Bu Blogda Ara

26 Nisan 2013

YOL 1,2 VE 3

2001 yılında yazılmış bir metin. Neden yazdım, neler düşündüm yazarken hatırlamıyorum. Demek o zamanlar Türkçe klavyem bile yokmuş. Bilgisayarım var mıydı onu bile hatırlamıyorum. Noktasına, virgülüne dokunmadan aşağıya koyuyorum metni. Biraz uzun ama olsun, maksat metin birbiri içine girmiş klasörlerin derinliklerinde kaybolmasın.


                                                           
                                                                YOL (1)

Hicbir seye sirf duymus oldugunuz icin inanmayin . Hicbir seye sirf pek cok kisi oyle soyledigi icin ya da herkes o sekilde bilinmesini istedigi icin inanmayin. Geleneklere sadece yuzyillardir sure gelen nesillerin bir mirasi oldugu icin sahip cikmayin.Sadece ve sadece , kendi gozlemleriniz ve cozumlemelerinizin sonucunda , buldugunuz seyin dogru ve sizin icin faydali olduguna inaniyorsaniz onu kabul edin ve yasaminizda uygulamaya koyun…
                                                                                                                Gotama Buda

 Kacinci kent bu terkettigim ? Ne ariyordum ? Neyi bulmayi umuyordum ? Her ne sekilde olursa olsun , bir sey bulamamis olma dusuncesi rahatsiz etmiyordu beni.Yasam degil mi bu ? Yoldayim iste ! Bir o kentte bir bu kentte. Sorgulayacak kimsenin olmamasi hayati anlamsiz yapiyor gibi gorunse bile hic te oyle degil ! Yasam yasamak icindir.Daha genel bir ifade ile yasam, yasadigim herseydir.Yeryuzundeki insan sayisi kadar yasamin farkli tanimi vardir.Cunku herkes kendi yasamindan sorumludur ve herkes kendi yasamini yaratir.Kendi yasamini yaratmak ise insanin en birinci gercegidir inanmasi gereken. Bunun disinda gercek aramak lukse kacmaktir.Yasamak ise yolda olmaktir.Yurumek , kosmak , surunmek ama hep yolun uzerinde bir yerlerde olmak.Iste ben de yuruyordum su anda…Yolda idim tum varligimla ve daha uzun sure yollarda olacaktim.Yolun nereye gittigi ise kimi ilgilendirir bilmem ! Bu benim yolumdu ve benden baskasi yurumuyordu bu yolda.O halde kim sorgulayacakti bu yolun nereye gittigini ? Butun mesele yolun uzerinde mumkun oldugunca uzun sure var olabilmek.Yolun bittigini farkettiginde yeni yollar kesfetmek .Daha once denenmis test edilmis yollarda yurumek olmamali yasam ! Yasamak , yuruyorken yolu yaratmak , adim taslarini onune dizerek yurumek.Varmak icin degil , yurumek icin yurumek . Yuruyebildigin yere kadar…

            Iste simdi yine bir yolda idim ve yuruyordum.Ilk defa boyle kucuk bir koyde ogretmenlik yapacaktim ve bu beni fazlasiyla heyecanlandiriyordu.Daha once bu ulkenin bir cok farkli kentinde calistim ama nedense hep bir seylerin eksik oldugunu hissettim.Belki bu kent yasaminin suniliginden ileri geliyordu belki yasamayi unutup kendi yollarini degil de kendilerine gosterilen denenmis ve onaylanmis yollari yurumenin getirdigi bir ikiyuzluluk idi.Kent yasami , insanin kendisini tanimasina engel oluyordu.Kendinden uzaklasan insan her gecen gun daha bir zayifliyor fakat bunu tam tersi sekilde algiliyordu.Kuculuyordu insanlar , herseylerini yitiriyorlardi ama bunun farkina varmak icin gereken “kendinin farkinda olma” kabiliyetini coktan yitirmislerdi.Ben de bu yuzden mi kent yasamindan bu sekilde kendimi cekip bu koye geldim ? Nedenini tam olarak bilmiyorum ama sanirim denemek istiyorum farkli bir yasami.Kendimi bildim bileli buyuk kentlerin insani yutan , ezen , zavallilastiran goruntusu ile basbasayim.Kentte yasayan bir insan kentin bir parcasi olamiyor cunku herseyi idare eden bir yapaylik var.Bu yapayligin adi  bazen para , bazen teknoloji , bazen hizli iletisim olanaklari bazen de insani her gecen gun biraz daha zavallilastiran ve cahil birakan populer kultur hastaligi. Para , insani o kadar kopariyor ki dogadan bunun olcegini koymaya korkuyorum.Tarlada pirinc ekmekle ugrasan bir  insan her seyi goruyor da yapiyor.Tohumu ekiyor , tarlayi suluyor, gerekli gubreleme islemlerini yapiyor , sabirla bekliyor ve yeterli zaman gectikten sonra urununu topluyor. Butun bunlardan sonra sofrasina getirdigi yemegin nereden geldigini cok iyi biliyor. Emegiyle , yemegi arasina ucuncu bir el girmiyor.O pirinc icin ne kadar calistigini , ne kadar bekledigini, kisacasi pirincin lezzetindeki guzelligi ile calismanin verdigi yorgunlugu bire bir iliskilendirebiliyor.Hayat basit bir aldim verdim iliskisi ile devam ediyor ve sonrasinda insan butun bu guzellikleri kendisine veren varligi ihmal etmiyor.Topragina sahip cikiyor ya da topraga O olmadigi zamanlarda da sahip cikacak bir “Yaratici Anneye” tesekkurlerini sunuyor.Insan ilke olarak basit ama sartlar bakimindan zor yasiyor.Bu yuzden degerini biliyor kendisinin ve kendisine yasama sansi verenlerin…Yasami kolaylastirdigini iddia eden kent yasami ise insani icinden cikilmaz iliskiler yumaginda bogmaktan baska bir ise yaramiyor.Dusuncenin kentte yapilabilecegine dair Eflatun’un gorusu , neden Nitzsche’ye geldigi zaman tersine donmustur ? Zerdust , kentin  kapisina geldiginde tukurur ve geri doner…O geri dondu ama insanlik donmedi yolundan…Benim gibi donenler de kendilerini neyin beklediginden habersiz bir sekilde , yari korku yari endise , yuruyorlar isiksiz bir yolda…Belki isik olmak icin belki isiktan kacmak icin…
            
Bu dusuncelerle girdim ogretmenlik yapacagim koye . Bu koyun boyle olup olmadigi umurumda bile degildi ama boyle olmasini umuyordum. Otobus beni koyun girisinde indirdiginde hic bir seyin umdugum gibi olmamasi durumunda ne yapacagimi dusundum ! Yapacak bir sey yoktu. Eger bir seyler ters giderse tipki daha onceden yaptigim gibi yapacaktim.Yola devam edecektim.Kolay gorunen bu ifade beni her seferinde urkutuyordu.Terkettigim her sehirde kendimden izler birakiyor olmak beni rahatsiz ediyordu.Bir hayalet gibi suzulmeliydim yasadigim mekanin sokaklarinda.Evimde , mutfagimda , yatak odamda hic var olmamisligin kokusunu terketmeliydim arkadan gelenlere. Hic yasamamis gibi var olmaliydim ve mezar tasi kaybolmus oluler gibi bulunamamaliydim her gidisin arkasindan. Bu kaybolma dusuncesi beni mutlu ediyordu.Cunku yoktum baslangicta ve tekrar yok olacagim.Yok olmak tam olarak ne demekti ? Olunce ruzgar oluruz , agac oluruz , cicek oluruz , bir kusun kanadinda tuy oluruz , bir baligin yumusak bedeninde renkli bir pul oluruz , kainatin bir parcasi oluruz tipki simdi oldugumuz gibi . Afrika yerlilerinden aktarilan bir siir vardi bu sekilde devam eden.Her misra “Oluler , olu degildirler…” dizesi ile baslayip , biterdi . Ben bu siiri her okuyusumda aklima su ifade gelir ve urperirim.  Hic olmeyecekmis gibi yasamak varken hic yasamamis gibi olmek.Ne kadar dogru da olsa insani yine de urkutuyor…Bilmem ne kadar insancil  bir dusunce  !

            Koyun sokaklarinda yuruyorum.Irili ufakli evler ve evlerin disinda bir seylerle ugrasan insanlar.Yerden iki metre kadar yukarida tum evler.Yagmur yagdiginda sular bu kadar yukseliyor demek.Neyse ki su anda yagmur mevsimi degil.Havalarin sicak olmasi ne kadar da etkiliyor insanlari ! Rahatlik veriyor sicak hava , mutlulugu kolay yoldan elde etme sansi veriyor.Insanlar o yuzden sicak kanli ve onyargisiz bu ulkede.Insanlari seviyorum ! Ayni varligin parcasi oldugumuz icin seviyorum . Ayni yerden gelip, ayni yere gidecegimiz icin seviyorum , ayni kaderi ayni boyun egmislik icerisinde kabul edisimizi seviyorum, ayni caresizliklere farkli cozumler getirisimizi seviyorum…

            Burasi koyun meydani olmali.Koyun hic te sandigim gibi kucuk olmadigini farkediyorum meydanin buyuklugunu gorunce . Ortada yillardir bir kere bile calistirlmadigi icin etrafi yosun tutmus bir fiskiye var.Suyun bu kadar bol bir sekilde gokten asagiya indigi bir yerde neden insanlar sus olsun diye koy meydanina fiskiye koyarlar bilmiyorum.Fiskiyenin kirli duvarlarinda gozlerimi gezdirirken benim geldigim yonun aksi tarafindan on-on bes kadar asker kiyafetli insanin geldigini goruyorum. Iyi ama bu asker kiyafetli insanlar da kim ? Bir-iki neyse de bu kadar cok asker ! Askerler cok cabuk bir sekilde bir araya geliyorlar.Tek bir vucut seklinde var olmaya alismis olduklarindan bu hic te zor olmuyor.Iyi ama neden buradalar ?   Birileri yanlis bir sey yapmis olmali.Bu kadar askerin koyun meydaninda toplanmis olmasi garip bir durum degil mi ? Insanlarin yuzlerindeki ifade bu gunun diger gunlerden farkli oldugunu soyluyor bana.Henuz koyde hic tanidigim yok . Benim koye gelen yeni matematik ogretmeni oldugumu bilen de yok .Kimseye soramiyorum bu askerlerin buraya gelislerinin nedenini .Biraz sonra ust rutbeli bir subay oldugunu tahmin ettigim baska bir asker geliyor meydana.Arabadan iniyor ve bir kac koylu ile konusuyor.Duvar kenarinda ayakta duran ve etrafi askerler tarafindan cevrilmis iki gencin yanina yaklasiyor.Bir seyler soyluyor bu genclere.Sonra arabasina donup koyu terkediyor.Bu iki genc kotu bir sey yapmis olmali.Ne yaptilar acaba ? Hirsizlik mi yaptilar ya da birisini mi oldurduler ? Ne yapmis olabilirler ? Ne yaptilar da kendilerini bu insanlarin karsisinda buldular ? Sucu yaratan toplum , bu isi fertlerin uzerine yikmaktan ne zaman vazgececek ? Acaba diyorum icimden , ayni sartlara maruz kalan su ust rutbeli asker , ne yapardi bu genclerin yerinde olsa idi ?  Insan suc isleyebilecek kadar ozgur mu ki bu toplumda ?
  Ogretmenlik yaptigimdan midir nedir bilmiyorum ama toplum uzerindeki pek cok tespitimi ogrenciler uzerinden yapmaya alistim . Insanlar tipki siniftaki ogrencilere benzerler.Ogretmen yuzunu sinifa dondugunde susarlar , konusamazlar cunku dusuk not almaktan , arkadaslarinin yaninda kucuk dusmekten korkarlar.Ne zaman ogretmen arkasini doner ve tahtaya bir seyler yazmaya baslar , o zaman ogrenciler konusmaya baslarlar.Bunun nedeni cok aciktir.Cocuklar hic bir zaman ders esnasinda konusmanin “kotu” oldugunu anlayamazlar.Bunu kavrayamazlar. Onlar icin bu kotu bir davranis degildir.Ogretmen yuzunu sinifa dondugunde konusmayi keserler cunku ogretmen siniftaki mutlak guctur.Gucun zayifladigi yerde herseyin eski halini almamasi icin ise hic bir neden yoktur.Eger ogretmen gormuyorsa konusabilirim dusuncesi ise iyiyi ve kotuyu ikinci bir tanimlamayla ifade etmeyi zorunlu kilar.Ogrenciler derste konusmamak icin neden olarak “ogretmenin konusmalarini istememesini” yeterli gorurler.Ogretmen onlarin konusmasini istememektedir.Iyi , guc tarafindan belirlenen bir olgudur.Sinifta konusmamak iyidir cunku ogretmen oyle istemektedir ya da sinifta konusmak kotudur cunku ogretmen oyle soylemektedir. Ogretmenin arkasini doner donmez etrafi bir ugultunun kaplamasi ise gayet normaldir cunku eger “iyi” kendisini yaratan tarafindan kontrol altinda tutuluyorsa , iyinin nedeni ortadan kalktiginda “iyi” de ortadan kalkacaktir.Belki de onlari bu sekil bir ikiyuzluluge iten sey gucun ve iyinin ayni kimlikte birlesmesidir . Biri ortadan kalktiginda ya da zayifladiginda digerinin olumsuz etkiler ile hortlamasi bundandir. Peki var midir “iyi” ve “guc” un ayni kaynaktan beslenmeyip te insanlarin sorunsuz yasayabildigi bir toplum ? Yoksa ,  iyinin kendinden bir yaptirim gucune sahip olmasi bir utopya mi ? Campenalla’nin “Gunes Ulkesi’’nde yaptigi bu degil miydi ? Insanlar mutlu gorunuyorlardi ve Geneva’li Kaptan herseyi o kadar mukemmel betimliyordu ki kitabin adi en sonunda “Gunes Ulkesi” oluyordu. Oysa , bu isim bile insana kitabin bir utopya oldugu hususunda cok sey anlatiyor.Gunes’te bir ulke ya da Gunes’ten bir ulke..Gunes imgesinin kullanilamasi isigin ve isinin insan hayatindaki onemini imliyor gibi. Buda aydinlanmaya ulasiyordu yillar suren eskatik meditasyonlarinin sonunda , Kant , Aydinlanma Nedir? ‘I  yaziyordu aklin usagi olmanin verdigi sarhoslukla , Islam’da Allah’in bir ismi “Nur” degil midir ? Ya da  Mekke’nin bir diger ismi “Belde-I Nur dur degil mi ? Cunku insanlik gercege muhtactir ve bu ihtiyaci o beldeden dunyaya yayilan isik ile giderebilir.Hz. Isa’nin Ayasofya’daki mozaiklerinde neden basinin etrafinda isiktan bir halayik vardir ? Isik , insanlar icin her zaman guveni ve gercegi temsil etmistir.Antik  Hint Resim Sanatinda , duvarlara yapilan kabartmalar isigin ya da gunes , ay , ates gibi isik sacan cisimlerin  , var olmak (to exist )  ya da olus (to be , to become ) gibi kavramasi ve kelimelerle anlatmasi zor seyleri betimlemek icin kullanilan imgeler oldugunu soylemektedir.*  Gunes Ulkesi ismi de bu guven arayisinin bir sonucudur ve insan hic bir sekilde ne Kant’in onerdigi aklin rehberligi ile  ne  Buda’nin ortaya koydugu Dhamma ile ne de herhangi baska bir devingenlikten yoksun ilkeler yumagi ile  mutlulugu bulamayacaktir.Bu durum ise Gunes imgesini , yani “ulasilamayan” olarak dusunuldugunde daha bir anlamli yapiyor benim icin…
            Askerler bu iki gencin ellerini kelepceleyip , askeri bir jipin arkasina bindirdikten sonra koyu terkettiler.Onlarin koyu terketmesi ile kafamdaki butun bu dusunceler ucup gitti.Sanki , nedenin ortadan kalkmasi ile sonucta yokolmustu…
            Koy Meydaninin etrafindan dolanarak okula ulasiyorum .Kapida bir bekci var ama beni tanimiyor.Konusmaya calisiyorum  ama nafile ! Benim gelecegimden haberdar edilmemis.Ne guzel diyorum icimden ! Daha ilk gunden bir fiyasko ile basliyoruz. Bekciye simdi ne yapmam gerektigini soruyorum.Ayni kararsizlikla cevapliyor sorumu.
-Bilmiyorum efendim , ne sizi taniyorum ne de buraya nasil geldiginizi biliyorum.Okulda bir ogretmen eksikligi oldugunun farkindayim.Iki ay kadar once bir ogretmeni Budist geleneklere ters seyler ogrettigi icin koyluler dilekce verip gonderdiler okuldan.O gun bugundur cocuklarin dersleri bos geciyor . Bu en cok benim basimi agritiyor.Gunun her saati bahcede dolasan cocuklari zaptetmek zorunda kaliyorum.Ogretmen olsa bu cocuklar ne guzel sinifta olacaklar ve ben de rahat rahat oturacagim bekci kulubemde…
            Icimden – Ne tenbel herif ! – diye geciriyorum.Zaten butun gun bir is yapmiyor bir de rahattan bahsediyor.Okula bakisi da cok ilginc.Kendisi bekci oldugu icin butun ogretmenleri de cocuklari zabtu rapt altinda tutan bekciler olarak algiliyor.Nereye geldim ben  boyle ? Son bir gayretle ne yapabilecegimi soruyorum .
            -Mudur Bey nerededir ? O’nu gorebilir miyim ?
            -Efendim bugun Pazar. Okulda hizmetlilerden baska kimse yok.Mudur Beyi yarindan once goremezsiniz.
            -Peki ben simdi ne yapacagim ? Yanimda esyalarim da var.Bu kadar yukle nereye gitmemi onerirsiniz ?
            Bekci , govdesinden disari bakan bir balkona benzeyen kocaman gobegini  bir eliyle tutup gozlerimin icine bakarak soylenmeye devam etti .
            -Bakin ogretmen bey ! Madem ogretmensiniz beni anlayisla karsilayabilirsiniz . Ben burada calisan bir bekciyim.Ne okulun muduruyum ne de koyun muhtariyim.Size hic bir sey onermeyecegim cunku , oneri yapmak degil benim isim.Benim isim kapida beklemek ve iceri girmek isteyenleri eger mantikli bir bahaneleri yoksa geri cevirmek.Bunun disinda hic bir isi yapmakla memur degilim ben.Size bir tavsiyede bulunamam cunku yapacagim her tavsiye eger sonucta sizi memnun etmezse , yarin gelip basimin etini yemeniz icin bir gerekce olur.Ne bileyim ne yapacaginizi ? Gidin bir otelde kalin ya da koyun misafirhanesinde sabahlayin ya da yeni insa edilen , koyun disindaki koprunun altinda uyuyun. Yarin sabah gelince mudurle gorusursunuz.Mudur Bey sizi benimle tanistirirsa ben de size diger ogretmenlere saygi duydugum gibi saygi duyarim.Bunun disinda size baska ne diyebilirim bilmiyorum.Ben basit bir bekciyim ve farkinda oldugum bir gercek var.Bir bekci hicbir zaman kendi basina karar veremez.Bekci olmak demek “Karar vermemeye  karar vermek “ demektir.Uslerim bana bir sey derse yaparim gerisine de karismam.Hem niye karisacakmisim ? Neden basimi agritacak misim ? Banane ! Kim ne yaparsa yapsin…Ben bana denileni yaparim.Ortada bir yanlislik olursa , suc benim degildir , yanlisi yapmami soyleyen kisinindir hata.Ben bu sekilde guvenli yasayabilirim ogretmen bey !

Soylenen seyler bana yabanci gelmiyordu.Bir koy okulunun bekcisinden de farkli seyler beklemem pek dogru olmazdi zaten.Elime bavulumu alip koyun merkezine dogru yurumeye basliyorum.Amacim bir otel bulmak ve geceyi otelde gecirip sabah okula gelmek.Bekci ile daha fazla konusup vakit kaybetmektense bir otel odasinda yatip dinlenmeyi tercih ederim.Koyun merkezinde iki katli bir otel buluyorum.Sanirim koydeki tek otel burasi. Bir oda kiralayip hemen odama cikiyorum.Bir dus aliyorum , kafamin icini bosaltmak icin elime bir kitap alip okumaya basliyorum.Okumak cogu zaman beni yasadigim dunyadan uzaklastirmak icin kullanabilecegim  en guzel arac ama nedense bu nem kokan otel odasinda beceremiyorum kafamdaki dusunceleri dagitmayi.Bekcinin ayrilmadan az once soyledigi sozler kafamda dolanip duruyor hatta biraz da rahatsizlik veriyor . Ne demekti “karar vermemeye karar vermek” ?
Insan “karar vermemeye karar verirse”  karar vermis olur mu ? Bu uc karar barindiran cumle kafamin iyice karismasina neden oluyor.Cumleyi Ingilizceye cevirip dusunmeye karar veriyorum.Bazen farkli dillerde dusunme isi kolaylastiriyordu.Bunu bir zamanlar matematik ve dil uzerine felsefe temelli yazilar okurken farketmistim. Cumleyi su sekilde tekrar kurdum :
-          Is this a decision to decide not to decide ?
Hic bir sey degismemisti ! Problem eskisi gibi aynen duruyordu karsimda.Oyleyse soruna
baska bir yonden bakmaliydim. Ama hangi yonden ? Yorgundum , uykum vardi …Henuz disarda gunes batmamisti ama hem yol yorgunlugu hem de havanin sicakligi bedenimi yenik birakmisti.Bir yandan bekcinin kafama biraktigi soru isareti bir yandan vucudumdan sizan terler beni yavas yavas uykunun serin sularina koyverdi.
            Gozlerimi actigimda gece yarisi olmustu.Odamin isigi acik kalmis.Pencereden disariya baktim . Disarida sokak lambasinin altinda uyuyan bir kac kopekten baska gorulen bir sey yoktu.Karnim cok acti ama yapacak bir sey yoktu.Bu saatte ne acik bir dukkan bulabilirdim ne de otelin lokantasindan yiyecek birseyler soyleyebilirdim.Herkes uyuyordu.Karanlik cokmus ve insanlar isigin yoklugunda yapilabilecek en dogru seyi yapiyorladi..Yataga uzandim ve gozumu tavanda hareketsiz bir sekilde duran orumcege dikip tekrar dusunmeye basladim.
            -Is this a decision to decide not to decide ?
            Kafamda hicbir fikir yok ! Oysa uykudan sonra kafamin cok daha iyi calistigini dusunurdum.Bu dusuncenin altinda yatan neden , bilgisayarla oynadigimiz satranc oyunlarinda sabahlari aldigim galibiyetler , aksamlari aldiklarimdan kat kat fazlada olmasiydi.Bunun iki yorumu olabilir.Birincisi benim kafam sabahlari daha iyi calisiyor ve bilgisayar bunun farkinda degil, ikincisi bilgisayarin elektronik beyni sabahlari pek iyi calismiyor (gecenin sogugundan uyusmus olabilir ya da sabah mahmureligi ).Bu iki olasiliktan hangisini kabul edecegim ise cok uzun bir analizi gerektirmiyor…
            Diyelim ki kafam uyku sonrasi daha iyi calisiyor ! Bunun nedeni aslinda su da olabilir.Insan aksamlari bir soruna egilince hep ayni yonden bakmakla inat ediyor.Bir turlu meseleye farkli acidan bakmayi aklina getiremiyor.Oysa sabahlari herseye bastan baslamak icin bulunmaz hazinelerdir.Pek cok matematik problemini sabahlari bir zorunlulugun sonucu olarak gittigim   tuvalet seanslarinda cozdugum bir yalan degil….Iyi ama butun bunlarin dusunmek uzere oldugum gercek problemle ne alakasi var. Benim cozmek istedigim sorun bunlarla yakindan uzaktan alakali degil…Hatta bunlari dusunmek beni asil konudan uzaklastiriyor.
            Orumcege bir daha bakiyorum . Ne garip bir hayvan diyorum icimden…Bir suru bacagi var ama bacaklari cok uzun olmasina ragmen bukmek zorunda.Bu durumda yurumesi bir hayli zor olmali…Orumcek tavanin bir kosesinde haraketsiz duruyor.Ortada ne yiyecek bir sinek var ne de herhangi baska bir bocek.Sanirim agini ormus bekliyor.Simdi bu yattigim yerden agini secemiyorum ama sanirim oralarda bir yerlerde ag olmali.Yoksa nicin beklesin tavanin bir  kosesinde ? Birden aklimda bir simsek cakiyor . Orumcek karar veriyor mu ? diye soruyorum kendime. Kim ogretti orumcege tavana ag yapmasini ? Tum varligi programlayan guc onu da programlamis olmali ya da tum varlikta var olan icgudusel dinamizm onu da yonlendiriyor.Peki meseleye bu noktadan yaklasmam bana ne kazadiracak ? Orumcegin hareketlerinin cozumlemesi bana insanin hareketleri hakkinda nasil bir fikir verebilir ya da verirse bunu ne derece kullanabilirim ? Orumcek dusuncesini kafamdan cikarip atmaya calisiyorum.Beni bir yere goturmeyecek bos bir avarelik kaynagi orumcek…
            Bu sekilde sabaha kadar etraftaki nesneleri tek tek gozden geciriyorum.Tavandan sarkan lambanin isiginin pirpir yapmasi ile karanligin urkutuculugunu dusunuyorum , masanin uzerinde duran kitaba bakip kitabi satin aldigim ani hatirlamaya calisiyorum , masanin bacaklarina bakip uc bacakli noktasal bacaklara sahip bir masanin ayakta durma olasiligini hesapliyorum , disardaki kopeklerin ulumalari karsisinda yari buyusel yari bilimsel cikarimlar yapiyorum… Uyuyamiyorum ve cevabini aradigim soruyu kaybediyorum…Sabaha kadar yatagin uzerinde mihlanmis bir sekilde  bekliyorum. Gunesin dogmasi ile odamdan disari firlayip , yiyecek bir seyler aramaya koyuluyorum…
                                           
                                                       -BIRINCI GUNUN SONU-

    *The Symbolism of Shadows in Archaic Religions , Mircae Eliade , 1960 , Fransizca’dan ceviren  Appostolos Cappadona ve Frederica Adelman

                                                            YOL (Ikinci Gun )

            Yakinlarda acik bir lokanta buluyorum.Icerisi kadinli erkekli koylulerle dolu.Herkes bir seyler yeyip bir yandan bagirarak konusuyor.Icerde rahat edemeyecegimi anlayip kapinin onunde bir masaya oturuyorum.Canim su anda o kadar Kavsoy cekiyor ki ! Belki de kuzeyi en cok bu yonuyle seviyorum…Degisik bir yemek kulturu var.Belki Cin’den daha fazla etkilenmis olmasi belki de Guney’de ki tropik iklimin getirdigi mutfak kulturunden farkli seyler ortaya koyabilmesi.
Biraz sonra ufak bir kiz cocugu geliyor bana ne istedigimi soruyor.
-          Ben bir Kavsoy istiyorum ?
-          Icecek olarak ?
-          Varsa Cin Cayi yoksa sicak kahve
-          Cin Cayi var efendim ama bilmem hosunuza gider mi ! Gecen seneki mahsulun son kismi.Biraz bayat yani…
-          Olsun ! Cay olsun , sicak olsun yeter…
Kucuk kiz iceriye giderken bugun ne yapacagimi dusunuyorum.Cok fazla bir secenegim yok.Once okula mudur beyi gormeye gidecegim.Eger bekci hazretlerini gecip okula girmeyi becerebilirsem tabii ! Sonrasi ise tamamiyle mudurun soyleyecekelerine bagli.Biraz sonra kahvaltim geliyor . Once Kavsoy’u yiyorum ardindan da cayimi iciyorum.Doymadigimin farkinda olarak kalkiyorum masadan.
            -Ne kadar efendim ?
            -30 Baht
Parayi masanin uzerine koyup cikiyorum.Hemen otele donuyorum.Uzerimdekileri degistirip okula gitmeye hazirlaniyorum.Bu sekilde belirsizlikler beni cok yoruyor.Biraz once hayatimin duzene girmesini istiyorum.yarin ne yapacagimi bilemiyor olmak nedense huzursuz ediyor beni . Okula yuruyerek gidecegim.Zaten koy cok buyuk olmadigi icin bu cok zor olmaz . Sanirim 10 dakikaya kalmaz okula varirim.Otelden ayrilmadan once esyalarimi topluyorum ve bir gecelik otel fiyatini odeyip ayriliyorum otelden.Bunlari yaparken herseyin umdugum gibi gitmesini planliyorum.Mudur Bey’le konusacaktim ve O’da okulun bana kalmam icin sagliyacagi pansiyonu gosterecekti.En azindan boyle olmasi gerekiyordu.Bir daha bu nem kokan odaya donmek istemiyordum.En azindan surekli kalacagim bir yere yerlesmek icin sabirsizlaniyorum.
Biraz sonra okula variyorum.Bekciyi gorur gormez aklima yine o soru geliyor ama simdi bunu dusunmenin zamani degil diyorum.Bekci dunkunden farkli olarak beni cok guzel karsiliyor bugun.Etrafta bir yigin cocuk var . Bagrisip duran , top oynayan , ciglik atan yuzlerce cocuk.Bu kadar cocugun bu koyden geldigine inanmak zor ama sanirim baska secenek yok.Sanirim koy sandigimdan daha buyuk ! Bekci , uzun boylu bir cocugu cagirip beni Mudur Bey’e goturmesini soyluyor.Cocuk onde ben arkada birlikte giriyoruz okul binasina.Sade beyaz bir kapiyi tiklatiyor cocuk.Iscerden bir ses gelmeden aciyor kapiyor.Gulerek beni gosteriyor Mudur Bey’e…
Iceri giriyorum .Mudur Bey onundeki bilgisayar ile mesgul ve bana kisa bir selam verdikten sonra bilgisayar ile ilgilenmeye devam ediyor.Ben kendimi tanitmak icin ufak tefek hareketlerde bulunsam da mudur beyin benim kim oldugumu sormaya hic niyeti olmadigi zannina kapliyorum.Mudur Bey bilgisayara kufrediyor bir ara , sonra ekranin uzerine yumruk atiyor.Firsat bu firsat deyip soze basliyorum.
-Sorun ne efendim ? Bilgisayar calismiyor mu ?
-Yok ogretmen bey , calismasina calisiyor da yazdigim sifreyi kabul etmiyor.
-Sifrenin dogru olduguna emin misiniz ?
-Tabii efendim , her gun ayni sifre ile aciyorum ben bu bilgisayari.
-Her gun ayni sifreyle aciyorum dediginiz bilgisaya bu bilgisayar mi ?
-Ne diyonuz Ogretmen bey ? Bu okulda baska bilgisayar yok zaten.Okulun tek bilgisayari bu ve ona da bir seyler oldu bugun.Butun ogrenclerin kayitlari bu bilgisayarda ve baska bir yerde kopyeleri de yok.
 O anda kendi bilgisayarimda ara sira yasadigim buyuk harf kucuk harf problemini hatirliyorum.Pek cok sifre cozumleyici program harfleri rakam olarak algiladigi icin “A” ile “a” yi farkli olarak taniyordu.
-          Bir de sifreyi yazmadan once “Caps Lock” tusuna basmayi deneyin efendim.Belki birisi siz yokken bilgisayari kurcalamis ya da dun kapatmadan once en son buyuk harfleri kullanmissinizdir.
Mudur Bey , once garip bir sekilde ne demek istedigimi anlamaya calisiyor . Sonra klavyeye bakip “Caps Lock” tusuna basiyor ve sifreyi yaziyor.Ufak bir zafer narasindan sonra yuzume bakip sessiz bir tesekkur mesaji gonderiyor ve  adimi sorma inceligini gosteriyor.
            -Adim Watcharapong , Matematik ogretmeniyim.sanirim gelecegimden haberiniz vardi.
            -Ooo , evet biz sizi gecen Cuma bekliyorduk ama gelmediniz.Nasil gecti yolculugunuz ? Trenle mi geldiniz yoksa otobusle mi ?
Klasik iki ogretmenin bir araya geldiginde konusabilecegi seyleri konusmaya basliyoruz. Koylulerin asiri tutucu tavirlarinin ogretmenleri zor durumda birakmasi , ogrencilerin ogrenmeye isteksiz olmalari , egitimin amacinin okulun bulundugu yere bagli olarak belirlenmesi geregi , ogretmenlerin maaslarinin dusuklugune ragmen cok calismak zorunda olmalari… Ben sabirsizlikla kalacagim yer hakkinda bilgi alacagim ani bekliyorum.Bir saatten daha fazla vaktimi bu gerksiz muhabbete harcadiktan sonra mudur bey isleri oldugunu ve bana kalacagim yeri hemen simdi gostermek istedigini soyluyor.Ben sevincimi hic belli etmiyorum ama hemen ayaga kalkip buna hazir oldugumu soyluyorum.Birlikte cikiyoruz okuldan.Bekci beni Mudur beyle yanyana yururken gorunce sanirim ikna olmustur ogretmen olduguma diyorum icimden.Okuldan yaklasik 200 metre ilerde bir odaya yerlesiyorum.Mudur Bey , bugun de dinlenmemi yarin sabah derslere girmeye baslayabilecegimi soyluyor.Tesekkur ederek ugurluyorum Mudur Beyi.
            Esyalarimi cikarip dolaba yerlestirmeye basliyorum.Bir yandan bu ufak odada bir sene gecirecegimi hayal ediyorum.Kitaplari bavuldan cikarip ufak masanin uzerine yigiyorum.Dun gece okumaya calisip ta Bekci’nin kafama attigi soru yuzunden okuyamadigim kitabi ayri bir yere koyuyorum.Bu kitap dusunebilen bilgisayarlardan bahsediyor.Okuduklarimdan anladigim kadariyla insan zihni ile modern bilgisayarlar arasindaki farkin niteliksel degil de niceliksel bir fark oldugunu savunuyor yazar.Bir yandan burusmuz gomlekleri elimle duzeltmeye calisirken sabah mudur beyi odasinda olan hadiseyi dusunuyorum.Bir de dunden kalma sorun var aklimin oteki kosesinde…Ikisi bir araya gelince su soruyu soruyorum kendime.
-          Bilgisayarlar karar verebilirler mi ?
Hayal gucumu kullanip ufak bir senaryo yapmaya karar veriyorum. Sabah bilgisayar ile satranc oynuyorsunuz.Bilgisayar yenilecegini anlayinca ya da bir tasini kaybedince oyundan cekilmeye karar veriyor ekranda su cumle beliriyor
-          Ben artik oynamak istemiyorum !
-          O da ne demek ? Sen bilgisayarsin ve oynamak zorundasin !
-          Ama oynamak istemiyorum.Karar degistirdim.
-          Cabuk hamleni yap yoksa fisini cekerim…
Bu tehditten rahatsiz olan bilgisayar zorla bir hamle yapiyor.Bir sure sonra maci kaybedecegini anlayince intihar ediyor ve kendisini kapatiyor.Tekrar bilgisayari acmak istiyorsunuz ama nafile..Icindeki tum programlari silmis ve kendisine sizin bilmediginiz bir sifre belirlemis . Sizin adiniza tamamiyla bir fiyasko…Cunku bilgisayariniz kullanim disi artik.Bir bakima olu.
            Kafami iki yana sallayip senaryonun guzelligine hayrann kaliyorum.Baska sorular sormaya basliyorum…
-          Bilgisayarlar yalan soyleyebilirler mi ? Bilgisayarlar suc isleyebilirler mi ? Bilgisayarlari mahkemelerde yargilayabilir miyiz ?
Az onceki hayali senaryodaki gibi inatci bir bilgisayariniz varsa bunlarin hepsi mumkun.Intihar etmeyi becerebilen bir bilgisayar yalan da soyleyebilir pekala. Her ne kadar yalan soylemek icin bilgisayarin bir cikari olmasi gerekse de herhangi bir sebeb olmadan da yalan soyleyebilir.Mesela , A programini ac diyorsunuz ve cevap olarak size A programinin olmadigini soyluyor.Oysa siz eminsiniz ki A programi var.Siz israr etmeye devem ettikce , yalani surduruyor.A programinin bir baska kullanici tarafindan silindigini , ardindan A programinin kullanim suresinin doldugunu ve son olarak ta A programinin tehlikeli virusler icerdigi yalanlarini siraliyor.Siz tehdit etmeye baslayince baska bir programin adini A’ya cevirip aciyor.sabriniz tastiginda ise bilgisayar bir kahkaha patlartip , sizin sabrinizi denedigini ve bunun bir saka oldugunu soyluyor.
            Sabahki hadiseyi hatirlayinca bilgisayarlarin , okulun kapisindaki bekci kadar bile akilli olmadiklarini dusunuyorum.Bekci bile okula hergun farkli kiyafetle ya da farkli bir sac sitili ile gelsem beni iceri alir ama bu bilgisayarlar buyuk harf ile kucuk harfi bile ayiramayacak kadar aptal.Hadi diyelim , bu sorun Mudur bey’in eski model bilgisayarindan kaynaklaniyor . Meseleye bir de oteki yonden bakalim.Bekci ile Bilgisayarin dusunce sistemleri aslinda birbirlerine cok benziyor.Her ikisi de hafizalarinda var olan resimlerle , yeni gelen verileri karsilastiriyorlar.Eger karakterle uyumlu ise kabul ediyorlar , yok uyumlu degilse geri ceviriyor ve gecersiz bir istekte bulundugumuzu , daha sonra tekrar denememizi istiyorlar .Durum tamamiyla birbirinin ayni.Yani bizim okulun bekcisi bir bilgisayar kadar dusunebiliyor.Cunku sistem herseyiyle ayni sekilde isliyor.Okula gelen birisini goruyor.Taniyorsa problem yok , tanimiyorsa (dun bana yaptigi gibi ) uzun bir nutuk atip geri gonderiyor.Yarin tekrar dene demeyi de unutmuyor…
            Peki neydi bu iki seyi birbirine yaklastiran sey ? Neden bekci , bilgisayara bu kadar benziyordu ? Iste bu sorunun cevabi dun gece beni rahatsiz eden sorunun cevabini vermekten geciyor.Bilgisayar yanlis sifre yazdiginizda hic bir programi acmiyor cunku oyle programlanmis.O’nun icin sizin kim oldugunuz hic muhim degil.Isterseniz O’nu fabrikada dizayn eden muhendis olun O yine de sifre sormakla memur.Bekci’de de durum ayni , cunku bekci de “Ben karar vermemeye karar verdim “ diyerek yapacagi tek isin oldugunu soyluyor.Tanimak ya da tanimadigina engel olmak.Her ikisi de bulunduklari ortam itibariyla sorumluluk bilinci tasimiyor.Her ikisi de kendi “ben”iyle ortaya bir sey koymuyor.Karar vermiyorlar cunku karar verecek yetkileri yok.Yetki sorumluluk demektir , sorumluluk ise ozgurluk.Ne bilgisayar ne de Bekci ozgur degiller.Her ikisi de kendilerine verilen programi ya da vazifeyi yapmakla yukumluler.Bunun disinda yapacaklari her hareket baska sorumluluklari doguracagindan kesinlikle baska bir tavir takinamiyorlar.
            “Karar vermemeye karar vermek karar vermek midir” sorusu ise bu durumdan biraz daha karisik ama cevabi sanirim az cok belli.Karar vermemeye karar vermek , karar vermemeye karar verdikten sonra bir karar olamaz cunku siz karar vermemeye karar verdiginiz zaman ortadan kendi “ben”inizi kaldiriyorsunuz.Okulun  kapisindaki bekcinin adinin Pisan oldugunu dusunelim.Kapida bekleyen bekci Pisan degil de baska birisi olsaydi O’da tam olarak ayni seyleri yapacak ve ayni seyleri soyleyecekti.Bu durumda Pisan’In kendisini diger bekcilerden ayiran hic bir ozel tarafi olmayacakti.Oysa , insanlarin ayni  olaylar karsisinda farkli tavirlar takinmalari insani var eden ayrimsal bir aractir.Eger ayni hadise karsisinda herkes ayni sekilde davransa idi bu durumda “karar verme mekanizmasi” diye bir seyden soz edilemezdi . Bu durumda bekcinin bekcilik yaptigi saatler icerisinde , yani karar vermemeye karar verdigini zannettigi zaman icerisinde hic bir karar vermemis oldugu icin , tam olarak var olmadigini ve bu yonuyle Mudur Bey’in bilgisayarindan farkli olmadigini soyleyebiliriz.Cunku her ikisi de sorumluluk sahibi olamama , ozgurlugunu kulanamama ve bu ikisinin sonucu olarak karar verememe ozelligine sahipler.Zaten , karar vermemeye karar vermeyi de bir karar verme olarak kabul etse idik bu acik bir celiski dogururdu. Celiskinin kaynagi ise bir cumlede uc defa gecen “karar” kelimesinin her zaman ayni anlama gelmemesi.Bekcinin durumunu bir daha inceleyelim.Eger bekci “karar vermemeye karar vermisse “ bu durumda bekcilik yaptigi saatler icerisinde karar veremeyecek demektir.Bu durumda bu kararini (yani karar vermeme kararini ) bekcilige baslamadan once vermis olmali. (Tipki bilgisayarin gercek sifreye yaklastigimiz zaman insiyatifini kullanip kopye verememesi bilgisayarin var olmadan once programlanmasina bagli olmasi gibi ) . Yani bekcinin karar vermemeye karar verdim derken kullandigi iki karar kelimesi bir birinden farkli duzlemlerde anlasilmalidir.Karar vermemeye karar vermen icin ozgur olman gerekir ama sen eger bu karari simdi verdi isen bu durumda kendinle celiskiye dusersin cunku karar veremeyecek durumdasin su anda.Bekci olduktan sonra karar veremiyor olmasi , bekciyi bilgisayarla ayni duzleme getirmeye yetiyor ama bekci olmadan once bu karari kendi vermis olmasi durumu tekrar karistiriyor.Cunku bilgisayar hep bilgisayar ama bekci 8 saatlik mesaisi sonunda evine donerken gidecegi yola karar vermek zorunda.Her ne kadar bu ufak koyde cok farkli secenek olmasa da yolun sagindan mi solundan mi gidecegine karar verebilir ya da evine gitmeden once meyhaneye ugrayip arkadaslarini gormeye karar verebilir.Bu durumda bekci tekrar karar vermeye baslamistir. Bilgisayarin talihsizligi burda basliyor.O hep bir bilgisayar olarak kalacagi icin karar vermemeye karar verecegi bir ani  hic olamayacak.Karar vermemeye karar vermek , kararin verildigi anda bir karardir ama hemen ardindan kisiyi her konuda karar vermemeye zorladigi icin karar degildir.Birinci “karar” ile ikinci “karar”in ayni anlama gelmedigi asikar.Cunku karar vermemeye karar veren bir insan ilk adimini atmistir ve artik ayni kelime eski kullanildigi anlama gelmemektedir.Ikinci defa kullanilan karar kelimesi , karar veremeyen bir insanin kullanacagi karar kelimesidir.Karar vermemeye karar veren insan aslinda kisaca sunu yapmaktadir.Benim yerime karar veren birisi vardir ve ben karar verme yetkisine sahip degilim.Ben karar vermemeye karar vererek bu isi yapabilirim ancak.Karar vermemeye karar vermek bana ayda 4000 baht para getiriyor.Bu durumda neden karar vermekle ugrasacakmisim ? Oysa karar vermemeye karar vermesem basima bir suru bela acarim cunku soyledigim hersey ve yaptigim her hareket benimle varlik arasinda bir anlasmaya imza atmak anlamina gelir.Yapilan her hareket varliga yeni bir anlam vermek demektir ve getirdigi yuk cok fazladir.Oysa kararlarin baskalari tarafindan verildigi bir dunyada yasamak ne kadar rahat ve guvenli…
            Butun bunlari dusunurken zihnimin ne kadar yoruldugunu farkediyorum ve herseyi unutup dinlenmeye karar veriyorum.Karar veriyorum cunku ben bekci degilim , bilgisayar hic degilim…Beynin kazan gibi kayniyor…Bekcinin de bilgisayarlarin da cani cehenneme ! Kendime disardan yiyecek bir seyler almaliyim.Saat 4’e geliyor ve ben sabah ac kalktigim  kahvalti sofrasindan beri hicbir sey yemedim.
            Aksama kadar koyun saginda solunda aylak aylak dolasiyorum.Pazarda geziyorum , bir seyler yiyorum tekrar dolasmaya basliyorum.Buyuk sehir hayatina alismis bir insan icin bu kucuk koy hayli bunaltici gorunuyor . Buna sabredecegim cunku bu karari kendim verdim.Hele bir deneyelim ! Baktik olmadi arkamizda bizim yuzumuzden zarara giren tek bir kisi bile birakmadan geldimiz yere geri donmesini de biliriz… Pazarda yururken kuzey yoresinin kendine has renkli Tay ipeginden yapilma gomlekleri takiliyor gozume.Bir tane aliyorum hosuma gidenlerden.Okulda Cuma gunleri geleneksel kiyafetleri giymek mecbur olmali.Ulkemin bu tutumunu seviyorum.Gecmisine tamamiyla yuz cevirmiyor.Devrim deyip , eskiye ait ne varsa kesip atmiyor.Haftanin dort gunu gravat kullanacaksin ama , Cuma gunu okula geleneksel kiyafetler giyinerek geleceksin.Insanlarin gecmise dair hafizalarini yenilemek icin ne guzel bir yontem !
            Pazarda gezerken bir gurup budist rahibe rastliyorum.Uzerlerinde sari elbiseleri ,uzerinde  sac olmayan baslari ile heryerde kendilerini cok cabuk belli ediyorlar. Sanirim aksam uzeri bur seyler satin almak icin disari cikmis olmalilar. Onlar da insan sonucta ve yemek zorundalar…Yemek yemek , yediklerini cikarmak , konusmak , uyumak , arkadas edinmek gibi konularda bizden farklari yok bu insanlarin ama onlari toplumdan koparan bir seyler var.Aslinda bu durum biraz bekcinin problemine benziyor.Yine gele gele ayni soruya geldim.Acaba diyorum icimden
-Rahipler karar verebilirler mi ?
            Bu soru sanirim dunden beri dusundugum sorunun ucuncu ayagini olusturuyor.Oysa su anda hic birseyi dusunecek halim yok.Bir an once avare dolasmalarima bir son verip rahat bir sekilde yeni evime donmek istiyorum.Sanirim cok gezen bir insan olmama ragmen fazlasiyla evcil bir insanim.Ne zaman evimin disinda olsam evimi ozluyorum.Ev bana guven ortami sagliyor.Bundan daha da otede , ev bana yalnizligimla yani o en mahrem halimle basbasa kalmami mumkun kiliyor.Bu ise , dusunmeyi seven birisi olarak bulunulmayacak bir firsattir.Sanirim yalnizliga duskunlugum beni alikoyuyor insanlardan.Herseyin derinine inip , neden sorusunu sormak sanki bana sinirsiz bir guc sagliyor.Oysa , herseyin nedenini sorusturmak buyuk bir basagrisi ile gelen huzursuz dakikalardan baska bir sey degil.Bak su disardaki insanlara ! Cok az dusunuyorlar hatta hic dusunmuyorlar. Karar vermiyorlar ve bu onlari mutlu ediyor.Belki bunun farkinda bile degiller.Iyi ama kimin umurunda ki ? Mutlu olduktan sonra kim takar hayatin anlamini , kim takar cevabi kendinden celiskili sorulari… Biz okumuslarin erisemeyecegi bir noktadir orasi.Hic bir zaman bir koylunun saf mutluluguna ulasamayacagiz.Cunku koylu karni doyunca mutlu olur , koylu urununu toplayinca mutlu olur , cocugu dogunca mutlu olur … Hic bir sey icin karar vermek zorunda degildir . Hersey bir guc tarafindan belirlenmistir ve ona sadece uygulamak duser.Sorgulamak ise bizim gibi isi olmayanlarin isidir…Neden bilmiyorum ama koyluleri kiskaniyorum !
            Eve donuyorum , karnim yedigim abur cuburlardan dolayi bir hayli siskin.Elime dun alipta okuyamadigim kitabi aliyorum.Saatlerce okuyorum. Turing Makineleri , Godel’in “Matematigin Tamamlanamazligi” uzerine meshur ispati, yapay zeka uzerine yeni fikirler…Kitabi okumayi biraktigimda saat gece yarisina yaklasiyordu.Isigi kapatip uyumaya calisiyorum…
Kafamda dunku sorunun ucuncu ayagi var ; -Rahipler karar verir mi ?
Soruyu sonraya erteleyip ,  usulca uykuya daliyorum…

Ikinci gunun sonu
           
                                  Sevgili Dostum Ahmed Cem Sancili’ya en icten hurmet ve sevgilerimle….

YOL (ucuncu gun -1-)

            Siz hic hayatinizda gunesin dogumunu saatlerce beklemek zorunda kaldiniz mi ?.Doi Step’e ya da Doi In Tenon’a gidersiniz gunesin dogusunu beklersiniz.Cunku gunes gorulmeye degerdir oralarda.Ben en son Angkor Tapinaginda beklemistim gunesin dogusunu…O gun de hava kapali oldugu icin cok bir guzellik elde edememistim.Aslinda kabahat benimdi.Gunes hep oradaydi ama ben goremiyordum. Oysa su anda yatagimda yuvarlanip duruyorum.Sanirim gunesin dogmasina bir saatten fazla bir zaman var.Gec uyumama ragmen yine de bu kadar erken uyanabiliyorum. Yapacak herhangi birseyin olmamasi rahatsiz ediyor beni.Odanin penceresi doguya bakiyor.Bu durumda gunes dogar dogmaz gorebilirim kendisini.Gozlerimi diktim pencereye ve bekliyorum yasamimin devamini saglayacak olan isigin gelmesini.Gunes her gun doguyor , ben beklesem de dogacak beklemesem de ! Gunesin ertesi gun tekrar dogacak oldugunu biliyor olmam batan gunese karsi dusmanlik beslememi engelliyor. Ne de olsa yarin sabah tekrar gorusecegiz diyorum farkinda olmadan.Ama simdi durum farkli ! Bekliyorum gunesi , bu bir cesit davet ya da mucize beklentisi gibi bir sey.Birazdan butun ihtisamiyla gunes dogacak ve ben bunun farkina varacagim.Farkina varmaktan da otede ben gunesin dogusunu yasayacagim.Doguma ortak olacagim ve belki de bu yasadigimin daha fazla farkima varmama neden olacak.Sonucta her gun dogan ama dogdugundan haberdar olmadigim gunes bugun sancilarini hissettiriyor benim uzerimde.Dogumun sancili olmasi normal , dogum karsisinda sabirsizlanmakta…Dogumdan sonra duyulan sevinc te ! Dogumudur cocugun bir babaya getirdigi mutluluk , dogumudur cocugun bir anneye getirdigi rahatlik…
            Iste doguyor ! Geliyor gunes , yasam basliyor tekrar…Karanlikta is yapamayan varliklar ; insanlar yavas yavas disari cikacaklar birazdan , cogu farketmeyecek bile gunesin ne sancilar ile dogdugunu . Oysa ben son bir bucuk saattir gunesi bekliyorum.En cok sevinc benim hakkim.Ben sevinmeliyim cocuklar gibi gunes dogdugu icin.Bugunun farkli bir gun olacagini dusunuyorum cunku gunes benim sayemde dogdu…Gunesi bekledim ve dogdu , beklemesem de dogacakti ama ayni mi olacakti ? Belki su ise giden polis kilikli adam icin hersey ayni ama benim icin bugun cok farkli cunku kimse inanmasa bile ben gunesin  benim  sayemde dogduguna inaniyorum.Bu inancin benden baska kimseye bir faydasi olmayacagi asikar ama benim acimdan bakinca , batil inanclarim bana keyif veriyorsa bundan kimseye hesap vermem gerekmiyor. Yeterki mutlu olayim…Iyi ama bir inancin batil oldugunu biliyorsam o inanc batil inanc olur mu ? Ya da ben artik ona inaniyor muyumdur ? Batil olan seye inanc kendinin batil oldugunu soyleyemez.Bu durumda ben kendimi kandiriyorum…Yine ayni celiski ! Ugrasmaya degmez…
            Yataktan dogruluyorum ve hemen tuvalete gidiyorum.Hizli bir sekilde hayatimin son 15 senesinde her sabah yaptigim gibi banyo yapiyor , dislerimi fircaliyor , tiras oluyor , giyiniyor , ayakkabilarimi temizliyor ve kendimi disari atiyorum.Bu isleri o kadar seri halde yapiyorum ki hic dusunme ihtiyaci hissetmiyorum baslarken ve bitirirken bir eyleme.Bu biraz araba surmeye benziyor.Onceleri dikkat edersiniz viteslerin nasil degistigine , ayaginizi gaza koyarken debrayajdan cekmenize…Ama zamanla eliniz ayaginiz kendiliginden yapar tum bu isleri.Alismis olmanin getirdigi rahatlikla kullanirsiniz arabayi.Vites degistirirken kafaniz sinifta kalan cocugunuzu seneye baska bir okula gondermenin bir cozum olup olmadigi ile mesguldur ya da bu aksam yemek icin ne pisireceginiz ile…Oysa butun bunlar tipki sabah gunesin dogmasina alismamiz gibi yapmakta oldugumuz eylemi ortadan kaldirir.Insan her yerde , her zaman ayni oranda “Var” olamaz.Iyi bir matematikci veya iyi bir keman virtuozu olabilirsiniz ama bu durum sizi iyi bir baca temizleyicisi ya da profestonel bir astronot yapmaya yetmez.Aslolan yasarken , yasanilan ani hissetmektir.Su anda muzik dinliyorum , biraz sonra banyo yapacagim , ardindan da okula gidecegim…Bunlarin hepsini yaparken farkina varacagim yaptigim islerin.Gunesin dogumunu farketmem gibi , yasadigim eylemleri farketmem beni yasamin daha bir merkezine dogru itecektir.Cunku yapilan her eylem , verilen her karar kendi adima kainata yeni bir anlam vermedir.Daha genis anlamda , etik duzlemde yapilan her eylem aslinda kendi dunyamizdan evrensel olana atilan bir “iyi” mesajindan ibarettir.Zaten bu sekilde olmuyorsa yaptigimiz seyin farkinda olmayi birak , yaptigimiz seyin kendi adimiza “iyi” olmasi bile imkansizdir.Mesela karsidan karsiya gecen bir yasli teyzeye yardim ediyorum.Bunu yaparken , ister farkinda olayim ister olmayayim , yasli bir kadina yardim etme eyleminin evrensel anlamda “iyi” oldugunu ilan ediyorum.Dha iddiali bir ifade ile , ben “iyi” nin altini ciziyorum.Cunku eger bunu yapmiyorsam , o halde bu kadina yardim ediyor olmam gercek anlamda bir iyilik olmayabilir? Kadina yardim ederken , bu yaptigim eylemin iyi oldugunu bilmiyorsam ve baskalarinin da yapmasini istemiyorsam iyilik yapmis olur muyum ? Yaptigim yardim eylemi ile  , benden evrensele dogru bir akim basliyor.Evrensel degerleri ben atiyorum ve ben degistiriyorum.Dunya benim etrafimda donuyor ve bu sekilde dondugu surece bir anlami var herseyin…Herset o kadar hizli donuyor ki , pek cok seyi yakalayamiyorum.Kendimi kapida buldugumda aslinda az once kafamda evirip cevirip  , var olmak ifadesi ile ortusturdugum , farkina varmak eyleminin cok uzaginda oldugumu farkediyorum.Hos bu da bir farketmedir ama sanirim cok gec…
Kapinin onunde bagcikli ayakkabilarimla basbasayim simdi…Ayakkabi baglarindan nefret ederim.Bana olur olmaz seyleri hatirlatirlar.Topolojik nesneleri , Kolsberg Koprusu Problemini , Euler’in dugumler uzerine getirdigi mukemmel yorumu… Neden bilmiyorum ama ayakkabici dukkanina gidince de farkli bir turde ayakkabi almak elimden gelmiyor ! Sanki kendimi zorluyorum bagcikli ayakkabi almaya.Baglama islemini her zaman oldugu gibi , dugumun guzelligine hayran kalarak tamamliyorum.Hic bir zaman bilemeyecegim hangi ipin cekilmesi gerektigini ayakkabinin baginin cozulmesi icin.Bu da her seferinde beni ufak bir sans oyunuyla basbasa birakmaya yetiyor.Kendimle iddiaya girip , eger ilk seferde becerebilirsem bugun iyi gececek diyorum.Ikinci sefere kalirsak isler kotu demektir…Aslinda bu tarz bir dusuncenin benim hayatimda cok onemli tesirleri yok ama ya bir agir ceza mahkemesi yargici olsaydim.Dusunelim mesela ; Kafasinda “ilk sefer bilemedim ayakkabinin bagciginin cozumunu” dusuncesinin getirdigi anlamsiz ve gulunc eziklik ile intikamini camiden ayakkabi calarken yakalanan bir arka mahalle hirsizindan almaya calismasi . Zavalli hirsizin ta gozlerinin icine bakarak ; “Asilarak idamina !!! ” demesi  ve elindeki kamis kalemi kirmasi…Tolstoy’un bir romaninda mahkemenin giris kapisindan oturacagi koltuga gidene kadar adimlarini sayan , ortaya cikan rakamin tek ya da cift olmasina gore de icinde bulundugu gun hakkinda hukumler veren bir hakim vardi…Demek oluyormus !
 Okula dogru yurumeye basliyorum.Hava hafif kapali.Oglene dogru yagmur yagacaga benziyor.Okula vardigimda yine ilk gordugum kisi bekci , sonrasinda bahcede dolasan bir kac ogretmene rastlasam da pek konusamiyorum.Henuz okulda beni taniyan yok…Mudur Bey’I odasinda buluyorum.Ellerimi birlestirerek selam veriyorum.Bana karsilik veremeyecek kadar mesgul ama yine de iki laf arasinda bana soyleyecek bir seyler buluyor…
-Hosgeldiniz ogretmen bey ! Gordugunuz gibi basim biraz dertte okul onu saticilariyla.Ne garip bir durum anlayamadim.Nerden aliyorlar boyle bir hakki ? Gelecek ay devletin musaadesiyle ile tum okulu baskente gezmeye goturecegiz diye isyan ediyorlar.Sanki onlara soran var ! Neymis efendim , okul  tatil olursa bir hafta boyunca hic para kazanamazlarmis .Gel bir de bunlarla ugras.Yakinda zaten tatli satan su kadini mudur yardimcisi , roti satan su Hintliyi de akademik islerin basina getirecegim…Ne gunlere kaldik ! Egitim mi veriyoruz yoksa sokak saticilari ile mi mucadele ediyoruz ? Neyse , hocam kusuruma bakmayin…Gordugunuz gibi su anda sizinle pek ilgilenemeyecegim ama yarim saat kadar sonra bir toplanti var.Asagida 011 nolu odaya giderseniz hem diger ogretmenlerle tanisir hem de toplantinin baslamasini beklersiniz…
            Tesekkur edip odadan cikiyorum.Asagiya inen merdivenleri buldugumda Rahip kilikli bir adam yanimda beliriyor.Bu adamin burada ne isi var diye daha sormadan  , Rahip yanimda durup kendisini tanitiyor.
            -Merhaba , ben Ratanasak ; Budhacilik ogretmeniyim.Siz yeni matematik ogretmeni olmalisiniz !
            -Evet ! Ben yeni matematik ogretmeniyim . Adim Watcharapong.
            -Toplantiya mi iniyorsunuz ?
            -Sanirim! Yani evet ! Toplantiya iniyorum !
            -Beraber gidelim . Aslinda benim katilmam gerekmiyor ama Mudur Bey katilmamin faydali olacagini soyledi.Egitimle ilgili seylerden bahsedilecekmis.Ben ogretmen degilim ama malumunuz her Budaci Rahibin ilk vazifesi Dhamma’yi ogretmektir.Baska turlu insanlari acilardan kurtarmanin caresi de yoktur zaten…
Ne demek istedigini anlamaya calisiyorum bir sure . Basimi anlamis gibi asagi yukari bir kac defa salliyorum.Bu ara merdivenlerden asagiya dogru yavas yavas yurumeye basliyoruz. Rahip konusmaya devam ediyor.Anlatiiklari seyler yabanci oldugum seyler degil.Ortaokul yillarinda ben de merak salmistim bu tarz meselelere ama yillar beni cok uzaklastirdi o serin sahillerden.Simdi kendimi dalgali bir denizde , kucuk bir kayigin icinde dalgalara karsi caresiz bir sekilde kurek sallayan bir denizciye benzetiyorum.Kurtulmak , yalniz ve yalniz kureklere asilmama bagli.Ne kadar cok mucadele edersem , o kadar cok yol alirim bu denizde…
Icimdeki ses Rahibin tok sesi ile bozuluyor.
-Ama yeni nesiller bizleri pek anlayamiyorlar.Tutturmuslar bir ozgurluk masali kendilerine , bilmiyorlar gercek ozgurluk Dhamma’yi anlayip hayatina hayat kilmakla mumkundur.Ne ozgurlugu anlayabiliyorlar ne de onun altindan kalkabiliyorlar.Hoyratliklarinin altinda ezilip gidiyorlar.Butun ogretmenlere soyledim size de soyleyeyim.Anlattiginiz dersi eger Budha’nin yuce dusunceleri ile desteklemezseniz bosuna ogretiyorsunuzdur.Bu ogrencilere iyi olmayi , saygiyi , sevgiyi ogretemezsek dunyanin basina atom bombasi ureten canavarlardan baska bir sey yetistirmis olmayiz.
Butun bunlari sessizce dinliyorum ve cesaretimi toplayarak kisa bir cumle kuruyorum.
-Ben Buda’ya inanmiyorum !
-Ne ?
-Yani , ailem Budhaci ama ben degilim.Daha cok agnostik bir cizgide yasiyorum.Yani butun dinlere ayni seviyede bir mesafem var ve bunu korumaya calisiyorum.Inananlara saygi duyuyorum ama bu onlarin inanclarini kabul ettigim anlamina kesinlikle gelmez.Dinin insani sekillendirmek ve kontrol etmek icin toplumun onde gelenleri tarafindan uretilmis bir cesit sosyal yapi oldugunu dusunuyorum. O yuzden hepsine karsi ayni mesafeyi korumaya calisiyorum.Tipki bir cember gibi ! Ben merkezdeyim ve etrafimda butun dinler ve  inanclar var. Cemberin uzerinden merkeze cizilen dogru parcasinin boyu ise hep yaricapa esit…
Rahip dediklerimi anlamaya calisiyor ama pek bir anlam veremiyor soylediklerime.
-Eger Dhamma’yi ogretmeyecekseniz nicin geldiniz bu koye ?
-Matematik ogretmeye !
-Peki , hayatin acilar yumagi oldugunu anlamayan bu cocuklar ogrendikleri matematik ile ne yapacaklar.
-Cok basit.Matematik ogrenen insanin ne yapacagi Dhamma’yi anlamis ya da anlamamis olmasi ile baglantili degildir.Matematik yapmayi bilen birisi matematigi mutlu olmak icin kullanmak zorunda hic degildir.Bilim ve Matematik insana mutlulugu din gibi direk olarak sunmaz. Yani , ben kimseye , denklemin koklerini buldun mu hakiki kurtulusa ereceksin diye soz veremem ama su bir gercek ki bilim ve matematik insana kendi yolunu cizmeyi ogretiyor. Yaratici olmayi , insanliga faydali olmayi , kendi yuruyecegin yolun bir sekilde kendin tarafindan yaratilacagini soyluyor.Sanirim bunu basarsa , yeteri kadar is yapmis olur.
-Bu koyun bu tarz fikirlere ihtiyaci yok.Koyluleri matematik ve bilim ile yola getiremezsiniz.Onlar ancak bir tapinakta diz ustu cokup , Budha heykeli karsisinda goz yasi dokup , yaptiklarina pismanlik duyarak yola getirilebilirler.Oteki turlu insanlar her turlu kotulugu yaparlar.Onlarin elinden , ozgurlugu , yani o en tehlikeli seyi almadikca rahat edemezsiniz.
-Bu konuda haklisiniz . Ben zaten herkesin her seyi ogrenebilecegini soylemiyorum.Din luzumlu bir muessesedir cunku insanlarin ona ihtiyaci vardir.Hos , Onun da insanlara ihtiyaci vardir ama bu iliski oyle gorundugu gibi mutualist bir yapi arzetmez.Din insanin acizliginden dogar ve insani guclu yapmak icin vardir.Din ile bir insana vereceginiz yasam dersini , bilim ya da simdilerde agizlarda sakiz olan evrensel ahlak dedikleri humanism ile verebilmeniz icin cok daha fazla emek ve zaman harcamamiz gerekir.Din anlasilmasi , kabul etmesi ve uygulamasi kolay olandir.Yasam , olum , gelecek gibi insanin temel kaygilarini en aza indirmesi yonuyle de mukemmel bir ilactir.Gelecekte dinin yerini bilimin alacagini soylemek biraz saflik olur.Boyle bir sey olsa bile durum simdikinden cok farkli olmayacaktir.Bilim dinin yerini dolduracaksa bilim olarak varliginin pek bir anlami da kalmayacaktir .Ozgurluk hususuna gelince bu konuda suphelerim var.Kim kimin ozgurlugunu kisitliyor.Din adamlari insanlarin elinden ozgurluklerini alirken kendilerine ne kadar ayiriyorlar ? Hem , bir de suru ile cobani ayiracak bir ayricimiz var mi ? Kim yonetilmeli , kim yonetmeli ? Siz ister miydiniz surude herhangi bir koyun olmayi ? Insanlarin ellerinden ozgurluklerini almak pek care gibi gozukmuyor.Asil care , ozgurlugu kullanmayi ogretmektir.Insan ozgurdur ya da degildir.Bu sorunun baska bir boyutu ama eger ozgurse bunun basina bela acmasina engel olmak yine egitimin vazifesidir.Insanlarin ellerinden ozgurluklerini almak sag elin sol elden farki olmamasi gibi birbirinin aynisi gibi dusunen bir suru insan cikarir ortaya ama butun bu insanlar tek bir insan demektir.Cunku hepsi ayni sarkiyi , gunun ayni vaktinde , ayni sekilde , ayni hizda soyleyecektir.Ortaya ise tek bir ses cikacaktir.Ara sira , aykiri sesler duyulsa bile bunlar hemen bastirilacaktir cunku aykirilik bir bozuklugun gostergesidir.Muhim olan herksein farkli sarkilari soyledigi bir yerde ritmi tutturmaktir.Iste bu da ancak egitim ile basarilir…
Bu arada etrafta bir kac ogretmen  daha beliriyor.Rahip , bana gulerek bakiyor ve son topantiya girmeden onceki son sozlerini soyluyor…
-Soylediginiz seyler cok guzel seyler ogretmen bey ama imkansiz.Bir sey imkansiz ise hakkinda konusmanin da bir anlami yoktur.Bosuna cene yormayalim. Insanlarin , ozellikle koylulerin karar verecekleri zaman basvuracaklari bir rehbere ve kitaba ihtiyaclari vardir.Onlari hayatin acilariyla basbasa birakamazsiniz . Eger oyle yaparsaniz , herkes gucu elde ettigi anda bas kaldirir.O yuzden , baslar kalkmadan ezilmelidir.Dhamma insana ne kadar guclu oldugunu ogretiyor , insanin mevcut potansiyelini ortaya cikariyor ve karar vermenin getirdigi sorumluluktan kurtariyor. Dhamma’nin karismadigi noktada ise insanin verdigi kararlarin insanin omuzlarinda nasil bir yuk oldugunu ogrenmektir insanin vazifesi. Insanlar karar vermemelidirler.Onlarin nerede , nasil davranacaklarini bilemezseniz kontrol edemezsiniz.En buyuk karar , karar vermemeye karar vermektir.Bu sekilde butun sorumluluklardan kurtulur insan.
Basit bir merhaba ile baslayan konusmamizin , sonunda gelip te ,  beni son bir kac gundur mesgul eden konuya getirecegini asla tahmin edemezdim.Dun carsida gezerken aklima gelen soru tekrar dilime dolaniyor.Rahipler karar verirler mi ?
Bu arada toplanti salonuna giriyoruz.Rahip bir yandan konusuyor bir yandan da iki kisinin yan yana oturabilecegi musait bir yer ariyor.Ben aslinda O’nunla yanyana oturmayi pek istemiyorum cunku bu konuda daha fazla konusmayi istemiyorum.Hic bir yere varamayacagimiz bir tartismadir bu ve insanligin tarihi kadar eskidir.Oturacak yer bakmaya basliyorum.Neyse ki iki kisinin yanyana oturabilecegi bir yer bulamiyor.Bir yer var ama orasida iki bayan ogretmenin tam ortasi.Rahip , sagima da otursa soluma da otursa oteki yaninda bir bayan olacagi icin vazgeciyor bu sevdadan.Buldugu bir yere oturuyor ve bana da uzakta oturacak bir yer gosteriyor.Halimden memnun  bir sekilde daha sonra asil meslegi trafik polisligi olan ama emekli olduktan sonra yasadigi sehir olan Bangkok’tan koyune donup gonullu ogretmenlik yaptigini ogrenecegim yasli bir bayin yanina oturuyorum.
Durusu heybetli ve insana guven veriyor.Yasliligin verdigi bir sevimlilik var yuzunde.Butun konusmamiz birbirimizin ismini ve ne ogrettigimizi sormamizla baslayip bitiyor. Trafik Polisligi ilginc bir meslek olmali diyorum icimden.Aksama kadar trafigin duzgun bir sekilde akmasindan sorumlu olmak , aksam olunca da ayni trafigi kullanarak evine donmek.Arabalarin hizlarini kontrol etmek , kurallari uygulamak , alkollo arac kullananlara ceza yazmak.Aslina bakilirsa trafik polisi ,  eger araba kullaniyorsaniz devlet baskanindan ya da yargictan farksiz gorunuyor.Yasama, yurutme ve yargi uclusunun son ikisini elinde buluduruyor.Trafik kurallari , Trafik polisi varsa bir anlam kazaniyor ya da tam tersi…Bu aynen az once rahiple konusurken kafama takilan bir noktaya isik tutuyor.Buddha ile Dhamma birbirinin tamamlayicisi.Biri digerisiz dusunulemez.Buddha aslinda Dhamma’nin aciklayicisidir.Eger Dhamma olmasaydi Budha da olmayacakti.Ayni sekilde Buddha olmasaydi Dhamma aciga cikmayacakti.  Peki trafik Polisi yoksa kurallar tamamiyla yok mu oluyor ? Yollarin uzunlugu ile trafik polislerinin sayisi arasinda bir oran dusunulunce ortaya cok ufak bir rakam cikiyor.Yani yollar cok uzun ve bu yollarda cok az trafik polisi var.Peki trafik polisinin olmadigi yerde arabalar hangi bekcinin kontrolu altinda yol aliyorlar ? Bu sorunun yaniti hic suphesiz : Trafik Kurallarinin! Son bir soru daha , ardindan toplantiyi dinlemeye baslayacagim , Trafik kurallarinin oldugu bos bir yol ile dolu bir yolun farki nedir ? Yani eger yolda cok araba varsa arabalarin hizini trafigin kendisi belirler.Yani , yol bos ise basar gidersiniz . Yok yol dolu ise ne yaparsaniz yapin yavas gitmenizi trafigin yavas akmasina borclusunuzdur.Bu durumda ortada hic kural olmasa bile ( kaza yapmamaya ozen gostermek disinda ! ) , durup duruken bir kuralla karsi karsiya kaliyoruz.Hizimizi , yolun neresinden gidecegimizi , hangi arabanin arkasindan gidecegimizi , hangi arabalari gecebilecegimizi hep trafik dedigimiz kendinden benligi olmayan , Ingilizlerin “impersonal” dedikleri tarzda bir guc idare ediyor.Iyi ama bu apacik bir celiski olmuyor mu ? Yani trafigi arabalar olusturuyor sonra da arabalar tarafindan meydana getirilen trafik arabalarin hizini kontrol etmeye basliyor.Bir cesit kisir dongunun icine dusmus gibiyim…Belki de bu sorunun yaniti zannettigimden cok daha uzun …
Iyisi mi simdi toplantiya doneyim . Bu soruya daha sonra tekrar deginecegim…

(Ucuncu gun devam edecek )





            


17 Nisan 2013

Riemann's Zeta Function and 42


I normally don't post things that I didn't write but last few days I have been working on some maths to understand the Riemann Hypothesis. I don't mean that I am trying to prove the nontrivial cases. I just want to understand the problem and this takes time as I have to first understand Riemann's Zeta Function, Euler Product and their relationship. Anyway, the following article made me think about this and most probably will make me busy a few days more. The first video is a sort of a summary with a nice music accompanying the mathematical jargon. The rest of the videos are the ones I am trying to understand. The second and the third ones are easy but the following ones require real concenration and time. Not all of them I can concentrate on but I try my best to make some sense of the big convoluted picture. 




In 1972, the physicist Freeman Dyson wrote an article called “Missed Opportunities.” In it, he describes how relativity could have been discovered many years before Einstein announced his findings if mathematicians in places like Göttingen had spoken to physicists who were poring over Maxwell’s equations describing electromagnetism. The ingredients were there in 1865 to make the breakthrough—only announced by Einstein some 40 years later.
It is striking that Dyson should have written about scientific ships passing in the night. Shortly after he published the piece, he was responsible for an abrupt collision between physics and mathematics that produced one of the most remarkable scientific ideas of the last half century: that quantum physics and prime numbers are inextricably linked.
This unexpected connection with physics has given us a glimpse of the mathematics that might, ultimately, reveal the secret of these enigmatic numbers. At first the link seemed rather tenuous. But the important role played by the number 42 has recently persuaded even the deepest skeptics that the subatomic world might hold the key to one of the greatest unsolved problems in mathematics.

Prime numbers, such as 17 and 23, are those that can only be divided by themselves and one. They are the most important objects in mathematics because, as the ancient Greeks discovered, they are the building blocks of all numbers—any of which can be broken down into a product of primes. (For example, 105 = 3 x 5 x 7.) They are the hydrogen and oxygen of the world of mathematics, the atoms of arithmetic. They also represent one of the greatest challenges in mathematics.
As a mathematician, I’ve dedicated my life to trying to find patterns, structure and logic in the apparent chaos that surrounds me. Yet this science of patterns seems to be built from a set of numbers which have no logic to them at all. The primes look more like a set of lottery ticket numbers than a sequence generated by some simple formula or law.


For 2,000 years the problem of the pattern of the primes—or the lack thereof—has been like a magnet, drawing in perplexed mathematicians. Among them was Bernhard Riemann who, in 1859, the same year Darwin published his theory of evolution, put forward an equally-revolutionary thesis for the origin of the primes. Riemann was the mathematician in Göttingen responsible for creating the geometry that would become the foundation for Einstein’s great breakthrough. But it wasn’t only relativity that his theory would unlock.
Riemann discovered a geometric landscape, the contours of which held the secret to the way primes are distributed through the universe of numbers. He realized that he could use something called the zeta function to build a landscape where the peaks and troughs in a three-dimensional graph correspond to the outputs of the function. The zeta function provided a bridge between the primes and the world of geometry. As Riemann explored the significance of this new landscape, he realized that the places where the zeta function outputs zero (which correspond to the troughs, or places where the landscape dips to sea-level) hold crucial information about the nature of the primes. Mathematicians call these significant places the zeros.

Riemann’s discovery was as revolutionary as Einstein’s realization that E=mc2. Instead of matter turning into energy, Riemann’s equation transformed the primes into points at sea-level in the zeta landscape. But then Riemann noticed that it did something even more incredible. As he marked the locations of the first 10 zeros, a rather amazing pattern began to emerge. The zeros weren’t scattered all over; they seemed to be running in a straight line through the landscape. Riemann couldn’t believe this was just a coincidence. He proposed that all the zeros, infinitely many of them, would be sitting on this critical line—a conjecture that has become known as the Riemann Hypothesis.
But what did this amazing pattern mean for the primes? If Riemann’s discovery was right, it would imply that nature had distributed the primes as fairly as possible. It would mean that the primes behave rather like the random molecules of gas in a room: Although you might not know quite where each molecule is, you can be sure that there won’t be a vacuum at one corner and a concentration of molecules at the other.



                                        

For mathematicians, Riemann’s prediction about the distribution of primes has been very powerful. If true, it would imply the viability of thousands of other theorems, including several of my own, which have had to assume the validity of Riemann’s Hypothesis to make further progress. But despite nearly 150 years of effort, no one has been able to confirm that all the zeros really do line up as he predicted.
It was a chance meeting between physicist Freeman Dyson and number theorist Hugh Montgomery in 1972, over tea at Princeton’s Institute for Advanced Study, that revealed a stunning new connection in the story of the primes—one that might finally provide a clue about how to navigate Riemann’s landscape. They discovered that if you compare a strip of zeros from Riemann’s critical line to the experimentally recorded energy levels in the nucleus of a large atom like erbium, the 68th atom in the periodic table of elements, the two are uncannily similar.


It seemed the patterns Montgomery was predicting for the way zeros were distributed on Riemann’s critical line were the same as those predicted by quantum physicists for energy levels in the nucleus of heavy atoms. The implications of a connection were immense: If one could understand the mathematics describing the structure of the atomic nucleus in quantum physics, maybe the same math could solve the Riemann Hypothesis.
Mathematicians were skeptical. Though mathematics has often served physicists—Einstein, for instance—they wondered whether physics could really answer hard-core problems in number theory. So in 1996, Peter Sarnak at Princeton threw down the gauntlet and challenged physicists to tell the mathematicians something they didn’t know about primes. Recently, Jon Keating and Nina Snaith, of Bristol, duely obliged.


There is an important sequence of numbers called “the moments of the Riemann zeta function.” Although we know abstractly how to define it, mathematicians have had great difficulty explicitly calculating the numbers in the sequence. We have known since the 1920s that the first two numbers are 1 and 2, but it wasn’t until a few years ago that mathematicians conjectured that the third number in the sequence may be 42—a figure greatly significant to those well-versed in The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy.
It would also prove to be significant in confirming the connection between primes and quantum physics. Using the connection, Keating and Snaith not only explained why the answer to life, the universe and the third moment of the Riemann zeta function should be 42, but also provided a formula to predict all the numbers in the sequence. Prior to this breakthrough, the evidence for a connection between quantum physics and the primes was based solely on interesting statistical comparisons. But mathematicians are very suspicious of statistics. We like things to be exact. Keating and Snaith had used physics to make a very precise prediction that left no room for the power of statistics to see patterns where there are none.


Mathematicians are now convinced. That chance meeting in the common room in Princeton resulted in one of the most exciting recent advances in the theory of prime numbers. Many of the great problems in mathematics, like Fermat’s Last Theorem, have only been cracked once connections were made to other parts of the mathematical world. For 150 years many have been too frightened to tackle the Riemann Hypothesis. The prospect that we might finally have the tools to understand the primes has persuaded many more mathematicians and physicists to take up the challenge. The feeling is in the air that we might be one step closer to a solution. Dyson might be right that the opportunity was missed to discover relativity 40 years earlier, but who knows how long we might still have had to wait for the discovery of connections between primes and quantum physics had mathematicians not enjoyed a good chat over tea. —Marcus du Sautoy is professor of mathematics at the University of Oxford, and is the author of The Music of the Primes (HarperCollins).
Originally published March 26, 2006