Bu Blogda Ara

27 Nisan 2014

T. B.'ye Mektup (2)

Tanrı’nın Var Olup Olmadığını Bilmek Ne Kadar Önemlidir?

Bizler nerdeyse tüm nüfusu tektanrılı bir dine inanan bir ülkeden geldiğimiz için, çoğunluğu tantıtanımaz insanlardan oluşan bir toplumun nasıl şekillenebileceğini tahayyül etmekte zorlanıyoruz. Bu doğal bir bilememe durumudur çünkü insan pek çok şeyi gözlemlemeden, hatta bazen bizzat deneyimlemeden kabul edemez. Ben Tayland’a gitmeden önce insanların ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz kahvaltı yapabilecekleri aklımın ucundan bile geçmemişti. Oysa Tayland insanı için sabah kahvaltısı ile öğlen yemeği arasında niteliksel anlamda pek bir fark yoktur. Sabah da haşlanmış pirinç yer, öğlen de, akşam da. Bunu kavramak için oraya gitmek, orada yaşamak, en azından bir süreliğine orayı deneyimlemek şarttır. Ancak bu şekilde kendimizinkinin dışında hayat tarzlarının mümkün olabildiğini kavrayabiliriz. Gezmek, farklı kültürleri tanımak, farklı coğrafyaların ve iklimlerin ortaya çıkardığı insanlarının davranışlarını incelemek bu yüzden çok önemlidir. 

Şimdiye kadar Türkiye dışında çalıştığım ve yaşadığım üç ülkede de bizim anladığımız anlamda tektanrılı bir din hakimiyeti yok. Tayland’ın resmi dini Theraveda Budizmi. Tanrısal inancın tersine, alabildiğine maddeci bir felsefi anlayış var bu inancın temelinde. Buda zaten anatman doktriniyle bedenin dışında var olup, değişmeden sonsuza dek aynı kalan bir ruhun varlığını inkar etmiştir.  Vietnam’da ve Çin’de resmi din yok. Halkın büyük bir çoğunluğu kendisini ya dinsiz olarak tanımlıyor ya da Konfüçyüsçülük, Taoculuk gibi dinden ziyade, yaşam felsefesi özelliği gösteren öğretilerin peşinden gidiyorlar. Ne Tao’nun öğretisinde ne de Konfüçyüs’ün öğretisinde her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi idare eden bir Tanrı anlayışı var. Ölümden sonra insanın ruhunun etrafta dolandığına dair bir inanç var ama bu ruh cennete ya da cehenneme gitmiyor. Evlatları arkasında iyi işler yaptıkça mutlu ve huzurlu bir biçimde ruh olarak yaşıyor. Mutlak bir güç yok ve dolayısıyla mutlak güce hesap vermek yok. Benim hiç gitmediğim ama okuduğum makalelerden haklarında bilgi edindiğim Kuzey Avrupa ülkelerinde de insanların kayda değer bir oranı kendilerini tanrıtanımaz olarak görüyorlar.

Peki, Tanrı inancının baskın olmadığı bu ülkelerde insanlar ahlaksızca mı yaşıyorlar? Toplumsal düzenin yerini anarşi mi alıyor? Tektanrılı dinlerin baskın olduğu ülkelerde din ile ahlak arasında, en azından halkın nazarında, nedensel bir bağ kurulmuştur. Tanrı sadece sonsuz güçlü ve sonsuz bilgili değildir, aynı zamanda sonsuz iyidir de. Hatta iyi olmakla kalmaz, iyiliğin kaynağıdır aynı zamanda. Ona inanmadan iyi olmak olanaksızdır. Bu yüzden tarih boyunca dinsizler ve tanrıtanımazlar; en vahşi katillerden bile aşağıda görülmüşlerdir. Dinden çıkan ya da tanrıtanımaz olan bir insan zapt edilemez bir cani, tüm kadınların ırzına göz dikmiş bir tecavüzcü, çalıp çırpmakta beis görmeyen bir eşkıya, insanlara acı çektirmekten hoşlanan bir işkenceci konumundadır. Buna iyi bir örnek Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanındaki başkahraman Bazarov’dan gelir.  Bazarov “Tanrı öldü, artık her şey mubahtır.” derken aslında sıkıştırılmış bir yayın serbest bırakıldığında ne kadar yükseğe fırlayacağını ifade etmektedir. Peki ya eğer yay hiç sıkışmamışsa ya da yay yavaş yavaş serbest bırakılırsa, yine bir fırlama gözlemleyebilecek miyiz?

Tanrı ve ahlak arasındaki felsefi ilişkiyi daha sonra gelecek olan “Ahlak Kanıtı” başlığı altında inceleyeceğim. Şimdilik sadece pragmatik yönden böylesi bir bağın ne kadar gerçek dışı olduğu konusuna değineyim. Çin’i ele alalım örneğin. Sekiz aydır buradayım ve yaşadığım en güvenli, en temiz (göreceli olarak), en rahat ülke Çin. Dışarıdan gazel okuyup Çin hakkında atıp tutanlara kulak asmamak gerek. Burada yaşayan yabancıların hemen hepsi memnun hayatlarından. Tabii ki sorunlar var, tabii ki tamamlanması  gereken toplumsal eksiklikler var. Türkiye’de yok mu? Suudi Arabistan’da yok mu? Afganistan’da yok mu? Almanya’da yok mu?  İnsanlar bir Tanrı’ya inanmadıkları halde birbirlerini öldürmüyor burada. Türkiye ile kıyaslarsak çok daha az cinayet var, çok daha az toplumsal kargaşa var,  çok daha az huzursuzluk var. İnsanlar gayet sakin, öldükten sonra bir Tanrı’ya hesap vereceklerine inanmadıkları için “Madem hesap günü yok, her haltı karıştırayım.” diyerek birbirlerinin haklarına tecavüz etmiyorlar. O kadar ki Türkiye’dekine oranla çok daha huzurlu ve güvenli bir ortam var burada. Benzeri bir durumu Vietnam’da ve Tayland’da da yaşamıştım. Cehennem korkusu olmadan da gayet güzel bir şekilde yaşıyor Tayland’ın halkı. Tanrı’ya ve onun cehennemine inansalardı çok da farklı olmazdı ülkedeki durum. Kuzey Avrupa ülkeleri ise bildiğim kadarıyla refah seviyesinde tavan yapmıştırlar. Hem üretkenlik hem de yaşam standardı yönüyle örnek alınabilecek ülkeler arasında sayılırlar.

Özetlemem gerekirse, Tanrı’ya inanmaksızın yaşayan toplumların hiç de sanıldığı gibi kaosa sürüklendikleri yoktur. Bakınız Çin’e, bakınız Vietnam’a, bakınız nüfusunun büyük bir çoğunluğunun kendisini tanrıtanımaz olarak tanımladığı kuzey Avrupa ülkelerine. Cımbızla bir iki olay seçip, “Aha işte, dinsiz bir toplumda bunlar oluyor.” diyenlere karşılık olarak; Afganistan’da yüzüne asit atılan kadınları, Türkiye’de namus davasına sokak ortasında öldürülen gencecik kızları örnek verip İslam’ı kötülersek ne derece haksızlık yaptığımızı anlamış oluruz.

Tanrıtanımaz toplumların bir başka özelliği de tanrıtanır toplumların evrensel farz ettiği soruları pek de önemsemiyor olmalarıdır. Örneğin, benim öğrencilerimin neredeyse hiçbirisi Tanrı’ya inanmıyor. Öyle bir dertleri yok, akıllarına bizim yanıtlamak için yana döne uğraştığımız sorular gelmiyor. Tanrı’ya inanmıyorlar ama benim on dört yıllık öğretmenlik hayatımda gördüğüm en çalışkan, en terbiyeli, en saygılı, en uslu öğrenciler bunlar. Evreni izah etmeye çalışırken evrenin dışına çıkma gereği duymuyorlar çünkü kafalarını bu yönde karıştıracak bir eğitimden geçmemişler. Bir Tanrı’nın varlığını kabul etmeden de sorulabilecek tüm soruları yanıtlayabiliyorlar. Aileden herhangi bir Tanrı inancı telkini olmayınca, çocukların akıllarına bile gelmiyor böylesi bir olasılık. Anne babasından Tanrı kelimesini duymamış, çevresi tarafından hiçbir şekilde din eğitimi almamış bir insanın Tanrı’yı kendi başına bulma olasılığı çok düşüktür.

Hani bizde İbrahim peygambere atfedilen bir kıssa vardır. Güneşi görür, benim Tanrım bu der. Akşam olunca bakar güneş batıyor ay çıkıyor, bu sefer aya bel bağlar. Böyle böyle düşe kalka doğadan bağımsız olan gerçek Tanrı’yı bulur. Bu kıssadan alınması gereken ders insanın aklını kullanarak Tanrı’yı bulabileceğidir. Ben bu görüşe kesinlikle katılmıyorum. Bir kere Tanrı kavramı bir kişilik ömre yetmeyecek kadar karmaşık bir kavramdır. Binlerce yıllık bir düşünsel evrimin sonucudur. Toplumsal, ekonomik, coğrafi pek çok etken vardır Tanrı kavramını şekillendiren. Binlerce yıl süren bir gelişimin ve değişimin neticesinde insan Tanrı’yı kendi suretinde yaratmıştır. Sınırlı görme yeteneği olduğu için Tanrı’ya sınırsız görme yeteneği vermiştir, sınırlı duyma yeteneği olduğu için Tanrı’ya sınırsız duyma yeteneği vermiştir, sınırlı bilgisi olduğu için Tanrı’yı sınırsız bilgi sahibi yapmıştır. Bir çeşit, tüm eksikliklerinden arındırılmış insandır Tanrı.  

Yanıtlanmamış Sorular, Bilim ve Tanrı

Yanıtlanamayan sorular ya sorulmaması gereken sorulardır ya da bilimin henüz yeterli yetkinliğe ulaşmadığı için boşlukta bıraktığı sorulardır. Böylesi sorular için tanrıtanırlar kolaya kaçıp hemen Tanrı yanıtını verirler. Örneğin, Büyük Patlama neden gerçekleşti? Bilim henüz bu soruya yanıt vermemiştir.  O halde Büyük Patlama’yı Tanrı yapmıştır. Bilim yanıt veremediğine göre, yanıt Tanrı olmalıdır. Oysa Tanrı sözcüğünü duymamış, ya da öylesi bir eğitimden geçmemiş bir insan için yanıt şu da olabilir: Bilim henüz Büyük Patlama’nın kökenine inmiş değildir. Araştırmalar sürüyor. Belki on yıl, belki yüz yıl, belki bin yıl sonra daha sağlıklı yanıtlara ulaşılacaktır.

Modern bilimi Galileo ve Francis Bacon’la başlatacak olursak, topu topu 400 yıllık bir tarihi olduğunu görürüz. İnsanlığın birkaç yüz bin yıllık tarihinin, canlıların birkaç yüz milyon yıllık tarihinin, dünyanın beş milyar yıllık tarihinin ve evrenin on beş milyar yıllık tarihinin yanında modern bilimin tarihi çok cılız kalacaktır. Doğal olarak bilimin henüz yanıtlayamadığı sorular vardır. Fakat, yanıtlanamayan her soruya karşılık olarak “Aha işte, gördün mü bak! Yanıtlayamıyorsun, o halde Tanrı var.” diye çıkışmalar hem bilim insanına yapılan bir haksızlıktır hem de bilimsel düşüncenin evriminin önüne konan bir engeldir. Hem böyle yaparsak orta çağ skolastiklerinden ya da ilkel çağın animistlerinden ne farkımız kalır? Bilim iğneyle kuyu kazma işidir, çoğu zaman yanıt peşinde koşarken hesapta olmayan şeyler öğrenilir. Bu yüzden doğru soruları sormak ve bu soruları yanıtlamak için doğru hipotezler üretip, o hipotezleri doğru şekilde sınamak; en azından yanıtları bulmak kadar önemlidir.

Bir düşünelim, geçmişte Tanrı’nın sesi olarak adlandırılan gök gürültüsü ve Tanrı’nın kılıcı olarak görülen yıldırım; günümüzde bilim insanları tarafından açıklanmıştır. Bizler eski insanların bu inanışlarına nasıl bugün gülüyorsak, beş yüz yıl sonra yaşayıp; bugün yanıtlamadığımız soruların büyük bir çoğunluğuna yanıtlar bulmuş olan insanlar da bizim Tanrı saplantımıza güleceklerdir. Hoş, o zaman da yanıtlanamamış sorular kalacağı için Tanrı’nın varlığı bir hipotez olarak geçerliliğini sürdürecektir.

Thomas Aquinas bir yerde diyor ki, “Eğer her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığını kabul edersek evrende açıklanması gereken bir çelişki kalmaz.” Aslında benim söylemek istediğimi çok güzel bir şekilde özetliyor bu cümle. Tanrı hipotezinin neden bilimdışı olduğu konusuna da açıklık getiriyor. Bilim, yanlışlanabilir (sınanabilir) ama henüz yanlışlanmamış kuramlar üzerinde ilerler. Gelecekte bir gün, günümüzde doğruluğuna inandığımız pek çok bilimsel doğrunun çürütüldüğüne şahit olabiliriz. Bilim insanı bu yüzden mütevazı olmak zorundadır. Bildiğimiz her şey elimizdeki verilerin yardımıyla ortaya attığımız ve yine aynı verilerin yardımıyla doğruluğunu kanıtladığımız modellerden ibarettir. Bilgimiz arttıkça elimizdeki modellerin yetersiz kalacağını göreceğiz ve daha kapsamlı, daha hassas modeller geliştireceğiz.  Örneğin, neredeyse üç yüz yıl bilim dünyasında hakimiyetini sürdürmüş Newton’un klasik fizik kuramları, 20. Yüzyılda yerini kuantum fiziğine bırakmıştır. Bunun nedeni Newton’un üç yüz yıl boyunca bilim dünyasını kandırmış olması değildir. Tam aksine bugün kullandığımız arabalardan tutun savaş uçaklarına kadar hemen her şey Newton’un fiziği göz önüne alınarak yapılır. Bunun nedeni düşük hızlarda ve atom kadar küçük olmayan boyutlarda, Newton’un halen çok işe yarıyor olmasıdır. Kuantum fiziğinin Newton fiziğinin verdiği tüm yanıtları vermesinin yanında Newton’un açıklayamadığı olayları da izah edebiliyor olması kuantum fiziğini baskın (dominant) model yapar. Bilim insanı, karşısına çıkan soruları yanıtlamak için deney ve gözlemden başka bir araç kullanamaz. Ortaya atacağı hipotezler de sınanabilir ve yanlışlanabilir olmalıdır. Russell’ın çaydanlık örneğini anımsarsak, isteyen insan güneşin etrafında dolanıp duran görünmez (algılanamaz) bir çaydanlığın var olduğuna inanabilir. Bu inanç çaydanlığın varlığını bilimsel bir soru haline getirmez.  

Bu kısa bilim tarihi açıklamasından sonra Thomas Aquinas’ın cümlesine geri dönelim. Her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Tanrı’nın varlığını kabul etmek sadece bilim insanlarının soracakları soruları ortadan kaldırmaz. Toplumsal ve ahlaki sorunları da bir kabulle ortadan kaldırır. Örneğin, “Madem sonsuz güçlü Tanrı var, neden dünyada adaletsizlik ve açlık var?” diye sorsak, inanan insan hemen “Her şeyin en iyisini bilen Tanrı’nın hikmetinden sual olunmaz.” diye yanıt verecektir. İşin ucunu bırakmasan, biraz sıkıştırsan, , tanrıtanırın yanıtı şu şekle bürünecektir. “Bu dünya bir sınav dünyasıdır. Asıl olan öteki dünyadır. Bu dünyada acı çekenler öteki dünyada mutlu ve huzurlu olacaktır.” Görüldüğü gibi kanıtı olmayan bir Tanrı kavramının eylemlerini meşrulaştırmak için kanıtı olmayan öteki dünya “ad hoc” hipotezini üretmiş olur tanrıtanır. Bu şekilde yavaş yavaş gerçeklikle ilişkisi olmayan, kuralları bizimkisinden çok farklı olan ikinci bir evren kurulur. Bu evren ne zaman bir şeye ihtiyacı olsa inanan insan yeni bir ad hoc hipotezle yardıma koşacaktır. Zamanla bu ikinci evren o kadar büyür ki kendi içerisinde tutarlı bir görünüme kavuşur. Resmin içine melekler, şeytan, cennet, cehennem, peygamberler, ibadetler, dualar girer. Bir süre sonra bu kendi içinde tutarlı evrene inanmamak zor hale gelir. Pek çok insanın düşünmeksizin dinsel dogmalara bağlanmasının nedeni de biraz karşısında bulduğu bu eksiksiz resimdir. Bir ayağını diğer ayağının üzerine basarak duran bu resim, dışarıdan bir dayanak olmamasına rağmen inandırıcı oluşunu zamanla içine eklenen ek hipotezlere borçludur.

Bu durum aklıma Cem Yılmaz’ın bir esprisini getirdi. Hani adam aldatırsa, kıvıramaz, soruya soruyla yanıt verir. Kadın aldatırsa öyle bir anlatır ki adam soruyu sorduğuna pişman olur. Kadının yanıtına eklediği her bir ayrıntı, yanıtı dinleyen kişideki gerçeklik olgusunun içinin dolmasına yarar. Eğer sadece “Otele arkadaşımı görmeye gitmiştim.” deseydi, belki adamın kuşkuları tamamıyla yok olmayacaktı.

Yalana kuyruk ekledikçe inandırıcılığını arttırdığı üzerine güzel bir örnek. Vakit kazanmak için 3:30'dan başlayınız.  

Bu noktadan bakınca dinler ile Tanrı’nın varlığı arasında ontolojik bir bağın olduğunu söyleyebiliriz. Tanrı varlığını ister istemez dinin sağladığı ayrıntılara borçludur. Belki de bu yüzden deist diye adlandırılan felsefi akım tarihin hiçbir devrinde güçlü bir taraftar toplayamamıştır. Laplace kurmuş olduğu güneş sistemi maketini Napolyon’a gösterirken Napolyon sorar, “Bu modelde Tanrı’yı göremiyorum.” Laplace’a göre Tanrı ilk hareketi vermiş ve gerisine karışmamıştır. Tanrıtanımazlıkla tanrıtanırlık arasında bir yerde görülebilecek olan bu âtıl Tanrı anlayışı, Tanrı’nın ayrıntıları hakkında bilgi veremediği için cılız kalmıştır. Oysa tektanrılı dinler her daim müdahil olan bir Tanrı modelini ortaya koyarken bu sorunu da çözmüş olurlar.


Devam Edecek

T. B.'ye Mektup (1)

Sevgili T B,

Birkaç haftadır Tanrı'nın varlığının kanıtları ve bu kanıtlara getirilen felsefi itirazlar üzerine yazışıyoruz. En son gönderdiğim iletilerden sonra ben, senin önerdiğin yazarın iki kitabını ve internet üzerinden konuyla ilgili onlarca makale okudum.  İtiraf edeyim ki bu konularda yazmak bana artık eskiden olduğu gibi haz vermiyor. Bunun en büyük nedeni Tanrı'nın varlığının kanıtları konusunda son birkaç yüzyıldır ortaya yeni bir tezin ortaya konmamış olması. Bir kere bu temel argümanları (Thomas Aquinas’ın derleyip topladığı beş kanıtı) okuyup sindirdikten sonra, okunan her metin aynı şarkının bitmez tükenmez nakaratlarını dinlemekten farksız geliyor bana.  Aynı argümanları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar, sanki kendileri bunları yeni bulmuş gibi. Sürekli deştikleri konularda uzmanlaşıp bir de popülerlik kazanıyorlar, televizyonlarda boy gösteriyorlar, pop yıldızları gibi arkalarında bir hayran kitlesi oluşuyor. Kısacası banal bir tartışma ortamı oluşmuş durumda. Okumayan, düşünmeyen bir kitle; kendilerini yönlendirecek, inançlarına ters düşmeyecek bir rehber arıyorlardı. Günümüzün konjonktürüne uygun, post-modern birisini de bulmuşlar sanırım.  Senin bana önerdiğin yazar; okudukça, izledikçe düştü gözümden. Üniversitedeki konumuna ve çalıştığı konulara kıyasla yazdıkları bana çok banal, tek taraflı, tartışma zemininden uzak geldi. O konumda birisinden çok daha derinlikli, çok daha detaylı çözümlemeler beklerdim. Sonuçta işi bu, sabah akşam bu konular üzerine kafa yoruyor.

Tartışmanın gündelik hayattaki yansımasının minimal olması da bu banallığı etkileyen başka bir etken. İnanan insan kanıtlar olmadan da inanıyor zaten. Bir inancın faydalı olması için doğru olması gerekmez ki! “Placebo etkisi” diye adlandırılabilecek önemli bir yanı var; dinsel olsun, din dışı olsun her türlü inanışın. Örneğin benim annem yüzde yüz inançlı bir insandır. Çünkü inanmış olması onun hayatını kolaylaştırır, işlerini tanzim eder, karar vermesinde yardımcı olur, ikilemlerden kurtarır. Kendisi için daha iyi bir alternatif bulamadığı için de inanmaya ve inancı doğrultusunda ibadet etmeye devam eder. Tanrı varsa da yoksa da onun hayatında inanmış olmanın getirdiği bir yarar vardır. Bu pragmatik yarar kuramsal bir doğruluğu gerektirmez. Tıpkı kanser hastalarının kanser olmadıklarına inanıp, kazandıkları moralle biraz daha uzun yaşamaları gibi.

İnanmayan insan ise kanıtların yetersiz olduğuna inandığı için inanmamaya devam eder. Sırf ortaya atılan felsefi kanıtlardan ya da karşıt kanıtlardan dolayı bir insanın inancından vaz geçtiği çok nadiren görülebilecek bir şeydir. Çünkü felsefi argümanlara açık olmak için kuşku duymak gerekir. Oysa kuşku imanın zıttıdır. Kur’an bu yüzden daha Bakara’nın en başında “Zalikel kitabu la raybe fihi …” der. Yani “Bu kitap ki içinde kuşkuya yer yoktur…” Tek bir cümleyle kesip atar kuşku filizlerini. Ya her bir cümlesine inanacaksın ya da okumayı hemen şimdi bırakacaksın. Okuyarak imana eremezsin, okumadan önce inanmış olman gerekir. Bu ufak bir ayrıntı gibi görünse de çok önemli bir noktadır. Bu yüzden Kur'anda sıklıkla geçen "Lealleküm tağkilun", "lealleküm tefekkürün" (akıl etmiyor musunuz?, düşün müyür musunuz?) ifadeleri imanı arttırdığı sürece tecviz edilir. Aksi takdirde kişi kuşku batağına saplanmıştır ve yanlış yola girmiştir. Gazali'nin ortodoks  İslam'da ısrarı da İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi zamanın filozoflarının kuşku duymada Yunan fllozoflarını kendilerine rehber edinip, İslamın izin verdiği çizgiyi aşmış olmalarından dolayıdır. 

Okumayı kolaylaştırmak için bu yazıya ara başlıklar ekleyeceğim. Bu başlıkların büyük bir çoğunluğu soru niteliğinde olacaklar. Peşinden gelen paragrafta da soruyu yanıtlamaya çalışacağım. Bu arada bir konuya açıklık getireyim. Yazının tamamında Allah sözcüğü yerine, Tanrı kelimesini kullanacağım. Bunun en büyük nedeni Allah sözcüğünün İslam dinindeki Tanrı’ya verilen ad olmasıdır. Zaten dilbilimcilerin çoğunun düşüncesine göre Allah sözcüğü, Arapça’daki El-İlah* (The God) ifadesinden gelmiştir. Yani özel bir isim bile değildir Allah. Sadece tüm tanrılar içinde özel olan bir Tanrı’dır. Bu özel olma durumunu da büyük T kullanarak vermiş oluyorum zaten.

Tanrı’nın Varlığını ya da Yokluğunu Kanıtlama Sorumluluğu Kimin Üzerindedir?

Bu soruyla başlamak önemli çünkü “Ateistler Tanrı’nın yokluğunu kanıtlayamıyorlar.” cümlesi sıklıkla duyduğum bir cümle. Kanıtlanması gereken şey Tanrı’nın yokluğu değil, varlığıdır. Nasıl ki yoldan çevirdiğiniz bir vatandaşa “Masum olduğunu kanıtla.”diyemeyiz, Tanrı’ya inanmayan (ateist ya da tanrıtanımaz) bir insana da “O halde yokluğunu kanıtla.” diyemeyiz. Çünkü iddia sahibi iddiasını kanıtlamak zorundadır ve burada iddia sahibi Tanrı’ya inanan (teist ya da tanrıtanır) kişidir. Bu konuda Russell, “Bir insan güneşin etrafında dönmekte olan bir çaydanlığın** var olduğunu ve bu çaydanlığın elimizdeki bilimsel araçlarla tespit edilemeyeceğini iddia ediyorsa, bu iddiasını kanıtlamak zorundadır.” der. Çünkü çaydanlığın olmadığını kanıtlamak istesek bile bunu beceremiyeceğimiz bir gerçektir. Bunun yanında çaydanlık iddiası olmadan da gayet güzel bir şekilde yaşıyorduk dolayısıyla bizi bozan bir durum olmayacaktır ortada.

Örnekten gerçeğe dönersek, tanrıtanımaz için ortada bir sorunun olmadığını söyleyebiliriz. O zaten yolunu bulmuş, hayatını elinden geldiğince doğru bildiği normlar etrafında idame ettirme çabasındadır.  İnsan yaşamı sırasında Tanrı’nın var olduğunu doğrudan gerektirecek herhangi net bir kanıta rastlamaz. Dinbilimcilerin ortaya attıkları kanıtların hiçbirisi doğrudan gözlemin ya da herhangi bir bilimsel deneyin sonucu değildir. Olsa olsa spekülatif akıl yürütme olarak sınıflandırılabilirler. İleride bu konuya detaylı olarak değineceğim. Şimdilik olası bir kanıtın yöntemi üzerindeki düşüncelerimi yazayım. 

İstatistikten birkaç terim ödünç alıp izah edeceğim. Yoldan çevirdiğimiz vatandaşın masum olduğu bizim varsayılan hipotezimizdir (null hypothesis). Adam masumdur çünkü masum olmasaydı hapishanede olurdu. Onun kendi masumiyetini kanıtlaması için o güne kadar yaşadığı her anı ve bu tüm anlarda kanunların aksi yönünde bir eylemde bulunmadığını bize göstermesi gerekmektedir. Pratik anlamda bu olanaksızdır. Eğer adamın suçlu olduğunu düşünüyorsanız bir savcı olarak onun suçluluğunu kanıtlamak sizin görevinizdir. Adamın suçlu olması durumu istatistikte alternatif hipotez (alternative hypothesis) olarak adlandırılır. Savcı adamın kuyumcuda çekilmiş soygun görüntülerini elde etmişse, adamın aleyhine tanıklık edecek iki şahit bulmuşsa, kuyumcu dükkânının sağında solunda parmak izine rastlamışsa; bu kanıtlar eşliğinde adam için tutuklama emri çıkaracaktır. Yok eğer kamera görüntülerinde adam yoksa, parmak izleri başka birisine aitse, tanıklar adama bakıp “soyguncu bu değildi, onun bıyığı vardı” diyorsa; bu durumda adam hakkında tutuklama kararı çıkaramayacaktır. Yalnız tutuklama kararının çıkmamasının nedeni adamın masumiyeti değildir, aleyhine yeterli kanıt olmamasıdır. Aslına bakılırsa bizler de masum olduğumuz için değil, hakkımızda bizi hapse tıkacak kadar sağlam kanıtlar olmadığı için dışarıdayız.

Gözlemlerimizle ya da deneylerimizle nesnel olarak Tanrı’yı algılayamadığımız bir gerçek. Örneğin hava vardır, göremeyiz ama hissederiz ya da bilimsel deneyler aracılığıyla havanın varlığını kanıtlayabliriz. Işık vardır; göremeyiz ama nesnelerden yansıyan fotonlardan onun varlığını çıkarımsarız. Işığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu nesnelerden yansıyan ışığı gözlemleyerek anlayamayız ama kontrollü deney odalarında ışığın her iki modele de uygun davrandığını kanıtlarız. Bilim, adı üzerinde, bilinenlerin bilgisinden ibarettir. Evrende gözlemlenebilecek ve deneylenebilecek konuları ele alır, onlar hakkında hipotezler üretir, bu hipotezleri çürütür ya da çürütemediği için çürütene kadar doğruluğunu kabul eder. Dolayısıyla bilimsel doğruların hepsi tam anlamıyla doğru değildir. Daha iyi bir model gelip, daha fazla soruyu yanıtlayana kadar kullanırız bu kuramları. Bilim insanı bu yüzden mütevazi olmak zorundadır çünkü asla bildiklerinden emin olamaz. Sadece elindeki verilerin ışığı altında oluşturduğu sistemin doğru olduğunu iddia edebilir. Bu küçümsenecek bir durum değildir çünkü günümüzde kullandığımız uçaklardan tut, elektronik sistemlere kadar her şey doğruluklarından yüzde yüz emin olamadığımız bu kuramlar üzerine kuruludur.

Bilimin doğasını bu şekilde izah ettikten sonra bilimle Tanrı arasındaki ilişkiye bakalım. Tanrı, tanımı gereği aşkın (transcendental) bir varlıktır. Yani bir madde değildir, atomlardan oluşmamıştır. Yine tanımı gereği sonsuz ve sınırsızdır. Yani sonlu olduğunu bildiğimiz evrene sığmayacak kadar büyüktür. Kısacası dinlerin tanımına göre Tanrı hakkında bildiğimiz tek şey aslında onun var olduğudur. Bu varlık, bildiğimiz varlık formlarının dışında bir formdur ve dolayısıyla elimizdeki alet edevatla bu varlığı algılamamız, ölçmemiz, tartmamız, varlığını ya da yokluğunu iki kere iki dört edercesine kanıtlamamız olanaksızdır. Bu yüzden bilim insanı Tanrı hipotezini soruların dışında tutarak yürütür çalışmalarını. Asla varlığını kanıtlayamayacağı neden konu edinsin ki? İstiyorsa yine inanabilir, bunda bilimsel anlamda mantıksal bir çelişki yoktur. Yalnız eğer Tanrı’nın varlığı hipotezini bilimsel olarak henüz açıklayamadığı yerlerde kullanacaksa, bu durumda hipotezi kanıtlaması şarttır. Aksi takdirde doğruluğu kanıtlanmamış bir hipotez üzerine kuram inşa etmiş olur ki böylesi bir kuramın doğruluk dayanağı yoktur. 

Ara başlıkta verdiğim soruya dönersem, Tanrı’nın varlığını kanıtlama sorumluluğu Tanrı’ya inanan kişiye aittir. Bir tanrıtanımaz için böyle bir sorumluluk yoktur. Dolayısıyla “Ateistler Tanrı’nın yokluğunu kanıtlayamıyorlar.” ifadesi hem semantik açıdan hem de mantıksal açıdan hükümsüzdür. Bir insan önüne getirilen kanıtları yetersiz gördüğü için Tanrı’nın varlığına inanmaz. Çünkü yukarıda saydığım nedenlerden dolayı varsayılan hipotez Tanrı’nın yok olduğudur. Biz bir savcı gibi davranıp varsayılan hipotezi reddetmek için kanıt toplamak zorundayız. Kimi savcı en basit bir kanıta bakıp, çok da derin düşünmeden hemen varsayılan hipotezi reddetme yoluna gidebilir. Kimi savcı da derin düşündüğü ya da önüne getirilen kanıtlarla tatmin olmadığı için ikna olmayabilir. Sonuç olarak söyleyeceği cümle de zaten “Tanrı yoktur.” olmayacaktır. “Tanrı’nın yokluğunu inkar etmeye yetecek kadar elimizde kanıt yoktur.” diyecektir.  Bu ikisi arasında bilimsel olarak ciddi bir fark vardır. “Tanrı yoktur.” diyen kişi Tanrı’nın yok olduğunu kanıtlamış gibi kesin bir argüman ileri sürmektedir. Oysa ikinci cümle “Aradım bulamadım. Aramaya devam ediyorum. Kanıtlar artarsa ikna olabilirim.” demektir.

Kimilerine göre bu şekilde konuşan bir insan kibirlidir. Bana göre aklının ve bu konuları düşünmeden önceki inancının gerektirdiği gibi davranıyordur. Eldeki kanıtlara bakıp çabucak ikna olan insana göre daha az kibirli değildir.  Kibir kelimesi taşıdığı olumsuz anlam nedeniyle burada zaten gereksiz bir konumdadır. Tanrı’nın varlığına inanmadığını açıkça ifade eden pek çok iyi insan vardır tarihte ve günümüzde. Bunun yanında Tanrı’nın varlığına inanıp da milyonlarca insanın katili olmuş kişiler de vardır. Tanrı inancı tek başına insanı ne iyi ne de kötü yapar. Bu yüzden inanmayan bir insanı aşağılamak, ona kibirli ya da mağrur muamelesi yapmak bir bakıma onun inançsızlığına karşı duyulan hazımsızlığın, daha popüler bir ifadeyle saygısızlığın sonucudur. 

Maalesef iki kitap okuyup, azıcık konuya hakim olan herkes inanmayanları Tanrı’ya karşı küstahlıkla, akılsızlıkla, ahmaklıkla suçlamaktadır. Benim bildiğim kadarıyla Russell ne akılsız bir insandı ne de ahmaktı. Tam tersine devrinin en zeki matematikçilerinden biriydi. Kendisine Tanrı hakkında sorulduğunda şöyle demiştir***. Ben Tanrı’ya inanmıyorum. Eğer varsa ve öldükten sonra beni sorgularsa kendisine “Dünyaya koyduğun kanıtlar yetersizdi. İkna olamadım.” diyeceğim. Ben burada kibirden ziyade cesaret görüyorum. İşini garantiye almak için, Pascal**** gibi ödlekçe “Ne olur ne olmaz, ya varsa! En iyisi biz inanalım.” demek yerine; inançsızlığının arkasında durmuştur.

Şimdilik bu kadar. Mektup uzayacak. Aşağıda gelecek kısımların başlıklarını bulabilirsin. Başka bir şey yazmaksızın bu konuya devam edeceğim. 

Tanrı’nın Var Olup Olmadığını Bilmek Ne Kadar Önemlidir?
Yanıtlanmamış Sorular ve Kontrolsüz Evren Deneyi
Kozmolojik ve Teleolojik Kanıtlara Verilebilecek Yanıtlar
Ahlak ve Arzular Kanıtına Verilecek Yanıtlar
Olasılık, Filtreleme ve Artan p-değeri
Tanrı’nın Varlığı Dışında Yanıtlanması Gereken Sorular

* Türkçede, Arapçadaki “el” önekini karşılayacak bir kelime yok. İngilizcedeki “the” ile aynı görevi görmektedir. Dolayısıyla Allah (El-ilah) sözcüğünün İngilizce karşılığı da “The God” olmalıdır.  İslam’dan önce Arap putperestler ve Hristiyanlar tarafından da kullanılmıştır. Kökeni milattan önce 100 yıllarında yaşamış semitik bir dil konuşan Nebatilere kadar gitmektedir. Peygamberin babasının adının Abdullah oluşu da aslında Allah sözcüğünün Arap yarımadasında kullanıldığının bir kanıtıdır. Bu konuda wikipedia’daki makale kısa ve bilgilendiricidir. http://en.wikipedia.org/wiki/Allah Türkçedeki “Tanrı” sözcüğünün etimolojik kökeni için: http://en.wikipedia.org/wiki/Tengri

** Russell’ın çaydanlık örneğini detaylı olarak buradan okuyabilirsin: http://en.wikipedia.org/wiki/Russell's_teapot

*** Attributed to Russell in the New York Times article So God's Really in the Details? (May 11, 2002) by Emily Eakin, where she writes: "Asked what he would say if God appeared to him after his death and demanded to know why he had failed to believe, the British philosopher and staunch evidentialist Bertrand Russell replied that he would say, 'Not enough evidence, God! Not enough evidence.'
Actually, the quote is slightly inaccurate. The original source of this line comes from an article by Leo Rosten published in Saturday Review/World (February 23, 1974) which features an interview with Russell. There, Rostenwrites: "Confronted with the Almighty, [Russell] would ask, 'Sir, why did you not give me better evidence?'"
Source: http://en.wikiquote.org/wiki/Bertrand_Russell#What_I_Believe_.281925.29


**** Pascal’ın bir kumardan farksız olan düşünce silsilesi şuradan okunabilir: http://en.wikipedia.org/wiki/Pascal's_Wager

23 Nisan 2014

ANNE BEN VİRÜS MÜYÜM?

                                                          
Bu sabah gördüm videoyu. Kadim dostum UBG facebook duvarımda paylaşmış. Bir hafta kadar önce de Tayland’dan tanıdığım bir arkadaşın duvarında görmüştüm benzeri bir videoyu. Demek birileri cemaate mağduriyet edebiyatı yapmalarını emretti. “Ben virüs değilim, ben örgüt üyesi değilim; ben aslında fedakâr, cefakâr, diğerkâm bir öğretmenim. Yuvamdan uzaklarda, zor koşullarda, canımı dişime takarak çalışıyorum, Türkiye’ye ve Türkçeye hizmet ediyorum.” demeye getiriyorlar güya. Gıcık oldum videoyu görünce açıkçası. Gıcık oldum çünkü videoların her yerinden riya akıyor, öyle böyle değil hem de. Böyle olmasaydı ya da bu riyakârlığı hissetmeseydim bu yazıyı yazmazdım. 

https://www.youtube.com/watch?v=wnLPaJFvv34


Öncelikle ortada herhangi bir fedakârlığın olmadığını söyleyeyim.  Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında! Gittikleri ülkelerde paşa paşa yaşıyorlar. İş arama, kendilerini bir işverene beğendirme gibi dertleri yok. Gittikleri her yerde işleri ve pozisyonları hazır onları bekliyor. İşsiz kalma gibi bir kaygıları da yok. Bir yerden alınırlarsa cemaat mutlaka onlara uygun başka bir iş buluyor. Baktı başaramadılar, hemen başka yere gönderiliyorlar. Bekleme sırasında maaşlarını alıyorlar, adlarına oluşturulan emeklilik fonuna arzu ederlerse primleri yatıyor. Bazıları TC’deki hesaplarına SSK primlerini yatırmaya devam ediyor. Kısacası emeklilikleri de yanmıyor. Gittikleri ülkelerde dil ve kültür şoku yaşamıyorlar çünkü kendilerinden önce gidenler onlara her konuda yardımcı oluyor. En sıcak, en samimi dostların arasında yaşıyorlar, kendilerini güvende hissediyorlar. Canları sıkılınca arayacakları dostları var, muhabbet edecekleri insanlar var.

Hem bir öğretmen için yurt dışında çalışmak, yurt içinde çalışacağın en iyi okuldan daha avantajlıdır. Bunu kendimden biliyorum çünkü ben on dört yıllık öğretmenlik hayatımın on üç yılını yurt dışında geçirmiş, kendi işimi kendim bularak ülkeden ülkeye iş değiştirmiş birisiyim. Yurt dışında yurt içinde hissettiğiniz değersizliği hissetmiyorsunuz. İnsanlar siz yabancı olduğunuz için size daha farklı davranıyorlar. Farklısınız zaten, etrafınızda olup bitenleri tamamıyla anlamamanın huzurunu yaşıyorsunuz. Ülkenin sorunlarıyla çok da ilgilenmediğiniz için stres yapmıyorsunuz. “Ne de olsa onların ülkesi, bana ne?” deyip geçiştiriyorsunuz herhangi bir tuhaflıkla karşılaştığınızda. Türkiye’de olduğu gibi kurum içi siyaseti kurbanı olma olasılığınız çok daha düşük çünkü okulunuzda hemen herkes aynı kafada. Maaşınız yaşadığınız ülkenin şartlarına göre, yerli halka kıyasla çok yüksek. Dolayısıyla maaşınızın yarısından çoğunu biriktirebiliyorsunuz. Türkiye’de öğretmen olsanız borçla harçla zor geçinecekken, yurt dışında para biriktirme lüksüne sahip oluyorsunuz.

Bütün bunların dışında hiç hesapta yokken farklı bir kültürü tanıyorsunuz, ufkunuzu genişletiyorsunuz, dünyayı daha iyi anlıyorsunuz. Varsa eğer entelektüel bir bilgi biriktirme çabanız, bundan daha güzel bir fırsat olabilir mi? Ne o öyle, “Biz evimizden çok uzakta yaşayan zavallılarız“ ağzıyla yapılan mağduriyet edebiyatı. Bir siz eksiktiniz zaten! Evden uzakta olmanın nesi kötü? Ana-baba dırdırı yok, evliysen kaynana-kayınpeder yok. Zırt pırt borç isteyen eş dost yok. İki de bir kapını çalan, telefonunu çaldıran komşular yok… Kötü yanları yok demiyorum. Mutlaka insan annesini, babasını, kardeşini, dostlarını, mahallesini özler ama bunca yıllık deneyimim bana şu düşünceyi kazandırdı: Yurt dışında herhangi bir yer (savaş, doğal afet ve kıtlık gibi aşırı sorunların olduğu yerler hariç) Türkiye’de Türkiyeli olmaktan daha iyidir. Şimdiye kadar yurt dışında tanıdığım insanların hayatlarındaki memnuniyet bunu doğrular nitelikte. O kadar rahatlar ki Türkiye’ye dönmeye korkuyorlar büyük bir çoğunluğu. Buna ben de dâhilim.

Birileri diyor ki maaşlarını doğru dürüst alamıyorlar? Bu çok saçma bir iddia. Birincisi okullar özel. Kendi kendini geçindiremeyecekse o okul niye var? Öğrencilerden alınan paralarla Türkiye’de ya da başka yerlerde okul açacaklarına önce öğretmenlerinin maaşlarını versinler. Bunca şirket, bunca finans kurumu, bunca prestijli okul bir araya gelip; Gana’ya gönderdikleri öğretmenin maaşını ödeyemiyorsa burada bakılması gereken ilk şey öğretmenin fedakârlığı değil, ahmaklığıdır, hakkını aramayı becerememesidir. Allah rızası için diğerkâm öğretmeni oraya gönderenler senin sırtından milyarlarca dolarlık işleri çekip çevirirken, cemaatin en temel tuğlalarından birisi olan senin bin küsur dolarlık maaşını ödeyemiyorsa sen sömürünün kaynağına ineceksin ve isyan edeceksin. Etmiyorsan, ben halis muhlis şakirdim diyorsan; zaten senden de senin yetiştireceğin öğrenciden de dünyaya pek hayır gelmez. Çünkü seçtiğin yol sömürüyü tecviz edecek yolun ta kendisidir ve yaşantınla bunu tasdikliyorsundur. Ekmek parası kazanmayı tahkir görecek, ekmek parası peşinde koşanları tahfif edecek değiller ya?

Biz kaç bin takla atıyoruz uluslararası bir okulda mülakat koparacağız diye. Benim bir okuldan mülakat teklifi almam için en az elli okula başvurmam gerekiyor. Mülakata girersem de işe alınma olasılığım yüzde elli. Yani yüz okula başvuruyorum bir iş bulmak için. Maaşım için kavga veriyorum, yaşam şartlarım için kavga veriyorum. İşi bulmakla bitiyor mu? Gittiğim ülkede genelde hiç tanıdığım Türkiyeli olmuyor. Onlarla tanışıp, kafa dengi birilerini bulana kadar bazen bir yıl geçiyor. Bir de iş yerinde kendini patrona beğendirme, ders gözlemlerinden tam notla geçme şartları var. Uluslararası okullarda tüm sözleşmeler üç aylık deneme dönemiyle başlar. Deneme dönemini geçemezsen, kıçına tekmeyi yersin. Bu yıl okula gelen İran asıllı ABD’li bir matematik öğretmeni deneme süresini geçemedi ve atıldı okuldan. Adam bir sabah okula geldi ve öğleden sonra kendisiyle toplantı yapıldı. Toplantıda kendisine yarın okula gelmene gerek yok dendi ve akşam evine gönderildi. Hepsi bu. Ve okul bunu giden öğretmenin boşluğunu dolduracak öğretmen olmamasına rağmen yaptı. Bu yüzden ben şu anda haftada 27 saat derse giriyorum. Ana dili İngilizce olmayan bir öğretmen olarak ana dili İngilizce olan öğretmenlerden daha çok çalışmak zorundasındır. Bunu yapmayan, oturdukları yerden iş bulup, sonra da “Ayy bizim maaşımızı ödemediler!” diye ağlaşanlara da aynı şeyi tavsiye ederim. Bir iş bulun bakalım uluslararası okulda. Bir çırpının bakalım ekmek parası derdine. Öyle hariçten gazel okumak güzel tabii!!!

Gelelim videodaki temel mesaja. “Ben virüs değilim.” mesajı bana “Aşk Bir Yanılgıdır” öyküsündeki “Ad Misericordiam” mantıksal yanılgısını anımsattı. Öyküden olduğu gibi alıntılayayım.

Aynı meşe ağacının altında ertesi günün akşamı buluştuk. “Bu gecenin ilk yanılgısı Ad Misericordiam olacak.” dedim.

Heyecanı yüzünden okunuyordu.

“İyi dinle” dedim. “Adamın birisi işe başvuruyor. İşveren ona, işe uygun olan niteliklerini sorduğunda adam şöyle yanıt veriyor: Bir karım ve altı çocuğum var, karım belden altı tutmayan bir felçli, mutfak tam takır kuru bakır, çocukların elbiseleri yırtık pırtık, ayakkabıları delik, yatakları kırık… Evde kömür yok ve kış yaklaşıyor.”

Bir damla gözyaşı ağır ağır süzüldü Polly’nin pembe yanağından çenesine doğru.

“Çok kötü bu, gerçekten çok kötü!” dedi hıçkırıklar eşliğinde.

“Evet, gerçekten çok kötü,” diye destekledim, “ama burada bir argüman yok. Adam işverenin sorduğu soruyu yanıtlamıyor. İşe uyan niteliklerinden söz edeceğine işverenin sempatisini kazanmaya çalışıyor. Böylece Ad Misericordiam adını verdiğimiz yanılgıyı işlemiş oluyor. Anladın mı?”

Bu videoda da aslında tam olarak bu yapılıyor. Başbakanın haklı olarak virüs ya da örgüt diye suçladığı kişiler bu öğretmenler değil ki cemaati savunmaya bunlar çıkıyor. (Tamamıyla masum da değil bu öğretmenler. Bu konuya sonra geleceğim) Dışişlerine, yargıya, polise, askere, istihbarata sızan; ve işlerine geldiği zaman çalıştığı kurumlardaki üslerinden değil de cemaatteki abilerinden emir alan insanları suçluyor başbakan. Cemaat kendilerine yönlendirilen suçlar konusunda kendisini aklamayı beceremediği için, içlerinde en masum olan kesim olan öğretmenleri ve öğrencileri kullanıyor vitrinde. Böylece insanların sempatisini kazanmaya, bir çeşit algı yanılgısı oluşturmaya çalışıyor.  

Videolara geri dönersek, cemaatin yayınladığı bu videoların hiçbir soruyu yanıtlamadıklarını söyleyebiliriz. Bunun en büyük nedeni cemaatin kendisine eleştirel bir gözle bakamamasıdır. Gerçi böylesi bir durumda en eleştirel göz bile başarısız olacaktır çünkü saldırı doğrudan cemaatin kimliği üzerine yapılmıştır. Her virüs gibi cemaat de bir organizmadır ve tüm organizmalar gibi en büyük amacı hayatını idame ettirmektir. Bir virüs için kendisi yaşamayı hak eden, DNA’sı olan bir canlıdır. Virüsü olumsuz bir anlam yığınına boğan durum onun insanın yanındaki konumudur. Yani virüs doğada tek başına dolanırken virüs değildir insan için. Ne zaman ki insanın bedenine girer ve hayati fonksiyonlarını etkilemeye başlar; o zaman virüs halini alır. Bu metaforu cemaate uygularsak karşımıza şu çıkar. Cemaat, devletin kurumlarına sızmasaydı asla bu adla anılmayacaktı.  Devletin kurumlarına sızıp, buralarda önemli noktaları ele geçirdikten sonra; elindeki gücü kendi menfaati için kullanmaya çalışıyorsa cemaat virüsün en ölümcüllerindendir. Düşünsenize; polisin içinde başka bir polis var, askerin içinde başka bir asker var, yargının içinde başka bir yargı var. Bu “başka”lar ne zaman kendilerine yönelik bir saldırı olsa bir araya gelip, devletin tüm diğer unsurlarını; yani demokrasiyi, yani hukuk devletini, yani insan haklarını hiçe sayabilmekteler. Böylesi bir oluşuma virüs değil de ne diyeceğiz? Aslında ben virüsten ziyade parazit kelimesini daha uygun buluyorum. Devletten beslenen, ona zarar veren bir oluşumdur cemaat. Bazıları diyebilirler ki birlikte başladıkları yolda sonradan cozuttular. Hayır efendim, cemaat hep bir parazit olarak var oldu ve hiçbir zaman çift-yönlü ortak (mutualism) ya da tek-yönlü ortak (commensalism) olmadılar devletle.

Şimdi gelelim asıl sorulması gereken soruya. Bu okullar niye varlar? Hangi amaca hizmet etmekteler? Bu soruları farklı başlıkların altına yazdığım yazılarda yanıtlamıştım daha önceleri. Şimdi bir kere daha toplu halde konuya değineyim.

Okulların misyonunu yurt içi ve yurt dışı olarak ayırmakta fayda var. Yurt içindeki misyonları cemaat için bir reklam aracı olmaları, himmet toplantılarında esnafların ve iş insanlarının ceplerinden daha fazla para koparmaları ve bunların sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurum ve kuruluşlarında nüfuz sahibi olmaları olarak özetlenebilir. Ünlü simaları, sanatçıları ve iş insanlarını bu okullardaki başarıların reklamlarıyla kendilerine çekerler. Hoşgörü ve dinler arası diyalog gibi ılımlı İslam havası veren kavramlarla laik ve cumhuriyetçi kesimden de sempati toplarlar. Okullar bir çeşit başarı simgesidir. Özellikle Osmanlı’nın son üç yüz yıllık hezimet dolu tarihinden sonra, şanlı geçmişine özlem duyan pek çok milliyetçi genç için de yurt dışındaki okullar Türkiye’nin geleceği adına ilham kaynağı olmuştur.

Okulların yurt dışındaki misyonu ise birkaç maddede incelenebilir.
Birinci ve en önemli misyon Türkiye için ekonomik bir gümrük kapısı oluşturmaktır. Bir ülkede okul açıldıktan üç-beş yıl sonra, iş adamları dernekleri kurulur. Bu dernekler sayesinde Türkiye’den gelen iş insanı ile yurt dışında yaşayan ve yerel halkın dilini bilen gençler buluşturulur. Böylece mal alınıp satılır. İşler büyütülür. Doğal olarak tüm bu büyüyen sermayeden cemaat de payını alır. Bu pay yasal yollarla danışmanlık ücreti olarak tahsil edilebileceği gibi eğer iş yapan kişinin cemaate sempatisi varsa himmet olarak da ayriyeten tahsil edilebilir.

İkinci önemli misyon bu ülkelere kök salma ve bu ülkelerde bir Türkiyeliler nüfusu oluşturma çabası. Düşünün bir kere, yüz yıl sonra bu ülkelerde şu anda yaşayan öğretmenlerin torunlarının torunları yaşıyor olacak. Pek çoğu yerel halkla evlendiği için ortaya çıkan bu melez topluluk bir şekilde Türkiye ile bağlarını koruyacak. Nüfusla birlikte nüfuz da gelişecek doğal olarak. Bu insanların kimisi o ülkede önemli yerlere gelecek, ekonomik ve kültürel işbirlikleri farklı boyutlara taşınacak. Yaşanılan her ülkede bir çeşit Türk ekolü geliştirilecek, lobi faaliyetleriyle bu ekol desteklenecek. Uzun vadeli planlar bunlar ama ben cemaatin böylesi bir misyonu baştan beri hesaba kattığını düşünüyorum.

Üçüncü misyon ise yerel halk üzerinde kurulacak olan etki. Videoda zenci bir genç Türkçe konuşarak, Türkiyeli öğretmenin virüs olmadığını söylüyor. Sömürgeci ve Sömürgecilik sonrası (post-colonial) edebiyata az çok hâkim olanlar hatırlayacaktır Orwell’ın Burma Günleri romanındaki Dr Veraswami karakterini. Dr Veraswami, dışı Hindistanlı içi İngiliz bir doktordur. İngilizleri, onların sanatını ve bilimini yere göğe sığdıramaz. Yerel halkla İngiliz sahipler çatışmaya girdiklerinde İngiliz sahiplerin tarafını tutar. Kendi halkı pis, cahil ve görgüsüzdür. İngilizler bu sefalete medeniyeti getirecektir. İşte, o zenci gencin yüzünde ben Dr Veraswami’yi gördüm. Tabii ki şartlar gereği Türkiye sömürgeci bir devlet olmaktan çok uzak. Hem zaten fiili olarak sömürgecilik yerini kültürel sömürgeciliğe bıraktı. İşte bu noktada cemaat devreye giriyor. Yerel halkın kendisine yakın olan, kendisi gibi konuşan ve düşünen bireylerinin beyinlerine girerek, onları kendilerine yakın tutarak, nüfuzlarını genişletiyorlar. Böylece önemli noktalarda söz sahibi olabiliyorlar. Amaç, tıpkı Türkiye’de yaptıkları gibi yurt dışındaki ülkelerde de önemli noktalara bu Dr Veraswariler sayesinde sızmak, oralarda da Türkiye’de olduğu gibi güç sahibi olmak. Kısa vadeli planlar değiller bunlar. Belki elli, belki yüz yıl sonraya uzanan planlar. Türkiye Cumhuriyeti nasıl otuz yılda neredeyse dize getirildi, bu ülkeler de benzer stratejilerle dize getirilebilirler. Yalnız Türkiye’de son zamanlarda gerçekleşen olaylardan sonra bazı ülkeler cemaatin okullarına şüpheyle yaklaşmaya başladı. Bazı ülkeler (örneğin Rusya) okulları topluca kapatıp, öğretmenleri Türkiye’ye göndermeyi düşünüyor. Haksız da sayılmazlar Türkiye’de olanlardan sonra.

Dördüncü ve en zayıf olarak nitelendireceğim misyon ise eğitim alanında nüfuz sahibi olmaktır. İnsanları eğitmek, çocuklara aydın bir gelecek sağlamak, zihinleri aydınlatmak demiyorum. Eğitim alanında güçlenmek diyorum. Bu ikisi farklı iki misyondur. Olması gereken bilimin rehberliğini, akıldışının reddini, seküler etiğin ve özgür düşüncenin üstünlüğünü kabul edip; gidilen ülkelerde bu uğurda faaliyetler yürütmektir. Misyonerlik vasfı olmayan uluslararası okullar zaten bu işi yaparlar. Amaçları eğitim vermektir ve amaçlarını yerine getirmek için çalışıp çabalarlar. Bunu yaparken, kâr amaçlı birer kurum oldukları için kâr da yaparlar. Kimse de bu okullarda çalışan yabancı öğretmenleri fedakâr, cefakâr diye anmaz. İşlerini yapan insanlardır. Bir seçim yapmışlardır ve bu seçim sonucunda hayatlarını kazanıyorlardır. Cemaatin üyeleri gibi devlete sızayım, dışişlerinde önemli yere geleyim, istihbarat bizden sorulsun, istediğimizi dinleyelim, beğenmediklerimizi mahkemeye sevk edelim, sahte deliller üretip hakkımızda yazanları sırf yazdıkları için hapse tıkalım demedikleri için saygıyı hak ediyorlardır.

Görüldüğü gibi bilim öğretmek, Türkçeyi yaymak gibi şeyler sıralamadım amaçları arasında. Çünkü eğitim cemaat için bir araçtan ibarettir. Bilimi de zaten Allah’a giden yollardan birisi olarak gördükleri için onun da aslında hayati bir önemi yoktur ehl-i hizmetin fertleri için. Bilimi ve bilimsel kuramları en çok kozmolojik (kelam) ve teleolojik (amaçbilimsel) Tanrı kanıtlamaları yaparlarken severler. Bunun dışında bilim gereksiz bir ayrıntıdır. Darwin’den söz etmezler. Hawking’i sevmezler. Bilim Tanrı’nın varlığı hipoteziyle çatışmadığı sürece yapılmaya değerdir.

Eğitim hem Türkiye’de büyüyüp palazlanmak için hem de yurt dışına rahatlıkla sızmak için en kolay bahanedir. Tabii ki eğitim adı altında yapılacak diğer tüm işler de. Öğrenciler olimpiyatlara katılacaklar ve madalyalar alacaklar. Proje yarışmalarına katılacaklar ve çoğunu öğretmenlerin yaptıkları projelerle ödüller alacaklar. Bunlar da reklamın birer parçası ve yukarıda saydığım dördüncü amaca hizmet etmekten başka bir işe yaramazlar.

Türkçeye nasıl hizmet ettiklerini henüz anlamış değilim. O kadar geniş bir alana yayıl ama eli yüzü düzgün bir edebiyat adamı çıkarma. Bu mu Türkçeye hizmet? Bu kadar insan Tanzanya’dan, Moğolistan’a kadar geniş bir coğrafyada öğretmenlik yapıyorsa, oraların dillerini ve kültürlerini öğreniyorsa neden yazmaz o yöreler hakkında, neden Türkçeye kazandırmaz o ülkelerin efsanelerini, destanlarını?  Sırf reklam amacıyla yapılan ve aslında saçma sapan bir güç gösterisine dönüşen Türkçe olimpiyatları dışında ne yapmışlar, Allah aşkına? Dünyanın dört bir yanından getirilen, sırf sempatik ve zeki oldukları için yüzlerce çocuk arasından seçilen çocuklara üç beş kelime Türkçe öğretip, podyuma çıkararak neyi kanıtlamış oluyorlar? Hepsinden öte kimi kandırıyorlar?


Ben üniversitede okurken çok arkadaşım vardı, şiire ve yazıya kabiliyeti olan. Hevesleri kursaklarında kaldı hepsinin! Çünkü koparamadılar bağlarını o sığ dünyadan. İtaat ve sadakat zincirlerinden kurtulamayan insan nasıl yazar olur, nasıl şair olur, nasıl aydın olur? Abisine en ufak bir konuda bile itiraz edemeyen bir insandan, ömrünün her ânını bir asker disipliniyle yaşayan bir şakirtten dünyanın dertleri hakkında düşünmesini ve yorum yapmasını bekleyebilir misin?  ACS’nin okuduğu Can Bahadır Yüce vardı mesela. İlk şiirlerini okuyunca ben bile demiştim “işte bu” diye, “yeni bir Necip Fazıl geliyor”. Ne oldu? Hâlâ cemaatin bir parçası, Hilmi Yavuz tarzı şiirler yazıyor. Hilmi Yavuz tarzı demek yanlış, aynen onun gibi yazıyor. Hani özgünlük, hani kendi sesini bulma, hani söylenmemişi söyleme arzusu? Edebiyat ve şiir en çok özgürlükten beslenir, insanları koşulsuz sevmeden beslenir, göğsünü bağrını açıp herkesi kucaklamakla beslenir. Yok ki bunlar! Nihat Behram 2009’da yazmıştı bu genç şair hakkında. Cesareti olmayan, müstear adların arkasına sığınıp Özdemir İnce’ye faşist diyen bir pısırık çıkmış piyasaya çıka çıka. Şair cesareti diye bir şey vardır halbuki kaynağını aşktan ve özgürlükten alan. Can Bahadır Yüce’de başlangıçta bu vardı ama cemaatte kalmayı, yani rahatı tercih ettiği için güdük kaldı. Oysa şiir kavga işidir, yoksa kolay mı bir Lorca olmak, bir Neruda olmak, bir Nazım Hikmet olmak… 

23 Nisan 2014, Çanco, ÇİN

22 Nisan 2014

Çin Mektupları 24 - Şeytanın Bacağı

Ne oldu, nasıl oldu da bu kadar uzun zamandır yazmaya ara verdim. Ben de anlamış değilim açıkçası. Tayland’dan geri gelince havam yerindeydi oysa, kafamda yazılacak yığınla şey vardı. Tayland yazısını bitireyim Çin’e kaldığım yerden devam ederim dedim. O yazı, kraliyet ailesini eleştiri noktasına gelmişti. Araştırma yapmam gerekiyordu. Bugün yaparım, yarın yaparım derken duraklama dönemi başladı. Tayland’ın son yazısını yarım bıraktım. Sonra, Çin’deki sansür üzerine yazayım dedim. Bir yığın akademik makale indirdim. Bunları okumayı bitirince yazacağım diye niyetlendim ama ne makaleleri okumayı bitirebildim ne de okuduklarım üzerinde derli toplu düşünme şansım oldu. Bir yandan romantik şair Xu Zhimo üzerine ufak bir araştırma yaptım. Onun üzerine yazacaktım, yarım kaldı. Sonra daha sırada Lao She var, Konfüçyüs var… 

Bu arada eski öğrencilerden gelen mektuplar yüzünden yine ahlak felsefesi, bilim felsefesi, din felsefesi gibi konularda okumalar yapmam gerekti. Sırf bu yüzden hiç haz almadığım bir yazarın yarı-felsefi iki kitabını okudum.  İki tane yarı-felsefi kitap okuyunca bir felsefe kitabı okumuş olmuyorsun. Bu günlerde kafasını Tanrı’nın varlığı sorusuna takmış öğrencime iyi bir yanıt yazmam gerekiyor. Bu arada seçimler girdi takvime. Sabah akşam seçimleri takip ettim. Seçimlerde yaşanılan hezimetten sonra iç hesaplaşmalar, neden olmuyor, halk neden aydınlanmak istemiyor soruları. Freier okudum tekrar belki pedagojiden bir umut sağlarız diye. Sonra Marquez öldü (Yüzyıllık Yalnızlık romanını üç ayrı ülkede, üç defa okumuş birisi olarak cidden üzüldüm Gabo’nun gidişine), birkaç arkadaştan neden yazmıyorsun mesajları aldım. Derken şu anki durumdayım.  Aslına bakılırsa bu mektubu değil de önce Tanrı kanıtlamaları üzerine yazılması gereken yazıyı yazmalıyım ama şeytanın bacağını kırma adına, neredeyse iki ay süren kabızlık halini sonlandırma adına, bu mektuba öncelik veriyorum.

Ciddi bir şeyler yazacak değilim. Yüklü bir bulut olma durumundan oldukça uzağım şu anda. Yağmur değil de olsa olsa sis çıkar bu halimden. Arada üç beş damla çiy düşerse sağa sola kendimi şanslı görebilirim. Sırf parmaklarımdaki uyuşukluk kalksın, üzerime dökülmüş ölü külleri dağılsın diye yazıyorum. Haldun Taner her sabah, sırf tembelliğe alışmamak için, daktilonun başına oturur ve bir saat yazarmış. Ne yazdığının, ne düşündüğünün önemini kafaya takmadan yazarmış. Bir çeşit çalışma disiplini,  kendini yazın sanatına adamışlığın göstergesi. Ben böyle disiplinli çalışamıyorum, bunun farkına çoktan vardım da kendime itiraf etmeye çekiniyorum. Oysa bütün büyük yazarlarda var böylesi bir çalışma etiği. Ben büyük bir yazar değilim, hatta yazar bile değilim. Belki de bu yüzden ölmeksizin uzun süre ara verebiliyorum yazıya. 

Geçen iki ayda ne oldu kısaca özetleyeyim. Farkı kapatma adına yapılabilecek en güzel eylem bu olur herhalde. Sonrasında da kaldığım yerden devam edeceğim yazılara.

Okulda deneme AP sınavları yapıldı. Çocuklar döküldüler. Kazık gibi bir sınav göndermişler merkezden. Sınavın altıncı sorusu tam iki sayfa uzunluğunda. Yuh! Bu çocuklar lise öğrencisi. Çocuk soruyu okuyup anlayana kadar soruya ayırması gereken süre bitiyor zaten. İngilizceleri iyi değil, bir de o kadar uzun bir soruyla karşılaşınca öğrencilerin çoğu vaz geçmiş sınavdan. Uğraşanlar da saçmalamışlar. Abuk subuk, sırf bir şeyler yazmış olmak için yanıtlar vermişler. Neyse ki morallerini bozmuyorlar. Ben de dedim zaten sınavdan sonraki ilk derste, “Sıkmayın canınızı. Daha bir ayımız var.” Buna rağmen bir şeyler yapmak gerekiyordu.  Baktım ortalama çok düşük geldi, tüm projeleri iptal ettim. Sınavdan sonra okula gelirlerse yapacağız. Sınavda yüksek not almaları için soru çözmeye ve konu tekrarına ağırlık vermemiz gerekiyor. Sevmediğim halde böyle yapmak zorundayım. Artık yapmış olduğumuz etkinliklerle hatırlayacaklar dersimi. Öğrencilerin en büyük sorunu İngilizce metinler. Uzun uzun paragraf sorularını okuyunca bir şey anlamıyorlar. Bir de bu sorularda yığınla istatistik terimleri geçiyor. İyice karışıyor kafaları. Ana dili İngilizce olan öğrenciler bile anlamakta zorluk çekerler böylesi metinleri. Benim çekik gözlü, liseye kadar İngilizce tek kelime konuşmamış öğrencilerim nasıl anlasınlar? Hoş, artık metin okumaya, anlamadıkları kelimelerin altlarını çizip defalarca açıklamaya daha çok önem veriyorum. Bakalım bir işe yarayacak mı? Göreceğiz. Bu aralar yaklaşan sınavın stresi var üzerimde. Sanki sınava ben girecekmişim gibi. Yine de hepsinin geçmesini istiyorum. Bir yıllık emek boşa gitmesin, çocuklar üniversitede benzer bir dersi tekrar almak zorunda kalmasınlar.

Bu arada okulla ilgili bir başka gelişmeden haber vereyim. Malum çalıştığım kurumun Çin’in otuz farklı kentinde okulları var. Bir yerde adam ihtiyacı olunca başvurma hakkımız oluyor. Ben de Nanjing’deki bir okulda matematik bölüm başkanlığı pozisyonuna başvurdum. Henüz yanıt vermediler. Oradan yanıt vermediler ama Türkiye’deki prestijli okullardan birisi ben başvurmadığım halde benimle görüşmek istediklerini yazmış. Buradaki okulla sözleşmem iki yıllık olduğu için Türkiye’deki okulu nazikçe reddettim. Hem daha Çin’de görecek çok şey var. Pekin, Tibet ve Uygur sırada bekliyorlar. Haziran başında Xian’a gideceğiz.  Büyük Camiyi ve Terakota askerlerini ziyaret edeceğiz. Xian’ın etrafındaki surlarda bisiklete bineceğiz.

Nanjing işi olursa fena olmaz. Hem Nanjing büyük bir kent. İki hatlık da olsa metrosu var. Benim metrolu kentlere karşı zaafım var. Hayatımın en güzel anlarını genelde metroda geçiriyorum. Karanlıkta ilerleyen trenin içinde kitap okumak, gazeteye göz gezdirmek, müzik dinlemek nedense kent hayatımı renklendiren kayda değer bir ayrıntı benim için. Sanki güneşin altındaki hayat çok sıkıcıymış da illa yerin altına girmem gerekiyor mutlu olmam için. Metroları benim için çekici kılan en önemli etken haritaları aslında. Çizgi haritalarda kıvrımlara yer yok, boşluklar anlamsız. Coğrafi bir haritayla yolda yürüyünce insanın kafasını en çok karıştıran şey haritada boş görünen yerlerde binaların, parkların, bahçelerin olmasıdır. Oysa metroda uzay boşluğunda, yıldızlar arasında seyahat ediyormuşçasına ilerlersiniz. Bu yüzden kimseye bir şey sormam gerekmiyor, haritaya bakarak kendi yolumu bulabiliyorum. Kaybolsam bile yine aynı haritalara bakıp, yolu uzatarak da olsa varmak istediğim yere varıyorum. Yaşadığım kent olan Çanco’da metro olmaması canımı sıkan etkenlerden birisi olabilir mi? Gerçi inşaatına başladılar ama iki-üç yıla bitmez böylesi geniş çaplı bir proje. O zamana kadar ben burada kalmam zaten. Çin’de kalsam bile Çanco’da yaşamam, daha büyük bir kente (Şanhay ya da Pekin) taşınırım.

İki hafta önce Suzhou’ya (Suğco) gittiğimizde de az çok aynı şeyi hissettim. Çing Min (Mezarlık Süpürme) tatili olduğu için ortalık ana baba günüydü. Yine yığınla insan, sel gibi akıyor istasyonlara doğru. Hareketsiz duracağım desen duramazsın, kapılırsın akıntıya, sürüklenirsin. Öyle etkin bir güç, öyle durdurulamaz bir enerji. Dile kolay, Çin! Bin üç yüz milyon insan!!! Suğco’da da iki hattan oluşan bir mini metro ağı var. On milyon nüfuslu bir kent, Suğco. Hoş, kente varmadan önce yaşadığımız küçük macerayı anlatayım önce. Biz zannediyoruz ki Çanco’dan iki durak sonra ineceğiz. Wuxi (Uğşi) durağından sonraki durak Suğco olmalı. Öyleydi de ama meğerse Suğco’da iki durak varmış. Biz kentin dışında kalan istasyonda inmişiz. Trenden indik, baktık istasyon bomboş. Ben bir sevindirik oldum tabii. Ne güzel, kimse yok. Rahat rahat gezebileceğiz kentte. Çok sürmedi hatamızı anlamamız. Normalde istasyondan metroya doğrudan bağlantı olması gerekiyor. Oysa burada yoktu! Haydaaa! Bilmediğimiz bir kentte, bilmediğimiz dili konuşanların arasında kaldık mı! Aşağıya indik, metro yok ama yığınla sahte taksici var. Hiçbirisi İngilizce konuşmuyor. Bir tanesine adresi gösterdik. 100 Yuan istedi. Yuh yani! Çanco’dan Suğco’ya 60 Yuan verdik iki kişi. Bu adam en fazla 5 km’lik yol için 100 Yuan istiyor. Bilet gişesine gittik, belki bir sonraki trene binebiliriz diye. Görevli bu istasyonda bilet satılmadığını söyledi. Kaldık mı ortada! İleride otobüs durakları vardı. Gittik oradaki şoförlere sorduk, hepsi buradan olmaz, bu otobüslerle gidemezsiniz anlamında başlarını salladılar. 

Tekrar bilet gişesine gittik. Bu arada inatçı bir taksici sürekli bizi takip ediyor. Fiyatı 80 Yuan’a düşürdü. Ben de inat ettim. Vermeyeceğim parayı, binmeyeceğim taksiye. Bilet gişesindeki eleman İngilizce konuşmuyordu. Ben cep telefonumdaki Çince sözlükten kelimeleri tek tek çevirerek konuşmaya çalışıyordum. Bu arada genç bir adam –yanında karısı ve oğlu da vardı- yanımıza geldi ve kırık bir İngilizceyle bize yardımcı olabileceğini söyledi. J hazine bulmuş gibi sevindi, hemen adama durumu izah etti. Adam bizi anlayınca karısıyla bir şeyler konuştu ve sonra bize dönüp “Benimle gelin. Sizi otobüs durağına götüreyim.” dedi. Ben yürüyeceğiz zannediyorum. “Tarif et biz gidelim” tarzında laflar ediyorum. Adam kapının az ilerisindeki arabasını gösterip “Yürüyerek gidemezsiniz. Arabayla bırakırım ben sizi iki dakikada.” dedi. Mahcup olmuştuk ama yapacak bir şeyimiz yoktu. Adamın arabasına muhtaçtık. Bindik ve gittik. İki dakika sonra bir otobüs durağında indik. Adam arabadan indi, duraktaki numaraları kontrol etti ve bizim binmemiz gereken otobüsün numarasını söyledi. Adama ve ailesine birkaç defa teşekkür ettik, çocuğu sevdik, güle güle yaptık. Ardından adam arabaya binip gitti. Biz de beş dakika sonra gelen otobüse bindik. 2 Yuan ödeyip, yarım saat sonra asıl inmemiz gereken istasyona vardık.

Bir daha eğer birileri bana “Çinliler muhtaç durumdaki insana yardım etmezler, bencildirler” gibi laflar edecek olursa bu anımı anlatacağım. Belki biz gezgin olduğumuz için yardım etti, Çinli olsaydık ve benzer bir çaresizlik durumunda kalmış olsaydık yardım etmeyecekti. Bu durumda belki ailesinin emniyetinden kuşku duyacağı için ilgilenmeyecekti bile. Bizim bir çift oluşumuz da yardım etmiş olabilir adama. Yanımda bir kadın vardı ve iki erkeğe göre daha az tehlikeli görünüyorduk. Nedeni ne olursa olsun, yardım etmek zorunda olmadığı halde etti. Bu bize yetti de arttı bile.

İstasyona varınca hemen metroya girdik. Oradan otele geçtik. Neyse ki metroya yakındı otel. Odamıza yerleştik. Ardından da otelin hemen karşısındaki kanal boyunca yürümeye başladık. Suğco eski bir kent, binlerce yıllık tarihi var. Her yer ufak kemerli köprülerle ve küçük kanallarda gezinen gondolvari kayıklarla dolu. Hatta bu gondolları süren yaşlıların bazıları şarkı da söylüyor. Eski kenti, yani bugün kentin merkezi olarak sayılan yeri kanallar çevirmiş. Su koyu yeşil, neredeyse nefti. Her yer insan kaynıyor. Özellikle genç Çinli nüfus akın etmiş buraya. Yürüyerek, Mütevazi Yönetici Bahçesi’ne varıyoruz. Burası da hınca hınç insan dolu olduğu için bahçeden alınması gereken sükunet ve sessizlik dersini alamıyoruz. Bir süre sağa sola gelişigüzel serpiştirilmiş amorfik kayalara bakıyoruz ve ardından bahçeden ayrılıyoruz. Bu sırada M arıyor. Bulunduğumuz yeri tarif ediyoruz ama insan kalabalığı o kadar yoğun ki (Tahtakale’de arife günleri yaşanan kalabalığın bir benzeri) ne o bize ulaşabiliyor ne de biz ona. Uzun uğraşlar sonucunda bir köşede bizi buluyor. 

Birlikte kiraladıkları arabaya biniyoruz. M bizim okulda İngilizce öğretmeni. P de gelmiş. O da okula yeni gelen Güney Afrikalı İngilizce öğretmeni. İki tane de Tayvanlı arkadaş var arabada. Toplam altı kişi arabayla Şair Tapınağına gidiyoruz.

Şair tapınağının tarihini okumamıştım. Tayvanlı arkadaşlardan birisi Suğco’ya sırf bu tapınağı görmek için gelmişmiş. Tapınağın her yerinde kısa bir şiirin farklı hat tarzlarında yazılmış hali var. Şiiri çevirmesini istedim Tayvanlı arkadaştan ama çevirmek çok zor deyip geçiştirdi. Fotoğrafını çektim. Aklıma da gelmişken yarın birilerine sorayım. Bu tapınakta gereğinden fazlasıyla vakit geçirdik. Hatta bir ara J ile P –Hemen de nasıl kanka oldular? - pagodanın etrafında tavaf yapmaya başladılar. Yedi defa dönünce tüm günahlarından arınıyormuşsun gibi bir cümle vardı, kenara konmuş bir tabelada. Keşke o kadar kolay olsa diye içimden geçirerek onları izledim.

Tapınaktan ayrıldıktan sonra M bizi kendisinin ve erkek arkadaşının her zaman gittiği Japon lokantasına götürdü. Sabit bir fiyata istediğimiz kadar yiyebiliyorduk. Ve bu fiyata içecekler dahil. Ben zaten sabahtan beri doğru dürüst yemek yememişim. Abandıkça abandık, tıka basa yedik. Ardından da M’nin evine gittik. Bir de orada içtik, abur cubur yedik. Cılız kedileri sevdik. Hayatımda ilk defa tabu oynadım. Kabiliyetim varmış demek ki çok da bozguna uğramadık. Ya da tabu en çok kabiliyetsizlerin becerebildiği bir oyun. Geç vakitte ayrıldık M’nin evinden. Gece yarısına doğru taksiye bindiğimizi hatırlıyorum ama taksiden inip otele gittiğimizi hatırlamıyorum. Sabah olunca her şey netleşti. Şarap bardakta durduğu gibi durmuyor. Bir de uzun zamandır içmediğim için damarlarımdaki kan şaşırdı herhalde. “N’oluyo lan! Bu gelen kim!” gibisinden…

Ertesi gün J ile birlikte takıldık. İkiz pagodayı ziyaret ettik. Onun yanında başka heybetli bir tapınakta gezindik. Ünlü bir ressamın sergisini gezdik. Alışveriş caddesinde yürüdük. Dev salatalıklardan alıp hapur hupur yedim yolda. Bir başka yerden de kıpkırmızı domates alıp yedim yol boyunca. Nedense marketlerden aldığımız sebzeler böyle lezzetli olmuyor. Yol kenarında satanlar ya kendi mallarını satıyorlar ya da köylerinden getirdikleri komşularınkini. Bu yüzden ürünler hem taze hem de ilaçsız, domatesler domates gibi kokuyor. Akşam olunca otele döndük, çantamızı aldık ve tren istasyonuna gittik. İki saat sonra evimizdeydik.

Geçtiğimiz iki ay içinde Suğco’dan başka bir yere gitmedim. Çanco’da, okulla ev arasında mekik dokudum boyuna. Yalnız aylardır planladığım bir şeye nihayet başlayabildim. Uluslararası Film Kulübü. Kulübün kurucusu benim. İki haftada bir benim evde toplanıp, güzel bir film izliyoruz. Filmden sonra da 5-10 dakika kadar filmi tartışıyoruz. Fena olmadı, ilk başta burun kıvıranlar şimdi çok beğendiklerini söylüyorlar. İzlediğimiz ilk film Filipinler yapımı “Metro Manila”ydı. Ondan sonra son Oscar yarışmasında en iyi yabancı film ödülünü alan İtalyan yapımı “The Great Beauty” filmini izledik. Haftaya da Çin yapımı, burada yasaklanmış bir film olan “A Touch of Sin” adlı filmi izleyeceğiz. Sıradaki filmler Kazakistan’dan Tulpan, Guatemala/ABD’den El Norte, Güney Kore’den Treeless Mountain, Rusya’dan House of Fools, İspanya’dan The Exterminating Angel, Danimarka’dan Teddy Bear, Yunanistan’dan Eternity and a Day, Kırgızistan’dan Saratan. 

Aslında İran’dan ve Türkiye’den sevdiğim yönetmenlerin (Aşgar Farhadi, Nuri Bilgi Ceylan, Zeki Demirkubuz, Abbas Kiarostami) filmlerini göstermek istiyorum ama sürekli gittiğim DVD dükkanında bulduğum Türk filmleri genelde popüler olanlar. Behzat Ç,Çanakkale ve Karaoğlan’ı buldum şimdiye kadar. Bir tane bile İran filmi olmaması ise ayrı bir zül. Buna rağmen seviyorum ben bu dükkanı. Çanco’da var olmayan kitapçı dükkanının yerini tutuyor benim için. Haftada birkaç kere gidiyorum, eski ve tozlu –kimse dokunmadığı için- DVD’lerin arasından ilgimi çekenleri seçiyorum. Nasıl olmuşsa adam güzel bir koleksiyon toplamış buraya. Çin’in pek çok kentinde asla bulamayacağın yönetmenlerin filmleri var. Ingmar Bergman’ın, Bela Tarr’ın, Theo Angelopoulos’un, Stanley Kubrick’in filmlerini Türkiye’de bile bir arada bulmak zor iken sen tut Çanco gibi bir çölde bul. Bir vaha benim için bu dükkan; sahaflar gibi, Kabalcı gibi bir vaha.

Film kulübünün bir başka güzelliği de insanları düşünmeye sevk etmesi. Aşırı sanatsal olanlardan kaçınıyorum. Bela Tarr'ı izletsem bir daha kimse gelmez. Özellikle düşündürücü filmler seçiyorum ki üzerinde konuşabilelim, tartışacak bir şeylerimiz olsun. Zaten sabahtan akşama kadar okulda robot gibi aynı şeyleri konuşuyoruz. Toplantı ne zaman, sınav sonuçlarını ne zaman veriyoruz, kim kimin dersine giriyor, bugün kaçta çıkıyoruz, yarın okula kim geliyor, Mr Şı bu cuma okulda olacak mı? Mr Şı kim? Topluca yaptığımız tek eylem cuma akşamları hep birlikte Çanco’nun tek Hindistan lokantası olan Indian Kitchen’a gidip karnımızı doyurmak; siyasetten, spordan, eğitimden konuşmak. Yalnız bu akşamlarda yemek muhabbeti ağır basıyor. Gruptaki herkesin ortak tavrı şu: Haftanın diğer günleri yaşamak için yiyoruz, cuma akşamları yemek için yaşıyoruz. Durum böyle olunca çok da derinleşemiyor bizim salon entelektüellerine yakışan konularımız.

Bu nedenle film kulübüne ayrı bir önem veriyorum ben. Belki ileride sıklığını arttırırım kulüp toplantılarının, haftada bir yaparım. Şimdilik tek sorun evimin oturma odasının misafir kapasitesinin düşük olması. Sayı artarsa masanın yerini değiştirip ek sandalyeler koyacağım. On kişiye kadar misafir alabiliriz. Zaten sayının onu geçme olasılığı zor. Filmler popüler değil, sinemaya eğlence değil de sanat olarak bakmayı gerektiren filmler. Çarşamba günleri yapıyorum ki kimsenin hafta sonu planlarıyla çakışmasın. Türk çayı ve meyve suyu ikram ediyorum. Bira içenleri bir şişeyle sınırlıyorum. Ayık kalsınlar ki alt yazıları okuyabilsinler. Bakalım Çin’de sansürlenmiş olan A Touch of Sin filmine kaç kişi gelecek. Şimdiden heyecanlandırıyor beni…

***

Bugün eve gelirken Ahmet Kaya "İçimde Ölen Biri Var" parçasını söylüyordu. Sanırım son iki aylık sessizliğimi en iyi bu parça anlatır. Sözlerini aşağıya alıntılıyorum. 

Bana birşeyler anlat, canım çok sıkılıyor 
Bana birşeyler anlat anlat, içim içimden geçiyor 

Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun 
Bakıyor görmüyorsun 

Dokunsan donacağım, içimde intihar korkusu var 
Bir gülsen ağlayacağım bir gülsen kendimi bulacağım 

Depremler oluyor beynimde dışarıda siren sesi var 
Her yanımda susmuş insanlar susmuş 
İçimde ölen biri var 

Vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy 

Hadi birşeyler söyle, çocuk gözlerim dolsun

İçinden git diyorsun, duyuyorum gülüm
Gideceğim son olsun

Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun

Dokunsan donacağım, içimde intihar korkusu var
Bir gülsen ağlayacağım bir gülsen kendimi bulacağım

İçimde soluyorsun, iki can var içimde
Korkular salıyorsun üstüme korkular heran başka biçimde

Depremler oluyor beynimde dışarıda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar susmuş
İçimde ölen biri var

Vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy...


Aşağıya da son günlerde çekilmiş resimleri ekliyorum. Bundan sonraki yazılarda sırasıyla şu konulara değineceğim:

1. T'ye mektup: Tanrı'nın var olup olmadığı sorusu ne kadar ciddi bir sorudur?
2. 20. yüzyılın romantik şairi: Xu Zhimo
3. Çin'de sansür. Neden? Nasıl? Ne kadar? Kim? Kime?


Çanco'da koşmaya çıktığım güzel bir pazar gününden. 

Çanco'nun merkezindeki yüksek kemerli köprü. 

Yüksel kemerli köprü ve arkadaki tarakçı dükkanları

Okulda sergilenen öğrenci eserleri. Hoşuma gidenlerden birisi. 

Bir başka öğrenci eseri. Hem yaratıcı hem şirin. 

Öğrencilerim İstatistik dersinde. Pinpon topunu kutuya sokmaya çalışıyorlar. 

Oyun bitti, model geliştirme zamanı. Skor olasılığının mesafeye göre nasıl değiştiğini bulacaklar. 

Bizim haftalık toplantılarımız. Origami ve disiplin. 

M'nin kediciklerinden iki tanesi. 

Okulda sıradan bir sabah. Yeri süpüren genç lise öğrencisi, ona ne yapacağını söyleyen hademe. 

Sıkıcı bir ders. Logistic Growth'u modellemişiz.

Ne kadar derine gidersem gideyim, yine kendimle karşılaşıyorum. 

Şair tapınağı. 

M, Tayvanlı arkadaş, J ve P. 

Şair Tapınağı

Yüksek kemerli bir köprü. 

Suğco'nun su kanalları. 

İkiz pagodalar. 

İkizlerden biri ve kızıl yapraklı ağaç

Suğco'da bir lokantanın önü. 

Gondollardan birisi


Seyyar satıcıdan aldığım kocaman salatalığı yiyorum.