Bir geometrik yapı olarak var olan çember kavramıyla insanların zihinlerinde var edilen Tanrı kavramının aynı toplumsal gereksinimlerin sonucu olarak ortaya çıktıklarını düşünüyorum. Sadece bu da değil, bu iki kavramın doğuş, gelişim ve varlığa erme serüvenlerini etkileyen zihinsel evrimler de alabildiğine örtüşüyorlar. Yani, çemberi var eden düşünsel ve mantıksal silsileler Tanrı’yı var eden düşünsel ve mantıksal silsilelerle hemen hemen aynı. Tasavvuru daha kolay olduğu için çemberle başlayalım. Nedir çember? Biz düzlem üzerinde rasgele seçilmiş bir noktaya (merkez) eşit uzaklıktaki (yarıçap) noktalar kümesi. Bu noktalar sonsuz sayıda olduğu için biz, birbirinden ayrı noktalar değil de başı ve sonu birleşen sürekli bir eğri görürüz. Bu kadar basit bir cümleyle tanımlamamıza bakıp yanılmamak lazım. Tanımda geçen kavramlara insanlığın zihinsel anlamda hazırlanması yüzbinlerce yıl almıştır. Düzlem nedir? Nokta nedir? Küme nedir? Düzlemde uzaklık ne anlama gelir? Tüm bunlar yine “etrafını cami ağyarını mâni” bir biçimde tek tek tanımlanması gereken kavramlardır. Yani, çembere gelene kadar, daha doğrusu çemberin doğru bir tanımını yapana kadar, pek çok başka engeli aşmamız gerekir. İşin matematiksel boyutu hem soyut olması yönüyle hem de derinliği nedeniyle bu yazının konusu değil. Benim amacım insanın çembere neden ihtiyaç duyduğu ve çemberi neden yarattığını irdelemek!
Bu soruyu sorduğumuzda da
aklımıza ilk gelen nesne doğal olarak tekerlek oluyor. İnsanlık tekerleği büyük
bir olasılıkla tarım ve yerleşik hayat devriminden bile önce keşfetmiştir. Belki
dağlardan yuvarlanan kayalardan ilham almıştır, belki top olup yuvarlanan
böceklerden… Öyle ya, bir ağacın kütüğünü düz bir şekilde kesmeyi
başarabilirsen tekerlek elde edersin. Bundan iki tane yaparsan iş görür bir araç
için önemli bir adım atmış olursun. Demek ki tekerlek, yani çember biliminin
yaratması gereken teknoloji çemberden çok daha önce vardı. Kütükten kestiği
odunlarla el arabası yapan insanın çemberin tanımıyla ilgilendiğini sanmıyorum.
Az çok bir merkez ve yarıçap kavramları zihninde şekillenmiştir ama gerisi işin
pragmatik doğasında yitmiştir. Zaten tekerlek, teknolojinin bilime öncelik
edebileceğinin net örneklerinden birisidir. Biz genelde tersine alışığız. Önce
bilimsel kuramlar geliştirilir, sonrasında o kuramların ortaya koyduğu sonuçlar
sömürülerek teknoloji geliştirilir. Bunun tersinin da gayet mümkün, hatta daha
mümkün olduğunu görmek açısından tekerlek ve çember (daire) ilişkisi önemlidir
bence.
Neyse, konuya dönelim.
Tamam, tekerleği icat ettik ama hâlâ matematiksel bir tanım olan çemberden çok
çok uzağız. Tekerlek günlük hayatı kolaylaştırmasıyla hayatımızın bir parçası
haline gelir ve zamanla yeni gereksinimlere neden olur. Yollar yapılır, bir kayganlaştırıcı
olarak yağ kullanımı yaygınlaşır, iletişim ve ulaşım bir nebze hızlanır,
şehirler inşa edilir… Çemberin var olması için de şehir dediğimiz yapı bir ön
şarttır. Çünkü şehir artı-değerin tecessüm etmiş halidir. Şehirde yaşayan
insanın tarlada geçirmek zorunda olmadığı boş vakti vardır ve bu boş vaktini
soyutlamalara -şiir de olabilir bu matematik veya felsefe de- harcayabilir.
İşte bu noktada insan tüm hayatı boyunca gördüğü mükemmel olmayan
tekerleklerden mükemmel olan çembere sıçrama yapabilir. Bu çok önemli, devrim
niteliğinde bir sıçramadır ve sadece tekerlek-çember arasında gerçekleşmez.
Hayatın her alanında, somutun yetersizliğinden yakınan standart arayışındaki kentlilerin elini attığı
her alanda gerçekleşir. Baktığımız her yerde tekerlekler görürüz ama bunların
hiçbirisi mükemmel değildir. Bir yerlerden basıktırlar, bir yerlerden
kırıktırlar, yamukturlar, merkezi tam tutturamazlar falan filan. Hadi gelmiş
geçmiş en mükemmele-yakın tekerleği ürettik diyelim, bu ürettiğimiz tekerlek
bir gün gelecek kırılmayacak mı? Yağmurda, karda, çamurda esnemeyecek mi? Sağı
solu çürüyüp dökülmeyecek mi? Zamanın minik ama sürekli darbelerinin ölümcül
etkilerine maruz kalmayacak mı? Her ne kadar mükemmele en yakın olsa da
mükemmel değildir, ölümsüz değildir, kalıcı değildir, tutarlı ve sabit
değildir. Oysa insanın içinde mükemmel
olana varmak gibi bir arzu vardır. Hatta bu doğal bir arzudan çok toplumsal bir
gereksinimdir, var olma koşuludur. Eksiklere, zayıflara, zamana karşı eninde
sonunda yenik düşecek olanlara, değişenlere, her seferinde farklı görünene, adamına
göre muamele yapanlara uzun erimde bel bağlayamaz. Değişmez, yıkılmaz,
parçalanmaz, tükenmez, adamına göre farklı davranmayan bir yapıya, bir dayanağa
ihtiyaç duyar. İşte yukarıda verdiğim matematiksel çember tanımı bu işi görür.
Bu tanım mükemmel midir?
Tabii ki hayır, sonuçta birbirine dayanarak var olan ve temelde insan zihninin
dışında gerçekleşemeyen bir kavramlar kümesidir matematik. Noktayı var etmeniz
için düzleme ihtiyaç duyarsınız, düzlem için iki doğru gerekir, doğru için de
noktayı tanımlanmış olmak gerekir. Kısır bir döngüdür adeta, kendi ayağı
üstünde durur ama alttaki ayağın altında üstteki ayak tekrar belirir ve bu
işlem sonsuza kadar gider. İşe yarar olması ve değişmezliği onu ölümsüz ve
muktedir yapar. Çemberi bir kere değişmez bir şekilde tanımladık mı artık
Plato’nun ideler dünyası gibi yeni bir aleme girmiş oluruz. Artık içinde
yaşadığımız dünya, var olduğuna kendimizi inandırdığımız ideler dünyasının bir
kopyasından başka bir şey değildir. Bizler birer sefil kopyayızdır, elimizle
ayağımızla yaptığımız şeyler de. Değişmeyen, bozulmayan, kırılıp dökülmeyen,
her yerde hazır ve nazır olan ise zihnimizde var ettiğimiz tanımlardır. Çember
her yerdedir çünkü nerede olursanız olun tanımını kullanarak çemberi sıfırdan
elde edebilirsiniz. Tanım size mükemmel olan çemberi verecektir. Bu sayede
binlerce kopya üretebilecek, hayatınızı idame ettirebilecek, gerçek hayatta gözlemlediğiniz
çemberleri elinizdeki tanımla kıyaslayarak mükemmele yakınlık sırasına koyabileceksiniz.
Yapacağınız tüm çemberler, var olduğuna inandığınız o tek çemberin kötü bir
kopyası olmaktan öteye gidemeyecektir ama olsun insan zaten zayıf olduğunu,
ölümlü olduğunu, eksik ve beceriksiz olduğunu hayata adım attıktan kısa süre
sonra anlayabilen bir varlıktır. Bu
yüzden güçlü olana, ölümsüz olana, tam ve mükemmel olana muhtaçtır. Günlük
hayatını, toplumsal kurallarını, yasalarını ve bu yasaların sonucunda ortaya
çıkacak cezaları bu ölümsüz “gerçeklere” dayandırmak zorundadır.
Bu noktada artık
“Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusu gereksiz hale gelir. Felsefi açıdan
hâlâ geçerli bir sorudur bu. Çemberin varlığıyla, şu anda masamın üzerinde
bulunan kahve fincanının varlığı aynı şekilde mi vardırlar, yoksa birinin
varlığı diğerininkinden üstün müdür? Bu çok çetrefilli ve tartışması uzun
sürecek bir sorudur. Yalnız tüm bu sorular bize tek bir tespiti yaptırmak için
vardırlar. Çemberi var eden bu ölümsüzlüğe ve mükemmelle duyulan ihtiyaç
Tanrı’yı var etmede de aynı yolu izlemiştir. Yani, çemberi var eden düşünsel
izlek ile Tanrı’yı var eden düşünsel izlek birebir örtüşür. Bu noktada
“Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusuyla “Tanrı’nın varlığına inanıyor
musun?” sorusu ontolojik bağlamda aynıdır. Nasıl ki çemberin varlığını masadaki
fincanın varlığından ayrı düşünmek zorundaysak, Tanrı’nın varlığını da ayrı
düşünmek zorundayızdır. Onun varlığı da bir gereksinimin, bireysel ve toplumsal
eksikliklerin, hayatı idame ettirirken karşılaşılan çelişkilerin doğal sonucudur.
Sıradan bir lise öğrencisi çemberin varlığını sorgulamaz. Merkezini ve
yarıçapını bildiği çemberi çizer, sorulmuşsa denklemini bulur, teğet
doğrularının denklemlerini çözer. Çember var mıdır diye sorarsanız, önce
yüzünüze aval aval bakar, sonra da az önce bir sayfa çözümünü ürettiği soruyu
göstererek “Tabii ki var, olmasaydı bu kadar işlem anlamsız, gereksiz ve yanlış
olmaz mıydı?” diye sorar. Çemberin kullanımından, onun varlığının kabulünün
ortaya koyduğu girift sorulardan ve çemberin kolaylaştırdığı hayatından yola
çıkarak çemberin var olduğunu iddia eder. Tıpkı evrende var olduğunu iddia
ettiği nizamdan ve güzelliklerden yola çıkarak hayatın bir anlamı olması
gerektiğini çıkarsayan ve buradan da ufak bir sıçramayla Tanrı’nın varlığına
ulaşan dindar insan gibi.
Doğadaki yarım yamalak
yuvarlak şekillerden mükemmel çember tanımına varan ve bu tanım üzerine
medeniyet inşaat eden insan zihni tabii ki de aynı zihinsel sıçramayı kendisi
üzerinde de yapacaktır. İnsan zayıftır, ölümlüdür, yeri geldiğinde kindar, yeri
geldiğinde kıskanç, yeri geldiğinde intikamcıdır. Kimi zaman şehvetinin, kimi
zaman iştahının, kimi zaman da hırslarının peşinde helak olur. Bu yüzden
toplumsal kuralları kendi zaafları üzerine inşa edemez. Ya kendi içerisinden
çıkardığı üstün-insanlara (peygamberler, azizler, liderler, adil krallar… Nietzsche’nin
tabiriyle “ubermench”) bel bağlayacaktır ya da onları da güçlü yapan ölümsüz,
şaşmaz, yanılmaz, asla yalan söylemez, sonsuz seviyede merhametli ve adil olana
bel bağlayacaktır. Mükemmel olmayan insan kendisinin mükemmel versiyonunu
yaratmak ve bu yarattığının peşinden gitmek zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde
hayatına anlam kazandırabilir, toplumsal kurallar değişmez birtakım yasalar
bütünü olarak yüzyıllara yayılır ve kabul görür. Matematiksel bir tanım olan
çember nasıl ki doğada gördüğümüz çemberlerin (ya da dairelerin) zihinsel bir
sıçramayla üretilmiş ideal halidir, Tanrı da insanın ve toplumun değişmez
standart arayışına yanıt vermek için üretmek zorunda kaldığı bir mükemmel
insandır. Bu yüzden Tanrı her şeyi görür, her şeyi duyar, her şeye gücü yeter,
her şeyi bilir, her daim adil ve şefkatlidir, her daim tutarlı ve bütüncüldür.
Bu noktadan bakınca “Çemberin
varlığına inanıyor musun?” sorusunu saçma bulan lise öğrencisiyle “Tanrı’nın
varlığına inanıyor musun?” sorusunu ahmakça bulan dindarın tepkileri de az çok
aynıdır. Çünkü, hayatının her ânını çocukluğundan beri inandığı Tanrı’nın
varlığı ekseninde şekillendirmiş bir insan için aksi düşünülemez. Güneş bir
anda yok olsa bile dünya 7 dakika daha güneş oradaymış gibi yörüngede dönmeye
devam edecek diye anlatılan bir bilimsel geyik vardır ya, bunun aynısı dindar
insan için de geçerlidir. Tanrı yoksa bile ben aynı yörüngede, sanki varmış gibi, dönmeye devam edeceğim zaten. Tanrı’nın varlığı değildir onu dindar yapan, Tanrı’nın
varlığına duyduğu inanç ve bu inancı paylaştığı insanlarla birlikte bir
toplumda yaşamaktır. Evinde çocuğuna verdiği eğitimden, Cuma günü camide
gördüğü komşusuna verdiği selama, Pazar günü gittiği kiliseden, dibinde
ağladığı duvara kadar hayatına anlam katan her şey, kısacası toplumsal
kimliğinin en temel kodları bu Tanrı inancı tarafından belirlenmiştir. Bu
noktadan sonra bu Tanrı var mıdır yok mudur sorusu anlamını zaten yitirir.
Sorulması gereken “Tanrı inancı değerli midir ya da gerekli midir?” gibi daha
pratik bir yön içermelidir. Tanrı, tıpkı çember gibi vardır ya da yoktur ama
varlığının kabulünün etrafında şekillenmiş haleler sayesinde insanlar huzur,
mutluluk, anlam gibi hayatı yaşanır kılan değerleri meydana getirmişse, onun
varlığının sorgulanmasının aşılması ve ziyadesiyle ona duyulan inancın ve
güvenin doğurduğu düzen göz önüne alınmalıdır. Kısacası, Tanrı vardır ya da
yoktur sorusu önemsiz, modası geçmiş bir sorudur. Modern düşünürün odaklanması gereken
soru Tanrı’nın varlığına duyulan inancın neden var olmaya devam ettiği sorusudur. Bu inanç
etrafında şekillenen toplumların, küçük ölçekli toplulukların ve hatta ailelerin
güçlerini aldıkları iman kavramı gerçekten muazzam bir potansiyele sahiptir.
İnancın gerekli olup olmaması, tanrıtanımazcılıkla pozitivizmin birbirine karıştırılan tavırları ve bir insanın nasıl olup da hem tanrıtanımaz hem de dinlere karşı anlayışlı olabileceği ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdilik bu kadar
yeter… Sağlıcakla…
AA
* Yazıda genelde çember kelimesini kullanmış olsam da aslında pek çok yerde daire demem gerekiyordu. Zırt pırt değiştirip okuyucuyu konunun asıl hedefinden uzaklaştırmamak için elimden geldiğince tek bir kelimeye sadık kalmaya çalıştım.
Bir sonraki yazı: Kent ve Zaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder