Evrenbilimsel (Kozmolojik ya da Kelâm) Kanıt:
Tanrı kanıtlamaları içinde en sık
rastlanılanlardan bir diğeri de kozmolojik (evrenbilimsel) kanıttır. Her ne kadar
nizam (amaçbilimsel) kanıtıyla örtüşen yanları bir hayli çok olsa da ayrık
yanları azımsanmayacak sayıdadır. İslam felsefesinde “kelâm kanıtı” adıyla
bilinir ama ben daha Türkçe olması ve anlambilimsel olarak içeriğini
çağrıştırması nedeniyle evrenbilimsel kanıt diyeceğim. Kökeni antik Yunan’a
kadar gider. Plato ve Aristotales bu konuda ilk sistematik argümanları ortaya
koyanlardır. Onların “İlk Hareket Ettirici” adını vermelerinden dolayı “İlk
Neden” kanıtı olarak da bilinir. Yine Aziz Augustine bu kanıta Latince “primus
motor” demiştir. Orta çağda formüle ettiği meşhur beş Tanrı kanıtından
birisidir. Said Nursi, Risale-i Nur’da bu konudan bahsederken “Müsebbib-ül
Esbab”, yani “Tüm Nedenleri Yaratan Baş Neden” ifadesini kullanır. Kim
tarafından, ne zaman ve nasıl söylenmişse söylenmiş, günümüze kadar gelebilmiş
ve tanrıtanırlar tarafından genelde ilk olarak öne sürülen kanıttır. Ayrıca,
Türkiye’de geçen ay kurulan Ateizm Derneği’nin facebook sayfasında,
tanrıtanırların “Küçücük bir dernek bile kurucusuz olamıyor, bu koca evren
nasıl yaratıcısız olacak?” diyerek kendilerince tebliğde bulunurlarken, adını
bilmeden de olsa kullandıkları argümandır evrenbilimsel kanıt.
Kanıtın mantıksal silsilesi şu
şekilde özetlenebilir:
1.
Evrende var
olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni (hareket ettiricisi)
vardır.
2.
Bir neden-sonuç
zinciri (a) sonsuza kadar süremez, (b)
kısır döngüye giremez.
3.
Evren var
olmaya (hareket etmeye) başlamıştır ve süreç devam etmektedir.
4.
O halde evrenin
de bir başlatıcı nedeni (hareket ettiricisi) vardır. Bu başlatıcı neden (2a)dan
dolayı kendisinden başka nedeni olmayan bir sonsuz güçtür ve (2b)den dolayı
evrenin kendisi olmayandır.
5.
Kendiliğinden
olan (hareket ettiriciye ihtiyacı olmayan) bu varlığa Tanrı deriz.
Kanıtı daha iyi anlayabilmek için
basamaklarını tek tek inceleyelim.
Birinci ve ikinci basamaklar
varsayımlarımızdır. Mantıkta öncül (premise) denilen önermeyi veya önermeler
grubunu temsil ederler. Örneğin “Tüm insanlar ölümlüdür. Sokrat bir insandır. O
halde Sokrat ölümlüdür.” tümdengelimsel çıkarımındaki “Tüm insanlar ölümlüdür”
ifadesi bir öncüldür. Bunu doğru kabul ederek tümdengelimsel çıkarıma başlarız.
Tüm insanların ölümlü olduğunu da şimdiye kadar doğmuş olan milyarlarca insanın
ölmüş olmasından, kısacası tümevarımsal bir yöntemden çıkarsarız. Bu durumda evrenbilimsel
kanıttan, bizi birinci ve ikinci öncüllere götürecek bir takım gözlemlerin veya
deneylerin var olmasını bekleyebiliriz.
Üçüncü basamak evrenin ezeli
olmadığı gerçeğini ifade etmektedir. Bilimsel verilere dayanarak bu ifadenin
doğruluk değerini sınayabiliriz. Özellikle son elli yılın bilimsel
çalışmalarını baz alırsak, Büyük Patlama (BP) kuramının, günümüzde baskın
paradigma olduğunu söyleyebiliriz. Hemen hemen tüm bilim insanları BP’nin elimizdeki
en iyi evrendoğumsal (kozmogonik) açıklama olduğu konusunda hemfikir. Bu durum
bizi evrenin bir başlangıcının olduğu konusunda ikna edecek kadar yeterlidir.
Dördüncü basamakta sonuç önermesini
görüyoruz. Eğer birinci ve ikinci basamaktaki öncüller gerçeklikle örtüşüyorsa
(çelişmiyorsa) ve bunun üzerine üçüncü basamaktaki gözlem doğrulanabiliyorsa,
sonuç önermesi doğru olmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, bu
çıkarımın mantıksal geçerliliğinin öncüllerin doğruluk değerine bağlı
olmamasıdır. Çıkarım öncüller yanlış olsa da doğru olacaktır. Yalnız, bu
doğruluk, çıkarımın yöntemini ilgilendirir, gerçekle olan ilişkisini değil*.
Sonuç önermesinin gerçeklikle olan ilişkisinin sağlıklı olması için öncüllerin
doğruluğu şarttır. Kısacası, eğer “Tüm insanlar ölümlüdür” öncülü gerçeklikle örtüşük
olmasaydı bile bu durum “Sokrat’ın ölümlü olduğu.” çıkarımını yanlışlamayacaktı
. Peki, bu sonuç önermesi gerçek mi olacaktı? Kesinlikle hayır. Eğer “Tüm
insanlar ölümlüdür.” önermesi doğrulanamaz ya da tümevarımsal olarak doğruluğu
kesinliğe yakın bir şekilde kanıtlanamazsa, Sokrat’ın ölümlü olduğu çıkarımı da
doğru sayılamaz.
Beşinci ve son basamak ise bir
çeşit adlandırma girişimidir. Mantıksal sürecin sonucunda ulaşılan varlığa
Tanrı denilmesi gerektiği ifade edilir. Böylece kanıt sonlandırılmış olunur.
Burada doğal olarak Tanrı’nın önemli birkaç vasfı da ön plana çıkmaktadır.
Madem böylesi devasa bir evreni yaratabilecek kadar güçlü ve akıllıdır, o halde
Tanrı her şeye gücü yeten (Kadir-i Mutlak, omni-potent) ve her şeyi bilen
(Alim-i Mutlak, omni-scient) olmalıdır. Yine İslami gelenekten devam edersek,
var olmak için başka kimseye muhtaç olmadığı için Tanrı’nın bir adı “Samed”dir.
Bu işleri yaparken rakibi olamayacağına göre, bir adı “Ehad”dır. Yaratmış
olduğu evren’den daha büyük olacağı için bir adı “Kebir”dir.
Şimdi gelelim bu kanıta yapacağımız
itirazlara. Aşağıya kanıtla ilgili her türlü itirazı yazacağım. Bunların bir
kısmı mantıksal çıkarıma dair olacaktır. Diğerleri ise olası farklı açıklamalar
üzerine.
Birinci İtiraz: BP’den önce ne vardı ve daha da önemlisi bu
sorunun muhatabı kimdir?
Sorunun iki yönü var. Birincisi
BP’den önce neyin olduğu, ikincisi de nasıl bir yanıtın tatmin edici olacağı. Benim
amacım zaten BP’den önce ne olduğunu yanıtlamak değil, bu soruyu
yanıtlayamamanın bize ne getirdiğini izah etmek.
Öncelikle; felsefeciler ve
ilahiyatçılar istedikleri kadar tartışadursunlar BP’den önce ne olduğunu. Bu
bilim insanlarını zırnık ilgilendirmez. Sorunun muhatabı kendisini bu konuya
vermiş fizikçilerdir. Onların dışında söz söyleyenlerin ne söylediklerinin bir
önemi yoktur. Dolayısıyla, evren hakkında nesnel sonuçlara ulaşmak isteyen
insanlar olarak öncelikle şu konuda hemfikir olmalıyız. Evrenin var oluşu ve
bugüne kadar varlığını sürdürüşü konusunda tek otorite bilim insanlarıdır.
Çünkü gözlem yapan, gözlemlere dayanarak hipotezler üreten, bu hipotezleri
laboratuvarlarda sınayan, kanıtları yeterli bulmayıp başa dönen, bu uğurda
makaleler yazan, bilimsel tartışmalara girişen kişi bilim insanıdır. Bu konuda,
oturduğu yerden ahkâm kesen ilahiyatçıya ya da felsefeciye göre çok daha fazla
söz hakkı vardır.
Evrenbilimsel kanıta göre evrenin
doğumundan önce, “nedeni olmayan bir neden” vardır. Bilime göre de bu nedeni
olmayan neden BP’nin ta kendisidir. Bu
durumda BP’nin bir “ilk neden” olduğunu kabul edebiliriz. Sonuç olarak BP
nedeni olmayan neden tarifine uymaktadır. Yalnız BP’nin nasıl oluştuğu
muallaklığını koruyan bir sorudur. Bildiğim kadarıyla bilim insanlarının BP’yi
neyi tetiklediği konusunda çok kapsamlı bir bilgisi yok. Bilinen şeyler mekânın
ve zamanın BP ile başladığı ve patlamadan önce “singularity” diye
adlandırılmış, zamansız ve mekansız bir fiziksel büyüklüğün var olduğu. Bu
yüzden de “BP’den önce” ifadesi zaten oksimoronik (kendi içinde çelişkili) bir
ifadedir. Bu tıpkı kuzey kutbunun kuzeyinde ne var demek gibi bir şeydir. Kuzey
kutbunda kuzey yoktur çünkü kuzey tükenmiştir ya da kuzeyin kaynağına
varılmıştır. Aynı şekilde, BP’den öncesi yoktur çünkü uzay-zaman BP ile
başlamıştır. Ne olduysa olmuş ve BP meydana gelmiştir. Mekân ve zaman, BP ile
ortaya çıkmıştır.
Bilim muhakkak ki önümüzdeki
yıllarda (ya da yüzyıllarda) bu konuda ciddi aşamalar kat edecektir. Buna
rağmen, yani henüz yanıtlanmamış bir soru olarak BP’yi tetikleyen iradeyi
bulmaya çalışırsak, hipotezlerden ileriye gidemeyiz. Buna Tanrı demek zorunda
mıyız? Bir bilim insanına sorarsak, kocaman bir “hayır” yanıtı alırız. “Dur
daha yeni başladık.” diyecektir bilim insanı. “Şunun şurasında BP’nin elli
yıllık bir geçmişi bile yok. Öyle her tosladığımız kayaya Tanrı adını vereceksek,
bilimin ne anlamı kalır? Mutlaka BP’yi tetikleyen iradenin de bilimsel bir
açıklaması yapılacaktır zamanla. Böylesi bir açıklama yapılamazsa bu
açıklamanın neden yapılamayacağı açıklanacaktır ki bu da pek çok soruyu
yanıtlayabilir tanrıtanır ilahiyatçılar ve felsefeciler için. Bilim iğneyle
kuyu kazmaktır; sabır ister, metanet ister, azim ister.”
Gelelim sorunun olası yanıtının
felsefecilerde ya da ilahiyatçılarda meydana getireceği etkiye. Diyelim ki
fizikçiler on yıllarca çalışıp, BP’yi tetikleyen iradeyi saptadılar. Dediler ki
“BP maddenin şu ve şu durumları dolayısıyla gerçekleşmiştir. Başlangıçta bu ve
bu vardı, ardından şöyle oldu ve şu matematiksel denklemlerde de görüldüğü
üzere BP gerçekleşti.” Tüm bu bilimsel açıklama yine bilimsel temellere
dayanacağı için BP’den önce ne olduğunu izah etmekten çok BP’nin nasıl
oluştuğunu açıklamaya yetecektir. Daha doğrusu BP’nin nasıl oluştuğunu izah
edecektir ama niçin oluştuğunu izah edemeyecektir. Peki bu açıklama, oturduğu
yerden Tanrı hipotezleri üreten ve bilimin henüz yanıt veremediği her soruya
vakit kaybetmeksizin “İşte Tanrı’nın kanıtı.” diye koşuşturan tanrıtanır
ilahiyatçıyı ya da felsefeciyi ikna edecek midir? Kesinlikle hayır! Çünkü
onların beklediği şey; yasalardan bağımsız, her şeyi izah edecek, tüm sorulara
tek bir hamlede yanıt verebilecek, mükemmel bir yanıt makinesidir. Bilim bu
görevi üstlenemeyeceği için, BP’nin oluşumunu izah eden bilim insanına hemen
soruyu yapıştıracaklardır. “Peki, iyi güzel, çok iyi dedin; ama bana bir de
şunu söyle; BP’den önce ne vardı?”
Döndük mü başa? Döndük; çünkü bilim,
ilahiyatçının beklentisini karşılayamayacak durumdadır. Karşılayamayacak olması
bilimin eksikliğini değil, tam aksine soruyu soranın peşin hükümlülüğünü
gösterir. Çünkü bilim insanı BP’nin ötesinde ne olduğunu bilemez. Fizik bilimi
için BP’nin ötesini gözlemlenemez, sınanamaz ve hakkında konuşulamazdır. Bilim
insanı hakkında konuşamadığı noktaya gelince susar. İlahiyatçı için ise bu
durum kaçırılmaz fırsattır. Bilim insanının sustuğu yerde istediği gibi
kurgular yapabilecektir; kimsenin yanlışlayamayacağı (aynı zamanda
doğrulayamayacağı) önermeler ortaya atıp, bunlar üzerinden asla algılanamayacak
yeni bir evren kurabilecektir. Dolayısıyla, bilim istediği kadar BP’ye açıklama
getirsin; inatçı ilahiyatçıyı ikna edemeyecektir. Bu ikna olamamanın tek nedeni
de ilahiyatçının bilimden beklentisinin bilimsel bir istek olmamasıdır.
Burada ilahiyatçının tatmin
olamaması kaçınılmazdır çünkü bilimsel olmayan bir hipoteze bilimsel bir kanıt
aramakla meşguldür kendisi. Bilim insanı BP’nin başlangıcında “singularity”
bulmuşsa ona Tanrı adını vermekte bir mahzur görmeyecektir. Tabii ki “singularity”,
İbrahimi dinlerin önerdiği gibi bilinçli bir varlık değildir. Tüm evreni baştan
planladığını, evrende insana özel bir yer hazırladığını, ölen insanları cennete
ya da cehenneme gönderdiğini söyleyemeyiz. Sonlu da olsa çok büyük bir güç
olduğunu ve bu gücün saçılmasıyla evrenin varlığa erdiğini söyleyebiliriz.
Bilim insanı için de bu yanıt yeterli olacaktır. Bunun dışındaki sorulara;
örneğin zamanın ve mekânın nasıl oluştuğuna, evrenin nasıl genişlediğine, canlı
organizmaların nasıl ilk ortaya çıktıklarına yanıtlar arayacaktır. Bilim insanı
için bilim zaten artan sorular demektir. Bir soruyu yanıtlarken on tane yeni
soru çıkar ortaya, on tane yeni kavram belirir.
Kısaca özetlemek gerekirse; bilim
insanının evrenbilimsel kanıta verebileceği bir yanıtı yoktur. Onun
verebileceği kanıtın her bir aşamasına tanrıtanır, “Eeee, o neden vardı.” diye
soracaktır. Bilim insanı için kendiliğinden var olan bir cisim başlı başına bir
çelişki içermez. Bunu çelişki gibi gösteren tanrıtanırın evrenin dışında bir
anlam arayışının ortaya çıkardığı beklentidir. Bilim insanından da bu
beklentiyi karşılamasını ummak bilimdışı bir eylem olur.
İkinci İtiraz: Öncüller evrenin dışında geçerli midirler?
Evrenbilimsel kanıta yapılacak ilk itirazın,
tanrıtanırın beklentisini karşılama adına işe yaramayacağını gördük. Yalnız bu,
kanıtın doğru olduğunu (ya da Tanrı’nın var olduğunu) değil, tanrıtanırın
bilimsel kanıtlarla tatmin olamayacağını gösterir. Peki biz, evrenbilimsel
kanıtın yöntemine yönelik bir eleştiri yöneltebilir miyiz? Şimdi de bu soruyu
yanıtlayalım.
Kanıtın ilk öncül önermesini
anımsayalım:
1.
Evrende var
olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni (hareket ettiricisi)
vardır.
Evrende var olan her şeyin bir
nedeni vardır. Nedensellik yasası da denilen bu önerme aslında bilimin en
önemli ilkelerinden birisidir. Kant’ın haklı olarak metafizik kategorisine
aldığı nedensellik ilkesi evreni anlamamızı sağlayan çok güçlü bir araçtır. Bir
silsile olarak yazıldığında karşımıza şu çıkar:
A’nın nedeni B’dir, B’nin nedeni C’dir, C’nin nedeni D’dir… Bu şekilde
gidebildiğimiz yere kadar gideriz. Evrenin içerisinde kaldığımız sürece
nedensellik yasası geçerliliğini korur çünkü bilimsel kuramlar, insanın bitmez
tükenmez bilme iştahını karşılayacak nedenler keşfetmek zorundadır.
Son cümlede geçen “evrenin
içerisinde kaldığımız sürece” ifadesinin altını çizmek istiyorum. Nedensellik
ilkesi evrenle birlikte var olan, evrenin doğasının bir sonucudur. Nereden ve
nasıl çıktığı sorusuna üçüncü itirazda değineceğim için şimdilik bu soruyu bir
kenara bırakalım. Bizim için önemli olan nedensellik ilkesinin bu evrenle
birlikte var olmaya başlamış olmasıdır. Dolayısıyla nedensellik ilkesini
evrenin dışındaki bir varlığa doğru uzatmak, sanki evrenin dışında da aynı yasa
geçerliymiş gibi bir sonuca ulaşmak doğru olmaz. Bu evren içerisinde var olan
şeyler nedensellik ilkesiyle izah etmek demek, bu evrenin varlığını da aynı
nedensellik ilkesiyle izah edebileceğimiz anlamına gelmez çünkü evren burada
yokken nedensellik de yoktu. Bu durumda evrenin de bir nedeni olduğu sonucu
geçerliliğini yitirecektir.
Akla pek de yatkın gelmeyen bu
çıkarımı basit bir matematiksel analojiyle izah edeyim. Cebirsel bir denklemin
her iki tarafına da aynı sayıyı ekleyebileceğimizi ilkokul yıllarından beri
biliyoruz. Örneğin, 5=5 ifadesinin her iki tarafına da 2 eklersek 5+2 = 5+2
ifadesini elde ederiz ki burada eşitliğin bozulmadığını görürüz. Bu kural sonlu
olan tüm kavramlar (fonksiyon, seri, dizi…) için geçerlidir. Yani, eşitliğin iki tarafına sonlu bir
fonksiyon olan f(x) eklesem aynı kural geçerliliğini koruyacaktı. Bu kuralın
bir uzantısı da eşitliğin iki tarafına farklı sayılar eklediğimde eşitliğin
kesinlikle bozulacağı gerçeğidir. Yani 5
= 5 eşitliğinin sol yanına 2, sağ yanına 3 eklersem; karşıma 7 eşittir 8
ifadesi çıkar ki biz bu ifadenin yanlış olduğunu biliyoruz.
Peki, bu kuralı sonsuz olan bir
değere uyguladığımda ne olur? Kolaylık olsun diye sonsuzu “&” işareti ile
göstereceğim. Sonsuz kavramından biliyoruz ki sonsuza ne eklersek ekleyelim
sonuç yine sonsuz olacaktır. Dolayısıyla &+2 = & yazabiliriz. Dikkat
edilirse bu işlemde yukarıdaki kuralı kullanmadım çünkü sonsuzda işlem yaparken
yukarıdaki kural işe yaramayacaktır.
Şimdi de sonsuzda işlem yaptığımızı unutup yukarıdaki kuralı uygulamaya
kalkalım ve eşitliğin iki tarafından & çıkaralım. Karşımıza 2 = 0
çıkacaktır. Sonucun yanlış olması bizim işlemlerde bir hata yaptığımızı
gösterir. Buradaki hata, sadece sonlu kavramlara uygulanması gereken bir kuralı
sonsuz kavramlara uygulama çabasıdır. Yani iki taraftan sonsuz çıkarma gibi bir
lüksümüz yoktur çünkü sonsuz sayısal bir değer değildir. Sonlu kavramların
birbirleriyle etkileşimini idare eden cebirsel kural sonsuz kavramlara gelince
geçerliliğini yitirmektedir.
Tıpkı evrenin içerisinde var
olduğunu kabul ettiğimiz nedensellik ilkesinin evrenin dışı için geçerli
olmayabileceği gibi. Burada evrenin dışı derken sanki evrenin dışı varmış da
orada nedenselliğin borusu ötmüyormuş gibi bir anlam çıkabilir. Kesinlikle
hayır. Zaten bilim insanı için evrenin dışı diye bir şey yoktur. Bilinebilecek
her şey evrenin içindedir. Evrenin dışı var demek evrenin başka bir şeyin
içinde olduğunu kabul etmek demektir. Oysa evren, dışı olmayan bir mekândır
dolayısıyla var olması için gereken koşullardan birisi olarak nedenselliği öne
süremeyiz. Hem zaten evrenin de başka bir mekânın içinde olduğunu öne sürersek,
bu mekânın da başka bir büyük mekânın içinde olduğunu söylemek zorunda kalırız.
Gereksiz yere –kanıtımız da olmadan- bir ton evren üretmiş oluruz.
Bir başka analoji de şu şekilde yapılabilir. Bir okul düşünelim. Bu okulda yabancı diller öğretilsin. Okula gelen öğrenciler İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince, Japonca, İspanyolca gibi dilleri öğrensinler. Herhangi bir okuldan beklenileceği gibi bu okulda da eğitimi ve öğretimi sorunsuz bir biçimde sürdürebilmek için bir takım kurallar olmak zorundadır. Zil çaldığında öğrencilerin hepsinin sınıfta olması, öğretmenin derse zamanında başlayıp zamanında bitirmesi, yemeklerin belli bir yerin dışında yenmemesi, öğrencilerin giyecekleri üniformaların renkleri ve modelleri ve sayısı artırılabilecek yüzlerce kural okulun yönetmeliğine yazılır. Öyle ki bir konuda sorun yaşayan müdür, yönetmeliği eline alır ve okur. Kurala göre karar verir. Bir gün okula gelen müfettiş okul müdürüne bu okulun binasının nasıl yapıldığını sorar. Okul müdürü önce afallar. Sonra aklına yönetmeliğe bakmak gelir. Oysa yönetmelikte okul binasının nasıl inşa edildiği üzerine herhangi bir bilgi yoktur. Öğretmenlere sorar, öğrencilere sorar ama kimse bu soruyu yanıtlayamamaktadır. Bu durumda müfettişe verebileceği yanıt "Bilmiyoruz. Biz geldiğimizde okul binası buradaydı. Biz de kuralları okul binasının odalarının birbirine yakınlığına, dersliklerin yemekhaneden uzaklığına, zil sesinin her yerden duyulabiliyor olmasına göre yazdık.Okul binası inşa ediliyorkenki koşullarla şu anki koşullar çok farklıdır." şeklinde olacaktır. Okulun eğitim öğretim yönetmeliği okul binasının inşaat yöntemini açıklayamaz çünkü inşaat yöntemi okul yapılmadan önce vardır (ya da yoktur, bilemeyiz!). Okulun kuralları ise okul var olduktan sonra ortaya çıkmış ve evrilerek bugünkü halini almıştır.
Bir başka analoji de şu şekilde yapılabilir. Bir okul düşünelim. Bu okulda yabancı diller öğretilsin. Okula gelen öğrenciler İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince, Japonca, İspanyolca gibi dilleri öğrensinler. Herhangi bir okuldan beklenileceği gibi bu okulda da eğitimi ve öğretimi sorunsuz bir biçimde sürdürebilmek için bir takım kurallar olmak zorundadır. Zil çaldığında öğrencilerin hepsinin sınıfta olması, öğretmenin derse zamanında başlayıp zamanında bitirmesi, yemeklerin belli bir yerin dışında yenmemesi, öğrencilerin giyecekleri üniformaların renkleri ve modelleri ve sayısı artırılabilecek yüzlerce kural okulun yönetmeliğine yazılır. Öyle ki bir konuda sorun yaşayan müdür, yönetmeliği eline alır ve okur. Kurala göre karar verir. Bir gün okula gelen müfettiş okul müdürüne bu okulun binasının nasıl yapıldığını sorar. Okul müdürü önce afallar. Sonra aklına yönetmeliğe bakmak gelir. Oysa yönetmelikte okul binasının nasıl inşa edildiği üzerine herhangi bir bilgi yoktur. Öğretmenlere sorar, öğrencilere sorar ama kimse bu soruyu yanıtlayamamaktadır. Bu durumda müfettişe verebileceği yanıt "Bilmiyoruz. Biz geldiğimizde okul binası buradaydı. Biz de kuralları okul binasının odalarının birbirine yakınlığına, dersliklerin yemekhaneden uzaklığına, zil sesinin her yerden duyulabiliyor olmasına göre yazdık.Okul binası inşa ediliyorkenki koşullarla şu anki koşullar çok farklıdır." şeklinde olacaktır. Okulun eğitim öğretim yönetmeliği okul binasının inşaat yöntemini açıklayamaz çünkü inşaat yöntemi okul yapılmadan önce vardır (ya da yoktur, bilemeyiz!). Okulun kuralları ise okul var olduktan sonra ortaya çıkmış ve evrilerek bugünkü halini almıştır.
Evrenbilimsel kanıtta kullanılan
öncüllerin, kanıtın ileriki aşamalarında kullanılamayacağını gösterdik ama
burada iş bitmiyor. Çünkü tanrıtanırcı bir insan ilk öncülde şöyle bir tamire
gidebilir: “Evrende var olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni
(hareket ettiricisi) vardır.” cümlesinden “evrende” şartını çıkarır. Böylece
öncül şu şekilde ifade edilir: Var olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir
nedeni (hareket ettiricisi) vardır. Böylesi bir tamir aslında tanrıtanırın
başına daha büyük bir sorun açacaktır çünkü bu tamir sorunu çözmekten çok
ertelemiş olacaktır.
Eğer her şeyin bir nedeni olduğunu
kabul edersek, Tanrı’nın da bir nedeni (yaratıcısı) olup olmadığını
sorabilmeliyiz. Çünkü sonuçta Tanrı da vardır ve varlığın bir parçasıdır. İlk
öncülümüz doğruysa eğer Tanrı’nın da kendisini var eden bir nedene ihtiyacı
olacaktır. Tanrıtanırcı bu noktada ikinci öncülü öne sürüp “İyi ama sonsuza
kadar gidemezsin.” diyebilir. Tanrıtanımazın bu durumda tanrıtanıra vereceği
yanıt şu olacaktır. “Sonsuza kadar gitmiyorum, gidebildiğim yere kadar
gidiyorum.” diyebilir. Belki onuncudan sonra duracaktır, belki de yüzüncüden
sonra. Hangi sayıda durursa dursun, hiçbir mantıksal çıkarım tek bir Tanrı’da
durmamız gerektiği sonucunu vermez. Hem ayrıca yüzüp yüzüp en sonunda bir yerde
duracaksak, neden bilim insanlarının vardıkları son yerde durmuyoruz?
Benim Cennet Muhabbetleri öyküsünde
alegorik olarak ele aldığım bu konu aslında tanrıtanırların da üzerinde
düşünmeleri gereken bir konudur. En azından, tanrıtanırlar kendilerine
sormuyorlarsa bile Tanrı’nın kendisine
bu soruyu sorup sormadığını sorgulamaları gerekir. Yani Tanrı, ezeli ve ebedi
olan varlığının nereden geldiğini sorgulamıyor mu hiç? Bir insan, sonlu
fiziksel kabiliyetine ve sonlu hayal gücüne rağmen varlığının kaynağını
sorgulayabiliyorsa bunu Tanrı neden yapmıyor? Sorgulamaması için bir neden var
mı? Ben en büyüğüm, en bilgiliyim, en mükemmelim diyerek; belki de kendisini
var eden gücü inkâr etmiş olmuyor mu? Bir insan “Tanrı yoktur, bu evrende
yalnızız. Ne yaparsak yanımıza kalır. Bu yüzden iyiliği yayalım, barışı ve
kardeşliği övelim.” dediğinde kibirli ve nankör yaftasını yiyorsa, kendisini
var eden gücü aramayan, sorgulamayan ve her fırsatta insanlara ben en güçlüyüm
mesajı veren Tanrı hangi sıfatı hak etmektedir?
Üçüncü İtiraz: Evrenin yasalarını Tanrı yapmadıysa kim yaptı?
Devam edecek… (Üçüncü İtiraz çok uzun olacağı için ayrı bir sayfayı hak ediyor.)
* Burada demek
istediğim şey şu. “Bütün kuşlar uçar. Tavuk bir kuştur. O halde tavuk uçar.“
çıkarımı doğru bir çıkarımdır çünkü mantıksal ilkelere uygundur. (Modus Ponens: p àq ve p. Dolayısıyla q). Yalnız mantıksal çıkarımın doğru olması
sonucun gerçeklikle örtüştüğü anlamına gelmez. Hepimiz biliyoruz ki tavuk
uçmaz. Burada suçlanması gereken şey mantık değildir, öncül olarak öne sürülen
“Bütün kuşlar uçar” önermesinin yanlış olmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder