Pazar akşamı erkenden yattım ama
uykuya dalmam vakit aldı. Bir yandan geçen haftadan kalan inatçı öksürük, bir
yandan ertesi sabahın yeni okulumda ilk günün olması, yatakta Mevlevi dervişi
gibi kendi eksenim etrafımda döndüm durdum. Neyse ki ara ara uyudum da sabaha
dinç olarak uyanabildim. Yeni işe ilk gününde uykulu gözlerle gitmek pek de hoş
olmazdı herhalde. Saat 6’da koşu saatim çaldı. Kalktım, salona geçtim. Kahve
yaptım kendime. Kahvaltıyı okulda yapacağımızı söylemişlerdi ama saat 9 çok geç
bir vakit benim için. Ufak tefek atıştırdım kahvenin yanında. Biraz televizyon
izledikten sonra –Gazeteler okunuyor her sabah. Sıra “Star” gazetesine
geldiğinde sunucu arkadaş bir haberin başlığında kullanılan “departman”
kelimesini eleştirdi. Niye İngilizce kelime kullanmışlarmış? Türkçesi yok muymuş?
Ben de güldüm tabii kıs kıs! Be adam, adı
“Star” olan bir gazeteden Türkçe diline saygı beklemek zaten abesle iştigal
değil midir? Bir süre daha oyalanıp hazırlanmaya başladım. -
J’nin bir gün önceden ütülemiş olduğu gömleği
ve pantolonu giyerken içimde çocuksu bir kıpırtı hissettim. 18 Haziran’dan beri
resmi bir işim yoktu ve bu sabah yaklaşık 70 gün aradan sonra tekrar “işe
yarayan” ve hatta “ihtiyaç duyulan” bir insan olacaktım. “The Bicycle”daki Minh’in
dediği gibi “People need to be needed”. İnsan çürüyor hiçbir işe yaramamaktan.
Hoş, ben boş durmadım. 20,000 kelimenin üzerinde yazdım, ev kiraladım, eve eşya
aldım, ıvır zıvır bir yığın işi hallettim, ehliyet aldım, biraz gezdim… Ama tüm
bu yapılanların topluma somut anlamda bir etkisi yok. Yazmak belki dumanı çok
sonradan tüten bir ateşe benzetilebilir ama benim bu aralar yazdıklarımdan o da
beklenmez. Sırf kendimi tatmin etmek ve yazma alışkanlığımdan uzak kalmamak
için yazıyorum. Dolayısıyla gömleği üzerime geçirince öpücükle prense dönüşen
kurbağa gibi sevindim bir anda. “Lan” dedim kendi kendime, “Bak yine hoca
oldun!” Kravatı da takınca tam ayar
oldum, aynadaki görüntüm 1000 kat büyüdü bir anda. “Tamam” dedim, “demek eksik
olan buymuş. İnsana değer kazandıran şey insanlara değer katan görevidir.”
Merdivenleri ağır ağır indim,
sokağa çıktım. Sabah tipik bir Ağustos sabahı ama ben tipik bir Ali değilim.
Taktım koşu kulaklığımı kulaklarıma, açtım Wagner’i, başladım çıkmaya günlerdir
her çıkışımda daha da uzadığını düşündüğüm yokuşu. Paspas –Bizim apartmanın
önünde yatarak nöbet tutan köpek. Bazen binaya giriyor, 2. ya da 3. katın
kapısının önünde uzanıyor. Sürekli yattığı için ona “Paspas” adını verdim. –
selamladı beni kuyruğunu sallayarak. Şaşırmıştı haklı olarak, daha önce
takmazdı beni hiç. Gördü tabii kravatı, gömleği; hemen yılışacak. Komşunun
beyaz kedisi –Kar- şöyle bir süzdü beni baştan aşağıya, gözlerine inanamamıştı
belli. “Günlerdir en höşül kıyafetlerle sokağa çıkan bu serseri beyaz yakalı
bir memur muymuş?” diye soruyordu belki de içinden.
Onları geçtim, çöp konteynırının
etrafındaki pislik yığını hiç bozmadı moralimi. İki adım önüme düşen ve yarılıp
bana içini gösteren incir bile şaşırtmadı. Bu bir işaret dedim kendi kendime.
İçi hayat dolu bir bozluktan geçiyorum. Ağır ağır çıktım yokuşu, sonra da okula
doğru inişe geçtim. Kıl bir durum bu aslında! Yani okulla neredeyse aynı
yükseklikteyiz ama arada yol olabilecek arazi M..... denilen bir siteye
satılmış. Sitenin içinden geçmek yasak olduğu için etrafından dolanmak
gerekiyor. Ben bu civara ev tutmaya ilk geldiğimde sormuştum kiraları bu
M...... denilen yerde. Telefondaki kadın ekmeğin fiyatını söyler gibi iğrenç
bir doğallıkla “dört biiin” demişti. Buna rağmen canım sıkılmadı. Evin
kapısından okulun kapısına tam olarak 21 dakikada -kronometreyle ölçüyorum ileride yapacağım istatiksel çalışmalar için- vardım. Biraz terledim ama
değdi. Yokuş çıkıp inme olmasa büyük bir olasılıkla hem terlemez hem de
mesafeyi 10-15 dakikada kat ederdim.
Okulda akşama kadar olanlar bir
önceki işimde yaşadığım ilk günden farksızdı. Tek farkı kahvaltılı olmasıydı.
Oryantasyon programı her zaman olduğu gibi sıkıcı ve uzundu. Bunun önüne geçmek
ve oryantasyonu zevkli hale getirmek sanırım mümkün değil çünkü oryantasyon
programları içerikten yoksun hale getirilmiş biçemi işe yeni başlayanlara
anlatma çabasından ibarettir. Araba sürmeyi bir kere bile şoför koltuğuna
oturmadan öğrenmek gibi bir şey. İnsan yeni bir okula başladığı zaman öğrenmesi
gereken şeyler sanırım şunlardan ibarettir:
1. Önemli odalar: Müdürün odası, bölüm odası,
fotokopi odası, yemekhane ve kafeterya, tuvaletler, okulun girişleri ve
çıkışları vb…
2. Okulun tarihi ve öğretmen/öğrenci profili:
Kimlere öğretmenlik yapacağımız önemli tabii.
3. Beklentiler/Kurallar: Okul bir öğretmenden ne
bekliyor ve bu beklentileri karşılamak için uyulması gereken kurallar
nelerdir. Giriş ve çıkış saatleri, özel durumlarda izin alma prosedürü.
Bunların dışında
söylenilecek şeyler zaten akılda kalmayacaktır. Bir de yabancı öğretmenler için
yeterli malzeme hazırlanmamış olması ilginçti. Okulda 3-4 yıl İngilizce eğitim
veriliyor ama ne web sayfasında ne de okul içindeki kitapçıklarda yeteri kadar
İngilizce bilgilendirme var. Ben Türkçe bilmeyen bir öğretmen olsam fıttırırdım
herhalde. Hoş, hemen herkes -özellikle o gün işe başlayan çevirmen arkadaş- yabancı arkadaşlara yardımcı olmak için seferber
oldu ama yine de bu çok daha profesyonel bir şekilde, çok daha az enerji ve
zaman harcayarak halledilebilirdi.
Velhasıl-ı kelam, okulun ilk günü güzeldi. Korktuğumdan daha az sorun yaşadım. Hatta
kişisel olarak hiç sorun yaşamadım. Öyle geldi geçti işte. Şimdi kaldığım
yerden “Geri Kalmışlık İşaretleri”ne devam edebilirim.
9. Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların
Olması:
İnsanlar arası çatışmaların hemen hepsinin, kaynakları ele
geçirme sevdasıyla yapıldığına inananlardanım. Geniş ve sulak bir arazi
düşünün. Bu arazide yaşayan üç aile varsa, kaynaklar bol olduğu için kolay
kolay kavga dövüş çıkmaz. Bir de aynı araziye üç yüz aile yerleştirin. Ondan
sonra izleyin hiç bitmeyen keşmekeşi. Dünyamızda kaynaklar sınırlı –yetersiz demiyorum-,
insanların istekleri ise sahip olduğumuz sistemin paradigması tarafından
sınırsızlaştırılmıştır –oysa insanların kendileri için sınırlı, toplum için
sınırsız arzuya sahip olmaları mümkündür-. Durum böyle olunca kaynakları ele geçirmek ve
bu yolla huzura kavuşmak insanların en büyük idealleri oluyor. ABD’nin kuduz
köpek gibi yeraltı kaynakları bol olan ülkelere saldırması ve o ülkelerde dev
projeleri kendi firmalarına peşkeş çekmesi
bundandır. Kaynakların akılcı yöntemlerle kullanılıp, insanların topluca
yaşayabilmesine imkân sağlamasına ekonomi deniyor. Bu yöntemleri belirleyenlere
de siyasetçi.
Tarih boyunca yaşanmış savaşların pek çoğunda dini ya da
etnik motif bulunabilir. Bu, savaşların nedeni etnik ya da dini anlamına gelmez.
Zaten temelde dinin de çıkış noktası politik bir güç olma çabasıdır. Meclis
binalarıyla/saraylarla camilerin/kiliselerin/tapınakların boy/cüsse yarışına
girmeleri de bundandır. İnsanı kontrol etmek, onu arz-talep dengesini aşırı
derecede bozmadan idare etmek, yoksulu teskin edip zengini memnun etmek,
toplumda çıkacak herhangi bir sosyal patlamanın önüne geçmek vb görevler din ve
siyaset görevlileri tarafından birlikte yürütülürler. Dolayısıyla adına cihat
denilen dinsel motifli savaşın temelinde de aslında ekonomik nedenler vardır.
Bakınız Osmanlı’ya. Cihatlar bitince ülke çökmüştür. Çünkü ekonominin temelinde
cihatlardan elde edilen ganimetler, vergiye bağlanan yeni “Osmanlı vatandaşları”,
ölen askerlerin karılarından ve çocuklarından oluşan köleler vardır. Bunlar ortadan
kalkınca ekonomik bozulma toplumsal bozulmayı, toplumsal bozulma da siyasi
erkteki çatlakları getirmiştir.
İnsanların şu anda içinde bulunduğumuz sistem içerisinde huzur içinde yaşamaları için tek şart üretimi durdurmalarıdır. Bunu da ancak emekli olduktan sonra köylerine giden yaşlılarda görürüz. Adamlar unu elemişler, eleği asmışlar. Hepsi aylık maaşlarını sağlama almışlar. Kimsenin rahatını bozup “patates ekeyim de baharda pazara götürür satarız” dediği yok. Yani köyde tarlalar bol ve boş. İnekler otluyorlar üzerinde, şehirlerden gelen torunlar piknik yapıyorlar. Bu kadar bol kaynak olunca ve talep de olmayınca huzur kendiliğinden geliyor tabii köye. 30-40 yıl önce tarladaki bir ayak sınır ihlali için birbirini boğazlayan köylüler, nirvanaya ermiş Buda gibi sakin ve huzurlular şimdi. Neden? Çünkü üretim yok, çünkü kaynaklar kaynak olma özelliğini yitirmiş, çünkü üzerine kavga edecek bir şey yok.
İnsanların şu anda içinde bulunduğumuz sistem içerisinde huzur içinde yaşamaları için tek şart üretimi durdurmalarıdır. Bunu da ancak emekli olduktan sonra köylerine giden yaşlılarda görürüz. Adamlar unu elemişler, eleği asmışlar. Hepsi aylık maaşlarını sağlama almışlar. Kimsenin rahatını bozup “patates ekeyim de baharda pazara götürür satarız” dediği yok. Yani köyde tarlalar bol ve boş. İnekler otluyorlar üzerinde, şehirlerden gelen torunlar piknik yapıyorlar. Bu kadar bol kaynak olunca ve talep de olmayınca huzur kendiliğinden geliyor tabii köye. 30-40 yıl önce tarladaki bir ayak sınır ihlali için birbirini boğazlayan köylüler, nirvanaya ermiş Buda gibi sakin ve huzurlular şimdi. Neden? Çünkü üretim yok, çünkü kaynaklar kaynak olma özelliğini yitirmiş, çünkü üzerine kavga edecek bir şey yok.
İşin ekonomik yanı böyle özetlenebilir. Etnik yanı biraz
daha karışık ama çözümsüz değil. Ülkenin adından başlamalıyız bence. Neden biz
ülkemize “Türkiye” diyoruz. “Türk” kelimesi Çince kökenli, bir rivayete göre “güçlü,
kuvvetli” anlamına geliyor, bir başka rivayete göre de “demirci ustalarının
taktığı metal kask” anlamına. Ülkeyi “Türki” diye çağırmak, yani “Türklerin
yaşadığı yer” olarak adlandırmak Arapça/Latince kökenli. Sonrasında Fransızların
ve diğer Avrupalı güçlerin aynı adı kullanmaları ve cumhuriyetin ilanıyla da
bizim bu adı kanıksamamız işi sonlandırıyor. Ben bir ülkenin adının etnik bir
temele dayandırılmasına karşıyım. Neden mesela ülkeye “Anadolu” demiyoruz?
Anadolu bu toprağın adıdır. Türkçeleştirilmiş bir Yunanca kelime (Anatolia güneşin doğuşu anlamına gelir.). Hadi birazımız Trakya’da kalıyor diyelim. O
zaman “Anadolut” diyelim. Ya da “Tanadolu”. Saçma görünüyor olabilir ama “buzdolabı”na,
“bilgisayar”a, “imeyil”e alışan bir halk buna da alışır. Hem Tanadolu Trakya'nın coğrafi olarak ülkedeki payını da yansıtıyor. T, Tanadolu'da bir harf, sekiz harften birisi. Yani %12.5i. Trakyalıların itiraz etme hakkı da ortadan kalkıyor böylece. Ben bu ad
değişikliğinin büyük bir paradigma değişikliğine yol açabileceğini düşünüyorum.
İnsanların kafasındaki “Bu ülke şu etnik kimliğe sahip olanlarındır, diğerleri
ikincildir.” yanılgısını kıracaktır. Anayasa’da ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir
ve bu değiştirilmez diye yazılmış olabilir. Anayasa’nın zırt pırt değiştirilmesine
ben de karşıyım ama büyük bir yanlışı düzeltecek ve belki de gelecek nesilleri
daha sağlam bir ulusalcı/halkçı/evrenselci çizgiye çekecekse neden olmasın?
Konu dağıldı! Sabah 6’da kalktım ki gece boyunca kafamda
dönüp duran şeyleri soğutmadan yazayım. Sanırım motor fazla ısınmış, kapağı
açınca birden fışkırdı. Derli toplu olamadı. Kısaca demek istediğim halkların
kendilerini idare etme hakları verilmeli –Lenin daha 20. yüzyılın başında savunuyordu
bunu.- ve bu idareler Tanadolu Cumhuriyeti tarafından güvence altına alınmalı.
Tıpkı ABD’de olduğu gibi, farklı eyaletler kendi yasalarını koyabilmeli ve
uygulayabilmeli. Bunun yanında hepsi Tanadolu vatandaşı olmanın ayrıcalığını
yaşamalı. Yok bu ülke Türklerin, Türklerin kalacak diyorsanız, daha çok kan
akacaktır. Tek dil, tek din diyorsanız barıştan, toplumsal uzlaşıdan
bahsetmenin pek de bir anlamı yok.
Din sorununa da kısaca değineyim. Dinlerin doğası gereği
politik olmaları su götürmez bir gerçek. Hele bir de din görevlisiyle siyasetçi
el ele verirse halkın asıl çilesi o zaman başlar. Siyasetçi vergileri
arttırdıkça camideki vaizin, kilisedeki papazın sesi daha gür çıkar “Sabredin,
baldan ırmaklar, altından saraylar, mis kokulu huriler sizi bekliyor”. diye.
Din aslında sınıfsız, sosyalist bir toplumu önerir kapitalizm altında inleyen halka.
Sonuçta cennette mülkiyet yoktur. Yani öyle gayri-menkul zengini olamazsınız
orada. Kaynaklar sonsuz olduğu için ekonomi kelimesinin bir anlamı yoktur. Peki
kim yapar pis işleri cennette? Yani mesela kim temizler evleri, caddeleri?
Tıkanan kanalizasyonu kim açar? Evler kirlenmez, kanalizasyon tıkanmaz –Cennette
boşaltım var mı?- diyorsanız, amenna! Hoş, o zaman bizlerin bağırsakları da olmamalı.
Tüm bağırsaklarımız kör bağırsağa dönüşüyor! “Yok, o işleri köleler yapacak” diyorsanız,
geldik aynı yere. Demek ki cennette de sömürülen bir halk olacak. O yetmiş kat
entari giyip yine de çıplak bedenleri görülen huriler, istemezlerse ilişkiye
giremeyebilecekler mi cenneti hak etmiş 33 yaşındaki erkeklerle? Hurilerin
hizmet talep eden bir erkeğe hayır deme hakkı yoksa –“başım ağrıyor” ifadesini bilmiyor olabilirler-, bunun sömürüden ne farkı var? Şu da söylenebilir, “Ama
huriler bunun için yaratıldılar. Fıtratları gereği itiraz edemezler. Birer zevk
makinesi onlar.” Bu durumda onların birer insan olmadıklarını, insan dışı bir
varlık olduklarını iddia ediyoruz demektir. İyi ama böyle makineler günümüzde
de yapılıyor. Ben, yalnız ve müzmin bekarlar –bir de eşlerinden tatmin olamayan
evliler- dışında bu makinelere rağbet edenler olduğunu sanmıyorum. Japonlar
istedikleri kadar gerçeğine yakın robot sevişgenler (profesyonel fahişe ya da
jigoloya verdiğim ortak isim) üretsinler, insanlar yine de kendi türlerini
tercih edecektir. Çünkü doğal olan budur ve cinsel dürtü çoğalma arzusunun bir katalizörüdür. Cennette çoğalamayacağımıza göre sevişmenin de -özellikle katolikler çok karşı çıkacaktır bu işe- bir zevk oluşturmayacağını söyleyebiliriz.
Yine saptık konudan! Bu cennet düşüncesi böyle bir şey işte, adamın aklını başından alıyor. Din konusunda
birbirleriyle barışık topluluklara kavuşmak istiyorsak bunun tek yolu devletin
tam anlamıyla laik olmasıdır. Herhangi bir dinden yana kararlar vermemesi,
kimseyi kayırmamasıdır. Bu gerçekleşmediği sürece insanların şikayetleri
sürecektir. Bana kalırsa din hizmeti özelleştirilmeli ve devletin elinden
tamamen çıkmalıdır. Nasıl ki telefon hizmetini istersek alıyoruz, istersek
almıyoruz ve aldığımız hizmet karşılığında belli bir ücret ödüyoruz, din
hizmeti için de insanlar alacakları hizmet karşılığında ödeme yapmalıdırlar.
İmamların, rahiplerin, hahamların ücretleri devlet tarafından değil de hizmeti
alan insanlar tarafından ödenmelidir. Bu konuda biraz da matrak olan öykümü
aşağıdaki ağbağından okuyabilirsiniz.
Saat 8’e geliyor. Hazırlanıp okula gitmem gerek. Devam
edeceğim günce soslu denemelere…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder