Bu Blogda Ara

29 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 10


Pazar akşamı erkenden yattım ama uykuya dalmam vakit aldı. Bir yandan geçen haftadan kalan inatçı öksürük, bir yandan ertesi sabahın yeni okulumda ilk günün olması, yatakta Mevlevi dervişi gibi kendi eksenim etrafımda döndüm durdum. Neyse ki ara ara uyudum da sabaha dinç olarak uyanabildim. Yeni işe ilk gününde uykulu gözlerle gitmek pek de hoş olmazdı herhalde. Saat 6’da koşu saatim çaldı. Kalktım, salona geçtim. Kahve yaptım kendime. Kahvaltıyı okulda yapacağımızı söylemişlerdi ama saat 9 çok geç bir vakit benim için. Ufak tefek atıştırdım kahvenin yanında. Biraz televizyon izledikten sonra –Gazeteler okunuyor her sabah. Sıra “Star” gazetesine geldiğinde sunucu arkadaş bir haberin başlığında kullanılan “departman” kelimesini eleştirdi. Niye İngilizce kelime kullanmışlarmış? Türkçesi yok muymuş?   Ben de güldüm tabii kıs kıs! Be adam, adı “Star” olan bir gazeteden Türkçe diline saygı beklemek zaten abesle iştigal değil midir? Bir süre daha oyalanıp hazırlanmaya başladım. -

 J’nin bir gün önceden ütülemiş olduğu gömleği ve pantolonu giyerken içimde çocuksu bir kıpırtı hissettim. 18 Haziran’dan beri resmi bir işim yoktu ve bu sabah yaklaşık 70 gün aradan sonra tekrar “işe yarayan” ve hatta “ihtiyaç duyulan” bir insan olacaktım. “The Bicycle”daki Minh’in dediği gibi “People need to be needed”. İnsan çürüyor hiçbir işe yaramamaktan. Hoş, ben boş durmadım. 20,000 kelimenin üzerinde yazdım, ev kiraladım, eve eşya aldım, ıvır zıvır bir yığın işi hallettim, ehliyet aldım, biraz gezdim… Ama tüm bu yapılanların topluma somut anlamda bir etkisi yok. Yazmak belki dumanı çok sonradan tüten bir ateşe benzetilebilir ama benim bu aralar yazdıklarımdan o da beklenmez. Sırf kendimi tatmin etmek ve yazma alışkanlığımdan uzak kalmamak için yazıyorum. Dolayısıyla gömleği üzerime geçirince öpücükle prense dönüşen kurbağa gibi sevindim bir anda. “Lan” dedim kendi kendime, “Bak yine hoca oldun!”  Kravatı da takınca tam ayar oldum, aynadaki görüntüm 1000 kat büyüdü bir anda. “Tamam” dedim, “demek eksik olan buymuş. İnsana değer kazandıran şey insanlara değer katan görevidir.”  

Merdivenleri ağır ağır indim, sokağa çıktım. Sabah tipik bir Ağustos sabahı ama ben tipik bir Ali değilim. Taktım koşu kulaklığımı kulaklarıma, açtım Wagner’i, başladım çıkmaya günlerdir her çıkışımda daha da uzadığını düşündüğüm yokuşu. Paspas –Bizim apartmanın önünde yatarak nöbet tutan köpek. Bazen binaya giriyor, 2. ya da 3. katın kapısının önünde uzanıyor. Sürekli yattığı için ona “Paspas” adını verdim. – selamladı beni kuyruğunu sallayarak. Şaşırmıştı haklı olarak, daha önce takmazdı beni hiç. Gördü tabii kravatı, gömleği; hemen yılışacak. Komşunun beyaz kedisi –Kar- şöyle bir süzdü beni baştan aşağıya, gözlerine inanamamıştı belli. “Günlerdir en höşül kıyafetlerle sokağa çıkan bu serseri beyaz yakalı bir memur muymuş?” diye soruyordu belki de içinden.

Onları geçtim, çöp konteynırının etrafındaki pislik yığını hiç bozmadı moralimi. İki adım önüme düşen ve yarılıp bana içini gösteren incir bile şaşırtmadı. Bu bir işaret dedim kendi kendime. İçi hayat dolu bir bozluktan geçiyorum. Ağır ağır çıktım yokuşu, sonra da okula doğru inişe geçtim. Kıl bir durum bu aslında! Yani okulla neredeyse aynı yükseklikteyiz ama arada yol olabilecek arazi M..... denilen bir siteye satılmış. Sitenin içinden geçmek yasak olduğu için etrafından dolanmak gerekiyor. Ben bu civara ev tutmaya ilk geldiğimde sormuştum kiraları bu M...... denilen yerde. Telefondaki kadın ekmeğin fiyatını söyler gibi iğrenç bir doğallıkla “dört biiin” demişti. Buna rağmen canım sıkılmadı. Evin kapısından okulun kapısına tam olarak 21 dakikada -kronometreyle ölçüyorum ileride yapacağım istatiksel çalışmalar için- vardım. Biraz terledim ama değdi. Yokuş çıkıp inme olmasa büyük bir olasılıkla hem terlemez hem de mesafeyi 10-15 dakikada kat ederdim.

Okulda akşama kadar olanlar bir önceki işimde yaşadığım ilk günden farksızdı. Tek farkı kahvaltılı olmasıydı. Oryantasyon programı her zaman olduğu gibi sıkıcı ve uzundu. Bunun önüne geçmek ve oryantasyonu zevkli hale getirmek sanırım mümkün değil çünkü oryantasyon programları içerikten yoksun hale getirilmiş biçemi işe yeni başlayanlara anlatma çabasından ibarettir. Araba sürmeyi bir kere bile şoför koltuğuna oturmadan öğrenmek gibi bir şey. İnsan yeni bir okula başladığı zaman öğrenmesi gereken şeyler sanırım şunlardan ibarettir:

1.  Önemli odalar: Müdürün odası, bölüm odası, fotokopi odası, yemekhane ve kafeterya, tuvaletler, okulun girişleri ve çıkışları vb…

2. Okulun tarihi ve öğretmen/öğrenci profili: Kimlere öğretmenlik yapacağımız önemli tabii.

3.   Beklentiler/Kurallar: Okul bir öğretmenden ne bekliyor ve bu beklentileri karşılamak için uyulması gereken kurallar nelerdir. Giriş ve çıkış saatleri, özel durumlarda izin alma prosedürü. 

      Bunların dışında söylenilecek şeyler zaten akılda kalmayacaktır. Bir de yabancı öğretmenler için yeterli malzeme hazırlanmamış olması ilginçti. Okulda 3-4 yıl İngilizce eğitim veriliyor ama ne web sayfasında ne de okul içindeki kitapçıklarda yeteri kadar İngilizce bilgilendirme var. Ben Türkçe bilmeyen bir öğretmen olsam fıttırırdım herhalde. Hoş, hemen herkes -özellikle o gün işe başlayan çevirmen arkadaş- yabancı arkadaşlara yardımcı olmak için seferber oldu ama yine de bu çok daha profesyonel bir şekilde, çok daha az enerji ve zaman harcayarak halledilebilirdi.

     Velhasıl-ı kelam, okulun ilk günü güzeldi.  Korktuğumdan daha az sorun yaşadım. Hatta kişisel olarak hiç sorun yaşamadım. Öyle geldi geçti işte. Şimdi kaldığım yerden “Geri Kalmışlık İşaretleri”ne devam edebilirim. 
                    
      9.  Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların Olması: 

İnsanlar arası çatışmaların hemen hepsinin, kaynakları ele geçirme sevdasıyla yapıldığına inananlardanım. Geniş ve sulak bir arazi düşünün. Bu arazide yaşayan üç aile varsa, kaynaklar bol olduğu için kolay kolay kavga dövüş çıkmaz. Bir de aynı araziye üç yüz aile yerleştirin. Ondan sonra izleyin hiç bitmeyen keşmekeşi. Dünyamızda kaynaklar sınırlı –yetersiz demiyorum-, insanların istekleri ise sahip olduğumuz sistemin paradigması tarafından sınırsızlaştırılmıştır –oysa insanların kendileri için sınırlı, toplum için sınırsız arzuya sahip olmaları mümkündür-.  Durum böyle olunca kaynakları ele geçirmek ve bu yolla huzura kavuşmak insanların en büyük idealleri oluyor. ABD’nin kuduz köpek gibi yeraltı kaynakları bol olan ülkelere saldırması ve o ülkelerde dev projeleri kendi  firmalarına peşkeş çekmesi bundandır. Kaynakların akılcı yöntemlerle kullanılıp, insanların topluca yaşayabilmesine imkân sağlamasına ekonomi deniyor. Bu yöntemleri belirleyenlere de siyasetçi.

Tarih boyunca yaşanmış savaşların pek çoğunda dini ya da etnik motif bulunabilir. Bu, savaşların nedeni etnik ya da dini anlamına gelmez. Zaten temelde dinin de çıkış noktası politik bir güç olma çabasıdır. Meclis binalarıyla/saraylarla camilerin/kiliselerin/tapınakların boy/cüsse yarışına girmeleri de bundandır. İnsanı kontrol etmek, onu arz-talep dengesini aşırı derecede bozmadan idare etmek, yoksulu teskin edip zengini memnun etmek, toplumda çıkacak herhangi bir sosyal patlamanın önüne geçmek vb görevler din ve siyaset görevlileri tarafından birlikte yürütülürler. Dolayısıyla adına cihat denilen dinsel motifli savaşın temelinde de aslında ekonomik nedenler vardır. Bakınız Osmanlı’ya. Cihatlar bitince ülke çökmüştür. Çünkü ekonominin temelinde cihatlardan elde edilen ganimetler, vergiye bağlanan yeni “Osmanlı vatandaşları”, ölen askerlerin karılarından ve çocuklarından oluşan köleler vardır. Bunlar ortadan kalkınca ekonomik bozulma toplumsal bozulmayı, toplumsal bozulma da siyasi erkteki çatlakları getirmiştir.

İnsanların şu anda içinde bulunduğumuz sistem içerisinde huzur içinde yaşamaları için tek şart üretimi durdurmalarıdır. Bunu da ancak emekli olduktan sonra köylerine giden yaşlılarda görürüz. Adamlar unu elemişler, eleği asmışlar. Hepsi aylık maaşlarını sağlama almışlar. Kimsenin rahatını bozup “patates ekeyim de baharda pazara götürür satarız” dediği yok. Yani köyde tarlalar bol ve boş. İnekler otluyorlar üzerinde, şehirlerden gelen torunlar piknik yapıyorlar. Bu kadar bol kaynak olunca ve talep de olmayınca huzur kendiliğinden geliyor tabii köye. 30-40 yıl önce tarladaki bir ayak sınır ihlali için birbirini boğazlayan köylüler, nirvanaya ermiş Buda gibi sakin ve huzurlular şimdi. Neden? Çünkü üretim yok, çünkü kaynaklar kaynak olma özelliğini yitirmiş, çünkü üzerine kavga edecek bir şey yok.

İşin ekonomik yanı böyle özetlenebilir. Etnik yanı biraz daha karışık ama çözümsüz değil. Ülkenin adından başlamalıyız bence. Neden biz ülkemize “Türkiye” diyoruz. “Türk” kelimesi Çince kökenli, bir rivayete göre “güçlü, kuvvetli” anlamına geliyor, bir başka rivayete göre de “demirci ustalarının taktığı metal kask” anlamına. Ülkeyi “Türki” diye çağırmak, yani “Türklerin yaşadığı yer” olarak adlandırmak Arapça/Latince kökenli. Sonrasında Fransızların ve diğer Avrupalı güçlerin aynı adı kullanmaları ve cumhuriyetin ilanıyla da bizim bu adı kanıksamamız işi sonlandırıyor. Ben bir ülkenin adının etnik bir temele dayandırılmasına karşıyım. Neden mesela ülkeye “Anadolu” demiyoruz? Anadolu bu toprağın adıdır. Türkçeleştirilmiş bir Yunanca kelime (Anatolia güneşin doğuşu anlamına gelir.).  Hadi birazımız Trakya’da kalıyor diyelim. O zaman “Anadolut” diyelim. Ya da “Tanadolu”. Saçma görünüyor olabilir ama “buzdolabı”na, “bilgisayar”a, “imeyil”e alışan bir halk buna da alışır. Hem Tanadolu Trakya'nın coğrafi olarak ülkedeki payını da yansıtıyor. T, Tanadolu'da bir harf, sekiz harften birisi. Yani %12.5i. Trakyalıların itiraz etme hakkı da ortadan kalkıyor böylece. Ben bu ad değişikliğinin büyük bir paradigma değişikliğine yol açabileceğini düşünüyorum. İnsanların kafasındaki “Bu ülke şu etnik kimliğe sahip olanlarındır, diğerleri ikincildir.” yanılgısını kıracaktır. Anayasa’da ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir ve bu değiştirilmez diye yazılmış olabilir. Anayasa’nın zırt pırt değiştirilmesine ben de karşıyım ama büyük bir yanlışı düzeltecek ve belki de gelecek nesilleri daha sağlam bir ulusalcı/halkçı/evrenselci çizgiye çekecekse neden olmasın?

Konu dağıldı! Sabah 6’da kalktım ki gece boyunca kafamda dönüp duran şeyleri soğutmadan yazayım. Sanırım motor fazla ısınmış, kapağı açınca birden fışkırdı. Derli toplu olamadı. Kısaca demek istediğim halkların kendilerini idare etme hakları verilmeli –Lenin daha 20. yüzyılın başında savunuyordu bunu.- ve bu idareler Tanadolu Cumhuriyeti tarafından güvence altına alınmalı. Tıpkı ABD’de olduğu gibi, farklı eyaletler kendi yasalarını koyabilmeli ve uygulayabilmeli. Bunun yanında hepsi Tanadolu vatandaşı olmanın ayrıcalığını yaşamalı. Yok bu ülke Türklerin, Türklerin kalacak diyorsanız, daha çok kan akacaktır. Tek dil, tek din diyorsanız barıştan, toplumsal uzlaşıdan bahsetmenin pek de bir anlamı yok.

Din sorununa da kısaca değineyim. Dinlerin doğası gereği politik olmaları su götürmez bir gerçek. Hele bir de din görevlisiyle siyasetçi el ele verirse halkın asıl çilesi o zaman başlar. Siyasetçi vergileri arttırdıkça camideki vaizin, kilisedeki papazın sesi daha gür çıkar “Sabredin, baldan ırmaklar, altından saraylar, mis kokulu huriler sizi bekliyor”. diye. Din aslında sınıfsız, sosyalist bir toplumu önerir kapitalizm altında inleyen halka. Sonuçta cennette mülkiyet yoktur. Yani öyle gayri-menkul zengini olamazsınız orada. Kaynaklar sonsuz olduğu için ekonomi kelimesinin bir anlamı yoktur. Peki kim yapar pis işleri cennette? Yani mesela kim temizler evleri, caddeleri? Tıkanan kanalizasyonu kim açar? Evler kirlenmez, kanalizasyon tıkanmaz –Cennette boşaltım var mı?- diyorsanız, amenna!  Hoş, o zaman bizlerin bağırsakları da olmamalı. Tüm bağırsaklarımız kör bağırsağa dönüşüyor!  “Yok, o işleri köleler yapacak” diyorsanız, geldik aynı yere. Demek ki cennette de sömürülen bir halk olacak. O yetmiş kat entari giyip yine de çıplak bedenleri görülen huriler, istemezlerse ilişkiye giremeyebilecekler mi cenneti hak etmiş 33 yaşındaki erkeklerle? Hurilerin hizmet talep eden bir erkeğe hayır deme hakkı yoksa –“başım ağrıyor” ifadesini bilmiyor olabilirler-, bunun sömürüden ne farkı var? Şu da söylenebilir, “Ama huriler bunun için yaratıldılar. Fıtratları gereği itiraz edemezler. Birer zevk makinesi onlar.” Bu durumda onların birer insan olmadıklarını, insan dışı bir varlık olduklarını iddia ediyoruz demektir. İyi ama böyle makineler günümüzde de yapılıyor. Ben, yalnız ve müzmin bekarlar –bir de eşlerinden tatmin olamayan evliler- dışında bu makinelere rağbet edenler olduğunu sanmıyorum. Japonlar istedikleri kadar gerçeğine yakın robot sevişgenler (profesyonel fahişe ya da jigoloya verdiğim ortak isim) üretsinler, insanlar yine de kendi türlerini tercih edecektir. Çünkü doğal olan budur ve cinsel dürtü çoğalma arzusunun bir katalizörüdür. Cennette çoğalamayacağımıza göre sevişmenin de -özellikle katolikler çok karşı çıkacaktır bu işe- bir zevk oluşturmayacağını söyleyebiliriz. 

Yine saptık konudan! Bu cennet düşüncesi böyle bir şey işte,  adamın aklını başından alıyor. Din konusunda birbirleriyle barışık topluluklara kavuşmak istiyorsak bunun tek yolu devletin tam anlamıyla laik olmasıdır. Herhangi bir dinden yana kararlar vermemesi, kimseyi kayırmamasıdır. Bu gerçekleşmediği sürece insanların şikayetleri sürecektir. Bana kalırsa din hizmeti özelleştirilmeli ve devletin elinden tamamen çıkmalıdır. Nasıl ki telefon hizmetini istersek alıyoruz, istersek almıyoruz ve aldığımız hizmet karşılığında belli bir ücret ödüyoruz, din hizmeti için de insanlar alacakları hizmet karşılığında ödeme yapmalıdırlar. İmamların, rahiplerin, hahamların ücretleri devlet tarafından değil de hizmeti alan insanlar tarafından ödenmelidir. Bu konuda biraz da matrak olan öykümü aşağıdaki ağbağından okuyabilirsiniz.


Saat 8’e geliyor. Hazırlanıp okula gitmem gerek. Devam edeceğim günce soslu denemelere…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder