Bu Blogda Ara

17 Temmuz 2020

ÇETİN CEVİZ


                                                               
               
                                                                                 Gospodinov’a...

Üniversitede okurken Çetin adında, doğduğu gün de dahil olmak üzere yaşamış olduğu tüm deneyimleri en ince ayrıntısına kadar anımsayabildiğini iddia eden bir arkadaşımız vardı. Sınav haftalarının sonunda takıldığımız o salaş birahanede -Kirli sarı bir boyayla kapısının üstüne büyük harflerle DEMPEREST yazılmıştı öğrenciler tarafından. Altına da küçük harflerle “sarhoşlar giremez, ayıklar çıkamaz.”- art arda sıraladığı anılarıyla bizi hem şaşırtır hem de yorgun zihinlerimizi insan belleği üzerine kaçınılmaz sorularla başbaşa bırakırdı. Öyle ya, annemin rahminden yola çıkıp, hayatımda ilk defa ışıkla karşı karşıya kaldığım ânı az önce yaşamışım gibi anımsıyorum diyen bir insana nasıl inanabilirsin ki! Anlatırdı gerçi; doğduğu odadaki sarı papatyaların üzerine konan minik arıyı, annesinin yorgun ve terli göz kapaklarını, babasının şaşkın şaşkın sağa sola sırıtan ablak yüzünü, hemşirelerin zoraki sevincini... İki yaşındayken benekli bir plastik topa basıp düştüğünü ve başını sehpanın kenarına çarptığını, üç yaşındayken babaannesinin sırtında yedi kilometrelik karlı köy yolunu gidişini, dört yaşında bahçede odun kesen dedesini izlerken baltanın ucundan sıçrayan L biçiminde bir çıra parçasının alnına çarpışını -daha sonra ateş yakmak için kullanmışlardı bu çırayı-, beş yaşındayken evin önünde bulduğu yeşil benzin bidonunu büyüklerin içtiği kokakola zannedip kafaya dikişini ve ardından birkaç gün boyunca verdiği her nefeste etrafa araba eksozu gibi bir koku saldığını, altı yaşında sınıf arkadaşlarından bir yıl erken okula yazılırken müdür beyin yanaklarını sıkıp canını acıtmasını, yedi yaşında sınıfın en güzel kızı olan Hilal’in onun sırasına çizdiği gül resmindeki yedi yaprağı... Renkleri, yüzleri, rüzgârın sinek kanadı gibi salladığı yaprakları, birbirinin içine giren gölgelerin su birikintisindeki minik dalgalar gibi birleşip ayrışmalarını, yaz güneşinin kirpiklerin ucunda yarattığı gölgeli kıvrımları, sakin göl akşamlarını süsleyen yakamozların ezeli danslarını ve daha pek çok ayrıntıyı öyle güzel bir şekilde ifade ediyordu ki biz sıradan gençler çoğu zaman onun anlattıklarının kendi deneyimleri olup olmadığı sorunsalına kafamızı pek takmıyorduk. Bunun iki temel nedeni vardı. Ucuz biranın midemizi şişirip ve aklımızı dumura uğrattığı o dumanlı gençlik akşamlarında, hep aynı karı-kız ya da futbol muhabbetlerinin etrafında dolanan aşktan mahrum ruhlarımıza serpilen bu serin -ve farklı-  sular bizleri bir hayli eğlendiriyordu. İkinci neden ise biraz daha teknik, biraz daha kolaycı. Çetin, anlattığı anıları uydurmuş olsa bile bizlerin bunu kanıtlamamız imkânsızdı. Belki annesinden, babasından, kendisinden yedi yaş büyük olan ablasından öğrenmişti çocukluğuna dair pek çok olayı. Sonrasında da biraz ayrıntı ekleyip, güzel bir dille bize sunuyordu. Kaybedeni yoktu bu oyunun, hem o hikâyelerini dinleyecek birilerini bulduğu için mutlu oluyordu hem de biz birbirinden ilginç eski anıları birkaç saat önce yaşanmış gibi heyecanla ve ilgiyle dinlerken mest oluyorduk. Kuşkularımız vardı belki ama bu kuşkuları asla birbirimize açmazdık. Ağza alınmayan bir aile sırrı gibi kaldılar yıllarca kafamızdaki bu soru işaretleri; ağza alınmadıkça da kurudular, ufalandılar ve unutuldular. 

* * * 

Öykünün tamamını bir edebiyat sayfasına gönderdim. Yayımlanırsa, buraya ağbağını koyarım. Yayımlanmazsa, onlara gönderdiğim son halini burada yayımlarım.

aa