Bu Blogda Ara

28 Ocak 2023

SARI ÇİZGİ*

Merdivenlerden inerken hissettim ilkin, lokantadan çıkmadan hemen önce ağzıma attığım anason çeşnili bir avuç çerezin boğazımı hafiften tahriş ettiğini. Azımsanamayacak derecede bir yanma hissi, gülünç denilebilecek bir gıdıklanma, ne kadar yutkunsam da yemek borumdan aşağıya inmeyen, inmemek için direnen, bilakis inatla tutunduğu boğazımın iç çeperlerini acıtan sinsi bir gıcıklık haliydi bu. Sanki küçük dilime takılmış bir zımpara kâğıdı, dikenini etime batırmış bir kaktüs bitkisi ya da ağzımın içine doluşmuş ısırgan otu yaprakları… Ben zorladıkça daha da çok yıpratıyor damağımın arka duvarındaki hassas dokuyu. ”İyisi mi vazgeçeyim, unutmaya çalışayım, o da durduğu yerde iyileşir.” diye nasihatte bulunuyorum kendi kendime. Hep yaptığım gibi, bu ülkede yaşadığım yıllar boyunca yumuşak bir zorbalıkla kendimi alıştırdığım gibi, daha öncekilerin bir işe yaramadığını bilen içimdeki diğer benin yılgın sesini ne pahasına olursa olsun susturmak ister gibi... Oluruna bırakıyorum tortuyu, ben onunla ilgilenmiyorken düzelsin istiyorum, ben onu unutayım ama hiçbir şeyi unutmayan zaman sırası geldiğinde söküp atsın onu tutunduğu pürtüklü yüzeylerden diye ümit ediyorum. Öyle unutayım ki hatırlayınca içimi yoğun bir neşe kaplasın, “Ahh!” diyeyim yokuş aşağıya seğirten gümrah bir heyecanla, “ne basit sorunlarla, ne anlamsız safsatalarla, ne lüzumsuz kuruntularla ağrıtmışım başımı!” 

Platforma inince gideceğim yönü tayin edip, cam kapıların birisinin arkasında beklemeye başlıyorum. Sağımdaki ekranda trenin gelmesine 3 dakika kaldığı yazıyor. Tekrar yutkunuyorum, “Belki gafil ânına denk gelirim de anlık bir darbeyle mideme gönderirim” diyorum içimden. Kimdi o, Tanrı’yı gafil avlayıp fotoğrafını çekmek isteyen? Bu topraklara ait olmadığı kesin, uzaklardan, okyanusun diğer ucundan, benim doğup büyüdüğüm yerlere bile çok uzak bir diyardan gelen bir sesti o. Yok, hâlâ orada, umurunda değilim ukala şeyin. Balığın kılçığı gibi çengelini takmış boğazıma, belki de ben zorladıkça bal görmüş karınca sürüsü gibi daha çok yayılıyor vücuduma, bir örümcek gibi sarıp sarmalıyor iç organlarımı, bir sarmaşık gibi sabırla örüyor ağını iç dünyama. “Bir parmak atıp çıkarsam mı acaba!” diye geçiriyorum içimden. Kendi bedenimi tahayyül ediyorum o anda; yangın söndürme cihazlarıyla oturakların arasında kalan parlak zemine çömelmiş bir halde, iki büklüm olmuşum. Hasta bir kuğununki gibi upuzun ve takatsiz bir boynun ucunda sallanan zararsız bir gaga haline gelmişim. Sapsarı kesilmiş yüzüm duvara dönük, ayaklarıma doğru ağır ağır akan yeşil sıvı yanımdan geçenlerin cıkcıklamasına aldırmadan köpük köpük ışıldıyor, yeni yakılmış bir buhurdan gibi ince bir duman yayılıyor merdivenlere doğru. Maskem de bu yoğun lav akıntısının ortasına düşmüş, kâğıttan bir kayık gibi yüzüyor, birazdan şelaleyi boylayacak salaş bir sandal gibi raylara doğru sallana sallana ilerliyor. “Yok daha neler, o kadar da değil! Metro durağında böğürerek kusmaya mı kaldık kala kala. Zamanı gelince çıkacaktır.” deyip vazgeçiyorum bu anlık fanteziden. 

Ehm ehm, ehhhhhm, ıhhhhh! Bana mısın demiyor! Tuvaletler de yukarıda kaldı. Lanet olsun. Maskem de ağzıma girdi durduk yere! Tü, tü, tü… Gören var mı acaba etrafta? Ne yapıyor bu adam böyle demesinler! Gerçi durakta pek fazla yolcu yok, hafta içi bu saatte metro istasyonu ne kadar da sakin oluyormuş. Hep gelmek lazım, en azından serin, sessiz, bomboş, dışarısı gibi insan kaynamıyor. Her taraf ışıl ışıl, nasıl temizliyorlar, neyle temizliyorlar da bu kadar parlıyor yerler acaba! Yüksek tavanlardan gelen ışığın, çarptığı her yerde bin parçaya bölünüp dalgalar halinde istasyonun dört bir yanına yayılması da izlemesi ayrı bir güzellik. Sanki şafak seyrine yüksek bir dağa çıkmışım da güneşin ayaklarımın altında kalan her şeyi yıkayıp paklayan tayfları karşısında içimde kabaran hayranlık hissi beni kösnül bir cümbüşün içine doğru sürüklüyor. Ehm, ehm, ıhhhhh! Boğazıma değil de aklıma takıldı bu zıkkım. Güzel bir şey düşünmeme bile engel oluyor, iki dakika zevk-ü sefa sürmeme izin vermiyor. Nereden de attım ağzıma o kızartılmış fasulyeyi? Halbuki çok iyi biliyorum, ne zaman yesem bu mereti kabuğu boğazıma yapışıyor, üzerine lıkır lıkır su içmem gerekiyor tekrar rahatlamak için. Sana göre değil işte be adam, anla artık. İstediğin kadar bu ülkede yaşa, bazı şeylere asla alışamayacaksın, bazı şeyler derini kaşındırıp gözlerini acıtacak. Hem sen inat edip alışsan bile bünyen reddedecek, sana küsecek, miden ve bağırsakların saatler sonra dahi olsa intikamlarını alacaklar. 

Öhhööö, öhhöööö… Canlı canlı yenen kalamarın, yiyen kişinin boğazına yapışıp nümayiş düşkünü insanları yere sermesi gibi bu fasulye kabuğu da benim sonum olur mu acaba! Yok ama, soluk alıp verebiliyorum nihayetinde. Tek sorun boğazımdaki kaşınma arzusu, diş fırçasını sokup gümüş takımları parlatır gibi ovalamak istiyorum orayı. Hak ettim ama, ne demişler, tedbirsiz hacet gideren domala domala taş ararmış! Kim demişti bu lafı? Geçen haftaki tuvalet fuarına beyaz yüz olarak katılan gençlerden birisi. Türk bir emekli kargo pilotuymuş, karısından uzak bir gece geçireceği için mart kedileri gibi gördüğü her kıza çengel takmaya çalışıyordu.  Sanki adamları bu fuar için özel olarak seçip getiriyorlar. Ha ha ha, boğazım acıyor, gülemiyorum bile. Zıkkımı tıkınırken iyiydi, hapur hupur hapur hupur, sadece ağzın değil kıçın başın her yerin bayram ediyordu taneleri midene gönderirken. Hayır be adam, azıcık sahip çıksana iradene, az sonra metroya bineceksin, hiç mi düşünmüyorsun ağzım kokar diye, hiç mi aklına gelmiyor diğer yolcuları canlarından bezdiririm diye! Hadi başkalarını bırak, zevkten dumura uğramış beynin hiç mi idrak edemiyor bu kadar hızlı yersem lokmayı soluk boğazıma kaçırırım, geberir giderim diye. Gerçi biranın yanında iyi gittiydi acılı acılı, ağzımın içi kâh yangın yeri oluyordu kâh buz gölü, kâh yanardağ kâh okyanus… Şimdi de intikamını alıyor alçak şerefsiz! Hayat böyle işte, bir kapıdan verip diğer kapıdan ücretini tahsil ediyor. Bunu idrak etmek için acı çekmek şart mıydı? Şarttı tabii ki, başkalarının nasihatleriyle hayat öğrenilseydi şimdiye dek çoktan yeryüzünde cenneti yaratmış olurduk. İlla o hatalar yapılacak, ille baş yakılacak, illa herkesin ezbere bildiği bir takım kadim acılar çekilecek… Ehm, ehm, ehm… 

Metronun gelmesine 2 dakika var. İstasyon boyunca bir ileri bir geri yürüyen güvenlik memuru kaşlarını çatıp bana bakıyor, gözleriyle ölçüyor boyumu, kilomu, nereli olduğumu. Boğazımın yutkunduğunu, gözlerimin sulandığını, şakaklarımın kızardığını da sezebiliyor mu acaba? Sezse ne olacak? “Sen neden ikide bir boğazını temizliyorsun bakalım!” deyip hesap mı soracak benim gibi yaşlı bir adama? Sanmıyorum; aşıların tamsa, test sonuçların güncelse, masken takılıysa, girişte yeşil koduna ve vücut sıcaklığına bakmışlarsa -hepsi de tamam bende- hiçbir aklı başında güvenlik görevlisi boğazından hırıltılı sesler çıkaran bir yolcuyu hesaba çekmez. Başı belaya girsin istemez çünkü. Hele ki benim gibi bir yabancıyla uğraşmayı göze alamaz. Hassas bir denge var bu ülkede, herkesin bildiği ama kimsenin üzerinde konuşmadığı. Çizgi alabildiğince ince, ifrata da tefrite de çok müsait. Hata yaparım korkusuyla kimse inisiyatif almıyor, dolayısıyla tepedeki emir aşağıya inene kadar bin kat daha sertleşiyor, bükülmez ve kırılmaz hale geliyor. Kimsenin hata yapmaya, hususi durumlar için çözüm üretmeye, oturup bir kere bile olsun “Ya, iyi güzel de biz bunu neden yapıyoruz” diye sormaya cesareti yok. Kurallar kurallar kurallar… Zayıfları çizgide tutmanın tek yolu ya çizgiyi kalınlaştıracaksın -Ha ha, nerede bizde o şans!- ya da çizginin iki tarafına ateşten teller öreceksin. Bak bak bak, gözlerini nasıl da dikmiş bana, avına odaklanmış bir kaplan gibi. Ne istiyorsun be adam, boğaz temizlemek de mi yasak! Istakoz yedim az önce, deniz hıyarı ve kuzey denizlerinden gelme mavi sırtlı yengeç yedim. Zenginim ben, saçıyorum paraları, metroya da sıradan birisi gibi görünmek için biniyorum. Yürü git işine hımbıl herif, volta atmana bak sen. Senin cakan ancak bu şehre yeni gelmiş ve senin o ucuz üniformanı görünce süklüm püklüm olan göçmen işçilere söker! Ben on yıldan fazla bir zamandır bu şehirliyim. Sen yokken ben vardım, anlıyor musun? Basıyor mu o sümsük beynin? Bana doğru yürüyor, hay bendeki talihsizliğe. Ne olur ne olmaz, ben yine de sessiz olayım, durduk yere başım derde girmesin, hah şöyle, örnek vatandaş, her şeyi düşünür ama hiçbir şeyi söylemez. Aklı var dili yok. Dili olduğu zamanlarda da aklı yok. Öyle, papağan gibi bir şey. Ayağımı da sarı çizgiden çekeyim, eller arkamda, başım önümde. Hah, tamam oldu işte! 

Uzun boylu, geniş omuzlu, siyah çerçeveli gözlük takmış görevli yanımdan geçerken nefesimi tutuyorum. Bir arkadaşımın “Eskiden kalabalık içinde osurmaya çekinirdik, şimdi öksürmeye çekiniyoruz.” demesi geliyor aklıma. Gülmek istiyorum, bir şiş saplanıyor boğazıma. O acıyla daha fazla tutamıyorum kendimi. Öksürmeye başlıyorum. Öhhö, öhhö, öhhhhööö… Maskemi hafiften çeneme doğru indirince az önce yanımdan geçip giden güvenlik görevlisinin geriye dönüp bana baktığını fark ediyorum. Eliyle maskemi ağzıma doğru çekmem için işaret ediyor ama hiç de öyle uyarıları dinleyecek halde değilim. Salıyorum kendimi, artık kararlıyım boğazıma saplanmış ve kök salmaya ant içmiş o kabuğu tutunduğu yerden koparıp atmaya. Öksürmeye, aksırmaya, yırtınmaya devam ediyorum. Lanet olası kabuğun laf dinlemeyeceği aşikâr, artık istenmediği kendisine açık açık belirtildiği halde bir türlü evi terk etmeyen arsız misafir gibi. Güvenlik görevlisi bana doğru yürüyor. Neden bilmiyorum, anlamlandıramadığım bir kaygıyla ben de aynı yönde yürümeye başlıyorum. Bir yandan öksürürken bir yandan da trenin platforma varacağı zamanı kontrol ediyorum. Evet, 1 dakikadan az kalmış, belki kırk saniye, belki yirmi. Bu şekilde yürürsem güvenlik görevlisi bana yetişemeden ben trene kendimi atmış olurum. Bu iyimser düşünce, bu minicik umar kırıntısı kesiyor öksürüğümü. Tamam diyorum içimden, herhalde çıktı kabuk, ağzımın içinde dolanan yabancı bir cisim arıyor dilim, yuvasından dışarıya kafasını çıkarmış bir yılan gibi dişlerimin arasında geziniyor. Bir şey bulamayınca eski taktiğe geri dönüyorum. Yutkunuyorum. Hayır, hâlâ orada. Jilet kesiği gibi acıyor boğazımın sol yanı. 

Ehmmm, ehmmm! Trenin ışığını görüyorum uzaktan, yaklaşıyor, yaklaşıyor, arkamdaki güvenlik görevlisi bağırıyor. “Hey sen, bir bakar mısın? Neyin var?”. Ayak seslerini işitiyorum, sıklaşarak bana doğru geliyorlar. “Bir şeyim yok” diyorum zayıf bir sesle, o kadar zayıf ki bana ait değil sanki. Tren yavaşlıyor, vagonlardaki koltuklara oturmuş, gözlerini cep telefonlarına gömmüş yolcuları görüyorum. Sona doğru yolcu yoğunluğu da artıyor iyice. Ya da psikolojik bir yanılsama bu. Seçenekler azaldıkça kaçırdığı fırsatların değerini daha iyi kavrayan bilincin bana ve tüm insanlığa oynadığı basit bir oyun. Güvenlik görevlisi bana ulaşmadan binebilecek miyim trene? Yoksa enseleyecek mi beni? Bendeki tüm bu kuruntulara rağmen metro durağında benden ve güvenlik görevlisinden başka hareket eden yok sanki. İki vagon beride bir anne ve çocuğu cam kapıya iyice yanaşıyorlar. Kadının bir elinde telefon var, diğeriyle çocuğunun kolunu tutmuş. Onların da berisinde yaşlı bir adam var, o da cep telefonuna bakıyor. Duraktaki ışıklar o tarafta etkisini yitiriyor olsa gerek ki telefonun ışığının adamın yüzünde bıraktığı ışıltıyı görebiliyorum. Tapınaklardaki Buda heykellerinin kafaları gibi, aydınlanmış, sükuna ve huzura ermiş. “Hey sen, sakın binme trene. Konuşalım önce!” Cam kapı açılıyor, ama binmiyorum. Bir sonraki kapıya yöneliyorum. Ne yapıp ne edip arkamdan binmesine izin vermemeliyim. Anonslar, uyarılar… “Lütfen kapı kapanma sinyali öttükten sonra içeriye girmeye yeltenmeyiniz.”, “Lütfen metro içerisinde müzik dinlerken kulaklıklarınızı takınız”, “Lütfen vagonları kirletmeyiniz.”, “Lütfen birbirinizle bağıra çağıra…” Bir kapıyı daha geçiyorum. Çok seçenek kalmadı önümde. Son iki vagon. Kapı kapanma sinyali ötüyor, güvenlik görevlisi hâlâ çok yakınımda değil ama her an yakalanabilirim. Komşu şehrin metrosunda cam kapılarla vagon arasına sıkışıp feci şekilde can veren yaşlı kadın geliyor aklıma. O da kapı kapanma sinyalinden sonra binmeye kalkmıştı değil mi? Kaynar bir ürperti göğsümü yakıyor. Dönüp bana doğru yaklaşan güvenlik görevlisinin yüzüne bakıyorum. Telaşlı gözleriyle yapacağım hareketi tahmin etmeye çalışıyor. Boğazımda o acıyı tekrar hissedince istemsizce öksürüyorum. “Öhhö, öhhö, öhhööö” Kendimi kapıdan içeriye atıyorum. Omzum kapıya tam sıkışacakken basit bir kalça hareketiyle vücudumu döndürüp vagona dalıyorum. Bu yaşta bu çeviklik, büyük bir aferini hak ettim. Kapı arkamdan kapanıyor. Güvenlik görevlisi arkamdan bağırıyor. “Neyin var dedim be adam! Kaçarak beni daha çok şüpheye düşürüyorsun.”

Kapının hemen yanındaki boş koltuğa oturuyorum. İçerisi istasyona göre daha serin, benden başka dört yolcu daha var. İlki turuncu tulumun içinde şekerleyen genç bir işçi, diğeri telefonunda oyun oynayan bir lise öğrencisi, sonuncular da telefonunda mesajlaşan bir anneyle bacaklarının arasına sıkıştırdığı küçük kızı. Onlar beni çok umursamaz diyerek hırıltılar çıkararak boğazımı temizleme gayretime devam ediyorum. “Ehhhm, ehmmm, ehmmmm…” Seninkisi inatsa benimkisi de inat! Öyle değil mi pek sayın fasulye kabuğu! “Ehhhm, ehmmm, ehmmmm…” Yolcuların umurlarında bile değilim. Şurada düşüp bayılsam trenden inmek üzereyken ayakları takılınca fark ederler. Tabii yani, daha mı önemliyim ben oyundan. Keşke ben de oyun oynayabilseydim şimdiki gençler gibi. Görüyorum arada, parklarda ya da alışveriş merkezlerinde, üç beş genç bir araya gelip cep telefonlarında birbirlerine karşı oyun oynuyorlar. Onların o sessiz sedasız, adeta bir şamanın büyüsüne kapılmış da transa geçmiş gibi görünen durumları bana aşırı dozdan dolayı sokak ortasında yığılıp kalan bağımlıları anımsatıyor. Biz küçükken yoktu böyle şeyler. Büyüyünce de iş işten geçmiş oldu. Oysa kim istemez ölüp ölüp dirilmeyi, karşına sert bir kaya çıktığında tali yola sığınıp bir süre dinlenmeyi, ikinci bir hayatı birincisinden aldığın derslerle sıfırdan şekillendirmeyi. Ya da tam tersine, ikincisinden öğrendiklerinle birincisinde caka satmayı! Bizimkisi hayatı tek atımlık bir oyun olarak yaşamak. Ölümü de ancak boğaza bir şey kaçtığında ya da uzun zaman görmediğin bir akrabanın vefat haberini aldığında akla getirmek. Hep derim ben, yaşlanıp başkalarının eline düştükten sonra ölmek yerine, kendi kendimin işlerini halledebildiğim bir zamanda ölmeyi yeğlerim. Arkamdan, “Çok yaşlanmıştı moruk”, “Öldü de kurtuldu”, “Ona da zordu, ona bakana da” demelerini istemem doğrusu. Tam tersine “Daha yapacak bir yığın işi vardı.”, “Yaşasaydı kim bilir ne projelere ön ayak olacaktı”, “Genç gitti, ardından gelenlere öğreteceği o kadar çok şey vardı ki” desinler, hakikaten üzülsünler gitmeme, eksikliğimi hissetsinler. Varlığı yokluğu aynı olan bir insansan ve arkanda bıraktığın boşluk bir gün içinde dolduruluyorsa hiç yaşamamışsın demektir. Öyle değil mi, öhhhööö öhhööö… Öğrencinin ilgisini çekmeyi başarıyorum ama hepi topu iki saniye sürüyor çocuğun bakışları. Bu bile büyük başarı. Ürkmüş olmalı. Burnunun ucuna düşmüş olan maskesinin en üst kısmını işaret parmağıyla baş parmağı arasında, tıpkı bir pilicin ümüğünü sıkar gibi sıkıyor. İyice yukarı çekiyor. Şimdi bir de bu moda oldu, eskiden gözlüğümüzü işaret parmağımızla yukarı doğru hafifçe iteler ya da çerçeveyi laboratuvardaki petri tabağı gibi tutup düzeltirdik. Bu hareketle kızlara çekici görünmek gibi bir amacı da gizlice güder, herkes öyle düşündüğü için de amacımıza bir nebze ulaşırdık. Öyle ya da böyle; sırf ceketin altındaki saat görünsün diye gözlüğüne dokunan film yıldızlarının, cazibesine kapıldığı erkeğe ondan etkilenmiş olduğunu gözlüğünün sapını dişlerinin arasına alarak gösteren sarışın bombaların posterlerine bakarak geçti bizim gençliğimiz. Şimdilerde maskenle yaşadığın ilişki karşındakine verdiğin mesajı belirler oldu. Bir de maskelerini indirirken adeta bir sapanı gerer gibi kulaklarına asılanlar var. Onların derdi ne acaba? “Yetti artık, git başımdan!” demenin yeni yöntemi mi yoksa?...

Tren duruyor, yeni yolcular biniyor. Üç genç kız, şakalaşarak giriyorlar vagona, tam karşıma oturuyorlar. Yeni çiçek açmış birbirinden zarif üç erik ağacı. Vagonun içi bahar havasıyla doluyor bir anda. Şimdi gel de boğazınla cebelleş. Üçünün de maskesi pembe, ya aynı yerde çalışıyorlar ya da aynı mekânda bir etkinliğe katılmışlar. Kaçar mı benden! Üzerlerindeki çiçekli böcekli elbiselere bakılırsa bugün özel bir gün onlar için. Ehmm, ehmm, ehmm, hhhımmm, hhhımmm… Elleri hemen maskelerine gidiyor. Burunlarını tamamen kapatacak şekilde kaldırıyorlar bezi, neredeyse gözleri de örtülecek. Doğrusu da o zaten, burundan giren virüs gözden girmiyor mu?  Öhhhöö, öhhhööö… Bu sonuncusunu bilerek yaptım, tepkilerini ölçmek için. Beklediğimi de görmüş oldum. Ödlekler! Ahmaklar! Öksüreyim de görün gününüzü, öksüreyim de daha çok korkun. Öhhööö, öhhööö, öhhööö… Karnıma bastırıyorum boğazımdan geçecek havanın tazyikini arttırmak için. Hafif bir titreşme hissediyorum dişlerimin arasında. Ha gayret, çıkacak bu sefer. Öhhöö, öhhööö… Aralarında fısıldaşıyorlar, sonra da mini eteklerini iki yandan çekiştirerek kalkıyorlar oturdukları yerden, yüksek topukların üzerinde bir yengeç gibi yalpalayarak diğer vagona geçiyorlar. Ay çok umurumdaydı, defolun gidin, hemen en yakın polis karakoluna haber verin, metroda birisi öksürüyor diye ihbarda bulunun tıpkı eli bıçaklı bir magandayı polise bildirir gibi. Siktir olun gidin, burası boğazına takılan kılçıkları ne pahasına olursa olsun çıkarmak isteyenlerin vagonu. Ha ha ha… Susmayacağım işte, öhhöö, öhhööö, öhhööö… Trenin içinde mekik dokuyan genç güvenlik görevlisini o anda fark ediyorum. “Eyvah” diyorum, “bunları unuttum!” Genelde iki tane olurlar, tren içinde bezgin bir halde, çölde susuz kalmış iki bedevi gibi yürürler. Gözümün ucuyla onları izlemeye başlıyorum. Birisi diğeriyle vagonların birleştiği yerde karşılaşıyor. Aralarında göz kaş işaretiyle iletişim kuruyorlar. Tıknaz olan ikide bir bana bakıyor çaktırmamaya çalışarak. O an aklıma düşüyor, duraktaki güvenlik görevlisinin trendekilerle iletişim halinde olabileceği. Bana yol göründü diyorum içimden. Bir sonraki durakta inip caddeye çıkayım bari. Yol kenarındaki dükkânların birisinden su alır, boğazımdaki kabuktan kurtulduktan sonra metroya geri dönerim. Güvenlik görevlisi maskemi yukarı çekmem için eliyle işaret ediyor. Maskem zaten yukarıda, ne yapayım kafama çuval mı geçireyim! Bana bakıp anlamsızca gülümsüyor. Belli ki duraktakinden haberi yok ya da haber henüz ulaşmadı kendisine. Derin bir oh çekip arkama yaslanıyorum. Anonsları, çaprazımda kalan gencin telefonundan gelen sesi, trenin altından gelen uğultuyu dinliyorum bir süre. Kafamın içinde sevdiğim müzikleri çalmaya yelteniyorum. Çello ile çalınmış Für Elise geliyor ilkin nedense. Annem çok dinlerdi gençliğinde. Dünyanın en neşeli insanına “Ben neden intihar etmiyorum?” sorusunu sordurtacak bir parçadır bu. Tam tersi de mümkün olabilir. İntihara meyilli, yaşamın dertleriyle malul bir zihne “Lan, benden de beterleri var.” dedirtip onu hayata da döndürebilir. Hayat dediğimiz şey, en sıradan düzlüklerden yola çıkıp en umulmadık, en sıra dışı, en fantastik zirvelere varabilme sanatından başka nedir ki zaten… 

İneceğim durağa beş durak var daha. Karşı camda kıpraşan siluetime bakıyorum arada. Bir yandan da elimle boğazımı okşuyorum, belki içerideki kasların beceremediğini dışarıdan destekle hallederim. Hırıltılarımı en aza indiriyorum, onlar gibi görünmeye çalışıyorum, kalabalığın içinde herhangi biri; sabahtan akşama kadar kendileri için belirlenmiş sınırlar içerisinde otlayıp süt vermekten, zamanı gelince çiftleşip sürüye yeni üyeler katmaktan ve yaşadığı sürece mevcut düzeni bozmamak için meeee meeee meeee demekten başka bir şey yapmayan sıradan bir koyun oluveriyorum. Olur mu, yapabilir miyim gerçekten? Kendi kendine yanan ve ışığını kimseye göstermeyen bir deniz fenerinin varlığının ne anlamı vardır ki? Maskemi sıkıp öksürmeye başlıyorum tekrar. Pek umudum yok ama olsun, belki bu sefer başarırım. Karşı camdaki titrek görüntülere bakarken aklıma sosyal medya hesabından virüsle yaşamayı öğrenmeliyiz diyen öğretmen geliyor. İki hafta kodes, hesabının kapatılması, çalıştığı okuldan atılması. Çizgi o kadar ince ki, dışına taşmamak imkânsız, ânında mıhlıyorlar adamı, ânında hizaya sokuyorlar. Sen sabahtan akşama kadar elinde çekiçle gezersen doğal olarak gördüğün her sivri şeyi çivi telakki edip, ânında ezersin. Anaokuluna giden çocuklar bile daha özgürler bu ülkede. En kötüsü de çizgiden çıkan kişinin ağzından yazılan özürler. Yer miyim lan ben! Çocuk mu kandırıyorsunuz? -Eveeeeeet, aynen öyle, çocuk kandırıyoruz! Bugüne kadar işe yaradı, bugünden sonra da…- Böyle bir ortamda virüsle yaşamayı öğrenmeliyiz deme cesaretini gösteren bir insan iki gün sonra, yani hapse girmeden hemen önce hakkında haber yapan gazeteciye “Çok büyük eşeklik ettim, devlet büyüklerim beni affetsin, ben ettim siz etmeyin, tarifsiz bir pişmanlık içindeyim.” der mi? Demez, ama o demese bile gazeteler o demiş gibi yazarlar haberi. Orta parmağını gırtlağına kadar sokup orada takılıp kalmış olan balık kılçığını çıkaran adama “Hayır efendim, çıkaramazsınız, geri koyun onu yerine.” demekten ne farkı var bunun? Yok ama, meeeeee meeee meeeee! Mutlu olmak istiyorsan meeeee, sorunsuz yaşamak istiyorsan meeeeeee, para kazanmak ve ailenle birlikte kazandığın paranın keyfini sürmek istiyorsan meeeeee! 

Dört durak kaldı. Tıknaz güvenlik görevlisi yine geçiyor önümden. Boğazımı sıkacakmış gibi dikizliyor gözünün kenarıyla. Sık, gel sık, belki sen çıkarırsın benim çıkaramadığımı. Sanki düşüncelerimi okuyor, koyun postuna bürünmüş kurdun sinsi gözlerine baktığının farkında sanırım. Bir bahane arıyor zihninde, durup sorgulayacak beni, hasbelkader girdiği metro güvenliği işinin üzerine giydirdiği üniformanın hakkını vermek istiyor. Hoş, hangimiz farklıyız ki! Ben de onun gibi bir göçmenim sonuçta, yüzüm pembe, seyrelmeye başlayan saçlarım sarı, gözlerim fındık yeşili olunca farklı mı oluyoruz? Bu şehirde herkes misafir, herkes “Ocakta yemeğim var, şu kanepenin köşesine azıcık ilişeyim, birazdan evime gideceğim!” diyerek gelmiş ama sonrasında bir daha geri dönememiş zoraki turistleriz. Bunu en iyi, dev mantarları andıran yaşlı ağaçların dibinde ya da parklardaki masaların etrafında kümelenip iskambil oynayanlar bilir. Her biri ülkenin farklı bir yerindendir. Birbirlerinin ettikleri küfürleri bile anlamazlar ama oynadıkları oyun onları birleştirir. Geçici bir masalın cazibesi sayesinde bir araya gelip, kısa bir süre için yalnızlıklarını unuturlar. Oyun denilen yapay kimlikler yaratma eylemi zaten başka ne işe yarar ki! Hoş, öyle bir devirde yaşıyoruz ki tüm kimlikler yapay, tüm değerler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı büyük masallardan ibaret. Bak gidiyor üniformalı delikanlı, benimle oyalanacak bir bahane üretemedi demek ki. Ben de iyi tuttum öksürüğümü… Şimdi azıcık rahatlayayım, ağzımın içi talaşla doldu sanki. Öhhööö, öhhööö, öhhhööö! Boğazımın sol yanı daha az acıyor şimdi, alıştı sanırım orayı işgal eden yabancı cisme, bükemediği bileği öpmeye karar verdi herhalde. O alıştı ama güvenlik görevlisi alışmadı metroyu işgal eden bu yabancı adama! Dönüp bana bakıyor tekrar, içimdeki kurdu görmeye çalışıyor. Boşuna uğraşma delikanlı, senin gibi çok çaylak gördüm ben bu coğrafyada. Öyle birkaç tehditkâr bakışa pabuç bırakacak kadar korkak olsaydım bu ülkede bunca yıl yaşayıp, yıllardır yaptığım işi hâlâ yapıyor olamazdım. 

Gidiyor, arkasındaki gücün simgesi olmaktan başka bir işe yaramayan üniforması da onunla birlikte uzaklaşıyor. Ben ömrüm boyunca üniforma giymedim, üniforma giyenlere de hep gıcık oldum. Ne doğru dürüst bir arkadaş çevrem oldu ne de kayda değer bir gönül ilişkim. Kadınlarla ilişkilerimde, ucuz lokantalardaki yemek çubuklarının talihsiz uyumsuzluklarından ileriye gidemedim maalesef. Kıçlarımız uyum gösterse uçlarımız birbirine uzak kalıyordu, uçlarımızı birleştirsem kıçlarımız ayrı dünyaların müziklerini çalıyordu. On beş yıl önce bu ülkeye bir viski reklamının çekimi için gelmiştim, geliş o geliş. Yağmur dursun da evime öyle giderim deyip yıllarca evine dönemeyen ve nihayetinde misafir kaldığı evin kızıyla evlenip kendine yeni bir yuva edinen öykü kahramanı gibi takıldım kaldım buraya. Bir barda kavga çıkarıp, barın güvenliğinden sorumlu iki izbandut tarafından karga tulumba kapı dışarı atılan bir sarhoşu oynamıştım o viski reklamında. O kadar güzel oynamışım ki o gün bugündür hep aynı rolleri oynayarak sağladım geçimimi. Yerli halkın gözünde kendisini kontrol edemeyen, içtikçe sapıtan, sapıttıkça yaralarını açıp başkalarına teşhir etmekten zevk alan, hatta kimi zaman ulu orta yaralarını yalayan, bu şekilde “içiyorsam haklı bir gerekçem var kardeşim!” demeye getiren, ölmeden önceki son tepinmelerini gerçekleştiren batı uygarlığının temsilcisiyim ben. Sabırsız, saldırgan, bencil ve akılsız batılı… İşin tuhafı yarı Türk yarı Almanın, tam anlamıyla batılı bile sayılmam yani. Tenim beyaz, gözlerim yeşil, saçlarım hafiften sarı olduğu için bencil bir Amerikalıyla ya da kibirli bir Fransızla aynı tutuluyorum. On beş yıldır sayısız lokantadan, bardan, gece kulübünden, düğünden, doğum günü partisinden, kafeteryadan atıldım. Her seferinde yüzüme bir ton makyaj yapıyorlar tabii, saçlar peruk, kimi zaman kirli sakal, kimi zaman porno yıldızı bıyıklar, kıyafetler bazen boşanma aşamasındaki CEO’nun takım elbiseleri, bazen de kalbini dağlayan kızın yırtıp koparamadığı yakasız mintanlar… Hep atıldım mekânlardan, ama güzel atıldım. Havada taklalar atarak, topaç gibi dönerek, ağzımdan burnumdan salya sümük savurarak, düştüğüm yerde kandan birikintiler bırakarak… İyi bilirim yani asfalt zemini esir almış kesif yağ ve bulaşık kokusunu, meslek sahibi insanların acıyan bakışlarını, ölçülü içip ayyaşları her daim vahvahlayan akıl küplerinin tahfif edici kaş göz hareketlerini. Rolümü o kadar iyi oynuyordum ki hemen her dizide, her sinema filminde hiç gereği yokken bile benim için rol yazan birileri çıkıyordu. İki aylık sözleşmeyle geldiğim bu ülkede şaka maka on beş yılımı tamamladım. Bundan sonra da kolay kolay çıkmam. Barlardan, gece kulüplerinden atıyorlar ama ülkeden atamıyorlar… Kendi ajansımı kurdum üç yıl önce, burada yaşayan genç yetenekleri -İngilizce öğretmenlerini, kocaları çalışan sarışın ev kadınlarını ve en çok da parasız pulsuz Avrupalı öğrencileri- piyasaya kazandırıyorum. Filmlere figüran, reklamlarda arka plan görüntüsü, sergilere ve fuarlara beyaz yüz sağlıyorum. Aktörlük işlerimi de eskisi kadar sık olmasa da elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Yaşlandım artık, yüzüm buruştu, gözlerimin feri kaçtı. Genç nesillere alkol alışkanlığı edindirmeye çalışan dev firmalar yaşlı bir batılıyla değil de bu ülkenin yakışıklı gençleriyle çalışmayı tercih eder oldular. 

Duruyoruz. Üç durak kaldı. Nasıl da yavaş bu zımbırtı bugün. Çok düşündüğümden midir yoksa boğazımdaki dikenin inatçılığından mıdır bilemiyorum, hayat yavaşladı sanki. Turuncu tulumundaki işçiyle, gözünü oyundan ayırmayan öğrenci iniyorlar. Çocuk inerken önüne bakmıyor bile, karanlık mağaralarda ses dalgalarının yankıları sayesinde hiçbir yere çarpmadan uçabilen yarasalar gibi kimseye dokunmadan buluyor kapıyı. Onlar inince kırlangıç sürüsü gibi bir yığın genç biniyor vagona. Bir süre onlara bakıyorum, kalabalık başımı döndürüyor. Sağıma, soluma, karşıma, çaprazıma, kısacası her tarafıma doluşuyorlar. Gel de öksür şimdi! Ehhhm, ehhmm, ehhhhmmmm! Genç bir anne, telefonundan başını kaldırıp beni süzüyor. Yabancı olduğumu fark edince maskesini düzeltiyor, etrafında dolanan beş altı yaşlarındaki oğlunu dizine yapıştırıyor. Sonra da aldığı tüm bu önlemler yetmezmiş gibi bana arkasını dönüyor. Siyah uzun çizmelerinin üzerinden sabunla yıkanıp cilalarla ovulmuş parlak bir sütun gibi yükselen ince uzun bacaklarını izlemek kalıyor bana da! Ama çocuğun benimle aynı fikirde olmadığı belli, ne annesinin lafını dinliyor ne de kendisine uzanan eli tutuyor. Vagonun bir ucundan diğer ucuna koşuyor, fazla uzaklaştığını anlayınca ters yönde geriye koşuyor, çığlık atıyor arada bir, gülerek diğer yolcuların ayaklarına, bacaklarına, çantalarının püsküllerine dokunuyor. Annenin durumdan rahatsız olmadığı belli, yüzü bana dönük olmasa bile gözlerinin telefonun ekranına gömülü olduğunu çıkarsamam için müneccim olmama gerek yok. Çocuk vagon boyunca üçüncü turunu yaparken onun varlığından haberim yokmuş gibi ayağımı uzatıyorum. Benim kürek gibi -pek sevgili annemin tabiridir- ayaklarımı görünce çocuk duraksıyor, tam üzerlerinden geçmeye yeltenecekken öksürmeye başlıyorum. Çocuğun ödü kopuyor, annenin ise neresinin koptuğunu tahmin etmem zor. Hışımla önce bana, ardından çocuğuna bakıyor. Telefonunu çantasına atıp, çocuğa uzanıyor. Azarlıyor, hafiften hırpalıyor, hatta kıçına birkaç defa vuruyor ince uzun parmaklarıyla. Çocuk zırlamaya başlıyor. “Hay aksi!” diyorum içimden, “Bir bu eksikti…” Vagonun içi çocuğun kesik kesik gelen hıçkırıklarıyla doluyor. Bu sırada yanımdakiler anneyle çocuğun adil olmayan savaşında çocuğun tarafını seçip fısıltılarıyla anneyi eleştirmeye başlıyorlar. Yaşlı bir kadın -ne zaman bindi bu kadın trene?- çocuğa bakıp gülümsüyor, nine sevecenliğiyle çocuğu avutmaya çalışıyor. Ben ise durumdan gayet memnunum. Hiç gocunmadan boğazımı temizliyorum. Bundan daha iyi bir ortam mı bulacağım! Ehhm, ehhhhhhm, ehhhhmmm… Öhhö, öhhööö, öhhööö… Duruyoruz. Ne inen var ne binen! Son iki durak…

Ne düşünüyordum, hah çocuk meselesi. Benim çocuğum boğazımdaki bu kılçık. Başka da bir çocuğum yok, olmadı, olmasını istemedim. Olsaydı da kesinlikle böyle olmazdı. Nasıl olurdu bilemiyorum ama böyle olmayacağını biliyorum. Hem zaten bu devirde insanlar neden çocuk yapar ki? İlla çocuk seveceğim diyorsunuz, buyurun evlat edinin. Milyonlarca çocuk anasız babasız büyüyor. Olmaz ama, benim kanım, benim canım olacak. Nüfus olmuş sekiz milyar, kirlilik bir yandan, tükenen kaynaklar bir yandan, açlık sefalet bir yandan. Ara verin bir 20 yıl, dünya rahatlasın, bir nefes alsın, sonra kaldığınız yerden devam edersiniz çoğalmaya. Ama yok, en doğal hakkımızmış çocuk yapmak. Yeri gelince doğanın bir parçası oluyorlar, diğer zamanlarda doğanın efendisi. Bir karar verin artık. Bana kalırsa doğanın hatasıyız bizler insansoyu olarak! Evrim ağacı adını verdiğimiz milyar yıllık süreç, intihar mektubunun altına imzayı insan denilen bilinçli varlığı dallarının ucunda yeşillendirerek atmıştır. Neymiş, dünya akılcılıkla daha adil olacakmış, bilimsel düşünce insanları eşit yapacakmış, bilgi cehaleti yenip toprağı altın haline getirecekmiş. Hah, götümün kenarı düşperestler. İçinde yoksulun ve mazlumun olmadığı bir toplum yaratmak, dibinde tek bir kırıntının olmadığı cips paketi üretmek kadar imkânsızdır. Mutlaka birileri birilerini ezecek, normalin üstünde kabiliyeti olanlar üste çıkıp normalin altında kabiliyeti olanları dibe itecek. Herkes yaptığı çocuğun üste çıkacağını hayal ederek girişiyor işe ama doğan çocukların çoğu tepedeki üç beş şanslıyı beslemekle geçiriyor ömürlerini. Yalan mı? Ben bu yüzden yapmadım, hem ben ne kadar kendime aitim ki doğacak çocuğa benim çocuğum diyebileyim? Yani, Yozgat’ın bir köyünden çıkıp Berlin’e çalışmaya gitmiş bir babayla, onun fabrikada tanıştığı bir Alman annenin ortak ürünüyüm ben. Onlar da kendi ebeveynlerinin rastgele bir araya gelmelerinin ürünü. Bu zincir milyonlara, milyarlara kadar gidiyor. Eeee, ben neredeyim? Sonsuz uzunlukta ve genişlikte bir Excel sayfasında sıradan bir kareden farkım var mı? Kendimi bölüp yeni kareler elde etmişim etmemişim kime ne? Ben bana ait değilim ki benden doğacak çocuklar bana ait olsunlar! Kendime “ben” demem bile bir küstahlık, bir bencillik, bir kibir ilanıyken, bir de tutup canımın uzantısı bir varlığı aynı ateşin devasa alevlerinin içine mi atayım? Kimse kusura bakmasın -bunu en çok hayattayken anneme söylerdim-, ben böyle iyiyim. Çocuk yapmayarak hem dünyaya hem de kendime en büyük iyiliği yapmış oluyorum, iklim krizine karşı alınan önlemlere de katkımı sunmuş oluyorum. Ha ha ha! Ahhhh, nasıl da acıdı gene! 

Tekrar duruyoruz. Bir sonraki durakta ineceğim, sadece boğazım değil başım da ağrımaya başladı. Haylaz bir çocuğun haklı çığlıkları beni nerelere getirdi bak! Gerçi çocuk susmuş, annesinin kucağında, telefonu kurcalıyor. Vagondakiler de sessizleşmişler. Anneye sesimi çıkarmayarak büyük bir medeniyetler çatışmasının önüne geçtiğimi düşünüyorum. Maskenin altında terleyen yüzüme bir gülümseme geliyor. Hemen ardından bir öksürük. Öhhööö, öhhööö, öhhhööööö… Kahrolası kabuk, nasıl da yapıştın oraya, çok da memnunsun herhalde bulunduğun yerden. Benim huzursuzluğum senin huzurun. Öyle olsun bakalım, şu metrodan bir çıkayım, göstereceğim sana dünyanın kaç bucak olduğunu. Mecazen demiyorum ha, dünyayı göreceksin diyorum. Güneşin ışıklarını, mavi gökyüzünü, dağlardan yollara vuran yeşilin tonlarını. Sonra da bir mazgal deliğini boylayıp kaybolacaksın… Ha ha ha…  Ehmmm, ehmmm, hmmmmmmm, öhhhhö, öhhööö… Az daha sabret. Güvenlik görevlisi giriyor vagona, inenlere yol veriyor, yeni binen yolcuları bir sonraki vagona yönlendiriyor. Tren harekete geçince benim önümde dikiliyor. 

“Neden öksürüyorsunuz?”

Hayır, bu soruyu o bana sormuyor. Benim kafamın içinde uğuldayan sesin anlamlı bir cümle halinde tecessüm etmesinin sonucu bu. Her saniyemi izleyen kameraların, her hareketimi kayda alan telefonumun, ağzımdan çıkan her kelimeyi büyük belleğe gönderen sistemin içimde yankılanan sesi. Güvenlik görevlisi önümdeki direğe yaslanıp telefonuyla oynamaya başlıyor. Sabahtan akşama kadar trenin içinde yürümekten yorgun olsa gerek. Maskesini doğru takmayanları uyarmaktan ve yeşil kodu olmayanlara yardım etmekten başka bir iş yapmıyorlar. Benden başka kimsenin de onları gördüğünü sanmıyorum. Eğer boğazıma takılıp kalan bu kabuk olmasaydı belki ben de fark etmeyecektim bu iki zavallıyı. Ne demiş kadim bilgelerden birisi, eğer bir suç işlemediysen gece yarısı kapın çalındığında korkman için bir neden yoktur. Demek ki tarihi bir yönü var işin. Yani biz senin kapını çalar, evinde terör estirir, varlığımızı tüm hücrelerinde hissettiririz.  Sen bizim malımızsın ve masumiyetini kanıtlayana kadar suçlusun. Bu mu yani? Bunu mu demek istiyorlar? Telefonu yüzüne iyice yaklaştırıyor, harıl harıl bir şeyler yazıyor. Belki bir sevgilisi var, belki ateşi çıkmış beş aylık bebeği. Ya da? Ya da benim trene bindiğim istasyondaki güvenlik görevlisiyle iletişim halinde. Hakkımda bilgi alıyor ondan. “Uzun boylu, orta yaşlı yabancı, ikide bir öksürüyor. Boncuk boncuk terliyor biz yanından geçerken…” Yoksa neden vagon aralarındaki boşluklar varken gelip benim tam önüme kursun otağını? 

Ağır hareketlerle kalkıyorum oturduğum yerden. Benden kuşkulanmasın diye nazik bir sesle müsaade istiyorum geçmek için. Beni ilk defa fark etmiş gibi ablak bir yüzle gülümsüyor. Gözleri kısılıp uzun ince düğme deliklerine dönüşüyorlar. Ben kapının önüne dikilip trenin durmasını bekliyorum. Anonslar başlıyor, tren yavaşlıyor. İçimde heyecanla karışık bir sevinç var. Uzun zamandır gevişlediğim ama türlü bahanelerden dolayı bir türlü el atamadığım o mega projeye nihayet başlayacakmışım gibisinden bir mutluluk hissi yüreğimi doldurup taşırıyor. Gözlerim kapıda, iki yanımda baykuş gözlerle beni izleyen güvenlik görevlilerinin bu büyülü ânı bozmasına izin vermeyeceğim diyorum içimden. Boğazım kaşınıyor, sabrediyorum. Bu kadar sabrettim, birazdan metronun çıkışında istediğim gibi öksürürüm. Sabreden derviş, beklemekten… Kapı açılıyor, duman dolu bir evden kendini dışarıya atan bir yangınzâde gibi fırlıyorum dışarıya. Ağzım omzumda birkaç kere hafifçe öksürüyorum. Dikkat çekmemeye özen göstererek aheste adımlarla yürüyen merdivene ulaşıyorum. Evet, artık bir nebze daha hürüm, en sevdiğim iki renk olan yeşil ve mavi beni bekliyorlar dışarıda. Turnikeden geçip evime en yakın olan 3 numaralı çıkışa yöneliyorum. Hedefim köşedeki büfeden su alıp bu işi bitirmek. Öhhööö, öhhhööö, ıhhmmm, ıhmmmm… Arkama dönüp bakıyorum, takip eden yok. Çok iyi. Çıkıştaki yürüyen merdiven çalışmıyor, kahretsin! Mecburen o duruyor ben yürüyorum şiddetini bir türlü tutturamadığım acemi adımlarla. Başım dönüyor her zamanki gibi. Ayaklarıma değil de beni bekleyen gökyüzüne çeviriyorum başımı. Hava her zamanki gibi puslu, ya da pus benim zihnimde, izin vermiyor göğün berrak mavisiyle aşk yaşamama… Amaaan, neyse ne! Bırak şimdi bu romantizm zırvalıklarını. Tepeye az kaldı, ha gayret! Tuvalete yaklaştıkça uzun zamandır tutulan çişin mesaneye daha çok baskı yapması gibi boğazımdaki kabuk da varlığını daha çok hissettirmeye başlıyor. Paniklemiş katil adayı gibi, sokup sokup çıkarıyor bıçağı boğazıma. Öhhhö, öhhhööö…   

Ve artık dışarıdayım, metro istasyonunun çıkışında. Kaldırım boyu park edilmiş bisikletler ve mobiletler, mangalda tatlı patates satan yaşlı bir adam, basamakların ağaçlara yakın olan karanlık ucunda oynaşan genç bir çift. Koşar adımlarla merdivenlerden iniyorum. Önümde bir otobüs durağı var, bu durağın arkasında da bir büfe olmalı. Durağın arkasıyla çalılar arasında fazla boşluk olmadığı için mecburen önünden geçmeye yelteniyorum. Lanet olası otobüs tam zamanında geliyor. Önümde bir yığın insan, onlar otobüse binerken her zamanki zarif ve uygar batılı kimliğimi takınıp bir İngiliz beyefendisi gibi onlara yol veriyorum. İşin ilginç yanı otobüse binen yolculardan yeşil kod sorulmaması. Ne vücut sıcaklığına bakıyorlar ne de test sonucuna. Eee, rahmetli babamın deyimiyle insan demez mi “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” Metroda bulaşan virüs otobüste bulaşmıyor mu? Aynı durum okullar için de geçerli. Arkadaşlarımın çocukları var, ne kod gösteriyorlar ne seyahat kaydı okulun kapısından girerken. Gelen geçen giriyor okula. Oysa, yolun aşağısındaki müzeye gireyim deseniz on tane kanıt isterler salgının olduğu yerlerde bulunmadığınıza dair… Yoksa, yoksa hepsi bir gösteriden mi ibaret? Size istediğimizi yaptırırız diyen sistemin bir dayatması mı tüm bunlar? İyi ama neden, saçma değil mi böylesi bir güç gösterisi? Kime ne faydası var? Önümdeki sıra bitiyor bu arada, “lanet olsun” diyorum son kadın otobüse binerken. O da duysun istiyorum memnuniyetsizliğimi, daha ne kadar tutacağım bunu içimde zaten! Dönüp bakıyor kadın, ne kadar da terbiyesiz bir adamsın diyen gözlerle beni baştan aşağıya süzüp otobüse biniyor. O anda aklım başıma geliyor, sana ne be adam, hakikaten saa naaa neeee! Sen bir an önce büfeye eriş, bir an önce suyunu iç. Bak nasıl acıyor boğazın, belki de yırttı boğazını, kanattı etini o mendebur fasulye kabuğu… Ağzımın içine kan tadı doluyor, ılık, metalik, yapış yapış. Ehmmmm, ehmmm… 

Durağı arkamda bırakıp yoluma devam ediyorum. Kaldırım boyunca afişler asılmış. Çevreyi koruyan, kurallara uyan, sağlığına dikkat eden bireylerin sadece kendilerini değil, toplumu da korudukları anlatılıyor afişlerde. Bir saat öncesine kadar ben de onlardan birisiydim, ama şimdi boğazıma saplanmış bir hançerle yürüyorum. O hançeri oradan çıkarırsam tüm dünya aydınlanacak sanki, herkes uyanacak derin uykusundan, perde kalkacak ve gerçekler bir daha üstleri örtülemeyecek şekilde yeryüzüne yayılacak. Peki ya sonra? Sonrası için bir planın var mı? Yangın ortasında kalmış çıkışı olmayan bir evde uyuyanları uyandırıp onları acılar içinde öldürmenin kime ne yararı var? Bırak uykularında versinler son nefeslerini, en azından huzurlarını kaçırmamış olursun… Ah içimde birbirleriyle güreşen bu sesler yok mu, ömrüm tükendi ama bu sesler tükenmediler. Gerçi; bir yarısı Alman, diğer yarısı Türk olan bölünmüş bir atomdan başka ne beklenebilir ki! Almanya'da Kanaken, Türkiye'de Alamancı; Berlin'deki arkadaşların arasında Karl, İstanbul'daki kuzenlerin yanında Mehmet... Köşeye az kaldı, düşünmemeliyim böyle şeyleri. Ne yapıp ne edip çıkarmalıyım o kabuğu boğazımdan. Öhhhöö, öhhhööö, öhhhööö… Öhhhööö, öhhhöööö, öhhhöööö… Çok hızlı yürüdüm, nefesim tükendi. Zaten boğazımı bir el esir almış, daha dikkatli olmalıyım. Ahhh, büfe kapalı. Allah kahretsin. Şimdi ne olacak? Yolun karşı tarafında bir dükkân olacaktı. Sahibini de tanırım. Oraya gideyim bari. 

Işığın yeşile dönmesini beklemeden karşıya geçiyorum. Göğsüm su tulumbası gibi inip kalkıyor. Çalıların arasından geçip dükkâna giden merdivenlere adımımı atıyorum. Yukarıda, saksı içine konmuş, yeni yılda şans getirsin diye kırmızı zarflarla süslenmiş iki adet mandalina ağacı var. O kadar çok mandalina var ki bana Efesli Artemis’i anımsatıyor. Bir tanrı kadar şatafatlı, bir tanrı kadar gerçekdışı. Saksıların arasından geçip dükkâna giriyorum. Kasadaki çocuk beni tanıdığı için selam verip arkadaki dolaba yöneliyorum. Bir pet şişenin kapağını açıp kafama dikiyorum. Lıkır lıkır sular iniyor boğazımdan ama son bir saattir o bölgeyi esir almış olan kabuk aynı yerde durmaya devam ediyor. Öksürüyorum, aksırıyorum, boğazımı temizliyorum ama nafile. Tam arkamı dönüp şanımı bir de dükkânın önünde -Artemislerin arasında, onların da hayır duasını alıp!- deneyeyim diyorum ki bir el omzuma dokunuyor. Dönüp bakıyorum. Aman Allah’ım, bu o değil mi? Metroya bindiğim istasyondaki gözlüklü uzun boylu güvenlik görevlisi!..

“Benimle gelmeniz gerekiyor beyefendi.” diyor resmi bir sesle. Bu sırada diğer yanımda iki tane daha görevlinin beklediğini fark ediyorum. Üniformalarından onların polis olduğunu anlıyorum. “Şaka mı bu? Ne yaptım ki beni alıp götüreceksiniz?” Elini omzumdan çekiyor. Ben içtiğim suyun ücretini ödeyeceğimi belirterek temkinli adımlarla içeriye giriyorum tekrar. Bir gölge gibi takip ediyorlar beni, elleri kollarımı yakalamak için hazır bekliyor, adımları ağır ve tehditkâr. Telefondaki kodu okutup ücreti ödüyorum kasadaki gence. Sonra dönüyorum tekrar cellatlarıma, “Neden sizinle gelecekmişim bana izah edebilir misiniz?” diye soruyorum umutsuzca. Diğer iki polisten birisi sorumu duyunca kavgaya hazırlanan horoz gibi dikleniyor. Boyu kısa olduğundan uzun görünmek gibi bir amacı var gibi. “Burada olmaz. Gittiğimizde öğrenirsiniz neden olduğunu.” diyor. Kolay kolay vazgeçecek değilim ama bu adamlara laf anlatamayacağımı da biliyorum. Büyük bir olasılıkla görevli memura mukavemetten dolayı ceza kesecekler. “Sakın trene binme” demişti bana ve ben haddimi aşıp binmiştim. Çizgi o kadar ince ki… İşte sonucu. Görevli memura mukavemet ha! Ehh, madem öyle ben de onlara mukavemetin âlâsını göstereyim. En azından cezamı hak etmiş olurum. Göğsümü göğsüne vurdurup kaçmaya yelteniyorum. Kasanın yanındaki raflara tutunup kendimi ileriye doğru fırlatıyorum. Onu kolaylıkla geçiyorum ama kapıdakilerden birisi bacağımdan yakalıyor beni. Bu sırada arkamdan gelen diğeri kollarımı tutuyor. Üçüncüsü ise bağırmamam için ağzımı kapatmaya çalışıyor. Dükkân bir anda harabeye dönüyor. Kol, bacak, kafa, göz, ne varsa meydana dökülüyor. Yerlerde bisküvi paketleri, çerezler, ta ileriki raftan düşüp yuvarlanarak buraya gelmiş bir siyah sirke şişesi, üzerine basıldığı için patlamış bir tavuk ayağı paketi… Bir süre daha boğuşmaya devam ediyoruz. Ben teslim olmuyorum, tepinmeye, çırpınmaya, sağı solu tekmelemeye devam ediyorum ama nihayetinde üç genç adam karşısında kurbanlık boğa gibi yere serilmemin önüne geçemiyorum. Kapının ağzına beni getirdiklerinde öksürmeye çalışıyorum, nefesim o kadar tükenmiş ki hiçbir şey çıkmıyor boğazımdan. O anda aklıma rolümü oynamak geliyor, tekrar debelenmeye başlıyorum, ellerinden kurtulmaya çalışırken yüzlerine gözlerine öyle sert vuruyorum ki artık benden kurtulmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Beni tutup dükkândan dışarıya atacaklar, evet evet, atılacağım bu mekândan da… “İlk defa sıradan bir bakkaldan atılacağım, hakkını vermeliyim” diyorum içimden, küçük bir buz parçası sırtımdan aşağıya doğru ağır ağır iniyor.

Onların bana yaptıklarını öylesine abartıyorum ki eğer bir kameraya kaydedilseydim, Altın Palmiye’den Gümüş Ayı’ya kadar piyasada ne kadar ödül varsa hepsini heybeme koyacağımdan eminim. Son bir gayretle olduğum yerde ırganıp ellerinden kurtuluyorum ve bedenimi boşluğa doğru fırlatıyorum. Havada taklalar atarak uçuyorum. Gökyüzü şimdi masmavi, dünya ne kadar da ufak, insanlar nasıl da minik minik… Gövdem, kollarım ve bacaklarım birbirinden bağımsız gök cisimleriymiş, tıpkı kırık bir kuklanın uzuvlarıymış gibi sallanıyorlar, saçlarım ahenkle dans ediyor kendimin yarattığı meltemin ortasında ve en olmayacak bir inişle merdivenin son basamağının dibine yüzü koyun, tıpkı bir sarhoş gibi, tıpkı gerçeğin sadece ve sadece şarap bardağının dibinde olduğuna inanan sadık bir ayyaş gibi, tıpkı ömrünü düşme provalarıyla geçirmiş deneyimli bir aktör gibi düşüyorum. Ama ne oluyorsa bu son anda oluyor. O hengâmede, havada attığım sayısız taklaların birisi nasıl oluyorsa boğazımdaki o arsız kabuğu, o galiz ifriti yerinden söküyor ve yeşilimsi ıslak şey benden ümidini kesmiş gibi ağzımdan dışarıya fırlıyor. Önce kara bir sinek gibi vızıldıyor havada, dev bir eşek arısı gibi dans ediyor boşlukta. Ardından, beni de şaşırtan hızlı bir dönüşümle, gök kuşağının tüm renklerini kanatlarına işlemiş dünyalar güzeli bir kelebeğe dönüşüyor. Pırpır eden kanatlarını çırparak merdivenin öteki başındaki ağaçlara doğru uçuyor, mobiletlerin park yerini belirleyen sarı çizginin üzerinden geçip ince bir dalın ucunda soluklanıyor. "Uç diyorum" hırıltılı sesimle, "uç, benden ümit yok, sen kurtar kendini." İlk defa sözümü dinliyor. Uçup gidiyor, gözden kayboluyor gökyüzünün puslu maviliğinde. Ben ise hâlâ yerdeyim, sertliğini, soğuğunu, kokusunu ve verdiği dersleri çok iyi bildiğim beton zeminde. Artık ne ayağa kalkacak kadar gücüm var ne de başımı yerden kaldıracak kadar iradem. Ölmediğimi, bayılmadığımı, bir yerimde ciddi bir yara olmadığını anlayan polisler bileklerime kelepçeyi geçirip beni kaldırıma oturtuyorlar. Maskesiz yüzüme -arbede sırasında kim bilir nerede düştü!- çeltik tarlaları gibi geniş ve ümit dolu bir gülümseme yayılıyor. Bu gülümsemeden rahatsız olmuş olmalılar ki yüzüme yeni bir maske takıyorlar. Kulaklarım güvenlik görevlisinin anlamsız nasihatlerini dinlerken gözlerim boğazımı terk edip beni rahat bırakan kabuğu arıyor. “Evet” diyorum kendi kendime, “Kodeste birkaç gün geçireceğim belki ama en azından boğazımın anasını ağlatan o lanet kabuktan kurtuldum artık.” Keyifle gülüyorum, etrafımda telaşla dolanan ve kopan gömlek düğmelerinden dolayı âmirlerine şikâyette bulunan polise inat büyük bir keyifle kahkahalar atıyorum. Ekip arabası gelene kadar da susmuyorum.

 

      12-28 Ocak 2022, Shenzhen


* Bu öykü 2022 Oğuz Atay Öykü Yarışmasına gönderildi. Ödülü alamadı ama 713 katılımcı arasından anı kitabına girmeye hak kazanan 11 öyküden birisi olmayı başardı. 

 

25 Ocak 2023

10 Günlük Tatilin Bedeli...

Bugün geri döndüm Çin'e. Bir haftadır Tayland'daki köydeydim. Günlerimi bahçede çalışarak ve avlunun sağında solunda pinekleyerek geçirdim. Üç yıl aradan sonra başka bir ülkeye gitmek, sevdiğim ve tanıdığım insanlarla bir araya gelmek güzel oldu, bir nebze rahatlattı beni. Bu güzel günlerin bir bedeli olmalıydı tabii ki! Çin'e geri döndüğümde her zamanki olumsuz durumla karşı karşıya kaldım. Önce pasaportu mıncık mıncık ettiler, sonra beni kenara çektiler, çantamı deştiler, yığınla soru sordular, adresimi ve telefon numaramı defalarca sordular. Oturma iznim ve vizem olmasına rağmen bir türlü ikna olmadılar. Benim sinirli tavırlarımı gören kadın memur "Please cooperate!" deyip durdu. İçimden "Gel sen cooperate, her geldiğimde aynı muameleye maruz kalıyorum." dedim ama yapacak bir şey yoktu. 1 saate varan uzun beklemeden sonra nihayet pasaporta mühür vurdular. Çıkarken görevli memura bunu neden yaptıklarını sordum. Bana 12367 numarasını aramamı söyledi. Ben de daha taksiye bile binmeden aradım numarayı. Telefondaki kızın (National Immigration Administration'da çalışan görevli) İngilizcesi pek iyi değildi ama iyi kötü anlaştık. Bana, "Sizi bir buçuk saat sonra arayacağız" dedi ama kimse aramadı beni. Neyse ki telefonu kapatmadan önce kurumun elmek adresini almıştım. Eve gelince, 2-3 saat kadar uyudum. Gecenin uykusuzluğu vardı. Kalkınca da bir şeyler atıştırdım ve kızın verdiği elmek adresine aşağıdaki uzun mesajı yazdım. Bakalım ne yanıt verecekler. Pek umudum yok ama olsun. Belki sesimi çıkarırsam bir çözüme ulaşırız. Mektubu buraya da koyayım, tarihe bir not geçilmiş olsun. 

***

Dear administrative officer,


My name is ALIRIZA ARICAN. I am a 46 years old Turkish citizen who has been working in China since August 2013. I have worked in Changzhou in Jiangsu Province as a Math Teacher and Head of the AP Department for 8 years. In 2021, I moved to Shenzhen and started working here as a Math Teacher at an international school. 

Despite the fact that I am an honest, law-abiding, productive immigrant worker in China, I have been increasingly put in awkward situations by the immigration officers at the borders. There is nothing wrong with my residence permit or with my passport, nor I did do anything against the laws of China. However, every time I enter China (so far, at least 7 times), the immigration officers at the borders stop me, question me for long hours, check my bag, ignore my questions for clarifications and leave me baffled by the uncomfortable treatment that I believe I did not deserve. They even put a soldier with a rifle next to me once (in Nanjing airport) while they were seeing my documents in another room! Sadly, while I am waiting there for my passport's return, many of my non-Turkish friends (British, American, Australian etc...) who work for the same school pass the border without a single question. 

Just this morning, entering China from Shenzhen Bay Border, they made me wait for an hour, checked every page of my passport again and again and again, asked for my home address even though I clearly wrote it on the arrival card, asked the name of the school I worked for, emptied my bag etc... If this treatment happens only once, I would have ignored it and never mentioned it to anyone. However, it happens whenever I enter China and it seems it will happen this summer again when I return to China from visiting my parents in Turkey.  

Now, saying all this, I would like to make it clear that this e-mail is written as a request to understand the situation than a letter of complaint. I am surely upset, feeling humiliated, and frustrated but my point is beyond these mere human emotions. I would like to know what I should do to avoid these time-consuming and awkward situations! Is there any way to improve my paperwork, is there any quick way to earn the trust of the immigration officers so that they will not need to put an armed soldier next to a Math teacher? As I mentioned above, I am a law-abiding, tax-paying immigrant who is being well-respected both by his colleagues and his students. I even received Changzhou Honorary Citizenship Award in 2019 for my efforts as an educator. I educate and inspire the youth of China in any way I can. However, the way I get treated at the borders does not fairly reflect what I do for this country. 

I hope to hear from you soon and take the necessary steps to the solution of the problem. 

Sincerely,

Aliriza Arican - 15240klmxyz - Nanshan, Shenzhen, PRC. 

***

Tayland'dan birkaç fotoğrafı aşağıdaki ağbağlarından görebilirsiniz: