Bu Blogda Ara

12 Şubat 2022

Kulaklık (1)

  Tık tık tık…


Adımlarını yeşil ışığı ilk gördüğü 50 metre geriden hızlandırmış olan Yi Xiong, ışık kırmızıya dönerken yola atlamış ve arabalarının içinde sabırsızlıkla bekleyen sürücülerin sabırsız bakışları eşliğinde caddeyi koşar adımlarla geçmişti. Kazandığı birkaç saniyeyle ne yapacağını bilemese de soluk soluğa diğer kaldırıma adımını attığında bu başarısından dolayı kendisini tebrik etti. “Aferin sana, Yi Xiong. Zamanını verimli kullanarak hayattan alınabilecekleri maksimize etmede üstüne yok!” düşüncesi tam olarak bu sözcüklerle aklından geçmemiş olsa da bu düşüncenin tortusu denilebilecek bir ferahlık ve serinlik tepesinden tırnağına kadar yayılmıştı. Çocukluğundan beri böylesi ufak tefek kazançlardan mutluluk anları çıkarmaya ve bu anları kişisel bir ego bayramına dönüştürmeye alışmıştı; kimseyi kırmayan, hiçbir canlıya zarar vermeyen, genel kurallar ve kabul görmüş uygulamalar dahilinde yapılan, küçük hesapların küçük kârlarını elde etmek ona hep ne kadar da zeki ve iyi kalpli bir insan olduğunu hatırlatmış, bu şekilde hem başkalarına iyi örnek olduğunu hem de dünyanın toplam iyilik küfesine olumlu anlamda katkıda bulunduğunu düşündürmüştü. Kurmuş olduğu küçük prensliğin ezeli ve ebedi hükümdarıydı o, kimseye hesap vermek zorunda olmadığı gibi çoğunlukla etrafındakilerin takdirini de kazanırdı. Keşke herkes onun gibi, kimseyi rahatsız etmeden, sadece ve sadece daha çok çalışarak ve aklın önerdiği yöntemleri kullanarak mükemmele giden yolun müdavimi olsalardı. O zaman ne yoksulluk kalırdı dünyada ne de savaş! Adaletsizlik, zulüm ve gözyaşı silinirdi yeryüzünden bir daha hortlamamak üzere. Ama nerede? İnsanların akılları fikirleri ya hak ettiğinden fazlasını istemekle ya da asla elde edemeyecekleri bir güzelliğin kapısında mızmızlanmakla meşgul. Bir de herkes duygularının esiri olmuş bu devirde, kısa erimli hazların peşinde helâk olmayı uzun erimli huzura tercih ediyorlar. Yalan mı? Her gün tanık oluyordu sabırsızlığın ve akılsızlığın doğurduğu elim sonuçların örneklerine, her gün, her saat, her dakika! Ama o farklıydı, farklı olduğu için de kendisini tanıyanların gıpta ettikleri basit, sakin ve istikrarlı bir hayatı vardı.Emin adımlarla tırmanıyordu başarı merdivenlerini, bir gün gelecek başarısının sırrını soran gazetecilere anlatacaktı hayatını üzerine inşa ettiği üç kolonun disiplin, çalışkanlık ve iyilikseverlik olduğunu. O güne daha çok vardı, şimdilik gün batımına az kala çıktığı akşam yürüyüşünü bitirmesi gerekiyordu. Hem zaten içinde kendisini duyurmak için hoparlörün üzerindeki toz zerreciği hibi zıpzıp zıplayan ikinci bir ses daha vardı. Bu ses tüm bu aklından geçenlerin, öz gayretiyle göğsünü şişirip aynaya bakma alışkanlığının, başkalarının gözüne şirin görünmek adına yapılan şaklabanlıkların ne kadar yalnız ve sefil bir hayatı olduğunu unutturmak için uydurulmuş bir bahaneler zinciri olduğunu söylüyordu. Bu ikircikli durumdan kurtulmak için duraksadı, derin bir nefes aldı. Hangi yöne gideceğine karar verdi. 


Ara yola dalmadan önce kendi etrafında tam bir tur yapıp çevresini gözlemledi. Ağaçların dallarına asılmış irili ufaklı yüzlerce kırmızı fener, dükkânların camlarına yapıştırılmış şişman kaplan resimleri, binaların önlerine konmuş saksılar içindeki mikroskop altında bakılan sinek gözünü andıran mandalina ağaçları, telefonundan videolar izleyerek akşamın gelişini hızlandırmaya çalışan bir bekçi, bomboş cadde boyunca kendinden emin adımlarla yürüyen tasmasız bir köpek… Yüreğinde az önce beliren anlık memnuniyet saman alevi gibi sönüvermişti bu son görüntüyle. Şu sahipsiz köpek kadar sert adımlar atamıyordu ya, ona yanıyordu içten içe. O bile nereye gideceğini biliyor, hedefine kilitlenmiş, oyalanmıyor etrafıyla, güm güm güm, yavrularına yemek götüren bir anne ya da yolun sonundaki inşaat sahasında arkadaşlarıyla buluşacak bir delikanlı… Peki ya sen! Sen nereye gidiyorsun? Denize düşmüş ve dev dalgaların esiri olmuş ufacık bir oyuncaktan farkın ne? Yapacak bir işin olmadığı için, tüm arkadaşların şehirden ayrılmış olduğu için,  en çok da yalnızlığını kendine unutturmak ve sabah yüze çalınan soğuk su gibi şehrin ıssız caddelerini suratına vurup ayılmak için… Oysa beklediğinin tam tersi gerçekleşmek üzereydi.  Akşamın alacakaranlığında gözüne takılan her şey, böylesi önemli bir günde bu koca şehirde cadde kenarına bırakılmış bir zavallı yavru kediden farksız olduğu duygusunu köpürttükçe köpürtüyordu göğsünde. 


Şirketin verdiği parayı kabul edip, bu yılbaşında annesini ve babasını görmekten vaz geçmişti Yi Xiong. Ne uğraşacaktı bu zamanda seyahat etmenin onca ceremesiyle. Otur oturduğun yerde, salgın bitince gidersin, hava biraz yumuşayınca, önlemler azaltılınca. Böyle düşünmüştü parayı kabul ederken ama şimdi görüp hissettikleri taş gibi oturmuştu midesine. Gerçeklik böyleydi işte, acı bir şurup gibi vaat ettiği güzel geleceğin ücretini peşinen tahsil ediyordu.  Banka hesabı kabarmış, seneye almayı düşündüğü arabaya bir adım daha yaklaşmış ama aynı oranda ayakları karıncalanıp karnı ağrımaya başlamıştı. 


Tık tık tık…


Neyin sesiydi bu. Annesinin telefonda konuşurken tırnaklarıyla sehpanın üstünde tutturduğu ritmik melodinin mi? “Bu yılbaşını da bensiz geçirin anneciğim. Teyzelerim, dayım var orada, onların çocukları var. Yeter size. Ben bu yıl gelmeyeyim. Salgın bitmedi henüz, şimdi geri dönüşte sıkıntı çıkmasın. Bak şirket para verdi Shenzhen’den ayrılmayanlara. “Yeter ki bir yere gitmeyin, işler aksamasın” dedi patron. O paranın bir kısmı senin, banyonun kırılıp dökülen fayanslarını yenileyeceğiz. Tamam mı anneciğim? Anlaştık mı?” Böyle mi demişti? Babasına da alet takımını yenileyeceğine dair söz vermişti. Ne fark eder ki, unutacaklardı zaten. Yılbaşında biricik oğullarını göremedikten sonra kim ne yapsın yeni fayansları ya da pilli matkabı! Seneye dillerinde bir tek “Geçen yıl gelmemiştin, bu yıl ne iyi ettin de geldin” cümlesi olacaktı. O, “gelmemiştim değil gelememiştim” diye düzeltmeye çalışsa da beceremeyecekti. “Aman canım ne fark eder” deyip soymakta olduğu sarımsaklara dönecekti annesi. Sessizliğiyle, iç çekişiyle, en çok da et kesme tahtasının üzerinde sessizce hareket ettirdiği bıçakla tüm dünyadan intikam almasını bilen annesinin solgun yüzü belirdi zihninde. Kafasını dağıtmak için etrafında gördüğü şeylere odaklanmaya karar verdi Yi Xiong. Uzun saplı faraşa dayandırılıp kaldırımın ortasında bırakılmış bir süpürgeyi görünce şaşırdı. Etrafta belediyenin temizlik görevlilerinden birisi yoktu. Ne yapmıştı adam; süpürgesini, faraşını kaldırımın ortasına bırakıp yemeğe mi gitmişti? Yılbaşı akşamlarında dışarıdaki hayatın bu derece yavaşladığını, hatta donma noktasına geldiğini ilk defa gözlemliyordu Yi Xiong. Birbiri ardına gelen onlarca kapalı dükkân serisini bozan açık bir tuhafiyeci kalmıştı. Onlar da zabıtaların yokluğunu fırsat bilip dükkânda ne varsa kaldırıma sermişler, yoldan geçen tek tük vatandaşa gocuk ve yelek satmaya çalışıyorlardı. Çırılçıplak soyulmuş bir mankenin kafasına konmuş kırmızı bere, yolun karşı tarafında geç kalmışlığın verdiği acelecilikle kâğıttan bir evi yakmaya çalışan yaşlı bir kadın, streç filmle kaplanmış saksıda mandalina ağacı, kepenklere yazılmış anlamsız resimler ve karakterler, cadde boyunca ilerleyen irili ufaklı kırmızı fenerler ve onların altlarından sarkan püsküller… Bütün bu gördükleri ona tek bir soruyu sorduruyordu: 15 milyonluk bu şehirde neden bu kadar yalnızdı? Şirkette kendisi gibi memleketine dönmemeyi tercih eden onlarca kişi vardı. Belki de şimdi lüks bir otelin lobisinde bir araya gelmişler, birazdan yiyecekleri açık büfe yemeğin tartışmasını yapıyorlardı. Neredeydi tüm bu insanlar? Lüks bir otelin 32. katındaki 360 derece dönebilen lokantada yemek yemeye karar veriyorlardı da neden ona haber vermiyorlardı? İçlerinde kadınlar da vardı muhakkak. Su damlasını andıran gümüş küpeler takan sekreter de katılmış mıydı yemeğe acaba? Ya da çok nadiren de olsa asansörde karşılaştığı o burnu hızmalı kız? Bu kızı ve burnundaki hızmayı ne zaman aklına getirse yüreğinde sinsi bir çığlık belirirdi, bir türlü yüzeye çıkamayan kocaman bir kava kabarcığı gibi bu dev çığlık uzun süre sağlıklı düşünmesinin önüne geçerdi. Öyle ya, noktadan hallice bu ufacık metal nasıl oluyordu da sıradan bir genç kızın çehresini bu derece çekici hale getirebiliyordu. Defalarca rüyasını görmüş, parmak uçlarıyla dokunup sertliğini ve soğukluğunu hissetmiş, eğilip tam öpecekken nefes nefese uyanmıştı. Hele bir de kız gülümsediğinde, yanakları şişip dudakları büzüldüğünde, tavandan gelen ışık hızmadan yansıyıp zehirli bir ok gibi onun bezik gözlerine saplandığında… Böyle anlarda bacakları çözülür, asansörün halatları kopmuş gibi bir boşluk duygusu midesine hücum eder, nereye saklayacağını bilemediği mahçup yüzünü aşağıya çevirirdi. 


Tık tık tık… 


Belki de babasının balkondaki masayı tamir ederken yere düşürdüğü vidanın sesiydi bu. Hani şu masanın göbeğini bir türlü tutamayan, iki-üç haftada bir kendiliğinden gevşeyip düşen, babasının da sanki dev bir makineyi onarıyormuş gibi eski alet çantasıyla balkona çıkıp birkaç başarısız denemeden sonra yerine yerleştirdiği ve iyice sıktığı vida. Bu düşünce zihninde belirir belirmez sol eli istemsizce kulağına dokundu. Bir anda göğsünden karnına doğru inen bir sıcaklık hissetti. Ayağı yaş betona saplanmışçasına olduğu yere mıhlandı. “Lanet olsun!” dedi duyabileceği bir sesle. Sonra devam etti kendisine hitap etmeye, “Lanet olası kulaklık, aptal şey, ne ara düştün de bana haber vermedin, zaten bekliyordum senden böyle bir ihanet!”. Dönüp arkasına baktı, kaldırıma serdiği gocukları toplayan ve dükkânını kapatmaya hazırlanan kadından başka kimseyi göremedi. Dinlediği motivasyon arttırıcı kitabının ne zaman durduğunu hatırlamaya çalıştı ama olmadı. En son, “Nihayetinde bebeğin kafası görünmeyecekse çektiğiniz acılar boşuna yaşanmıştır.” gibi bir şeyler demişti. Evet, bunu demişti kitabı kulağına okuyan ses, kendisi de hafiften gülümsemişti bunu duyunca. Bu cümleden sonrasını hatırlamıyordu. Yürürken kitap dinlemek ona göre değildi, bunun farkına çoktan varmıştı ama yine de vazgeçemiyordu bu yeni edindiği huyundan. Ne yapsındı? Birbirinin aynı sözleri tekrar edip duran saçma sapan müzikleri mi dinleseydi? Müzik dinlemeyi kendini bildi bileli sevmemişti, insanların müzik dinlerken neden zevk aldıklarını, neye dayanarak kontrolü kaybettiklerini, hangi gizemli dünyaların kapılarını aralayıp kısa bir süreliğine de olsa oralarda cirit attıklarını ne anlayabiliyordu ne de anlamak istiyordu. Kitap dinlerken, dikkatini her daim kitaba veremese de, en azından bir şeyler öğreniyor, değerli vakti boşa geçmemiş oluyordu. Hem bu devirde vakitten daha değerli, daha kıt ne vardı ki zar zor elde ettiği bu değerli mücevheri har vurup harman savursun? Doğru olanı yaptığından emindi, doğru ve verimli olanı. Gerçi, bu kablosuz kulaklıkları kullanmaya başladığından beri ikircikli bir kaygı doldurup taşırıyordu yüreğini. Kulakları mı çok ufaktı, kulaklıklar mı çok iriydi, yoksa adımlarını daha mı aheste atmalıydı?. Neden aklının bir köşesinde hep onların düşeceği düşüncesine yer vermek zorundaydı? İşyerindeki arkadaşlarının hiçbirisinde böylesi bir kaygıyı gözlemlememişti. Bir tek kendisi vardı koskoca dünyada kulakları düşecek diye endişelenen ve bu yüzden dinlediklerine odaklanamayan. Hoş, görünen o ki bunca hafakan da bir işe yaramamıştı, düşen düşmüş ona da haber vermemişti. En azından bir yönden şanslıydı. Kulaklık yılın en sakin, en sessiz, en yalnız akşamında düşmüştü. Eğer yürüdüğü yolu gerisin geriye takip ederse kulaklığa ulaşması zor olmayacaktı. 


Kaldırım çok kalabalıkmış da diğer yayalara yol açıyormuş gibi yaparak kenara çekildi. Düşündü, kaba bir plan yaptı. Yere bakarak yavaş yavaş yürüyecek, en azından hafif suçlar işlemiş gençlerin tutulduğu eğitim merkezine -kulaklıkları bu binanın önünden geçerken takmıştı- kadar adımını attığı her yeri didik didik edecekti. Yollar tenha olduğu için kulaklığı birinin görüp de almış olma olasılığı düşüktü. En kötü senaryo birisinin farkına varmadan ayağıyla vurması ve kulaklığın ya yola ya da yol kenarındaki çalıların arasına savrulması ihtimaliydi. Bunu da göze alacak, en azından kaldırım kenarındaki çimenlere göz gezdirerek ilerleyecekti. Yeşilin içine dalmış bembeyaz bir nesnenin akşamın alacakaranlığında kendini belli etmesi ve ben buradayım demesi çok zor olmasa gerekti.   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder