Bu Blogda Ara

21 Haziran 2022

Kent ve Zaman

Son birkaç yıldır kafamı en çok meşgul eden kavramlardan birisi bilinç ve bilinçlilik oldu. Bilincin ne olduğu, var olup olmadığı, bilinç dediğimiz şeyin fiziksel anlamda bir tanımının yapılıp yapılamayacağı ya da onu fiziksel anlamda bir yere koyup koyamayacağımızı, “ben” dediğimizde tam olarak neyi kastetiğimizi, insan zihninden bağımsız bir bilincin mümkün olup olmadığını, hayvanların bilinçlerinin ne düzeyde olduğunu ya da bizden hangi yönlerde farklılıklar gösterdiklerini, karşımızdaki insanın tıpkı kendimiz gibi bir bilinç sahibi varlık olduğunu nasıl bilebildiğimizi ve daha pek çok benzeri soruyu yanıtlayabilmek için kitaplar okudum, inernette dolandım, pek anlamasam da bilimsel makalelere göz gezdirdim. Sonuçta hiçbir yere varamadım, tam tersine kimsenin de bir yere varmadığını fark ettim. Bilincin ne olduğu üzerine sanırım son 200 yılda -nörolojide ve cerrahide yaşanan gelişmelerle birlikte- bir hayli yol katettiğimizi kendimize söylesek de aslında bu bir çeşit avuntudan başka bir şey değil. Okuduklarımdan anladığım tek şey kimsenin henüz bu konuda söyleyecek yeni bir şeyi yok. Bir sürü hipotez var ama bunların bir kısmı bilimsel sınamaya kapalı (tümbilinçlilik), bir kısmı da sorunu inkâr etme yoluna giden (bilinç bir yanılsamadır) kolaycı açıklamalar. Sürekli lafı dolandırıp, topu taça atıp, bilincin üzerinden atlayıp sayfaları dolduran makaleler yazıyorlar, konferanslar düzenliyorlar, uzun uzun söylevler veriyorlar. Öyle ki bu konuda ümidimi bir nebze yitirdiğimi bile söyleyebilirim. En azından yakın gelecekte bilinç üzerine pek yeni bir şey söyleyemeyeceğiz gibime geliyor.  Nasıl ki Tanrı’nın var olup olmadığını bilimsel bir kesinlikle asla bilemeyeceğiz, bilincin ne olduğunu da asla tam anlamıyla bilmeyeceğiz demek en azından şimdilik en dürüst açıklama.

Bu bilinmezlik durumu bana birbirine paralel konumda yerleştirilmiş çerçevesiz iki aynayı düşündürtüyor. Ayna diğer aynaya bakarak kendisinin ne olduğunu kavramaya çalışıyor ama civardaki diğer nesnelerin ve ışık kaynaklarının yansımasından başka bir şey göremiyor. Kendisinin de karşısındaki aynayla aynı olduğuna dair inancı -kanıtı yok bunun ama olsun- onu etraftaki nesneler arasındaki ilişkilere, ışık kaynaklarının konumlarına ve bilimum diğer harici açıklamaya itiyor. Sabahtan akşama kadar ağaçları, kuşları, kedileri, arabaları anlatıyor ve bu şekilde aslında kendisinin ne olduğunu anlattığına dair yalancı bir tatminlik hissine -anlatılan varsa anlatan da var olmalı- kapılıyor. Hatta, öyle bir zaman geliyor ki kendisinin var olmadığını, aslında sadece dış dünyadaki cisimlerin yansımalarının bir koleksiyonu olduğuna dair solipsist bir inanca bile saplanıyor -bilincin aslında var olmadığı, var olduğunu düşündüğümüz içimizdeki benin aslında beynin yarattığı bir halisülasyon ya da hayatta kalma mekanizması olduğuna dair, hiçbir sorunu çözmeyen, sadece sorunu iteleyen hipotez- . Velhasılı kelam, ayna aynaya bakıyor ama bir türlü kendisini göremiyor, kendisini tanıyamıyor, kendi varlığını kanıtlayacak verilere birinci elden ulaşamıyor. Belki de bu durum etraftaki tüm ışık kaynakları ve cisimler yok olduğunda aynanın aynalık fonksiyonunun ortadan kalkmasıyla ilgili. Bir çeşit kendiyle yüzleşme korkusu, karanlık bir boşluğa bakıp sadece kendi sesinin yankısını duyma kaygısı ve bir türlü harekete geçememesi. “Ya aslında yoksam, ya gerçekten de her şey bir görüntüden, bir seraptan ibaretse…” Ayna, ayna olmak için dış dünyaya muhtaç, aynalığının farkına varmak için ise başka bir aynaya. İnsan da böyle. Hayvanlardan tek farkı kendi bilinçliliğinin farkında olması. Hayvanlarda da benlik ve kendilik duygusu var, bunu evinde hayvan besleyen herkes bilir. Yalnız, bilinçli olduğunun farkında olan tek varlık ve bilincini kendisine sorun eden tek varlık insan olsa gerek. İnsan-dışı canlıların kendi bilinçleri üzerinde kafa patlattıklarını gösteren bir kanıt yok elimizde, muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak.

Neyse, bilince daldım, asıl konuma bir türlü giremedim. Felfesi konular maalesef biraz böyleler. Her birinin ayrı bir çekiciliği var. Hele bir de kavramların metafizik boyutları ağır basıyor ve diğer metafizik kavramlarla (zaman, nedensellik, Tanrı…) yakından ilişki içindeyseler. Dipsiz bir kuyuda kuyunun iç çeperlerine çarpa çarpa seyahat etmenin nefes kesici cazibesi… Ama yeter, bu kadar lafazanlıktan sonra asıl konuya gireyim. Hoş, birbirinden tamamıyla bağımsız konular değiller bunlar.  En azından ben öyle olmadıklarını düşünüyorum. Öncelikle, zaman kavramı bilinçten çok daha önce filozofların aklını kurcalamaya başlamış. Bunun en büyük nedeni bilincin dinsel bir açıklamasının kolaylıkla kabul görmesi olabilir. Yani, insanı beden ve ruh diye ikiye ayırdın mı, bedenden arta kalan her şey ruh oluyor ve bilinç de tam olarak bu ruha tekabül ediyor. Onu da Tanrı’nın içimize koyduğu kendisinden bir parça, kolu kanadı kırılmış, gücü ve sesi törpülenmiş bir Tanrı ya da tanrılar kümesi -karakteri de ağır basan tanrı belirliyor- olarak tanımlamak düşünürlerin kolayına kaçmıştır. 

*** Devam edecek *** 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder