Bu Blogda Ara

18 Aralık 2016

KALDIĞIM YERDEN DEVAM...

Kitap yayımlamak, kitap yazmaya göre çok daha çetrefilli ve stresli bir iş. Yayıneviyle sürekli bir iletişim halinde olmak gerekiyor, aynı metni miden bulanana kadar defalarca okumak gerekiyor, her seferinde düzeltecek yeni şeyler çıktığı için bir süre sonra kendinden utanıp "yeter artık" demen gerekiyor... Bir de senin elinde olmayan yüzlerce başka detay var. Bu yüzden bu kış pek yazamadım. Nihayet süreç bitti. Hiçbir kitabı yayımlanmamış bir yazar gibi yazmaya başlayabilirim tekrar. Bu sabah oturdum aşağıdaki düşünce kırıntılarını yazdım. Yarından itibaren Tokcay'ın Ölümü öyküsüne devam edeceğim. Mazeretim de kalmadı artık. Uygun adım marş, ileri...

Bu arada Kitapyurdu'nun sayfasında şimdiye kadar yazmış olduğum kitapların hepsi bir arada görülebiliyor. Ağbağı şurada bulunsun. Lazım olunca kopyelerim:

http://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-riza-arican/40596.html


BİRKAÇ AFORİZMAYLA ŞEYTANIN BACAĞINI KIRMA GİRİŞİMİ

2016121701: İstemediği bir hayatı yaşamaya zorlanan insanın ahlaklı olması mümkün değildir. Çünkü mutsuzdur, mutsuz olduğu için hiçbir şeyi beğenmeme hakkını bulur kendisinde. Eleştiri değildir yaptığı, salt nefrettir. Kendisi kronik mutsuz olduğu için mutlu olan her şeyi kıskanır; tıkırında işleyen sistemleri, yolunda giden evlilikleri, neşeyle ve sorumlulukla gelişen ebeveyn-çocuk ilişkilerini ve hatta düzenli işleyen makineleri bile. Mağrur ve kibirli olur ama bunu fark edemediği için bilgiçlik maskesinin arkasına sığınır. Mutsuzluğunu da bilgiçliğine verir, korelasyondan neden-sonuç ilişkisi çıkaran yeni yetme bir analist gibi hak etmediği bir öz-beğeninin içinde debelenmeye devam eder. Ömür bu şekilde geçerken, bir baltaya sap olamamanın, oturduğu yerden kıçını kaldırıp bir işe girişememenin sıkıntısını ölene kadar çeker. Mutsuz yaşar, mutsuz ölür.

2016121702: Kült hale gelinmeden, yayınevleri tarafından pohpohlanmadan, sistematik bir reklam çalışmasının parçası olmadan hiçbir yazar sıradan okurun perspektifine girmiyor artık. Söyleşiler düzenleyeceksin; imza günleri, okurla buluşmalar, konferanslar… Hatta imkânın varsa yaratıcı yazarlık atölyeleri, kitap dinletileri, sesli-görüntülü röportajlar. Çünkü okur, edebiyatı edebiyat olduğu için okumuyor artık, yanında başka bir şeyler istiyor. Yazarın sevecenliği, güzelliği, yakınlığı, konuşma yeteneği, çevresi, yazarlık dışında yaptığı işi… Oysa hiçbiri gerekli olmamalı bir kitabı beğenmemiz ve yazarını takdir etmemiz için. Öyle ya, ben konuşmayı ve insanlarla bir araya gelmeyi sevseydim yazar değil konuşmacı ya da siyasetçi olurdum. Yazarım ben, kâğıda anlatırım derdimi. O kâğıdı okumak isteyen de alır mesajımı. Neden bir de ayrıyeten uğraşmak zorunda bırakılıyorum yazarlık dışı eylemlere, milletin gözünün içine soka soka yapıtımın reklamını yapmaya? Yeni çıkan bir kitabın makûl düzeyde tanıtımının yapılmasını, eleştirisinin edebiyat dergilerinde yayınlanmasını anlayabilirim ama gerisi bana göre kitabın değerini düşürmek, yazarı yazar kimliğinden uzaklaştırıp başka mercilerde değerlenmesini sağlamaktır. Söyleyeceklerimi o kitapta yazdım sayın okurum, daha fazlası da var evet, o da bir sonraki kitapta olacak. Kitabın konusu, üslubu, savunduğu fikirler ilgini çekiyorsa alırsın ve okursun. Yazarın kim olduğu sorulması gereken son sorudur. Bazen düşünüyorum, tüm yazarlar takma adla çıkarsalar kitaplarını nasıl olur diye. Yani, kendi adınla kitap yazman yasaklansa ve aynı adla birden fazla kitap çıkarman da. Örneğin X yazarının ilk kitabını beğenip, aynı yazarın Y mahlasıyla çıkardığı ikinci kitabını beğenmeme olasılığımız artar mı acaba? Yoksa “Ne yazsa okurum!” düşüncesi edebiyatın inkâr edilemez dinamolarından birisi midir? 

2016121703: Aslı Erdoğan’ın iki kitabını okudum. İkisini de beğenmedim. Liseli bir kızın, defterinin arkasına yazdığı küskün notlardan farksız yazdıkları. Yaratıcı imgeler yok mu? Var tabii ki ama yazarlık sadece imge avcılığı değildir ki! Yoğunlaşmayı gerektirir, konuları birbirine bağlamayı gerektirir, bir mesaj vermiyorsa bile yazarın bir derdinin –kişisel sorunların ve bağımlılıkların dışında- olduğunu göstermesi gerekir. Öncelikle yazma disiplini olan birisi değil, Aslı Erdoğan. Yazdıklarından bu anlaşılıyor ve kendisi okuyucuya bu imajı vermekten çekinmiyor. Sürekli bu disiplinsizliğinden ve onun meydana getirdiği keşmekeşten şikâyetçi. Oysa yazmak her şeyden önce fiziksel bir eylemdir ve disiplin, kafa dinginliği, kontrol edilmiş delilik gerektirir. Ara sıra kontrolü kaybetmek ve şiirsel bir dünyanın akımına kapılıp, sabun köpüğü ömründe cümleler yazmak tabii ki hakkıdır her yazarın ama bir kitabı baştan sona sabun köpükleriyle doldurursanız, nitelikli okurun “Ben bu kitabı neden okuyorum? Köpükler söndükten sonra ne kalacak elimde?” sorgulamasından kaçamazsınız. Erdoğan’da konular sıklıkla tekrar etmektedir: Yalnızlık, ölüm, karanlık, gece, sigara, kahve, asosyallik… Bütün bunlar var ama ortada bir hikâye yok, sadece olur olmaz yerlerde görünüp kaybolan kent ve insan imgeleri, kapağı açılıp terkedilmiş sandıklar gibi yazılmayı bekleyen öyküler, birbiriyle ilgisiz konularda aforizmik lafazanlıklar. Oturup, gerçek bir yazar gibi vaktini ve emeğini kurguya harcamak yerine, kolaya kaçıp şiirsellikte teskin ediyor kendisini ve okuru. Tamam, bir gazeteci olarak mazlumların sesi olmuştur ve haksız yere hapiste olması nedeniyle –Hiçbir insan yazdıklarından dolayı hapse atılmamalıdır.- desteği hak ediyordur. Türkiye’de olsam ben de destek olurdum kendisine ama iyi bir yazar olduğu için değil; gazeteci olduğu için, ezilenlerin durumlarını köşesine taşıdığı için ve saçma sapan bahanelerle içeride tutulduğu için. Elimde bir deneme kitabı ve bir romanı daha var. Romanını okuyacağım –Kabuk Adam-. Bu da diğerleri gibi hikâyeden yoksunsa ve bu yoksunluğu imge avıyla, gereksiz laf kalabalığıyla avutmaya çalışan bir metinse, denemeleri okumayacağım. Küskün olmak, melankolik bakmak, kahve ve sigara bağımlısı olmak, kronik depresif olmak… Bunların hiçbirisi bir insanı iyi yazar yapmaz. Yalnızlığını, hüznünü, nefretini ve geçmişin acılarını aşmış; disiplinli bir şekilde çalışarak hayatının –ve olası tüm hayatların- fiyaskolarını hikâyelerine işlemeyi başarmış yüzlerce yazar var. Onlarla ilgilenmek lazım, her ne kadar adları çok bilinmese de!

* Ek: Kabuk Adam'ı okudum. Düşüncelerim değişmedi. Türkçe edebiyat okuru çok daha nitelikli metinleri hak ediyor. Bu romanda da yine aynı bunalım takılmacalar, toplumdan bağımızca var olan karakterler, okunduğunda çeviri tadı veren diyaloglar vardı. Sona kalan deneme kitabını okumayacağım.  

2016121801: Hiçbir zaman iyi bir yazar olamayacağımı biliyorum. Benim için iyi yazar olmak demek çok beğendiğim ve gittiğim her ülkede yanımdan ayırmadığım yazarlar gibi yazabilmek demek. Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Haldun Taner, G G Marquez ya da Vladimir Nabokov gibi mesela... Onları taklit etmek değil tabii ki amacım; üslupta, içerikte, derinlikte ve tonda en az onlar kadar nitelikli ürünler verebilmek. Bu gerçekleşemeyecek maalesef, çünkü kendimi asla tamamıyla yazıya veremeyeceğim. Hep başka şeyler olacak dikkatimi dağıtan. Her şeyden önce öğretmenlik mesleğim var. Severek, isteyerek, sonuna kadar zevkini çıkararak yaptığım. Gelecek nesilleri şekillendirmede öğretmenliğin yazarlık kadar etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum. Hepsi bu da değil, yazı denilen iletişim aracı yanlış anlaşılmaya ya da hiç anlaşılmamaya çok müsait. Denize atılan şişedir yazmak; bulunur mu bulunmaz mı? Bulundu diyelim, bulan kişi mesajı anlar mı anlamaz mı? Anladı diyelim, mesajı hayatına uygular mı uygulamaz mı? Bir de şişenin on yıllar ya da yüz yıllar sonra bulunma olasılığı var… Oysa öğretmenlikte iletişim doğrudandır. Öğrenci zaten pişirilmeye hazır hamur kıvamındadır. Bir insanın zihnine girmek, onu yönlendirmek, bilime, sanata ve matematiğe saygı duyar hale getirmek; belki de benim gibi hayata gerektiği kadar dalamayan, hayatın kenarında gezinmekten mağrurca zevkler alan bir insan için yapılabilecek en ileri düzey icraattır. Böyle olunca, yani sevdiğim mesleği yapıp ve hayranı olduğum disiplini öğretince, ister istemez tüm enerjimi ve vaktimi işime veriyorum. Doğal olarak da yazmaya, okumaya ayırmam gereken vakitten çalmış oluyorum. Bu durum da nihayetinde hem içeriğin kısıtlanmasına hem de yazının niteliğinin düşmesine neden oluyor. İşin daha da kötü yanı, hiçbir zaman edebiyattan hayatımı kazanamayacağım için, ömrümün sonuna kadar öğretmenlik yapacağım ve ömrümün sonuna kadar öğretmenliğin yazarlığımdan çaldığı vakitten şikâyet edeceğim.


2016121802: Bencil olduğum için mi yazıyorum yoksa yazdığım için mi bencilim? Bu soru sıkılıkla kurcalar kafamı. Eğer bencil olduğum için yazıyorsam, bu düşünce yazarlığın çalışarak didinerek elde edilen bir kazanım değil de genlerle / çocuklukta yaşanan travmalarla gelen bir yetenek olduğunu ima eder. Öyle ya, kötü bir çocukluk geçirmişimdir. Aile saadetinden, anne-baba sevgisinden mahrum bırakılmışımdır. İçinde bırakıldığım yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu beni daha da içe dönük bir insan yapmış ve sonunda hem bencil (bütün dünyanın kendisine haksızlık etmek için çalıştığını zanneden) hem de yazan (bu haksızlıkları yapanlardan intikam alan) birisi haline dönüşmüşümdür. Doğru yanları vardır, olmayan yanları da. Genelleme yapmak imkânsız. Peki ya döngünün öteki yarısı? Yazar olduğum için bencil de olabilirim. İnsan yazmaya, daha doğrusu yaratmaya başlayınca göksel bir güce kavuştuğunu zannediyor. Hoş, kendisi zannetmese de medya ve okurlar ona bu duyguyu tattırıyorlar. Sıradan bir iş olmasına rağmen, sırf üne kavuşması ve yazarın etrafındakilere de prim kazandırması için yazma eylemi efsaneleştiriliyor. Gizemli, bulutsu, tanımsız bir bulmacaya / labirente dönüştürülüyor. Oysa yazmak da ütü yapmak ya da yerleri süpürmek gibi bir eylemdir. Evet, yazdığım için kendimi ütü yapanlardan üstün gördüğüm zamanlar olmuştur ama bu görüş hem yanlış hem de küstahcadır. Dünyayı ve dünyadaki nesneleri küçük görme marazı da aynı bencilliğin sonucudur. Ev işlerine yukarıdan bakıp, iş bölümünü, “ben yaratıcı olanlarla sen tekrar eden işlerle meşgul olacaksın” şekilde yapmak ise yazmanın tekrar gerektirmeyen bir eylem olduğu varsayımını gerektirir.