aynı zamanda birbirinden bağımsız da değildir Teknik bir izah verecek olursam; iki değişkenin kovaryansı sıfır ya da sıfıra yakın değildir demem gerekir.

Üçüncü sonuç (c), bir çeşit neden-sonuç ilişkisini önermektedir. Haftada en az bir elma yersen daha az çürük dişin olur ifadesi elma yemenin dişlerin çürümesini engellediğini iddia eder. Böyle bir sonucun yanlış olmasının iki nedeni vardır.

Birincisi, yukarıda izah ettiğim ve benim mızıkçı değişken (confounding variable) diye adlandırdığım değişkenlerin etkisidir. Aslında ele alabileceğimiz her değişkeni etkileyen sonsuz sayıda değişken vardır. Bu sonsuz sayıda değişkenin büyük bir çoğunluğunun etkisi ihmal edilebilecek kadar az olduğu için bu etkileri önemsemeyiz. Etkileri yüksek olanlar da uzun erimdeki eşit (uniform) dağılımla sonuç üzerindeki kuvvetlerini birbirleriyle iptal ederler. Örneğin; elmanın dışında, bir insanın yaşının, cinsiyetinin, ırkının çürük diş sayısına etkisi olabilir. Yalnız, uzun erimde bu etkiler her iki gruba eşit şekilde dağılıyorsa bu değişkenleri mızıkçı olarak adlandıramayız. İstatistikte bu değişkenlere harici değişkenler (extraneous variables) denir.  Harici değişkenlerin güzelliği, rastgele seçilen büyük örneklemlerde, etkilerinin birbirini yok etmeleridir. Örneğin, eğer bin kişilik bir örneklemim varsa ve rastgele bir seçim yapmışsam; örneklem içinde yaklaşık olarak beş yüz erkek ve beş yüz kadın olacaktır. Eğer bu oran, elma yiyenler ve yemeyenler gruplarına da yansıyorsa sorun yok demektir. Yani elma yiyenlerin de yarısı erkekse, bu harici değişken mızıkçı değişkene dönüşmez.

Unutmamak gerekir ki her harici değişken, potansiyel bir mızıkçıdır. Harici değişkenin mızıkçı olması için grup üyeliğiyle ilişkisi olması gerekir. Örneğin, haftada en az bir elma yiyenler sağlıklarına daha düşkün insanlar olabilirler. Sağlığına daha düşkün bir insan da doğal olarak dişlerine daha iyi bakıyor olabilir. Bu durumda haftada en az bir elma yiyen kişi zaten dişlerinin durumundan kaygı duyuyordur ve dişlerine iyi bakıyordur. Bu durumda, elde ettiğimiz sayısal değerlerdeki farkın gerekçesini neye bağlayacağız?  Elma yedikleri için mi dişleri daha sağlıklı? Belki de genel sağlıklarına daha çok dikkat ettikleri için hem haftada en az bir elma yiyorlar hem de dişlerini düzenli olarak fırçalıyorlar. Mızıkçı değişken bizim gerçek nedeni görmemizin önünü keser. Çürük diş oranındaki farkın nedenini belirlememizi, suyu bulandırarak ya da mızıkçılık yaparak engeller. Tıpkı, artan sıcaklıkların dondurma tüketimiyle boğulma sayılarının arasındaki ilişkiyi bulandırması gibi.

Gözlem konusunu burada kapatıp deney konusuna geçeyim. Ardından aralarındaki farklara değineceğim.

Deney Nedir? Sonuçları Nelerdir?

Aynı araştırmayı şimdi bir de deney yaparak gerçekleştirelim. 1000 kişilik rastgele seçilmiş bir örneklemimiz olsun. Bu örneklemi yine rastgele bir seçimle beş yüzer kişilik iki gruba bölelim. Bu rastgele seçim yazı tura atarak ya da tek ve çift sayılara ayrılarak yapılabilir. Önemli olan rastgeleliğin (random assignment) sağlanmasıdır. Birinci gruba tedavi grubu (treatment group) diyelim, ikinci gruba da kontrol grubu (control group). Tedavi grubundakilere bir yıl boyunca haftada bir elma yemelerini ve düzenli olarak günde iki kere dişlerini fırçalamalarını söyleyelim. Bunu kontrol edecek bir mekanizmamız da olmalı. Bu yüzden bu beş yüz kişiye haftada en az bir elma gönderelim ve diş fırçası/macunu masraflarını karşılayalım. Kontrol grubundaki beş yüz kişiye de bir yıl boyunca asla elma yememelerini söyleyelim. Yemeyeceklerine dair sözleşme imzalatalım. Bu gruptakilerin de dişlerini düzenli olarak günde iki kere fırçalayacaklarından emin olalım, onların bir yıllık diş fırçası/macunu masrafını da karşılayalım. Araştırmaya başlamadan önce örneklemimizdeki bin kişinin ağız sağlıklarını kontrol edelim ve çürük diş sayılarını ve çürük derecelerini kaydedelim. Bir yıl boyunca yoğun bir çalışmayla araştırmamıza katılan denekleri takip edelim, kendilerine söylenenleri yaptıklarından emin olalım. Bir yılın sonunda her iki grubun ağız sağlığını bir kere daha tetkik edip bir yıl boyunca meydana gelen değişimleri gruplar arasında karşılaştıralım, gerekli istatistiksel testi uygulayalım ve sonuçların kayda değer (significant) olup olmadığına bakalım.

Dikkat edecek olursak deneyde, gözlemde olmayan bazı kavramlardan söz ettim. Öncelikle, deneyin gerçekleşmesi için kontrol altında bir ortam hazırladım. Normalde laboratuvarda yapılması gereken deneyi, saylar büyük ve gereken süre geniş olduğu için laboratuvar dışına aldım. Harici değişkenlerin etkilerini sıfırlamak için denekleri gruplara rastgele seçimle (random assignment of subjects to the treatments) gönderdim. Böylece cinsiyet, yaş, ırk gibi harici değişkenleri iki gruba eşit bir şekilde dağıtmış oldum. Potansiyel bir mızıkçı değişken olan deneklerin ağız sağlığına verdikleri önemi, herkesi günde iki kere diş fırçalamaya zorlayarak, tüm denekler için sabitledim (direct control). Böylece, bu değişken mızıkçılık yapamayacak ve sonuca ulaştığımızda kafamızı karıştırmayacaktır.

Diyelim ki bu deneyin sonunda da şöyle bir tabloyla karşılaştık.


Haftada Bir Elma yiyor
Hiç Elma yemiyor
Toplam
Ağız sağlığı daha da kötüye gitti.
50
400
450
Ağız sağlığı iyileşti ya da aynı kaldı
150
400
550
Toplam
200
800
1000

Sayıları değiştirmedim. Dolayısıyla az önceki gözlem örneğinin altına yazdığım üç sonucu buraya da kopyalayabiliriz. Yalnız bu sefer, sadece “a” ve “b”nin geçerliliğini değil, “c”nin geçerliliğini de savunabiliriz. Eğer deneyi bilimsel standartlara uyarak yapmış, deneklerin davranışlarını kontrol altında tutmuşsak; neden-sonuç ilişkisi üzerinde çıkarımlar yapma hakkımız vardır. Bir yıl boyunca haftada bir elma yiyen bir insanın ağız sağlığının, bir yıl boyunca hiç elma yemeyen insanın ağız sağlığından daha iyi olacağını söylemek değil yaptığımız. Elma yemek ağız sağlığına faydalıdır gibi doğrudan neden-sonuç ilişkisini açığa çıkaran sentetik (Kant’ın kullandığı anlamda) ve neden-sonuçsal bir bilimsel önerme.

Gözlemden çıkarılacak sonuçla deneyden çıkarılacak sonuç neden farklıdır?

Aslında yukarıda uzun uzun anlattım ama bir kere daha özetleyeyim. Gözlemler kontrollü ortamlarda yapılmadığı için, harici değişkenlerin mızıkçı değişkenlere dönüşmesini engelleyemezler. Böylece, ortaya çıkan sonucun bizim üzerinde araştırma yaptığımız değişkenden dolayı mı yoksa o anda farkına bile varmadığımız başka bir değişkenden dolayı mı gerçekleştiğini bilemeyiz. Örneğin, ben küçükken ne zaman hasta olsam annem bana nane limon kaynatırdı. Ben nane limonları içer, bir haftada iyileşirdim. Büyüyünce öğrendim ki beni iyileştiren şey nane-limonun moleküler düzeydeki sihri değilmiş. Onun yaptığını su da yaparmış. Sonuçta grip olan vücut su ve enerji kaybeder. Suyu geri almak için bol bol sıvı gıda tüketmek, enerjiyi depolamak için de bol bol dinlenmek gerekir. Ne terlemenin, ne nane-limon içmenin doğrudan bir faydası var gribi iyi etmeye. Bu değişkenlerin içinde mızıkçı birer değişken olarak duran dinlenme süresi ve sıvı gıda tüketimidir iyileşmeyi hızlandıran değişkenler. Bu demek değil ki nane-limon kaynatmayalım, yorganın altına girip terlemeyelim. Hobi olarak bunları yine yapabiliriz ya da anneyi mutlu etmek için. Tıpkı, acı olduğu için ilacını içmeyen çocuğa ilacını tatlı bir içeceğe karıştırarak vermek gibidir bu iş. Annen dediği için yaparsın bazı şeyleri. Arada iyi şeyler de olur. İyi olmayanlar da arada kaynar gider. 

Bu farkı niye anlattım. Çünkü birilerine soruyorum “GÇT hakkında ne düşünüyorsun?”. Verilen yanıt genelde şöyle oluyor: “Adamlar binlerce yıldır bu ilaçlarla tedavi olmuşlar. Doğru olmasa bunca yıldır kullanılıyor olmazlardı.” İşte bu savunmanın geçersiz olduğunu açıklamak için yazdım yukarıdaki ayrımı. Binlerce yıldır yapılan şey eğer gözlemden ibaretse, neden-sonuç ilişkisi kuramayız. Şunu diyebiliriz: Elma yiyen insanlarda diş çürüğü daha az görülür. Bu cümle yanlış değildir, ama bilimsel olarak çok da bir işe yaramaz.  Tıpkı dondurma satışları artınca denizlerde boğulma oranları da artıyor demek gibi doğru ama gereksizdir. Yanlış olmamasının nedeni, elma yiyen insanların aynı zamanda genel sağlıklarına dikkat ettikleri gerçeğini göz ardı etmiyor oluşudur. Bilimsel olmamasının nedeni, somut bir neden-sonuç ilişkisi kuramıyor oluşudur. Oysa, iyi bir deneyin sonucunda neden-sonuç ilişkisi kurulursa, bunun üzerine yeni araştırmalar, yeni açılımlar gerçekleştirilebilir. Böylece bilgi gelişir, sınanır, daha çok gelişir, tekrar sınanır. Bilimsel bilginin ortaya çıkışı konusunda pek çok görüş vardır ama belli bir paradigmanın (Kuhn’un tanımladığı) içerisindeki bilginin gelişmesi ve ilerleyişi üzerinde modern bilim aşağı yukarı hemfikirdir.

Geleneksel Çin Tıbbı Neden Bilimsel Değildir?

Bunun en geçerli nedeni GÇT’nin deneye değil de gözleme dayanıyor olmasıdır. Bilgi, ister yüz yıllık ister bin yıllık olsun, sonuç değişmeyecektir. Deneye dayanmadığı sürece bilimsel olamaz, doğruluğu kanıtlanamaz. İşe yarayabilir, yaramayabilir de! Bunlar ayrı konulardır. Salt gözlem, gerçek nedeni mızıkçı nedenden ayıramadığı için bilimsel bir bilgi doğuramaz. Zaten GÇT’nin genel ilkelerine bakan bir bilim insanı birkaç okumadan sonra kararını verir. Hiçbir kanıtı olmayan, kaynağı belirsiz bir “qi” kavramı üzerine kuruludur koca sistem. “Qi” akmak ister, akacağı yollar (meridyenler) bellidir falan filan… Onurlu bir bilim insanı için bu ifadeler safsatadan başka bir şey değildir. İşin içinde para, ticaret ve benzeri başka hesaplar varsa o zaman zaten bilim insanı ortadan kaybolur. Zaten bugün GÇT’ye gösterilen rağbetin temelinde biraz da bu vardır. 


 Geleneksel Çin Tıbbı Bilimsel Deneylerle Kanıtlanırsa Ne Olur?

Tıp olur. Aslında sorunun yanıtı bu kadar basittir. GÇT’de kullanılan bir ilacı laboratuvarda sınayın, gerekli işlemlerden geçirin ve sonuçları hakemli bir dergide yayınlayın. Diğer bilim insanlarının konularda görüşünü alın, farklı okulların onayını ve desteğini sağlayın. Bunları yaptıktan sonra sonuçlarınız güvenilir ve bilimseldir diyebiliriz. Eğer tüm bu süreçten sonra GÇT’de kullanılan ilaç hastayı iyi ettiği kanıtlanırsa; bırakın artık o ilaç GÇT’nin değil tıp biliminin bir ürünü olsun. Nasıl ki bugün bir Alman, ürettiği ilaca Alman ilacı demiyor, nasıl ki bir Kenyalı keşfettiği ve deneylerle faydalı olduğunu kanıtladığı bir ilaca Kenya ilacı demiyor; Çinliler de bilimsel yöntemlerle sınayıp, doğruluğuna karar verdikleri bir ilaç için Çin ilacı demeyi bırakmalıdırlar. Bilim insanlığın ortak ürünüdür, gelişimi sırasında her milletten insanın az çok katkısı olmuştur. Çinliler de bilime katkıda bulunabilecek milletlerden birisidir ve bilimin yöntemlerine sadık kaldıkları sürece üretecekleri bilgi birikimi, bilime mâl edilecektir.  


Demek istediğim şey şu. GÇT işe yaramaz demiyorum, işe yarıyor olması bir anlam ifade etmiyor, yani uzun erimde bilimsel bilgi değildir diyorum. Bilimsel olarak laboratuvara sokulan, denenen ve sonuçta doğru olduğu anlaşılan kısımları varsa o kısımlara kısaca tıp denmelidir. Sonuç olarak modern tıp dediğimiz bilgi birikimi de gökten zembille inmedi. Modern bilimin hemen her safhasında, gelenekten gelen bir beslenme olmuştur. Simyanın modern kimyanın atası olması gibi, muhakkak ki modern tıp da kocakarı ilaçlarından, geleneksel formüllerden nasibini almıştır. İşe yarayanları geliştirmiş, işe yaramayanları elemiştir. Bu elemeden geçirdikten sonra bilim olma özelliğine kavuşmuştur. GÇT’nin ya da benzeri geleneksel tıp modellerinin sorunu da bu elemeyi gerçekleştirecek bilimsel bir yöntemden yoksun olmalarıdır.

Geleneksel Çin Tıbbı Neden Bu Kadar Çok Tartışılıyor?

GÇT’nin günümüzde bu kadar çok tartışılmasının, bana göre üç ana nedeni var.

1.  Birincisi geride bırakmaya çalıştığımız post-modern dönem. Malumdur ki postmodernizm, modernizme tepki olarak doğdu ve güya modernizmin sığ kaldığı alanları dolduracak, insanlığa yeni bir soluk getirecekti. Kendilerine postmodern diye tanımlayan düşünürler, kültürel görecelilik (cultural relativism) adına –Bir de utanmadan Einstein’ın görecelilik kuramına, kuantum mekaniğine gönderme yaparlar. Kafalarının almadığı konularda saçma sapan göndermeler, benzetmeler yapıp, sosyal konularda ahkâm keserler.- bilgiler arasındaki hiyerarşik düzeni yerle bir etmek için çok uğraştılar. Postmodernistlere göre bilimsel bilgi de tıpkı büyü gibi, fal gibi bir bilgidir, ne fazlası vardır ne eksiği. İnsan üretimi olduğu sürece bilimsel bilgi de görecelidir ve gerçeği değil de gerçeği algılamaya çalışan bireyin düşünce yapısını yansıtır. Meta-anlatıların devri kapanmıştır, hiçbir anlatı gerçeği tümüyle kavrayamaz.


Tabii, böylesi cesur bir ön kabulle başlayınca durmak kolay olmaz. Özellikle edebiyatta ve sanatta güzel açılımlara yol açabilecek olan postmodern akım, çabucak şarlatanların eline düştü. “Bilimsel bilgi de herhangi bir bilgidir. Ne doğrudur ne de yanlıştır diyebiliriz.” gibi özünden sapan noktalara ulaştı. İşte bu noktadan sonra da geleneğe dönüş fikri ortaya çıktı. Modern dışı yaşamlar da mümkündür tezinden yola çıkarak her şeyin geleneksel olanına doğru bir akıncı ruhu gelişti. “Modern ilaçlar zararlıdır, bitkisel olanlar daha faydalı.” gibi aslı astarı olmayan bilgiler, bilimsel bilgilerle yarışır oldu. Bunun sonucunda, kendilerini bir yüz yıl önce bilim karşısında mağlup gören fikirler ayağa kalkıp direnmeye başladırlar.

Bu yüzden; dinle, maneviyatla (spirituality) ilgili yazılar yayınlayan dergilerin/gazetelerin aynı zamanda geleneksel ilaçlarla yoğun bir şekilde ilgilenmesi kimseyi şaşırtmamalı. Çünkü; nasıl ki dinsel bilgi bilimsel olarak doğrulanamadığı için bilim karşısında bir alternatif sunuyor, geleneksel tıp dedikleri şey de modern tıbba karşı bir alternatif olduğu için, sırf bilim-dışı bilgilerin varlığına destek olması amacıyla pohpohlanıyor. Kısaca verilmek istenen mesaj şu: Bakın her şey bilim değildir. Başka türlü bilgi de mümkündür. Nasıl ki alternatif tıp hastayı iyileştirebiliyor, aynı şekilde dinsel bilgi de insana ihtiyacı olan mutluluğu ve huzuru verebilir. Dikkat edilirse, geleneksel olanı modern olan karşısında eşdeğer görenlerin büyük bir kısmı dindar ya da tutucu kimselerdir. Çünkü bu şekilde bilim dışı görüşlerine de bedavadan destek bulmuş olurlar.

2.  Çin’in ekonomik bir güç olarak dünya sahnesinde yerini alması. Postmodern akımın verdiği gazla hızla büyüyen Çin ekonomisi birleşince, GÇT’nin sıklıkla konuşulur olması kaçınılmaz hale geldi. Çin, tarihten gelen bilgi birikimini batıya karşı bir alternatif olarak sunmak istiyor. Bunun için de GÇT’yi destekliyor, bu konuda özellikle İngilizce yayın yapan medyada programlar hazırlıyor, makaleler yayınlıyor. GÇT’nin diğer geleneksel tıplardan özünde bir farkı yoktur. Çin’in çok büyük bir nüfusa sahip olması ve dünyada her geçen gün biraz daha sözü dinlenen bir ülke olması, GÇT’nin yayılmasını da etkiliyor. Yarın bir gün Hindistan da Çin gibi ekonomik olarak güçlenirse, Geleneksek Hindistan Tıbbını (GHT) konuşmamamız için ortada bir neden yok.

3. Çinli göçmen doktorların özellikle gelişmiş batılı ülkelerde yaygın bir biçimde GÇT yöntemlerini uygulayabiliyor olmaları. Gerçi son yıllarda, özellikle ABD’de bu konuda ciddi denetimler getirildi ve pek çok GÇT ilacı zararlı olması nedeniyle yasaklandı. Yine de yasadışı yöntemlerle pek çok ilaç gelişmiş ülkelere götürülüyor ve bu ülkelerde yaşayan Çinli göçmenlere satılıyor. Sonuç olarak büyük paraların döndüğü ciddi bir sektör GÇT.  

Geleneksel Çin Tıbbının Modern Tıp Karşısındaki Savunusu

GÇT’ye kuşkuyla yaklaşan bir insana yapılan ilk savunulardan birisi GÇT’nin bütüncül olduğu (Batı tıbbı gibi analitik değil), yumuşak olduğu (Battı tıbbı gibi saldırgan değil) ve uzun vadede sağlığı koruduğu (Batı tıbbı gibi hastalıkları iyi etmeye yönelik değil) gibi paradigma farklılığını öne süren bir yaklaşımdır. Ben bu üç noktayı da anlamsız bulanlardanım. Örneğin, ne demektir bütüncül? İnsan bedeni bir bütündür. Eeee, sonra? Buradan nereye varabilirsin? Basit bir gerçeği ifade etmiş olmaktan başka bir anlamı yoktur bu ifadenin. Zaten, GÇT’nin insan bedeni hakkındaki sıcak – soğuk gibi ayrımları hiçbir bilimselliğe sığmayan çözümlemelerdir ve lafazanlığın ötesinde bir yeri yoktur. Ne demektir insan bedeninin hayati enerjisi olan “qi”? Ne demektir bu “qi”nin akıp gittiği “jingluo” (kanal)? Ayrıca, bugünkü modern tıbbın insanların sağlığını koruma konusundaki çabasını görmezden gelebilir miyiz? Yağlı yemeyin, tuzlu ve şekerli yemeyin, spor yapın, stresten uzak durun, temiz hava alın, yürüyüşü ihmal etmeyin, uzun süre oturmayın diyen modern tıp değil mi? Eğer modern tıp bu anlayışı GÇT’den aldıysa amenna. GÇT’nin modern tıbba büyük bir katkısı olmuştur.



Özet

Birkaç cümle ile özetleyeyim. GÇT, bilimsel olmayan kabuller üzere kurulmuş ve yine bilimsel olmayan yöntemlerle gelişmiş, deneye değil de geleneksel gözleme dayanan bir bilgi birikimidir. Bilimsel olarak bir değeri yoktur. Bu yararlı olmadığı anlamına gelmez ama aynı zamanda zararlı olmadığını da garantilemez. GÇT’nin günümüzden sıklıkla konuşulmasının ticari, ekonomik ve sosyal nedenleri; GÇT’nin işe yararlılığının çok önündedir.

Aşağıya sevdiğim bir videoyu ekliyorum. Videoda postmodern kavramlar, komik bir dille ve güzel bir animasyonla eleştiriliyor. Videonun bir yerinde alternatif tıptan da söz ediliyor. Alternatif tıp için "Ya doğruluğu kanıtlanmamıştır ya da yanlışlığı kanıtlanmıştır. Doğruluğu kanıtlanmış olana ne denir niliyor musun? Tıp" deyişi benim de sıklıkla kullandığım bir ifadedir.


24 Mayıs 2015

Bir Kan Tüccarının Hikâyesi - Yu Hua


Kitabın Çince baskısının kapağı
Romanın Çince adı, 许三观卖血记. Türkçeye doğrudan çevirisi “Kanını Satan Xu Sanguan” olarak yapılabilir. İngilizceye “Chronicle of a Blood Merchant (Bir Kan Tüccarının Hikâyesi) olarak çevrilmiş.  Ben romanı İngilizce çevirisinden okuduğum için bu adı kullanacağım. Her ne kadar roman, kan alıp satan bir tüccarın değil de mecbur kaldıkça kanını satan bir babanın hikâyesi olsa da.

Yu Hua’nın bir diğer romanı olan “Yaşamak”ta olduğu gibi, bu romanda da bir ailenin çile ve ıstıraplarla dolu hikâyesini izliyoruz. İzliyoruz diyorum çünkü yazar hemen hemen hiçbir yerde ahlaki ya da siyasi bir taraf tutmuyor, ders vermemeye özen gösteriyor. Yabancı bir ülkedeki olayları aktaran tarafsız bir gazetecinin sesi gibi metin boyunca duyduğumuz ses. Arka planda devrimler, isyanlar, açlıklar, itiraflar ve ölümler yaşanırken; okuyucu, yazarın yönlendirmesiyle, sadece Xu Sanguan’ın ailesinin dramı ile ilgileniyor. Çin’in çalkantılı tarihinin izlerini, gözümüzün önünde filizlenip yeşeren bu ailenin üzerinden takip ediyoruz. Yazar kendisine bilinçli ya da bilinçsiz olarak oto-sansür uyguluyor ve siyasi tarihi teğet geçiyor. Bunun yerine, ailenin tarihi üzerinden, ara ara arka plana ışık düşürüyor ve parça parça da olsa 1940-1970 yılları arasında gerçekleşen olaylara hafiften dokunduruyor. Örneğin İleriye Doğru Büyük Sıçrama Kampanyası (Great Leap Forward) sırasında yaşanan açlığı ve kıtlığı ailenin karşılaştığı bir zorluk olarak veriyor. Aynı şekilde Sağcı Karşıtı Kampanyayı (Anti-Rightist Campaign) da dört duvarın arasına sokup, oğulların annelerine karşı yarı utangaç yarı gaddar tavırlar takındıkları bir mikro-kozmos sahnesine dönüştürüyor. Kültür Devrimi (Cultural Revolution) ise anne babanın uzaklara giden oğullarını özlemeleri ve onları geri getirmek için ellerinden geleni yapmaları –Oğullardan birisinin şefine yoku yok bir sofrada ikramda bulunmak ve bunun için kan satmak gibi- olarak özetleniyor romanda.
İngilizce çevirinin kapağı. Kindle versiyonunun kapağı da bu şekilde tasarlanmış.
Romanın genel konusu adından da anlaşılacağı üzere kanını satan bir adam. Yalnız kanını kendi keyfi için satmıyor Xu Sanguan. Ne zaman ailesi –karısı ve adları Bir, İki, Üç olan oğulları- zor durumda kalıyor, ne zaman tüm umutlar yıkılıp çaresiz kalıyor, ne zaman tüm dünya karanlığa bürünüp onu yalnız bırakıyor; o zaman çok da uzun süre düşünmeksizin kendisini hastanede buluyor. Kanını satmadan önce bol bol su içiyor ki kanı incelsin, daha çok kâse doldurabilsin. Kanını verdikten sonra da adet haline getirdiği üzere, yakınlardaki bir lokantaya gidip kızarmış domuz ciğeri ve pirinç şarabı içiyor. Ritüel haline getirdiği bu alışkanlığı yıllar sonra kan satmaya yeni başlayan iki gence şu sözlerle izah ediyor.

“Domuz ciğeri kan yapar, şarap da ona hayat verir.”

Yaşı genç, sağlığı yerindeyken zorlanmıyor olsa da kanını satma kararını vermesi çevresinde hoş karşılanmıyor. Özellikle karısı Xu Yulan karşı çıkıyor.

“Kanını satacağına bedenini sat daha iyi. En azından bedenin sana ait. Oysa kanını satmak atalarını satmaktan farksızdır. Xu Sanguan, sen atalarını sattın.”

diyor kocasının kanını sattığını öğrenince. İlk başlarda bu şekilde karşı çıksa da ileriki zamanlarda çok itiraz etmiyor kocasına. Zamanla o da öğreniyor başka çarelerinin olmadığını. Bir kere kanını satmaya başlamışsan eğer, tıpkı kumar alışkanlığına yakalanmış bir müptela gibi, bir daha bırakamayacaklarını geç de olsa fark ediyor.
Yu Hua, ABD'de bir üniversitede düzenlenen edebiyat günlerinde konuşma yaparken. 
Romanda doğrusal bir hikâye anlatımı var. Sahneler uzun, sahneler arasında bazen yıllar geçiyor. Romanın olumsuz olarak görülebilecek bir yanı tekrarların çok olması. Dönüp dönüp aynı konuları tartışıyor yazar, bir türlü hallolmayan eski hesaplar ikide bir su yüzüne çıkıyor. Bunu büyük bir olasılıkla bilinçli bir şekilde yapıyor, çünkü Çin’in çalkantılı dönemlerinin aile üzerindeki yansımalarını ve bu yansımaların farklı frekanslarını okuyucuya bu şekilde vermeye çalışıyor. Bu tekrarların gerekçesi ne olursa olsun, roman boyunca toplamda sadece iki ana temanın olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Birinci tema; bir erkeğin babası olmadığı bir çocuğa babalık yapması. Babasız kalan bir çocuğa üvey babalık yapması gibi basit bir olay değil bu. Xu Sanguan, evlendikten sonra doğan ilk oğlunun aslında ondan olmadığını öğrenince doğal olarak hem karısıyla hem de oğluyla arası açılıyor. Oğlunu defalarca reddetmeye çalışıyorsa da her seferinde merhamete geliyor. Hatta, ilk başlarda kanını satarak elde ettiği parasını ilk oğluna harcamamaya ant içiyor olsa da romanın sonlarına doğru görüyoruz ki, ilk oğlunun hayatını kurtarmak için üst üste defalarca kan satıp, hayatını tehlikeye atmaktan bile çekinmiyor. Burada merhametin ve sevginin; geleneksel kan bağı ısrarına galip geldiğini görüyoruz. Xu Sanguan, kendisi geleneksel zihniyette bir insan olsa da bunu aşıyor ve kendisinden olmayan oğluna kendi oğluymuş gibi muamelede bulunmayı öğreniyor. Bize de bu konuda büyük bir ders veriyor. Tabii ki geleneksellikten kopup, yeniliği kabul etmesi kolay olmuyor.

Baba ve Birinci Oğul arasında yaşanan çatışma, roman boyunca sürekli su yüzüne çıkıyor. Xu Sanguan, İleriye Doğru Büyük Sıçrama Kampanyası sırasında kanını satıp, öz oğullarını etli nudıl yemeye götürüyor ama üvey oğlunu yanına almıyor. Sağcı Karşıtı Kampanya sırasında, karısı boynuna tahtadan bir levha takılıp yerel tiyatronun sahnesinde aşağılandığında sesini çıkaramıyor. Hatta; karısının eve geldiği bir akşam, çocuklarıyla birlikte karısından hesap soruyor. Bunu Mao’nun emri olduğu için –Devrime inanmış olan Birinci Oğul'un ağzından- yapıyor olsalar da Xu Sanguan çocuklarının anneleri karşısında ağır suçlamalar yapmasına izin vermiyor. Birinci oğulun “Madem tecavüze uğradın, neden ısırmadın? Demek ki isteyerek yaptın.” isnadı ise erkek egemen toplumun, ister devrim öncesi ister devrim sonrası olsun, kolay kolay erkek yanlısı retoriğinden kurtulmadığının bir göstergesi olarak okunabilir. Aynı şekilde Xu Yulan’ın başlarına gelen felaketler için karmayı suçlaması ve kendisini bir önceki hayatında kötü bir kadın olduğuna inandırması, yine yirminci yüzyılın ilk yarısında doğup büyümüş Çinli kadının bireysel sorunlar karşısında takındığı tavrı özetlemesi yönüyle önemli.

Romanın ikinci teması ise Xu Sanguan’ın kanını satması ve bu uğurda hayatını tehlikeye atmasıdır. İnsanın kanını satması burada simgesel bir anlam eşliğinde okunabileceği gibi simgesellikten bağımsız olarak da düşünülebilir. İnsanın emeğini –yani terini, zamanını, enerjisini- verip tükettikten sonra, elinde verecek bir şey kalmayınca ruhunu satmasıdır aslında kanını satması. Bir çeşit sınır çizgisine varmak ve o çizgi üzerinde ileri geri gezinmektir. Bir adım sonrasında ölüm vardır ve roman, okuyucu birkaç defa o sınır çizgisine yaklaştırır. Xu Sanguan, ileriki yaşlarında kan satınca ciddi anlamda zorlanır; başı dönmeye, çabucak yorulmaya, gözleri kararmaya başlar. Hatta, ilk oğlu hastalanıp ailecek ciddi bir parasal sıkıntının içine girdiklerinde Xu Sanguan ikişer üçer gün arayla kanını satmaya yeltenir. Buz gibi nehir suyunu içip, bayılana kadar kan verir. Oysa, kendi bedenine sahip olamadığı toplumda hasta oğlu için ölmesine de izin yoktur. Doktorlar aldıkları kanı Xu Sanguan’a geri verirler, bir de üzerine başka kan eklerler. Para alacağım diye girdiği hastaneden para kaybederek çıkar romanın kahramanı. Bunun en büyük nedeni ise kan verip ölen bir insanın doktorların, hemşirelerin hatta tüm hastanenin başını belaya sokacak olmasıdır.  Kısacası kan satabilirsin ama bu işin de kuralları vardır, tıpkı diğer ticari metalarda olduğu gibi kan alıp satmak da ticari yasalarla korunmaktadır.

Yu Hua’nın romanı tarihsel ve toplumsal arka planlarından soyutlandığında oldukça hümanist bir resim çizer. Yazarın üslubu sadedir. Uzun betimlemelerle okuyucuyu sıkmaz. Hemen hemen her sayfa konuşmalar, kavgalar ve kavgaların sonuçlanmasıyla doludur. Komedi sıklıkla baş vurulan bir yumuşatma yöntemidir. Konu her ne kadar ağır ve iç burkucu olsa da Yu Hua, okuyucuyu nasıl rahatlatacağını bilir ve karakterler arasında geçen konuşmalara bol bol gülünç laflar ekler. Xu Sanguan'ın kan verdikten sonra bacaklardaki uyuşmayı cinsel ilişki sonrası yaşadığı yorgunlukla eş tutması, üşüdüğü için domuz yavrularına sarılıp uyuması, karısını kırık bir testiye benzetirken kendisini ölü bir domuza benzetmesi, Bir Numara'yı çatıya çıkartıp ölmekte olan babasının ruhunu geri çağırmaya zorlaması gibi sahneler; hemen her okuyucunun yüzüne tebessüm getirecek derecede samimi ve insancıldır.

Roman boyunca neredeyse hiç iç çatışma yaşanmaz, yaşansa da biz okuyucular bu çatışmayı ancak dışarıya vurduğunda, karakterler arasındaki tartışmalarda öğrenebiliriz. Karakterler derinlemesine analiz edilmez, tek boyutlu ve tek renklidirler. Hatta hemen her karakter tek bir cümleyle özetlenebilir. Ailesi –kendisinden olmayan oğlu da dâhil- için her şeyini yapacak bir baba, kocasını bir kere aldatmış –aslında tecavüze uğramış- ve pratik zekâsıyla işleri yoluna koyan bir anne, adları Bir, İki ve Üç olan üç tane oğul.  Hikâyeye ara sıra dâhil olup, işleri bitince kaybolan komşular, arkadaşlar ve hastane görevlileri.

Bir Kan Tüccarının Hikâyesi, son yıllarda Çin’de en çok okunan romanlardan birisidir ve bu popülerliğini aile kurumunu kutsayışına, yoksulluğa rağmen birbirine sarılıp mutlu olabilen aileyi resmedişine, merhameti kan bağının önüne koyuşuna ve en çok da Çin’in yakın tarihine ufaktan dokunduruşuna borçludur. Tarihi konularda detaylara derinlemesine dalsaydı bu roman da tıpkı Yan Lianke’nin romanları gibi yasaklanır ve sadece yurt dışında bilinirdi. Türkçe’ye çevrildi mi ya da çevrilir mi bilmem ama ben bir okuyucu olarak bu romanın Türkiye’de de çok okunacağından, hatta edebiyat çevrelerinde ses getireceğinden emin olduğumu söyleyebilirim.

19 Mayıs 2015

Çin Seddini Koşmak

“Acı kaçınılmazdır ama ıstırap seçenektir.*” Koşmayı, hatta sabır ve metanet gerektiren pek çok işi özetleyen bir cümledir bu. Mutlaka acıyacak bir yerlerin, ikide bir bırakmayı geçireceksin aklından, gördüğün her işaretten sonra “Biraz daha, biraz daha.” diyeceksin enerjisini yitiren bedenine, arkada bıraktıklarından gurur duymayıp önündekilere gıpta edeceksin, son kilometreye varana kadar inanamayacaksın yarışı bitirebileceğine. Bir romanı, bir bitirme tezini yazmak gibidir koşmak da. Bildiğin tek şey yolun varlığı ve seni bitiş çizgisine götüreceğidir. Her koşu farklıdır, her yarış kendine has dikenler barındırır yollarında, her adım yarışın tamamına ait izler taşır. Kırılan bir aynada güneşin yüzlerce yansımasının oluşması gibi koşan insan için de her adım koşulası tüm maratonların potansiyelini barındırır.  Yaşam gibi değildir koşu; sonuç odaklıdır, bitirmeye yöneliktir. Öyle “Önemli olan denemekti”, “Yolun kendisidir öğretici olan” gibi beylik laflara gelmez. İki tür insan vardır; koşup bitirenler ve koşmayıp bitirmeyenler. Koşmayıp bitirmeyenlere, yarışa katılmayan diğer yedi milyar insan da dâhildir.
Daha önce beş tane yarı-maratona ve sayısız antrenman koşusuna katılmış birisi olarak, Çin Seddi Maratonunda beni endişelendiren şeyin mesafe olmadığını biliyorum. Çıkılacak, tırmanılacak, sonrasında inilecek bir set var önümde. Aşağıdan bakınca, dağların yeşile çalan yamaçlarında yılan gibi süzülerek ilerleyen set; kolay yoldan elde edilecek bir ödülden çok, kendisine âşık gençleri yolunda tüketen bir Mehlika Sultan’a benziyor. Alay eden, takmayan, hor gören bir hâl var bir görünüp bir kaybolan kıvrımlarında. “Sıkıysa yakalayın beni” diyor adeta, güneşin ağır ağır ısıttığı yollara düzülen yüzlerce koşucuya.
Yarışın başlayacağı yer ufak bir meydan, hava soğuk, güneş kızgın yüzünü henüz göstermemiş. Dağların tepelerine vuran ışık henüz bizden çok uzak. Gökyüzü apaçık, seddin dağların arasında kıvrılarak ilerleyişinde kendisine bir pay çıkardığı belli. Sanki, o seddin üzerine çıktığımızda göğün mavisine de karışacağız, paklanacağız şehrin üzerimize bıraktığı pisliklerden, sanki biz de mavi olacağız gökyüzünün karnına parmaklarımızla dokunup, onunla birlikte güldüğümüz zaman.

Yarışın başlayacağı meydan.
Üzerimizde gövdemizi sıcak tutacak spor ceketler var ama pek fayda etmiyorlar. Soğuk işliyor içimize, tıpkı bitiş çizgisinin çoktan ruhumuza işlemiş olması gibi. Meydan kalabalık, rengârenk ve alabildiğine umutlu. Isınmak için dans edenler, buldukları elbiselere sarınıp yarışın başlama vaktini bekleyenler, çantalarında getirdikleri enerji verici yemişleri tıkıştıranlar, tuvaletin önündeki sırada bekleşenler, geçen yılki koşuda tanıştıkları arkadaşlarıyla karşılaşanlar… Tipik bir maraton öncesi gözlerimizin önünde cereyan eden, ne fazlası var ne eksiği.
Koşucuların çoğu Amerikalı, Avustralyalı ya da Avrupalı. Koşu, Asya’da popüler bir spor olamadı henüz. Bunda biraz da maraton düzenleyicilerin katılım ücreti olarak yüksek meblağlar talep etmesinin etkisi var. Gittikçe elit bir spor olmaya başladı maraton koşmak. Ayakkabısı, şortu, müzik çaları, GPS takip edicisi, suluğu, ter tutmayan giysileri derken fiyat katlanıyor durduk yerde. Tezata bakınız ki dünyanın en iyi koşucuları; Kenya, Etiyopya gibi ülkelerden çıkıyor. Çünkü işin özünde teknoloji değil; hırs var, inat var, hedefe kilitlenmek var.
Çin Seddi maratonu şimdiye kadar katıldıklarım arasında hem en zorlusu hem de en pahalısı. Kalabalığın büyük bir çoğunluğunun zengin ülkelerden olması gayet mantıklı bu noktadan bakınca. Kafamızı azıcık kaldırdığımızda tepeleri çevreleyen Çin Seddini görmesek, Çin’de olduğumuzu kanıtlamamız bir hayli güç olacak. Etrafa Türkiye’den olduğunu belli eden birisi var mı diye bakıyorum ama göremiyorum. Avustralyalılar, Amerikalılar ve Danimarkalılar büyük takımlar halinde koşuyorlar. Brezilyalılar, Venezüellalılar, Almanlar, Fransızlar, Japonlar ve Çinliler genelde bireysel takılanlar. Birkaç Afrikalı koşucu görüyorum, birkaç da Hindistanlı. Sporun sınırları yıkan; din, dil, ırk gibi yapaylıkları ortadan kaldıran gücüne inanmamak elde değil bu resmi görünce. Yine de üzülüyor insan bazı ülkelerin, bazı renklerin dünyadaki ağırlıklarınca kendilerini temsil edemiyor oluşuna. Öyle ya, nerede Afrikalı kardeşlerimiz, Güneydoğu Asyalılar? Nerede Araplar?
Herkes, tek bir hedef için gelmiş bu meydana. O sedde çıkılacak, sonrasında inilecek, sonrasında da bitiş çizgisine kadar koşulacak. Tam maraton koşanlar otuz küsur kilometreden sonra sedde ters yönden bir daha çıkacaklar, bir daha inecekler. Bunun dışında bir amaç yok, olmamalı, varsa da bile bu amaçlar hiçbir şekilde asıl olana gölge düşürmemeli. Üç farklı kategori var. Siyah numaralı tam maraton (42 km) koşucular, kırmızı numaralı yarı-maraton (21 km) koşucular ve yeşil numaralı, sadece 8 kilometrelik Çin Seddi kısmını koşacak olan “Fun Run”cılar. Doğal olarak nüfusun dağılımı da mesafelerle ters orantılı. Nereye baksam yeşil numara görüyorum uzun süre. Zaten aldıkları tur paketinde Fun Run olan pek çok turist var Amerika’dan ve Avustralya’dan. Bu yüzden yarış üç dalga halinde başlıyor. İlk dalgada iddialı yarı-maraton ve maraton koşucuları çıkıyor yola. İkinci ve üçüncü dalgalar bitirmekten başka amacı olmayanların. Ben ikinci dalgadayım. Aynı okulda çalıştığımız ve yarışa birlikte katıldığımız iki Amerikalı arkadaş üçüncü dalgaya düşmüşler. Onlardan ayrı koşacak olsam da tek başıma olmayacağımı biliyorum. Kulağımda koşu için hazırladığım bir liste var. Ahmet Kaya, Cem Karaca, Grup Yorum ve birkaç yabancı sanatçının parçalarından oluşan, beni en az üç saat götürecek uzun bir liste.
Başım belada, tabancamı unutmuşum helâda
Saat 7:30 gibi patlıyor silah, yavaş yavaş kıpırdıyoruz yerimizde.  Alkışlar ve ıslıklar eşliğinde çıkıyoruz yola. Yarışın en başında, seddin girişine kadar olan koşulması gereken beş kilometrelik dik bir yokuş var. Bayır yukarı çıkıyoruz ha bire, sokakların ve evlerin arasında, Pamplona caddelerinde sağa sola koşturan boğalar gibi dolanıyoruz. Yer yer ağaçların arasında buluyoruz kendimizi, yer yer evlerin arasında. Çam ağaçlarının yanı başlarında, bembeyaz çiçekleriyle koşu yolunu düğün alayına çeviren meyve ağaçları var. Hava hafiften sıcak ama ağaçların yaptığı gölgelerden olsa gerek henüz pek bunaltıcı değil. Ara sıra esen rüzgârla salınan ağaçların, tiril tiril dans eden yaprakları unutturuyor bana, uzun bir yarışın başında olduğumu. Yol kenarlarında bize moral vermek için alkışlayan ve el sallayan yerel halka ve iki tarafımızı çevreleyen ağaçların serinliğine rağmen çok uzun sürmüyor ilk fireleri vermemiz. Beş dakika içinde nefesi tükenip yürümeye başlayanlar, başları döndüğü için oturup soluklananlar, durup durup başlamayı bünyeleri için daha uygun görenler, ikide bir yolun kenarına yönelip çiçek açmış ağaçların fotoğraflarını çekenler… Ben kesilen nefesime rağmen durmaksızın koşuyorum çünkü kendime koyduğum bir hedef var. Üç saatten önce varmalıyım bitiş çizgisine. Sıradan bir yarı-maratonu iki saatten önce bitirebiliyorsam, bunu üç saatten önce bitirmeliyim.
11013238_709176822561182_2566051645540615341_n
Sedde giriş yaptığımız yer. Yaklaşık 5 kilometrelik bir yokuşu çıktıktan sonra.
Bana bir şeyler anlat,  canım çok sıkılıyor.
Yokuş yukarı çıkarken mesafeler uzuyor doğal olarak, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor insana. Nefesimi dinliyorum kimi zaman, soluk alıp verme hızımı ritme sokmaya çalışıyorum. Alnımdan aşağıya süzülen ter dudaklarımda tuz tadı bırakıp, testiden sızan su gibi iniyor çeneme doğru. Bacaklarımda hafif bir yanma olsa da biliyorum bunun geçici olduğunu. Her yarışın ilk beş kilometresi işin en zor kısmıdır ve bu zorluk daha önce kaç yarış koştuğuna bakmaz. Başlamak hep zordur, cesaret gerektirir. Gerisi biraz inat, biraz hırs biraz da inançla halledilebilecek türden mekanik bir tekrardan ibarettir. M C Escher’in meşhur “Never Think Before You Begin” tablosu geliyor aklıma. Elindeki küçük fenerle önündeki kocaman karanlığın çok azını aydınlatabilen zavallı adamın durumundan ne farkımız var bizim? Belki de o kadarı gerekli herkese; birkaç metre ötesini görmek yeter de artar, kilometrelerce uzunlukta yolları ayaklarının altında ezmek isteyen insan için. Yolun tamamını görmenin kimi zaman dezavantaja dönüşmesinin nedeni de budur. Ağaçlardan dolayı ormanı görememek değil, ormana bakacağım derken ağaçları ihmal etmektir bu.
Yazarken de durum aynıdır aslında. Bir hikâyeyi anlatmaya başlamak zordur. Çünkü hikâyeyi anlatmaya başladığın anda bir hikâyenin varlığını ilan etmiş olursun. Daha önce var olmayan bir şey, sen anlatmaya başladığın anda var olmaya başlar. Yol sana hikâyeyi anlatacaktır, yapman gereken yola güvenmek ve yoldan ayrılmamaktır. Unutulmaması gereken şey şudur: Başlamak hikâyenin sadece senin için var olduğunu ilan eder. Başkalarının da aynı inancı paylaşabilmesi için hikâyeyi bitirmen şarttır. Çünkü bitmemiş bir hikâye okunmaya layık değildir. Okurun zamanına ve enerjisine değmez.
22226_709177032561161_381961408092502838_n
Vardığımız tepe noktalardan birisinden görünen manzara.
Yalan da olsa hoşuma gidiyor…
Gök, Çin’de görüp göreceğim en mavi gök; havada yağmur sonrası taze toprak kokusu, etrafımda nefesleri metrelerce öteden işitilen bir yığın insan; yokuşun düzlüğe evrildiği bir yerde görüyorum bana doğru yaklaşan giriş kapısını. Kapıdan girince yavaşlıyorum mecburen, bundan sonra koşmak neredeyse imkânsız. Merdivenler dar ve yüksek, geniş bir yoldan koşarak gelen kalabalık daracık merdivenin başına üşüşünce şişe boynu etkisi yapıyor ve mecburen duraklıyoruz. Bundan sonrasında seddin üzerindeyiz. Durup fotoğraf çekenler, konuşarak yürüyenler, merdivenlerin köşesine oturup su içenler… Ben de manzaranın güzel olduğu birkaç yerde dayanamayıp fotoğraf çekiyorum. Hayatımda ilk defa koşu sırasında durup, gereksiz gördüğüm bir işle meşgul olduğum için kendimden utanıyorum biraz ama elimde değil. Çin Seddi burası, dile kolay. İnsan hayatı boyunca kaç defa böyle bir manzarayla karşılaşır ki?
11040504_709176825894515_441486306013657008_n
Dragonun başını kesmeye giden minik kahramanlar…
Birkaç fotoğraf çektikten sonra hızlı adımlarla dönüyorum yarışa,  annesinin elini kaybedip, telaşla kaybettiği ele doğru koşan bir çocuk gibi kalabalıktaki yerimi alıyorum tekrar. Basamakların yükseklikleri sabit değil. On santimetrelik basamaklar da var kırk santimetrelik olanlar da. Basamakları bitirince yokuş başlıyor, sonra iniş, sonra bir daha yokuş, bir daha iniş… Bir dragonun üzerinde ilerliyoruz adeta, canavarın başına ulaşıp boğacağız onu, boğup dize getireceğiz bu koca bedeni. Önümde bir insan seli var, ne kadar çok insan geçsem de önümdeki insanlar azalmıyor. Kendimi çok da zorlamamaya çalışıyorum çünkü seddin bittiği noktadan sonra on üç kilometre daha koşacağım.  Merdivenler, tıpkı yokuş aşağı koşmak gibi dizlere büyük zarar veriyor. Aşağıya doğru atılan her adım dize vurulan bir darbe gibi, gittikçe birikiyor ağrı, gittikçe dayanılmaz hale geliyor.
Beni burada arama, arama anne
Seddin üzerinde koşarken ister istemez ayaklarımın altındaki taşların kanlı tarihi geliyor aklıma. Anaların erkek çocuk doğurmaya korktukları bir dönem seddin inşasına başlandığı dönem. Erkek çocuk doğurunca saklıyor analar, çünkü askerler gelip alacaklar oğullarını. Alıp seddin inşaatında çalıştıracaklar zorla. Nice oğullar gidecek ve dönmeyecek geriye, nice analar ömürlerinin kalanını oğullarının yollarını gözleyerek geçirecek. Kimi analar hamile kaldığını saklayacak, kimileri oğullarına kız adı verip kız gibi yetiştirecek. Uzun saçlı oğullarına kız kıyafetleri giydirip, gereksiz yere sokağa çıkarmayacak. Yeter ki almasınlar yavrusunu anasının evinden, alıp götürmesinler; gömmesinler bilinmez yerlere, kemiklerinin bile bulunamayacağı topraklara.
11114204_709177022561162_5711686748870657634_n
Yeşilliklerden maviliklere doğru salınmanın yorgun resmi.
Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor
Seddin son kısmı en zor kısmı çünkü sürekli aşağıya doğru iniyoruz ve kimi yerlerde merdiven bile yok. Kayaların arasını betonla doldurmuşlar. Adımını attığın yere iyi bakmazsan kayıp düşmek gayet mümkün. Önümdeki bir kadın koşucu tam düşecekken yanındaki arkadaşı tutuyor kolundan ama arkamdaki adam o kadar şanslı değildi. Kayıp düşüyor uzun boylu bir genç ama ciddi bir şey olmuyor, kalkıp devam ediyor yokuş aşağı inmeye. Bir süre sonra dik merdivenler başlıyor. Uzadıkça uzuyor basamaklar, indikçe iniyoruz taht-el arz yolcuları gibi.
11241024_709176882561176_7711416020176630938_n
Hayat bu, bir merdivenden bir başka merdivene. (U B Gezgin)
Bırak da dolanayım ayaklarına
Merdivenlerin bittiği yerden yarışa başladığımız yere iniyoruz. Fun Run koşanların çığlıkları duyuluyor karanlık pasajdan geçerken. Bir buçuk saat önce geçtiğimiz başlangıç çizgisinden tekrar geçip devam ediyoruz. Bu sefer yokuş yok önümüzde. Düz bir asfalt yolun kenarında koşuyoruz. Hava iyice ısınmış, güneş gittikçe yükseliyor kafamızın üzerinde. “Bundan sonrası kolay.” diyorum içimden. On üç kilometre boyunca, çok da yokuş barındırmayan bir parkurda koşacağız. Daha ne isteyebilir ki bir koşucu? Her şey mükemmel; dizimdeki ağrı sabitleniyor, bacaklarımda ciddi bir acı yok, nefesim ritmik ve topuğuma yapıştırdığım yara bantları işlevselliğini koruyor. Tek sorun yolun trafiğe kapatılmamış olması. Arabalar geçiyor yanımızdan, bazı sürücüler o kadar yakınımızdan gidiyorlar ki –sevgi gösterisi yapıyorlar belki de-, ne önümüzdekini geçebiliyoruz ne de arkamızdakiler bizi geçebiliyorlar. Sabit bir hızla, hava alanlarındaki taşıyıcı bantların üzerindeki bavullar gibi ilerliyoruz. Ta ki toprak yola girip, köylerin arasına dalana kadar.
10407716_709177055894492_6949197260554805872_n
Duvar ve ayırdıkları
Belki yaslanırdın bana, mahpusta duvar olsaydım
On ikinci kilometreyi geride bıraktıktan sonra sola sapıp, toz toprak bir yola giriyoruz. Yolun bir yanında inşaat makineleri çalışıyor, diğer yanında koşucuların attıkları pet şişeleri toplayan yaşlı kadınlar ve adamlar. Birden; broşürlerde gösterilen o tertemiz, yepyeni, pırıl pırıl dünyanın sonuna geldiğimizi anlıyoruz. İşte size gerçek bir Çin köyü, gerçek bir Çin köylüsü! Yol kimi yerde daralıyor, tek kişinin koşabileceği bir patikaya dönüşüyor. Bazen bostanların arasında, bazen kirli bir derenin kenarında, bazen de taştan yapılma evlerin avlularının kesiştiği yerde koşuyoruz. Yol çoğu zaman düz ama yer yer yokuş çıkmak zorunda kaldığımız da oluyor. Bostanlarda çalışan köylüler durup bize bakıyorlar ara sıra. Büyük bir olasılıkla “İşiniz gücünüz yok mu sizin? Terleyecekseniz faydalı bir iş için terleyin. Ne diye yoruyorsunuz kendinizi?” diyorlar içlerinden.  Yol inşaatının olduğu bir yerden geçerken önümdeki koşucuların kaldırdığı toz gözüme kaçmış olacak ki toprak yolun bittiği yerden ana caddeye kadar gözüm acıyor. Bir süre tam açamıyorum gözümü ama akıttığım yaşlarla çıkarıyorum toz parçalarını.
Doğarken ağladı insan, Bu son olsun bu son
Köy yollarında bir süre dolanıyoruz, aynı yerlerden geçtiğimi fark etsem de hangi yönde koşmam gerektiğini hep önümde koşan kırmızı numaralılardan öğreniyorum. Köyden tam çıkacakken kalabalık bir köylü güruhuna rastlıyorum. Omuzlarına beyaz bir pelerin takmış herkes. Bunun bir tören olduğunu anlıyorum ama gerekçesini kavramam için siyah bir minibüsü geçmem gerekiyor. Minibüs çok ağır hareket ediyor. Önünde üç yaşlı kadın var yürüyen. Ortadaki kadın ağıtlar yakarak ağlıyor, diğer ikisi onu omuzlarından tutmuş; yürümesine, ayakta durmasına yardımcı oluyor. Evet, bu bir cenaze töreni. Kadın, ailesinden birisini kaybetmiş olmalı. Cenaze bir kaplumbağa hızıyla ilerliyor, ben yolun bittiği yerden sağa dönerken son bir defa daha bakıyorum yaşlı gözlerle cenazeyi uğurlayan insanlara.
Hadi gel, Ay karanlık
Asfalt yola çıktıktan sonra biliyorum son düzlüğe girdiğimi. En son gördüğüm kilometre taşı on beş kilometreyi gösteriyor. Altı kilometre daha var. Artık hiçbir şey durduramaz beni. Bundan sonra ne acı var ne ağrı. Hatta önümdekilerin, arkamdakilerin, yanımdan geçip gidenlerin, benim yanlarından geçip arkada bıraktıklarımın birer birer kaybolduklarını fark ediyorum. Artık sadece koşan iki bacak var koca evrende. Yol ayaklarımın altında kayıyor yağlı bir iplik gibi. Hareket ettiğimin, nefes alıp verdiğimin bile farkında değilim artık. Sürtünmesiz ortamda salınım yapan bir sarkaç gibiyim adeta, dışarıdan bir kuvvet beni tutmadıkça durmam imkânsız. Kendimi kimi zaman müziğe veriyorum kimi zaman sayılara. Tam kareleri sayıyorum otuza kadar: 1, 4, 9, 16, …. 900. Bitince asal sayılara başlıyorum: 2, 3, 5, 7, 11,…. 101. Sıkılıyorum, o sırada başlayan parçayı söylemeye başlıyorum.
It’s My Life
It’s Now or Never
I ain’t gonna live forever
I just wanna live when I am alive.
It’s My Life.
Uzun süre kilometre işaretlerini görmüyorum. Aklımda hep son beş kilometreyi koştuğum düşüncesi var. Sonsuza kadar koşmayacağımı biliyorum. Bir yerde bitecek elbet. Ben koşmaya devam edeyim yeter ki, gerisi yolun karar vereceği şey. Budist rahiplerin “sat-hi” dediği bir halde, bir sonraki adımımdan başka bir şey düşünmeyerek ilerliyorum. Bir ara kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda yirmi kilometre işaretini görüyorum. “Evet” diyorum içimden, “bir yarış daha geldi geçti. Ahir ömrümüzde Çin Seddini de koştuk.”
And the pain will make you crazy. You are the victim of your crime
Bitiş çizgisini geçtikten sonra hafif bir baş dönmesi yaşıyorum ama birkaç yudum su içince geçiyor, yerin at sırtını andıran devingenliği. Uzun bir uzay yolculuğundan dünyaya geri gelmişim gibi hissediyorum bir süre. Etraf cıvıl cıvıl, buldukları gölgeliklere sığınıp dinlenen koşucularla dolu her yer. Çantamı ve öğlen yemeği adına dağıtılan sandviçleri alıp, gölgelik bir yere oturuyorum. Sevdiğim bir şiirin sevdiğim bir dizesini ters çevirip kendime okuyorum.
Yakın yerde soluklanacak gölge bana var.
Uzun yolun mahkumiyetinden yeni kurtuldum.**  
Şanhay’da tam marathon koşacağım kasım ayına kadar, uzun bir antrenman yolculuğunun benim için kaçınılmaz olduğunu kendime hatırlatarak, elimdeki su şişesinden büyük bir yudum alıyorum…
* Haruki Murakami, What I Talk About When I Talk About Running.
** İsmet Özel’in Mataramda Tuzlu Su şiirinden devşirme. Dizelerin aslı: Yakın yerde soluklanacak gölge bana yok / Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
DN: Fotoğraflara ne oldu bilemiyorum. Çok da önemli bir günün fotoğraflarıydı. Bulabilirsem tekrar koyarım buraya. Neyse ki şu video duruyor. https://www.youtube.com/watch?v=NuY0BBcG0zg