Bu Blogda Ara

16 Nisan 2008

Guti'de Ilk Gun

10 Şubat 2008 – Guti –


Saatin kaç olduğunu bilseydim yukarıya onu da yazacaktım ama şu anda gutide olduğum için saatimden, telefonumdan, bilgisayarımdan ve hatta dışarıda olduğum tüm zamanlarda takmayı adet edindiğim yüzüğümden uzaktayım. Saat 12’de yemek faslı bittikten sonra usulca çekildim kendi mekanıma. Biraz şekerleme yapayım dedim ama beceremedim. Şartlanmışım galiba, etraf ölü sessizliğine bürününce uyuyamıyorum rahatca. Motor sesleri, köpek ürümeleri gibi sesler ninni niteliğindeler artık benim için. Ya da ben ödlekliğime bahane uyduruyorum. Duvardaki küçük böcekler ile yatağın altındaki kocaman örümcek yerlerinden gıdım oynamadılarsa da zihnimi sürekli meşgul etmede bir hayli başarılı oldular. Huylanıyorum odanın sağında solunda bana dokunmalarını istemediğim varlıkların olmasından. Küçük ve zararsız olmalarını bilmem de fayda etmiyor. Böceklerin dışında yastıkla da sorun yaşıyorum. J’nin evden getirdiği yastık yüksek ve sert. Kafamı yastığın üzerine koyunca, giyotine kurban edilecek zavallı bir mahkûm gibi hissediyorum kendimi.

Uzun zaman sonra ilk defa kağıt-kalemle yazıyorum. Zor olacağını düşünüyordum ama çok da zorlanmıyorum aslında. Belki de ciddi konulara değinmediğim içindir yazarken duyduğum bu rahatlık. Kurmaca bir öykü ya da felsefi bir savunma yazsaydım bir hayli bocalardım sanırım. Yazacağım her cümleyi kafamda mükemmelleştirip yazmam gerekirdi. Ne de olsa copy-paste ya da cut-paste yapamıyorum burada. Cümlelerin yerlerini değiştirmem olanaksız. Ayrıca cümle aralarına yeni cümleler ekleyebilme, yanlış yazdığım bir kelimeyi silme, düşük yazılan bir ifadeyi düzeltme olanağım da yok. Bütün bu yoksunluklara rağmen yazma işi şimdilik iyi gidiyor. Zevk almaya bile başladım kalemin kağıt üzerinde hareket ederken çıkardığı sesi dinlemekten. Bu noktaya kadar sadece bir kere hata yaptım. O da Ulaş’ın bana sıklıkla hatırlattığı ‘ihtimal’ ile ‘imkan’ kelimelerini birbirine karıştırmamın sonucu. Yeni Türkçe ile yazarsam, ‘olasılık’ ile ‘olanak’.

Biraz tuhaf hissediyorum gündelik hayatın artık olmazsa olmazları haline gelmiş araç gereçlerinden uzak kalınca. Hadi saati bir tarafa bırakalım. Ne de olsa tapınakta zamanı bölüp, dilimleyen tek şey uzaklardan gelen çan sesi. Çan sesiyle yemek yeniyor, çan sesiyle ayinler başlıyor, çan sesiyle yatağa gidilip, çan sesiyle uyanılıyor. Akşam ayininin vakti geldiğinde çanın sesi gelecek, dolayısıyla saate gereksinimim yok. Hem insanın böylesine yalnız olduğu bir yerde saat sadece zamanı yavaşlatmaya yarayacaktır. Saat gibi telefondan uzak kalmak da gocundurmuyor beni pek. Ne de olsa Tayland’dayım ve telefon numaramı bilen çok az kişi var. Onların da arama olasılıkları çok düşük. Ama bilgisayardan ve onun beni dünyaya bağlayan gücü olan internetten uzak kalmak biraz zor bir durum. Önümüzdeki dört gün boyunca internete erişimim olmayacak.

Hani matraklık olsun diye sorarız bazen: Ben ölünce elmek hesabıma ne olacak? İnsanın aklına gelmiyor değil. Örneğin benim hesabımın şifresini kimse bilmiyor. Şifre matematikle ilintili ve karmaşık görünümlü olduğu için J aklında tutamıyor. Bir yerlere yazmasına da ben izin vermiyorum. Bu durumda elmek hesabım benimle birlikte ölecek demektir. Düşünüyorum da, son beş yıldır aynı hesabı kullanıyorum. Yaptığım tüm yazışmalar, kurulan ve bozulan dostluklar, başlayan ama ilerlemeyen ilişkiler, herbiri umut dolu kelimelerle süslü iş başvuruları ve alınan ret yanıtları hep bu hesapta saklı. Şimdiye kadar kullanmakta olduğum hesabın sadece yüzde beşlik kısmını doldurabildiğime göre, bir aksilik çıkmazsa, aynı hesabı, gelen hiçbir kişisel iletiyi silmeksizin, ölene kadar kullanabileceğim demektir. Kısacası elmek hesabım benimle birlikte yaşayan, büyüyen, yaşlanan ve en sonunda da ölecek olan sevgili bir dost gibi. Ölmeden önce ünlü birisi olabilirsem, ailem, arkamdan gelip yaşamöykümü yazmak isteyecek olan hırslı yazarlara açık arttırmayla satacaktır şifremi. Satıştan gelecek parayı da bir vakfa falan bağışlayıp, ‘ölü adamın şifresiyle’ dünyaya ve dünyadakilere son katkımı yapmış olurum. Peki ya ünlü birisi olamazsam? İşte bu durumda hesabım da benimle birlikte ölecek, bedenimin geldiği yer olan doğaya geri dönmesi gibi, kişisel tarihimi barındıran milyarlarca bitlik bilgi de, internet denilen dev ağda serseri bir göktaşı haline gelecek. Büyük bir gezegenin çekim alanına gireceği günü bekleyecek sonsuza uzanan zaman tünelinde. Gelen iletileri kimse okuyup, yanıt yazmayacağına göre önce hesabım ‘de-activate’ edilecektir. Ardından da sessizlik ve hareketsizlik sürdüğü için kapatılacaktır. Bedenimin yeryüzünden ayrılmasından altı ay kadar sonrasında sanal olarak da silinmiş olacağım.

Belki de ben ölünceye kadar sanal alem ağlarını ölümün ötesine bile uzatır. Ölmüş birisini konuşturamazsınız ama beynine bağlayacağınız düşük akımlı elektrikle, beyin hücrelerini canlı tutmaya devam edebilirsiniz. Yani, bir şekilde posta kutusuna gelen bir iletiye yanıt yazmayı nöronlara öğretebilirsek, bedeni ölmüş ama beyni canlı tutulan bir dostumuzla irtibata geçebliriz. Dahl’ın bu konu üzerine yazılmış şu anda başlığını anımsayamadığım bir öyküsü vardı. Çılgın bir doktor ölüm döşeğindeki dostuna gider ve ona kendisi için hazırladığı tasarıyı anlatır. Ölüm döşeğindeki adam önce sadece beynini canlı tutarak devam edecek bir bilinçliliği kabul etmez ama çılgın doktor uzun süre uğraştıktan sonra dostunu ikna eder. Adam birkaç hafta sonra ölür. Doktor adamın beynine ve gözlerinden birine bağladığı elektrotlarla adamın bilincini canlı tutmaya devam eder. Hatta görebilen ve zayıf kas hareketleriyle tepki verebilen göz sayesinde ona gazete okutur, aynada kendisine baktırır. Ne gazetelerdeki dehşetengiz haberler ne de aynada gördüğü iğrenç beyni adamı yıldırır böylesi bir suni hayattan. Yalnız, birgün karısını karşısında sigara içerken ve evlilik hayatı boyunca yapmasına izin vermediği pek çok şeyiyaparken görünce kahrolur. Fakat daha önce deneyi sonlandırmak için bir sinyal seçmedikleri için karşısında zafer sarhoşluğuyla kendinden geçmişbir halde yeni serüvenlere yelken açmak için sabırsızlanan çılgın doktoradurumu nasıl anlatacağını bilememektedir. Sanırım öykü bu şekilde bitiyordu. Gerçek anlamda ölmek isteyen bir beyin ve onu her şeye rağmen canlı tutmaya çalışan bir doktor. Zavallı adam doktorun deneği olmaya devem ediyor.

Dahl’ın zamanında internet yoktu. Olsaydı belki öyküyü farklı yazardı. Düşünün bir kere! Ölmüş bir akrabanıza elmek gönderebiliyor, hâl hatır sorabiliyorsunuz. Dinsel açıdan beynine elektronik devreler bağlanmış birisi ölür sayılır mı bilmiyorum gerçi. Bu yüzden Münkir’den, Nekir’den söz edemeyebilirler. Yalnız, insanın öldükten sonra pekbir işi olmayacağını düşünürsek, gelen elmeklere yanıt yazmaları uzun sürmeyecektir. Bu yolla ne cinayetler çözülür ama! Sonuçta cinayetin en iyi tanığı kurbanın kendisi değil midir? Bir-iki elmekle cinayeti aydınlatır polis. Hem böyle bir durumda katil ya da katilin adamları kurbana rüşver de teklif edemezler. “Konuşursan seni öldürürüz.” mü diyecekler? Hoş bunu diyemezler ama maktulü, sevdiklerine zarar vermekle tehdit edebilirler. Sonuçta yine aynı noktaya geldik! Teknoloji geliştikçe, onu kötü amaçlar için kullanmak isteyen insanların yöntemleri de gelişecektir. Hırsızların kapı açmadaki ustalıklarına karşın çilingirlerin daha karmaşık kilitler icat etmeleri gibi bir şey. Ardından hırsızlar yeni geliştirilen kilidi açmayı da becerirler ve iyiyle kötünün kavgası bir adım ilerde, aynı şiddette devam eder.

Tayland’ın kuzeydoğusunda bir köyde, ıssız denilebilecek bir tapınakta aklıma gelen şeylere bakın. Oysa benim şimdi meditasyon yapıyor olmam gerekirdi. Gerçi bugün program dışı bir gün. Vippasana programı yarın başlayacak. Benim için bugün gutiye, ormanın sessizliğine ve soğuk suyla bajyo yapabilmeye alışma günü. Henüz ne Vippasana ne de Samati üzerine kimsenin konuştuğunu duydum. Karşıdaki gutilerin çoğu hâlen boş. Yeni yeni geliyor beyaz giysili öğrenciler. Ben öğrenci diyorum ama bu sadece benim gibileri tapınağın yerlisi diyebileceğim sarı elbiseli rahiplerden ayırmak için. Belki ‘şakirt’ demek daha doğru olur. Yarından itibaren tapınakta üç türlü insan olacak: Sarı elbiseli, saçları ve kaşları kazınmış, ayinlerde önde oturan ve ayini yöneten Bikhular (rahipler); tapınağa sırf Vippasana eğitimi için gelmiş olan çoğunluğu yaşlı olan şakirtler ve tapınağın günlük işleriyle uğraşan, yemekleri yapan, tamiratları yapan, avluyu ve tapınağın içini temizleyen başka işleri olmayan köylüler.

Yanımdaki guti boş. Onun arkasındaki yere mor pantolonlu, ince bedenli, uzun boylu bir kadın yerleşti. Az önce geldi, iki laf ettik. Çayapum’dan geliyormuş. Yedi gün boyunca bu tapınakta kalacakmış. Daha önce Sydney’de yine bir Tayland tapınağında kalmış. Orada kaldığı süre içerisinde öğrendiği kelimeler ‘eat’ ve ‘rice’ imiş. Bu ikisini yanyana getirince ‘gin kao’ (yemek yemek) anlamına geliyormuş. Türkiye diye bir ülkeyi daha önce hiç duymamış. Avustralya’ya yakınmıymış. Biraz öteye doğru yürüyüp, uyuşan ayaklarını açacakmış.

Bu yaşlı kadından önce de beyazlar içinde bir rahibe gelmişti. Saçı ve kaşı yoktu ama dudağına sürdüğü belli belirsiz ruj ile gözlerine çektiği rimel dikkatimi hemen çekti. Bana birkaç soru sorup uzaklaştı. Mor elbiseli yaşlı kadın kadar sevecen değildi. Konuşmasında yaşının ötesinde bir vakurluk, sesinin tonunda insanı yerine çivileyen bir netlik vardı. Kafamı çok meşgul etmeden uzaklaştığı için sevindim.

Gelelim meditaston meselesine! İnsan ne düşünür meditasyon yaparken? Ne düşünmesi gerekir? Bu soru bütün dinlerdeki, huşu içinde yapılması gereken ibadetler için de geçerli aslında. Çaprazımdaki gutide kısa saçlı, yaşlı bir kadın sanırım meditasyon yapıyor. Bir sol eli kalkıyor göğüs hizasına, bir sağ eli. Sonra ellerini göbek hizasında kenetleyip baştan başlıyor. Fiziksel bir egzersiz mi yapıyor yoksa trans hâline geçti de bedenini kontrol etmeyi mi unuttu? Ama her ne yapıyorsa yapsın, ben yine de dünyasal bir şeyler düşündüğünü düşünüyorum. Belki çocuklarını düşünüyor, belki yeni doğacak torununu ya da sabah yemeğini vermeyi unuttuğu köpeğini...

Benim annem namaz kılarken aklına dünyanın binbir şeyinin geldiğini söylerdi. Ben de pek farklı değildim eski hayatımda. Az değildir namaz sırasında matematik sorusu çözdüğüm ya da sevdiğim bir filmden bir sahneyi gözümün önüne getirdiğim. Ama başka çaresi var mı insanın gerçekten de? Bilmediği bir dilde, tıpkı bir papağan gibi aynı kelimeleri söyleye söyleye, kelimelerin de cümlelerin de anlamını eritiyor insan. Ho Çi Minh Kentindeki motor sürücülerinin hep birlikte kornaya basmasıyla kimsenin korna sesini duymaması gibi bir şey bu. Ocakta pişen yemek de girer namaza, ödenmeyen elektrik faturası da! Burada da durum aynı. İnsanlar gündelik hayatta İsanca, resmi kurumlarda Tayca konuşuyor. (Bazen düşünüyorum neden İsan insanı da özgür bir İsan ülkesinin hayalini kurmaz diye. İsanland ya da İsanistan fena olmaz aslında.) Ama meditasyon sırasında zikrettikleri dualar (ya da çantingler) Buda’nın da konuşmuş olduğu dil olan Palice. Dolayısıyla dilleri anlamlarını bimediği kelimelerle meşgulken, zihinleri bildikleri ve aşina oldukları dil olan İsancayla dünyayı (ya da en azından köyü) turluyor. Hem mümkün mü öyle üç-beş kelimeyle kendini dünyadan soyutlamak ve saf zihinsel bir aleme girmek? Hiçbir şeyi düşünmek olanaklı olamayacağına göre düşünülen şeyin bir şey olması gerekmektedir. Ve bu şey de ister istemez dünyaya ait, ne kadar sefil ve kirli olursa olsun, dünya ile sınırlı oluyor. Namaz sırasında cehennemi ya da cenneti düşüneyim diyen müslüman, en çok ya gördüğü büyük bir yangının alevlerini ya da gördüğü güzel bir bahçenin dallardan sarkan meyvelerini hayal edebilir. Görüp, yaşadığı, bizzat deneyimlediği farklı görüntüleri bir araya getirip kendisine uygun güzel bir resim çizer. Sonra bu resmin dünya dışı olduğunu ifade eder. Oysa hayalgücümüzün ürünleri de dahil, ürettiğimiz her şey deneyimlerimizin birer uzantısı değil midir?

Şimdi ben burada oturmuş, hayatımda hiç yeltenmediğim bir iş hakkında ahkâm kesiyorum ama bütün bu kuşkucu yaklaşımımın kaynağı cehalet de olabilir. Böyle basit gözlemlerle ve ilgisiz analojilerle 3000 yıldan uzun bir geçmişi olan, köklü bir dinsel ayin hakkında atıp tutmak kolay olmasa gerek. Kuşkularımda ve eleştirel tavrımda ne kadar haklı olduğumu yarın ve sonraki günlerde göreceğim. Küçükken hiçbirşeyi düşünmeyi becerebilirsem uçacağıma inandırılmıştım. Çok denedim ‘hiç’i düşünmeyi ama beceremedim. En yakına vardığım zaman düşünmem gereken tek şeyin hiç olduğunu düşündüğüm zamandı ki bu noktayı da başlangıçtan çok uzakta görmek saflık olur. Bunun ötesine gidemedim. Tam hiçi düşündüğümü zannediyorum ki aslında düşündüğüm hiçin aslında hiç değil de bir şey olduğunu farkediyorum. O yaşımdayken bile insanın zihnini küvetin tıpasını çekip suyunu boşaltması gibi boşaltamayacağını öğrenmiştim.

Şaka maka! Üç sayfa doldu! Yerden 40 cm kadar yüksekte bu ufacık sandalyede oturup, yine oturmak için yapılmış olan beton oturağa eğilerek yazmak biraz yorucu. Şikayetçi olduğumu söyleyemem çünkü zihnim açık ve yazabiliyorum. Aklıma bu sabah uyanır uyanmaz J’ye söylediğim söz geldi. “Yazabilmem için tek gerekli ve yeterli şart senin benim yakınımda olup, benim senin uzağında olmam.” Bu lafımdan ne anladı bilemiyorum ama benim için güzel ve doğru bir saptama bu. Şu bir gerçek: J uzaktayken de çok yakınımdayken de yazamıyorum. Benim yakınımda olmalı ama benim onun uzağında olmama izin vermeli. Bencilce hatta gaddarca bir tutum olduğunu kabul edebilirim. Ama gerçek bundan ibaret. Yazmak için insanlardan uzaklaşmam gerekiyor. Bu şekilde zihnimi toparlayıp, yazacağım şeye konsantre olabiliyorum. Bunun yanında ben yazarken J’nin yakınımda olması gerek. Aynı odada değil ama yandaki odada, salonda, alışverişte, arkadaşının yanında olmalı. Geleceğini, beni yazma işkencesinden kurtaracağını bilmeliyim. Evet, bencilce! Ama yazmanın başka bir yolu da yok sanırım. En azından ben keşfetmiş değilim henüz. Hangi kadın ister kocasının kendisinin uzağında olmasını? Bazen aynı yatakta yattığımız hâlde, farklı kıtalarda yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. O benim yüzüme bakıp, her zamanki kadınsı bakışıyla geri gelmemi arzuladığını belirtiyor. ‘Kefaret’deki kızın sevgilisine, sinirli bir anında hipnoz edercesine ‘come back, come back’ demesi gibi. Ben uzaklarda, geri gelmenin bana getireceklerini hesaplamakla meşgulüm. J kocasının ruhunu yanına çekmekle... Bir yazarla evlenerek hata yaptığını düşünmeye başlamadan kayda değer bir şeyler yayınlamalıyım. Yoksa bu beklentilerin biteceği yok.

Az önce Avustralya’ya gidip, oradaki tapınakta İngilizce ‘gin kao’ demeyi öğrenen yaşlı teyzenin ailesi geldi. Teyzenin kalacağı yeri temizleyip, gutinin etrafını süpürdüler. Ardından da biri beyaz elbiseli diğeri kahverengi elbiseli iki rahibe (beyazlı olan şakirde) geldiler. Yarım saattir gutinin avlusunda neredeyse bağırarak konuşuyorlar. Oysa gutimin kapısının hemen yanında, duvara yapıştırılmış hâlde bulunan on tapınak kuralının üçüncüsü gerekli olmadıkça grup yapmamayı ve sesli konuşmamayı öğütlüyor. Ben de bu yüzden geldiğimden beri kimseyle kendi isteğimle konuşmadım. Yanıma gelenlerin sorularını ister istemez yanıtlıyorum ki yabani farang demesinler. Keyfim yerinde. Konuşmak isteseydim burya gelmezdim. Onlar gürültü yapınca dikkatim dağıldı. Yazmayı bırakıp etrafta ufak çapta bir yürüyüşe çıktım. Güneşin batmasına pek bir vakit yok. Gutilerden uzaklaşıp, tapınak arazisinin sonuna doğru ilerledikçe sesler azalıyor. Kuşların ve cırcır böceklerinin çıkardığı seslerin dışında bir şey kalmıyor ortalıkta. Batan güneşin uzattığı gölgeme bakıp, etrafı kolaçan ediyorum. İnsanın kendisini bulması için yalnız kalması gerektiğini düşünmüşümdür hep. Oysa bu ‘kendini bulma’ ifadesinden ne anladığımı ben de pek bilmiyorum. Hem neden kalabalıklarda kendimizi bulamıyoruz? Yalnız kalınca karşımıza çıkan ben ile kalabalıklarda, başkalarının gözleri önünde bir görüntü hâline gelen ben aynı ben değildir kuşkusuz. Yalnız hangisi gerçek ben? Sürekli içimde taşıdığım, bana konuşan ben, yalnızken de pek öyle kendini yaşıyor denilmez. Hem o sürekli konuşan, bana bir şeyler söyleyen ben yalnız kalmayı değil, başkalarıyla birlikte olmayı arzuluyor daha çok. Ağaçların arasında bir süre daha yürüyüp, oynadığı ip yumağına dolanmış kedi gibi, başa dönmeyi, soruyu baştan sormayı arzuluyorum ama karşıma çıkan gutilerin kapılarına yazılan büyük yazılar düşüncelerimi dağıtmaya yetiyor.

Her gutinin kapısının yanında ya da kapının tam üzerine, gutinin kim tarafından inşa edildiği ve ne kadar mâl olduğu yazıyor. Mesela benim kalacağım guti 32000 Baht’a patlamış. Yandaki guti 12000 Baht. Az geride, tapınağa daha yakın geniş bir gutinin maliyeti 100000 Baht. Yalnız bu sonuncusu o kadar geniş ki içinde en az on şakirt kalabilir. Bazı gutiler sefil bir görünümde, bazıları da bakımlı, temiz. İçimden ‘burada bile insanlar dışarıdaki hayatlarının esiri olmaktan geri durmuyorlar’ diyorum. Parası olan büyük guti yaptırıyor, olmayan küçük. ‘Almışken en büyüğünden, en pahalısından al’ anlayışının tapınak hayatına uzantısı bu. En kutsal, en dokunulmaz, en az hayvansal olarak başüstünde tututal dinsel alanın insanın gösteriş ve riya duygusundan muaf tutulması için bir neden var mı? ‘Benim gutim senin gutinden büyük, hem daha bakımlı, daha temiz, daha iyi bir yerde’ demek için mi tüm bu adlar ve rakamlar. Kim yaptırmışsa yaptırmış, ne kadar para harcamışsa harcamış! Ne önemi var ki? Hadi ahirete inansalar, cennet ve cehenneme gideceklerini düşünseler, hayır adı altında, o hizmeti kullananların dualarını almış olmak için çeşmeler, hamamlar, kütüphaneler yapılmasını anlayabilirim. Oysa Budacılıkta ne cennet var ne cehennem. Bu durumda kapılara yazılan adların aile şanlarını korumaktan başka bir işlevi yok gibi. Adsız bir guti daha çok yakışmaz mı Budacı bir tapınağa?

Dün,yani bu akşam kalacağım gutiyi temizlemeye geldiğimiz gün de bana aynı şeyi yaptılar. Bir haftalık Vippasana programı sırasında şakirtlerin ve rahiplerin su ihtiyacını karşılayan çıkmamış. Bana sordular su işini üzerime alıp almayacağımı. Ben de sorun değil dedim. Topu topu 1000 Baht. Kayınvalide verdi, akşamda ben ona verdim. Bu sabah gördüm ki adımı tapınağın girişindeki panoya kocaman harflerle yazmışlar. Tayca yazdıkları hâlde okumakta zorlanmadım. O kadar büyük yani! Hadi olası bir yolsuzluğu engellemek için bağışta bulunan herkesin adını bir deftere kaydetseler anlarım. Böylece kimin ne verdiği ve paranın nereye harcandığı bilinir. İleride de bu tür etkinlikler düzenlenirken ne kadar paranın gerekeceğini az çok bilirler. Ama sırf gösteriş ve heves kızıştırma mahiyetinde, adımı ve bağışladığım miktarı tapınağın kapısının karşısına yazmaları biraz utandırıcı bir durum. Ben Budacı bir tapınakta sosyalist bir yaşamın olacağını düşünürdüm. İsrail’deki Kübbitzler gibi. Aslına bakılırsa sosyalist bir yaşam tarzının sadece böylesi bir sistemde aksamadan yürüyeceğini söyleyebilirim. Sonuçta ekonomik bir sistem değil tapınak hayatı. Üretim yok, tüketim en az seviyede. Tüketilen her şey dışarıdan geliyor. İçeridekiler hayatlarını kendilerini geliştirmek ve tapınağın gündelik işlerini yapmakla geçiriyorlar. Dolayısıyla herkes eşit anlamda parasız ve pulsuz. Mülkiyet yok, para yok! Gilette’in deyimiyle, para olmadığı için kötülük de yok ya da en azından dış dünyaya göre çok daha az.

Dün bizim gutiyi temizlemeye geldiğimizde J bu gutinin anneannesi tarafından yaptırıldığını söylemişti. Yani şu anda oturduğum sandalyede geçen sene anneanne oturuyordu. Ben Nehir öyküsünü onun ölümü üzerine yazmıştım. Bu gece üzerinde uyuyacağım yatakta da geçen sene o yatıyordu. Gerçi yatak denilmez. Tahtadan bir paltform, üzerinde bir hasır. Hepsi o kadar. Anneannenin ölümünden sonra gutide ilk kalacak kişi ben olacağım. Bu yüzden kayınvalide heyecanlıydı. Damadının tapınakta kalıp, Vippasana yapmak istemesi aile için büyük bir olay. Benim getireceğim sevaplar ile mutlu olacaklar. İlginç olan Buda’ya da diğer dinlere olduğu kadar uzak olmam. İnandığımı söyleyemem. Katıldığımı hiç söyleyemem. Ruhban sınıfını destekleyen, çalışmadan yaşayan bir sınıfın varlığına destek olan bir anlayışa nasıl göz yumabilirim? Ama yine de karşıtlığımı ortaya koymuyorum kayınvalidenin yanında. Sevinsin kadıncağız! Gözleri ışıl ışıl, ırmaktaki yakamozlar gibi parıldıyor. Hem kanseri yendiğinden beri ilk defa bu kadar heyecanlı, bu kadar hareketli.

Dün geldiğimde elektrik yoktu gutide. O yüzden yanımızda mumlar ve el feneri getirmiştik. Bu sabah fark ettik ki elektriği onarmışlar. Kapıyı da dün biz onarmıştık. Tuvaletin düğmesi hâlen açıkta. İnsan karanlıkta ışığı açayım derken bir dokunsa meditasyon falan yapmaya gerek kalmadan kısa yoldan Nirvana’ya ulaşır.

Çanlar çalıyor... Gitmem gerek...