Bu Blogda Ara

23 Ocak 2016

Aforizmalar 1-6

Aşağıya, ara sıra facebook'a yazdığım aforizmik düşünce kırıntılarını ekliyorum. Yazdıkça da bu şekilde altışar altışar eklerim. 

1

"Müslüman Noel kutlamaz." diye ortalığı velveleye verenleri anlayamıyorum. Ya kardeşim, kutlar diyen mi oldu? Neyin tantanası bu? Yani solcu bir gazeteci ya da inançsız bir bilim insanı kameraların önüne geçip "Müslümanlar da Noel kutlamalılar." mı dedi? Hristiyanların bayramı işte, sana ne oluyor. Yurt dışında yaşadığım için buradaki arkadaşlar bana "Mutlu Noeller" mesajları gönderiyor. Ne yapayım? Herkesle oturup, uzun uzun "Bak kardeşim. Ben Türküm. Maide Suresinin bilmem kaçıncı ayetinde Allah şöyle buyurmuştur..." diyerek açıklama mı yapayım? İşiniz gücünüz yok mu ya sizin? Ben "Teşekkür ederim. Sizinki de!" deyip geçiyorum. En basit insanlık hali bu kardeşim. Güler yüzlü ol, sev insanları, sevil. Bu kadar kasmaya değmez. Kalk birkaç km koş, git evine karınla/kocanla seviş, al çocuğunu parka götür ve oynamasını izle, bir sokak kedisine ekmek ver, başını okşa. "Müslüman Noel Kutlamaz" diye kime/neyi protesto ettiğinizi bile bilmiyorsunuz daha. Komik oluyorsunuz. Hayır, bir de ülkenin doğusunda iç savaş var, millet evinden çıkamıyor, çocuklar evlerinin önünde katlediliyor. Bizim müslümanlar zulmü protesto edeceklerine, masumlar için bir araya geleceklerine kafayı Noel Babaya takmış durumdalar. Ölenler Kürt olunca müslüman olmuyorlar mı? Hadi onu geçtik, insan olmuyorlar mı? Yazık, çok yazık.

2

Türkiye'deki camilerin ve mescitlerin hepsi (Büyük tarihi camiler hariç) siyasi amaçlara hizmet etmek için bir takım grupların sığınağı haline gelmiş, cemaatlerin ya da siyasi İslamcıların cirit attığı yerlerdir. Şu cami Sülaymancılarındır, bu cami Fethullahçıların, beriki Cübbelinin... Bu durum bir yandan "Din aslen siyasi bir oluşumdur." önermesini doğrularken bir yandan da ülkede "secde etmek için" yapılmış mekanların sayıca ne kadar az olduğunu gözler önüne serer. Nihayetinde; siyaset bir güç edinme savaşıdır ve din, sahip olduğu "koşulsuzca motive olmuş" insan nüfusuyla rahatlıkla siyasetin elinde oyuncak olmaya hazırdır. Bu çarpık durumun tek çözümü mutlak laiklikten başka bir şey değildir. Dini kurumlar devletin sıkı bir şekilde kontrol ettiği ve görev tanımının dışına çıkmasına izin vermediği yerler olmak zorundadır. Devlet tüm dinlere eşit uzaklıkta olmalı ve kendi kurumlarında dini ilkelerin nüfuzunu en aza indirmelidir. Bence Çin bu konuda, batılı devletlerin tüm itirazlarına rağmen, en doğrusunu yapmaktadır. Dinin, devletin otoritesini gölgede bırakacak bir güce kavuşmasını engelleyerek hem inananların siyasi emellere alet edilmesini durdurmaktadır hem de camilerin/mescitlerin birer ibadethane olarak kalmasını garanti altına almaktadır. Sonuç olarak dini kurumların görevi bireyin Tanrı ile olan münasebetini tanzim etmekten ibarettir. Duvarlarına siyasi mesajlar yazılmış, içerisinde siyasi / toplumsal / bilimsel konularda sohbetlerin yapıldığı bir mescite ne kadar mescit diyebiliriz? Bu tip sohbetler başka mekanlarda da yapılabilir. Hem zaten din eğitimi almış ve bu eğitim üzerine hayatını şekillendirmiş bir insanın toplumsal ve bilimsel konulara bakış açısı ne kadar tarafsız olabilir? Türkiye'de evrim kuramı hakkında tüm bildikleri Adnan Oktar'ın kuşe kağıda basılı renkli kitaplarıyla veya Fethullah Gülen'in Tekamül Nazariyesi Konferansıyla sınırlı yüzbinlerce üniversite mezunu vardır. Ne Adnan Oktar ne de Fethullah Gülen biyoloji çalışmış, laboratuvarda deney yapmış, bilimsel yöntemi anlamış kişilerdir. Bırakın da bilimi bilim insanları anlatsın, bırakın da toplumsal konularda toplumu çözümleme yöntemlerini çalışmış akademisyenler konuşsun. Ayrıca, insani yardım toplamak dini kurumların görevi değil, devletin izin verdiği ve sıkı bir şekilde hesaplarını kontrol ettiği vakıfların ve yardım kuruluşlarının görevidir. Zaten camilerde ya da cemaatlerin düzenledikleri himmet toplantılarında toplanan paraların nereye gittiği çoğunlukla bilinmez. Bu paralarla yeri geldiğinde şirket de kurarlar, devletin içini de oyarlar, teröristlere silah yardımı da yaparlar. Kısacası, Türkiye'deki müslümanların zannettiklerinin aksine laiklik onların dinlerini korumanın ve bir din olarak kalmasını sağlamanın yegane yoludur. Aksi halde gündelik kavgaların, siyasi emellerin elinde sağa sola savrulurlar. Uzun erimde hem kendilerine hem de mensubu oldukları dine zarar verirler.

3

Yirminci yüzyılda güzelliğin meta haline getirildiği sıklıkla konuşulur da zekanın da aynı zulme maruz kaldığı pek konuşulmaz. Günümüzde ebeveynlerin en büyük korkusu ortalama ve ortalama altı zekilikte bir çocuğa sahip olmaktır. Bu yüzden oyuncak firmalarından bebek maması satan şirketlere kadar milyarlarca dolarlık bir sektör çocukları olduklarından daha zeki yapma adına ürünlerle doldururlar vitrinlerini. Oysa zeka dediğimiz şey, canlının, hayatta kalma ve yeni nesillere bilgi/gen aktarımını kolaylaştırma adına sahip olduğu avantajlardan birisidir. Kollektif bir yaşam sürdüren ve içinde yaşadığı ortamın imkanlarını kulanabilen insan için zeka, mutlu ve başarılı olmak için aslında çok da önemli bir faktör değildir. Çocukların; meraklı, cesur, empatik, yardımsever, tutkulu, sağlam iradeli, ahlaklı, öğrenmeye arzulu, kuşkucu, sorgulayıcı, sanata ve bilime saygılı, iletişim kabiliyeti güçlü ve en az bir spora yatkın olmaları zeki olmalarından daha az önemli değildir. Bu özellikler de süpermarketten alınan sihirli formüllerle ya da oyuncakçıdan alınan pahalı aletlerle kazanılmaz. Anne-baba, çocuğun ilk öğretmenidir ve bu özellikleri çocuğa kazandıracak olan onlardır. Yılda bir kitap bile okumayan, soru soran çocuğuna kızan, sanata ve bilime ilgisiz, çocuğunun eline aypedi verip kendisi komşularla çene yarışına giren, sabahtan akşama kadar televizyonun açık olduğu bir odada yaşayan bir insanın çocuğu ileriki yaşlarda zeki olsa bile bu zekasını insanlığın refahı ve huzuru için kullanmayacağı için, olsa olsa çok para kazanan bir bankacı / mühendis / doktor olur. Sorgulamayı öğrenemediği için hep güdülen olarak kalır, öğrenmeyi öğrenmediği için üniversitede öğrendikleriyle dünyayı fethetmeye çalışır, ahlaklı olmayı içselleştiremediği için toplumun genel geçer yargılamalarına göre hayatını düzenler ve çoğu zaman yanlış olanı yapar. Gelecekte de geçmişteki gibi sefalet, cehalet ve kindarlık yaşamak istemiyorsak; sıradan zekalı ama bunun yanında iletişim kurmasını bilen, başkalarının acılarını anlayabilen, duyduğu / okuduğu haberlere kuşkuyla yaklaşan, öğrenmekten ve üretmekten zevk alan çocuklar yetiştirmeliyiz. Herkesin üstün zekalı olduğu yerde zeka enflasyona yenik düşmüş bol sıfırlı banknotlara benzer. Merak ve tutkuyla beslenmeyen zeka hiçbir işe yaramaz, bir işe yaramadığı için zaten marketlerde tenekelerin içine konulup satılmaktadır.

4

Din hakkında fikir üreten düşünürlerin en büyük hatalarından birisi dini insanın irrasyonel yönüyle temellendirmeleridir. Bu düşünürler iki noktada hata yapmaktadırlar. Birincisi; rasyonalite hiç de öyle insana has sihirli bir güç değildir. Türün devamı ve ömrün sağlıklı bir şekilde uzatılması için evrimsel süreçte insansoyunun geliştirdiği -insan olma yolunda gelişmiş- bir araçtır akıl. Diğer canlıların da akıl dışında geliştirdikleri araçlar vardır ve gözlemlediğimiz kadarıyla bu araçlar çok da güzel bir şekilde çalışmaktadırlar. İkinci hata ise dinin bu evrimsel amaçbilimden uzak tutularak anlaşılmaya çalışılmasıdır. Unutulmamalıdır ki umutlu olmak ve korkularından arınmak isteyen insanın icadıdır din. Kaynağı, cehalet değil, sorulara / sorunlara kolay yoldan yanıt / çare bulma isteğidir. Bilimden tek farkı deneye ve gözleme değil de inanca ve nakli bilgiye dayanıyor olmasıdır. Bu da dindar insanın hayatını kolaylaştıran temel unsurlardan birisidir. Çünkü bilim zordur, çetrefillidir, başarı garantisi yoktur. Oysa din, kısa yoldan her şeyi izah eder. Tarih boyunca insanın dine bağımlılığı da bu kolay izahla açıklanabilir. Din olası en kolay rasyonel açıklamadır. Onun rasyonelliği bilimin “Henüz bilemiyoruz ama araştırmalarımız sürüyor.” dediği noktalara inanca dayalı hipotezler koymasına dayanır. Bu hipotezler, bilimsel hipotezler gibi sınanamadıkları, çürütülüp bir kenara atılamadıkları için dinler varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Bundan sonra da dinin bir yere gideceği yoktur. Sadece şekil değiştirir; uzar, kısalır, yumuşar ya da sertleşir, yeni adlara ya da kimliklere bürünür ama kısa erimde yok olmaz. Bunun en büyük nedeni dinin, felsefi / bilimsel sorularla ilgilenmeyen bireylerin –yani toplumun büyük bir çoğunluğunun- ihtiyacını karşılayacak yanıtlara / çarelere sahip olmasıdır. Ölümden korkan, sonsuza kadar bilincinin yaşamasını isteyen; dünyada yaşanan zulmün bir cezasının, yapılan iyiliklerin bir ödülünün olması gerektiğine ikna olmuş birey, eğer bilimin soğuk gerçekliğine bel bağlayıp korkularının ve umutlarının yersiz olduğu sonucuna varamazsa, eninde sonunda kendisini iyi hissettirecek bir hurafenin avucuna düşecektir.

5 (Vampir Sedat Peker'e)

Öldürdüğü profesörlerin kanlarıyla duşunu aldıktan sonra aynanın karşısına geçip uzun uzun yüzüne baktı. Saçından süzülen kırmızı damlaları görünce içine tarifi kelimelerle mümkün olmayan bir övünç doldu. Öyle ya, oluk oluk akan kanların bir damlasını bile israf etmeden banyoya kadar taşımak kolay iş değildi. Zoru başarmıştı, takdiri hak ediyordu. Burnundan sarkıp dudağına doğru ilerleyen bir damlayı diliyle yakalayıp, iştahla emdi. Kanın tadı bildiği gibiydi, ılık ve hoş. Çocukluğunda dişçi ziyaretlerinden sonra ağzında uzun süre hissettiği o yumuşaklığı anımsadı. Mutluluk, acının yani seni sinir edenlerin yokluğunda mümkündü sadece. Her şey olması gerektiği gibiydi, evet! Banyodan çıkmadan önce son bir kere daha göz attı yüzüne. Kanın pıhtılaşıp yüzüne yapıştığı yerler daha çok hoşuna gitmişti nedense. Yarasız yüzüne cesur bir anlam katmıştı, çekici mi olmuştu ne! Gülümsedi, yeni aşık olmuş ama aşkına karşılık bulduğuna bir türlü inanamamış bir ergen gibiydi içinde kabaran iyimser dalgalar. Daha yapacak çok iş, dökecek çok kan vardı dışarıda. "BİR UMUTTUR YAŞAMAK" dedi ve ışığı kapattı
                                                                      
   6 

Ne zaman birileri müslümanları geri kalmışlıkla suçlasa, din savunucuları ortaya çıkıp İslam toplumlarının bilmem kaç yüzyıl önce bilime ve matematiğe yapmış oldukları katkıdan gururla söz ederler. Evet, doğrudur. Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında İslam toplumları bilime ve matematiğe ciddi katkıda bulunmuşlardır. Yalnız, bunun nedeni İslam değildir. Öyle olsaydı on ikinci yüzyıldan sonra bir durgunluk olmaz, önceki üç yüzyılda olduğu gibi gelişmeler devam ederdi. Tarihe bakarsak, bilimle iştigal eden toplumların belli başlı sosyo-ekonomik özellikleri olduğunu gözlemleriz. Bunların başında maddi refah gelir. Sekizinci yüzyıl, İslam coğrafyasının gerek savaşlardan kazanılan ganimetlerle gerekse de şehirleşmenin getirdiği düzenle (vergilendirme, düzenli tarım, eğitimli ordu vb) maddi refah yönünden doygunluğa ulaştığı dönemdir. Dolayısıyla, bütçeden bilime, matematiğe, nesnel bilgiye ayrılacak bir para mevcuttur. İkinci neden ise birinci nedenin doğal bir sonucudur. Zenginleşen toplumlarda ehilleşme kaçınılmazdır. Çölde tek başına yaşayan bedevi; hem çadırını yapar, hem yemeğini pişirir, hem hayvanlarına bakar, hem çocuklarıyla ilgilenir, hem ava çıkar... Oysa şehir insanı için bu işleri yapacak başkaları mevcuttur. Üretimden doğan (iş bölümü ve sistematik idare) artı değer bir şekilde toplumun her kesimine yayılır ve insanlar her şeye değil de bir şeye odaklanmaya başlar. Böylece Ömer Hayyam, patlayan su borusuyla uğraşmak yerine astronomiyle uğraşır. Harezmi evini kendi eliyle yapmaz ama vaktini El-Cebir kitabını yazmakla geçirir. Ticaretle büyüyen ekonomi, şehirleri kültürel merkezler (gezginlerin, tüccarların, meraklıların takıldığı) haline getirir. Dokuzuncu yüzyılın Bağdat'ı buna en güzel örnektir. Dolayısıyla da bilgi alışverişi hızlanır, insanlar çok kısa sürede çok şey öğrenebilirler. Bu durumda yukarıda anlattığım iki sosyo-ekonomik gelişmenin hemen hemen her toplumda bilimsel düşünceyi yeşerttiğini (Antik Yunan, Roma, Coğrafi Keşifler sonrası Avrupa, Meiji Reformları sonrası Japonya, günümüzdeki Çin vb) söyleyebiliriz. Konunun İslamın bilgiye ya da bilime verdiği önemle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. 12. yüzyılda bilimin duraklamasını sadece Gazali'nin Tehafüt-ül Felasife'sine vermek de bu yüzden yanlıştır. Çünkü böyle bir iddia, baştaki yanlış algıyı desteklemektedir. Gazali bilime değil; felsefeye, yani bilime yükselen bir otorite bağışlayan rasyonel düşünceye düşmandır. Ganimet geliri azalmaya, hazine daralmaya başlayınca; bütçeden kesilen ilk kalem, karnı aç olanlarca boş iş olarak adlandırılan bilim olacaktır. Bu durumu günümüzde de gözlemleyebiliriz. Gazali'nin İbn-i Rüşd'le girmiş olduğu polemik bugün bile tartışılır ama bence o tartışma zaten İslam toplumlarında yavaş yavaş yerini alan "bilimi ve felsefeyi gereksiz görme" anlayışının bir sonucu, görsel anlamda vücuda gelmesi olarak değerlendirilmelidir. İslam toplumlarında günümüzde de bilim gelişebilir, teknoloji yayılabilir. Tıpkı sekizinci yüzyılda Antik Yunan'ın ve Roma'nın miraslarının Arapça'ya çevrilmesinin ön ayak olduğu gibi bilim benzeri bir yöntemle bu topraklarda yeniden yeşerebilir. Yalnız; bu gelişme ve yayılma, İslami ekollerde bilimi her şeyiyle kucaklayan reform edici dimağlar yetişmediği sürece, her zaman için yeni Gazali'lerin ortaya çıkıp, bilimin dinin otoritesinin yerini almasına itiraz edeceği noktaya kadar olacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; sekizinci ve on ikinci yüzyıllar arasında İslamı kabul etmiş toplumlarda bilim İslamdan dolayı değil de İslama rağmen gelişmiştir, tıpkı Avrupa biliminin Hristiyanlığa rağmen gelişmiş olması gibi. Sosyo-ekonomik değişimlerle üç yüzyıl kadar yükselmiş, sonrasında, havaya atılan taşın eninde sonunda yer çekimine mağlup olup, (momentumunu koruyacak bir iç motoru da yokken) toprağa dönmesi gibi gerileme dönemine girmiştir.

6B 

Soru: O üç yüzyıl boyunca maddi refah nedeniyle bilime yöneldikleri fikri biraz düşündürücü. Tabii bilim için maddi refah gerekir ancak günümüzde de Arap devletlerinin birçoğu paraya sahiptir. Yanıt: 

Günümüzde bilimin bir toplumda kök salması için altıncı aforizmada sözü edilen iki koşul tabii ki yeterli olmayacaktır. Bunun en büyük nedeni bin yıl önceki bilimin konumuyla bugünkü bilimin konumu arasındaki büyük farktır. Bin yıl önce bireysel çalışmalarla ve bir ya da birkaç destekçiyle meraklı ve tutkulu bir insan kendisini bilim yapmaya adayabilip, ciddi bilimsel gelişmelere öncülük edebiliyordu. Günümüzde bilim, kurumsallaşmış bir alan haline gelmiştir. Milyarca dolarlık yatırımlar olmadan, çok ciddi bir eğitim altyapısını kurmadan, halkı bilimin önderliğine inandıracak politik adımlar atılmadan; bilimin toplum içerisinde hak ettiği noktaya gelmesi imkânsızdır. Japonya, Kore ve son yirmi yıldaki Çin örnekleri bu yüzden çok önemlidir. Devlet bu ülkelerde eğitime, bilime ve sanata ciddi yatırımlar yapmakta, halkı bilinçlendirmek için bütçeden büyük oranda parayı bu alanlara yönlendirmektedir. Üniversitelere yüksek meblağlarda araştırma fonları sağlanmakta ve bu fonların doğru şekilde kullanıldıkları güvence altına alınmaktadır. Bilimin özgürleştirici gücünden korkmayan ülkeler uzun erimde bu korkusuzluğun meyvelerinden yararlanacaktır. Zengin Arap ülkelerinde ise durum çok farklıdır. Bilgi, üretilen değil tüketilen bir metadır. Bilen insan daha az itaat edeceği, daha özgür hareket edeceği, daha çok kendi vicdanının sesini dinleyeceği ve nihayetinde evrensel normların peşinde daha çok koşacağı için tahtlarını petrol gelirinin üzerinde oturtmuş krallar için bilim ve toplumu ona ulaştıracak olan seküler eğitim çok ciddi bir risk taşır. Arap ülkeleri Batı’daki devrimlerden dersini almış ve ona göre önlemini almıştır. Bin yıl önce bilime karşı tutunulan hoşgörülü naif tavrın yerini salt pragmatizm ve korku almıştır. Monarşinin olduğu yerde yönetici sınıf ve bu sınıfın yalakacıları, halkın bilinçlenmesini engellemek için elinden geleni yapar; gerekirse para dağıtır, hayatı ucuzlatır, hayatında araba sürmekten başka hiçbir iş yapmamış insanları şirketlerin başlarına getirir. Yeter ki bilgi tüketilmeye –suyun üzerinde kalacak kadar!- devam etsin ve yönetici sınıf varlığını sürdürebilsin. Dinin de aynı amaç uğruna kullanıldığını görmemek için kör olmak lazımdır. Teslimiyetçi ve itaatkâr nesiller yetiştirmek için din, yöneticilerin elinde pratik bir araçtan başka bir şey değildir. Kuşkuyu kendisine düşman bilmiş olan dinlerde insan asla birey olamaz; onun yerine kitle psikolojisiyle hareket eden, kendisine verilenle yetinen, bütün içindeki yerinden başka bir rolü olduğunu göremeyen bir “parça” olur. Çünkü parça olmaktan sıkılıp, kendi başına bir şeyler yapmak isteyen bireyler monarşinin başına bela açarlar. Onları dizginlemek için bilimden, seküler eğitimden, özgür sanattan ödün vermek şarttır. Bu ödünler de sürdürülemez kısa vadeli gelişmelerin ilk koşuludur.

16 Ocak 2016

İki Gölgeli Adam 1

                                                                             
“Hadi şimdi de güneşe arkamızı dönüp gölgelerimizi sayalım!”
Dün gibi hatırlıyorum o günü; dalgaların kıyıyı hafif darbelerle dövdüğünü, güneşin kırmızı bir portakal gibi ağır ağır suya battığını gözümün önüne getirmem hiç de zor olmuyor bunca yıla rağmen. Üniversite sınavından sonra arkadaşlarla buluşmuş, tüm öğleden sonra denizde yüzdükten sonra kasabaya inen son otobüsü kaçırmamak için alelacele toplanmıştık, şezlongların arkasındaki minik masanın kenarında. Güneş batmadan yola çıkalım ki çok geç olmadan kasabaya varalım diyorduk.
“Bir iki üç dört … “
Sayan kimdi? Arka sıralarda kola şişesine koyduğu birayı hocalara çaktırmadan yudumlayan Ayyaş Yaşar mıydı yoksa üniversiteye giriş sınavında matematikten ful çekip Bilkent’te endüstri mühendisliği bölümünü kazanacak olan Sivri Kemal mi? Nedense o kısmı kalmamış aklımda. Ne kadar zorlasam yüzler belirmiyor o laciverdi boşlukta. Sadece anlık duygu boşalımları; nereden geldiği belli olmayan yüz kızartıcı yanlışlar ya da bir kibritin aniden çakıp ıssız odayı dev gölgelerle doldurması gibi yürek hoplatıcı sevinçler var karanlığın ütü tutmayan pelte yüzeyinde.
“Yediiiii”
“Ne yedisi oğlum, biz altı kişiyiz!”
“Beğenmediysen sen say olum, yedi gölge var işte.”
“Bu salak saymayı bile beceremiyor. Dur bir de ben sayayım. Ayrılın bakayım azıcık!”
“Bir iki üç…”
Böyle başlamıştı maceram ya da maceramın ayırdına varmam. Farklı olduğumu anlamam için başkalarından uzaklaşmam, kendi başıma olmam gerekiyordu. Birlikteyken gölgeler birbirine karışıyor, tek bir gölgeymiş gibi hareket ediyor, kimin ne olduğu anlaşılmıyordu.  Ancak uzun bir süre, yeteri kadar mesafede kendi başıma kalırsam öğrenebilecektim aslında kim olduğumu, tam olarak ne istediğimi ve hatta ne için ve kimin için var olduğumu.
“Altı, yedi!, valla yedi çıktı yine”
“Oğlum kim o iki gölgesi olan, çıksın piyasaya. Söz dövmeyeceğim. Sen misin yoksa dobişko Hüsnü? O ikinci de göbeğinin gölgesi mi?”
“Biraz daha ayrılın, herkes bir köşeye çekilsin. Kendi gölgesine baksın. Kim hile yapıyorsa çıkar şimdi ortaya.”
İşte o anda belli etmişti kendisini, uzun yıllar boyunca beni takip edecek olan, nedenini değil de sadece sonuçlarını idare edebileceğim ikinci gölgem. Kış güneşi gibi utangaçtı ilk karşılaşmamızda.   
“Olum Ziya, bu ne hal?”
Bir bana bir yere bakıyordu. Sanki altıma etmişim de donumdan aşağıya ıslanan kısmımı gösteriyordu parmağıyla. Utanmalı mıydım? Yoksa olağan bir şeymiş gibi mi davranmalıydım? Hem daha neyin ne olduğunu ben bile bilmiyordum.
“Ne olmuş ki?”
Ayyaş Yaşar bana bakıp pis pis gülüyordu. Bir yandan da diğerlerini çağırıyordu eliyle işaret ettiği yere.
“Ne o lan, yoksa şeyin de mi iki tane senin?”
Gülüşme sesi; gençliğin, takmamanın, muhabbetin kuru gürültüsü dalgaların yalın çığlıklarına karışıyordu sahilin bu ıssız köşesinde.
“İnkâr mı edeceksin oğlum! Baksana iki tane!”
“Hepimiz aynı anda çift görüyor olamayız ya!”
“Neden sende iki tane var? Başka neyin iki tane?”
“Nasıl yapıyorsun böyle bir hileyi anlat!”
“Seni hokkabaz! Nerenden çıkıyor lan o ikinci gölge?”
Beş ayrı polis tarafından aynı anda sorgulamaya alınan bir zanlı gibiydim. İşin kötüsü, suçumu inkâr edebilecek durumum hiç mi hiç yoktu. Ayağımın altında iki gölge, rüzgârda sallanan yapraklar gibi kıpır kıpır oynaşıyorlardı.  Farklı yönlere doğru uzadıkları için biri diğerinden uzun görünüyordu. Akreple yelkovandan başka bir şeyi olmayan büyük bir saatin merkezi gibiydim adeta.
“İki gölge olması için ya iki Ziya olması lazım ya da iki güneş. Ha ha ha, bu durumda ikisi aynı şey. Güneşin Ziyası var karşımızda.”
Bu espriyi yapan Kemal olmalıydı. Kimsenin anlamadığı laflar edip, kendi kendine gülmesi, sonrasında arkasındaki ordunun isteksizliği karşısında dumura uğrayan komutanın bozgunluğu.
“Ne diyorsun Kemal yaaa, çekil şöyle ayakaltından da çıkaralım bu adamın foyasını.”
“Foya moya yok oğlum, baktım ben her tarafına. Adamın iki gölgesi var işte.”
“Saçmalama oğlum, kimsenin iki gölgesi olamaz. Hem aramızda birimizin iki gölgesi olacaksa neden Ziya’nın oluyor, benimkisi olsun.”
“Bırakın şimdi şamatayı ya! Otobüsü kaçıracağız. Beş dakika sonra kalkıyor. Hadi toparlanın, depar atalım durağa kadar.”
Bu son lafı söyleyen Zilli Yıldırım’dı. Sınıfta zile kaç dakika kaldığını saniyelerine kadar her daim bilir, sorulduğu anda yanıtlardı. Önceleri adı Zilci’ydi ama söylemesi zor olduğundan mıdır nedir bir süre sonra Zilli’ye dönüşmüştü adı.
“Hadi o zaman koşalım oğlum. Otobüsü kaçırdık mı gece burada kalırız. Cebimde on lira var zaten, onu da leş gibi kokan bir otel odasına veremem.”

Hep birlikte koşmuştuk. Gölgelerimiz önlerimizde, onları yakalamaya çalışır gibi seğirttik otobüs durağına doğru. Birbirine girmiş karartıların peşinde ilerlerken kimse fark edemezdi benim ikinci gölgemi. Karışınca diğerleriyle fark edilmiyordu varlığı ne de olsa, tıpkı kalabalıklar içinde seçilemeyen sıradan bir insan gibi. Ne koşarken ne otobüsteyken ne de kasabaya varır varmaz girdiğimiz dönercide aklımıza gelmişti öğleden sonra yaşadıklarımız. Akşam arkadaşlardan ayrıldıktan sonra eve giden yokuşu tek başıma çıkarken bir sokak lambasının cılız ışığının altında durmuş, önce ışığa sonra da asfalt boyunca yayılan gölgeme bakmıştım. İçimde kabaran duygu merak, kaygı veya heyecan değildi, düpedüz korkuydu. 

09 Ocak 2016

EIGHTY FIVE


-          Banggg!

We all stared at the door, slowly moving back after the bang. Like a recoiling cannon, the door wiggled till a point where we can call it something between ajar and open, or neither for the sake of staying neutral in this tense time. No one uttered a word, perhaps the question was which one of us would stand up, walk to the door and then close it after rebooting the handle bar. Once the door stopped moving,  silence flooded into the room like some kind of unreasonable remorse. At that moment, I heard the seconds of the clock on the wall and that meant something to me, something dangerous. If time starts making itself visible, that usually means I ran out of distractions. Finally I had the courage to blame someone. In the time of crisis, blaming a person before he or she blames you can put you one step ahead of others.

-          I don’t understand what made Chris so angry. I gave your exam to my students and I graded it according to the rubric that you provided. The average is 71. How could I possibly know the average in advance? This happened because of your exam Theo, it is all your fault. I said let’s make it easier, let's make it different from a standard test.

Theo stood up from his chair and walked to the door.  He seemed he did not hear the accusation I just made or walking to the door without saying a word gave him some time to digest the gravity of my bitter words. Isn’t time a double-edged sword, especially during the hesitating moments? When you think it is real, it turns into a joke. When you think it is an illusion, it takes revenge from you.

-          Why do you blame me for your problem, my friend? I prepared the exam at the difficulty level of the exam our students will take at the end of the year. I cannot make it easier or more difficult. And, I cannot change the grading rubric either, it is standardized by the exam organizers, solutions come with the questions.
-          So what should we do now? The average of my class is 71.
-          It is supposed to be 85.
-          But, but, how can I move it?

He leaned on his desk, the cleanest and the tidiest in the office.  Whenever I look at it, it reminded me how it shows his lack of confidence, his lack of passion about the precision and beauty. His eyes were rolling on the lifeless objects in the office while his body slowly sank into the desk like the drops of water sucked by a sponge. At one point I fantasized he would say “There is no butt except for the one you sit on, my friend!”. Perhaps I waited for this insult so that I can have a reason to attack, the power of the oppressed soul… But he said nothing to provoke me, except for his usual “my friend” petting.

-          Look my friend, keep it simple. Perhaps, what Chris says is true. He is the principal and we are just teachers, he must know more than us about how to keep the balance of parents, school management and students. We have to keep the average at 85 for all classes and for all teachers. This will make the school proud of us and our school will not look behind any other school in the city. Don’t forget that everybody in the entire country does this. If you don’t do it, you will be punishing your students by depriving them of the high scores which they probably deserve more than many others. Also think about the difference in teaching styles or teaching skills. An average of 70 will mean you are a bad teacher. That is what they will make out of it. Don’t expect them to make statistical analysis based on the data sets. Powerful people keep things simple as long as those things help them keep the power.

-          I don’t care about what they think about my teaching skills.
-          Yes, you do my friend!
-          No, I don’t, Theo.
-          Yes, you do! Everybody does.
-          Believe me, I really don’t! They are not in a position to judge me, especially after this stupid 85 obsession. I am not gonna let them do this to me.
-          Do what to you? Calm down! No one is doing anything bad. It is just a matter of choosing a side between being stubborn and being harmonious.

I took a deep breath as I usually encounter the use of the word “harmonious” to crush the truth and to hide the unsatisfied souls.  We sacrifice our inner harmony to create a harmonious society which dies from inside because of all the fakeness and appropriations. How is it possible to make life better by hiding the truth?

-          I don’t think it is right to inflate the grades just to make someone happy. It has nothing to do with my teaching or your teaching. It is about numbers and the people who don’t understand the numbers.
-          If not your teaching, then think of me and Ginny. Ginny’s average is 85, mine is 85. And there is Lee too. Her average is 86. Yours is 70. And we all teach the same course!
-          Mine is 71. Actually 71.3.

I perfectly knew that there is no significant difference between 70 and 71 but I still said 71 because I believe using certain numbers instead of others gives one the right of feeling superior, however it might sound superfluous. 70 is for common people, for managers who use numbers only to enhance their position, for workers whose everyday is a copy of the any other days, for the receptionists at the 5-star hotels who smile at 5 Mao changes… 71 is for scientists who want to make sure 1 is a big number in certain cases. 1 is the probability of absolute certainty for a statistician. For a chemist, 1 increase in the atomic number can turn platinum to gold, 1 more increase turns gold into mercury.

-          Whatever! 70 or 71. There is not much difference. The important part is the huge gap between 71 and 85 because this gap can mean two things. Either you are not a good teacher to teach your students well or Ginny, Lee and I are changing the grades to make the average artificially high. The latter one will put us in the wrong side. You would be betraying us!
-          And I would be betraying the truth if I make my grades artificially high.
-          Truth, what? Are you hearing yourself? You are the one who keep bragging about how truth is a social construct whenever you drink half a glass of beer. What happened? Lost your post-modern orbit? What are you now? Anarchist? 
-          That is not the same thing. 85 means 85 everywhere in the universe.
-          Ohhh, now we will talk philosophy? 85 in China means good and successful for the students, not against the social harmony, not disturbing any parent, not creating a problem for the school management, not destroying the fine balance in the educational institutions.
-          85 also means coffee in China.

This was Lee, the coffee addict of our office, the cute one, the young one who seems not messing with elders’ businesses. Never serious about anything, but always responsible, always vigilant. Her quietness never meant she did not have ideas as most of the time, she knew more than the both sides of a conversation. However, in the entire world we have seen her adamant only about one topic: coffee! We even made a few bets about her coffee addiction during the festive days. How many cups will she drink in a particular day? 5 or 6? If we cut her wrist, we will see red blood or brown blood? Can she differentiate 10 Yuan coffee of the local shop from a 30 Yuan coffee from the Starbucks? For this last one we tried a test and the result was not significant.

-          What about the fairness?
-          Why do you care about fairness if your boss doesn’t want you to?
-          Because I am an educator, not a trained monkey at a circus.
-          Ha ha, you are exaggerating my friend. Take it easy, relax a bit. Do what you are told and leave it behind. Submit the grades that they want to see and tomorrow begin your holiday.
-          Your pragmatism sometimes makes me sick!
-          And your fake, embellished, irrational cling to the so called educational principles makes everyone sick here. Tomorrow, holiday starts and everyone goes back home. You did not submit your grades yet.
-          You are so selfish Theo, so megalomaniac! You want the entire world spins around you. As long as you save your face and your pocket, you don’t care.  

Perhaps, I shouldn’t say these last words but I could not resist. They want to make me keep the average at 85 no matter how I do it and I entered a hole in which I felt compelled to rebel.

-          Why don’t you use the spreadsheet I prepared. It seems working fine. Once you enter all the grades, the program handles the rest and gives you a perfect 85 average.
-          Yes, I checked the spreadsheet already. My problem is not the 85. I am fine with it as long as the principle of fairness has not been violated. When I move the average to 85, those who scored very low will have a huge increase on their grades and those who scored very high will have very little increase on their original grade, if not no increase at all. This is why I call it unfair, especially to those who study hard to get higher than 90 in the exam.
-          Ohh my friend, ohh my friend! You got everything upside down! Take a deep breath once and think practical.
-          Can you stop calling me my friend? This is what! Third or fourth, might be even fifth, since Chris banged the door. I have a name, either call me Allan or…! Or say nothing! You always do this. When we argue on an issue, you are not supposed to call me “my friend” in a way something is wrong with me and you are gonna fix it by talking soft and nice. Instead of playing rhetoric, set up creative arguments. I say “fairness”, you say “my friend, my friend”. Don’t you know anything else? How is this a healthy conversation between two educated people?

Nobody is used to my little tantrums, even myself. It is strange that once you enter a road to be different from others –or to be yourself-, you feel the pressure of the prying eyes to stay on that road no matter how things change afterwards. Then you inevitably become one of them, although your words will deny it as long as you remain within the borders of the road. To stay on the road no more will mean looking for the truth because you and the road are unified in a way your mind has been invaded by the principles of the road. Then all is reduced into keeping the integrity of the road, however this might challenge the truth itself. There is something more surprising than this self-imposed exile. It is the confidence you borrow from the road. It boosts your inner voice and makes you a monster, something you did not know it existed in you.

-          Ok, ok, alright. Sorry about that, if I have offended you. We work in the same office and we can sort things out without sacrificing our friendship, right?. Let’s get back to our original topic. What fairness are you talking about? How can you be fairer than a school which is operated by a socialist government? Listen to me. You live in this country as a guest and you are obliged to do what you are told as the guests usually do. You don’t go to a house to criticize the host’s choice of carpet or furniture. You just enjoy the food, the conversation, the atmosphere and then leave. If you don’t behave, believe me the land lord will find a way to get rid of you. It will be a matter of time, not a matter of effort!
-          Are you threatening me?
-          No, I am just telling you that you don’t obey the orders of the host, you will be threatened by the host and it won’t be so wrong.
-          But we are educators, professionals, we know what we are doing!
-          So what? Don’t you think Ms Xiang is an educator? Don’t you think she knows what she is doing?
-          I am not going to make my average 85. Let’s see what they can do about it.
-          Be smart, be practical, nothing good will come from your silly stubbornness. By the way, what is wrong with increasing the grades of those who scored low. Aren’t we supposed to help those who are unfortunate in life.
-          Ha ha ha, they are not unfortunate, they are lazy.
-          They are unfortunately lazy. The others are fortunately hardworking. We are not the same but at the same time to keep the society in peace we need to keep the gaps as close as possible. If we let the gap widens freely then the social contracts that keep us together will break off and we will be scattered like the beads of the shuzhu[1]

I didn’t know what a shuzhu was but I didn’t want to ask either. It was most probably something he learnt from his Chinese wife or from her family. If he uses the social contract card against my argument, this means he has no logical ground to defend his position and he is using the big picture of social balance as a shield.

-          So you insist I must make my average 85, no matter how!
-          At least 85 actually. You can make it 86 or 87. Just don’t go above 90.
-          But, I mean… What I mean is…
-          There is no but my friend, no butt except for what you sit on! Make your average 85 so we will not have the same problem again. You see, he is angry to you but cannot say it directly so he storms into the office and shouts at everyone.
-          There is no justifiable way of making my average 85. Any method of moving the average to another number will cause unfairness to some students, especially to the good ones.
       
      He looked at me without moving his lips but I somehow heard what he was saying in his head, things I say to myself all the time: You are one of those people who exist only when they are hurt, right? Only pain can awaken you, only after someone pours salt on your wound you start realizing that you are real. Someone should hurt you so you will begin feeling your self as a human being. That is selfish my friend, very very selfish. Stop torturing your delicate soul because breaking the mirror will not help you to get over the guilt of your ugly face which actually represents something deeper, something more solid.

-          Think of it like progressive tax system, Allan. The more you earn, the higher proportion of your income is taken from you as tax. It is almost the same thing. The more you score, the less subsidy you will be receiving from the teacher. Government is helping the poor and you are helping the slow learners.
-          Stop using politically correct words for lazy students.
-          So do you mean poor people are poor because they are lazy?
-          No, your analogy is useless. That is not what I mean! And I never said poor are poor because they…

The door opened at that moment and I stopped talking. It was Chris again, this time he seemed calm. The signs of anger from the previous explosion could still be seen but they were more like apologetic lines on the sides of both eyes. Or this was how I wanted to interpret.

-          Can we talk Allan? Outside please!

I said nothing, gave a quick stare to Theo as if I wanted him to understand that I am going to win soon. I was going outside to defeat the cheaters, the ones who change the truth for their own sake. I, the true defender of knowledge, was going to fight for my hard-working students and their high exam scores.

We walked and talked for more than half an hour in the playground. The summer breeze and the red leaves of the trees somehow made the conversation seem more real to me. It was not a joke, summer was in the air, sky was almost blue and I have a ticket for home, departing two days later. I found it quite hard to focus on the arguments while walking through the green dances of the trees and flashing sun beams coming through the crowd of the branches, spreading over our heads like palm leaf roofs of a beach restaurant. Knowing that winter was over was one thing but feeling the summer in my lungs was another. I looked at resurrection of life before my eyes, the cycle which did not care about my struggle for integrity, nor the 85 obsessions of the school. Life, with its immense power, as happening outside our petty problems. It was spinning around, leaving me with a sweet taste of vertigo, with the loves that have never been lived. Chris was talking and I was pretending to listen. At one moment, I realized that our walk-and-talk will not have an end if I do not make changes in my attitude.   

I made the same arguments to Chris over and over and he responded me with the same arguments that I have been hearing from Theo. We were not progressing at all. At the end, I asked him if he let me to do whatever I want as long as I keep my average at 85. He first looked suspicious but then could not figure out what kind of game I might have planned so he said “yes”.  We shook hands like two businessmen agreed on a rent contract. Before separating he said, “please e-mail me your grades before 2 pm today”. I nodded quietly and went back to the office.

-          So? What did you agree on?

Theo asked with great enthusiasm. He had the expectation of change, the expectation of me getting bent by 180 degrees in the hands of the principal.

-          I agreed to keep my average at 85.
-          Finally you find the right path, my friend. You see, it is not that difficult. All you have to do is to accept the fact that truth is a social norm made available by the society. 
-          Stop speaking non-sense. I just agreed on keeping my average at 85. Nothing else. And he agreed on accepting the grades that I am going to send as long as the average is 85.
-          So? You will use the spreadsheet I developed, then? Won’t you?
-          No way, I will give 85 to each one of my students. The average will remain at 85 and standard deviation will be zero. Isn’t it perfectly harmonious? Ha ha ha… No poor, no rich, everyone is equal.
-          But it will be unfair to all of your students.
-          Good one Theo, good one! You change your side now. But it is too late...

                                                                              Ali Rıza Arıcan
                                                                  January 9th 2016, Changzhou










[1] Prayer beads used by Buddhists